Kategori arşivi: İki Garip Bir Akdeniz

İki Garip Bir Akdeniz 5. Gün

2 Ekim 2017 Pazartesi

Tekirova – Adrasan – Kumluca Sahil

(Kör arkadaşlar için betimleme yapılmıştır)

 

Artık hiç olmasa da sonbahar penceresinde o
Camların buğulanması her akşam nefesinden

Kimsesiz bahçelerde besbelli yalnız dolaştığı

Rüzgârsız akşamüstleri yaprakların ürpermesinden

Duyulur ardında bıraktığı hayallerin gürültüsü
Sinsi bir deprem gibi camları titretmesinden

Atilla İlhan

 

Öne çıkan görsel, güneş yolun ucunda, çamların ardında batarken.

Bu gece daha rahat uyudum. Kamptakilerin çoğu gitmiş ve ortalık sessizliğe bürünmüştü. O yüzden fazla gürültü olmadı gece boyu. Uyandığımda etraf sessiz, bizim gibi bir kaç çadır haricinde kimse yoktu. Elimi yüzümü yıkayıp zaman geçirmeden çadırı topluyorum. 4 Gündür çadır sabit olarak durduğundan altı ıslanmıştı. Kuruması için ipe asıyorum hem çadırı hem de altına serdiğim brandayı. Yerde kırmızı şeritli yol kalmış, bisikletim KUZ, yanında topladığım eşyalar, Cem’in bisikleti solda, KUZ sağda, yerde eşyalarım ve ipe asılmış çadır ve branda.

Bizim gibi festivali düzenleyen Antalyalı Perşembe akşamı bisikletçileri ekibi de bu gece buradaydı. Hep birlikte kahvaltıyı yaptık, ardından veda kahvesini içtik. Beni festivale davet ettikleri için hepsine ayrı ayrı teşekkür ediyorum. Birlikte olmasak ta güzel bir kaç gün yaşadık. Onlar görevleri icabı festivale katılanları yönlendirip, yeme, içme, yol, konaklama, eğlence işleri ile uğraştıkları için pek bir arada olma fırsatı olmamıştı. Bu eksikliği kahvaltıda ve kahve içerken sohbet ederek giderdik sayılır. Festival ekibi gayet başarılı bir şekilde sorunsuz olarak bitirmenin yorgunluğu ve sonrasında rahatlamanın etkisi yüzlerine yansımış. Hepsi de arkadaşım, birlikte bir çok yerde beraber bisiklet sürdük. Akdeniz’in sıcakkanlılığı hepsinin içinde. Bizler de bunun etkisini festivalde yaşadık. Güleç yüzleri hiç eksik olmadı. Teşekkürler, iyi ki sizin gibi dostlarım var.

Cem ile uzun bir yolculuğumuz var. Buradan İzmir’e kadar bisikletle gitme planımızı gerçekleştireceğiz. İkimizin bisikletleri yüklü durumda. Antalyalı arkadaşlarla vedalaşıp birlikte hatıra resmi çekiliyoruz. Önde iki bisiklet yüklü  ve 11 kişi ve solda resmi çeken kişinin parmağının bir kısmı.

Bisiklete başladığım ilk zamanlarda işim olmamasına rağmen katıldığım festivallerden hep eve dönme telaşı yaşamıştım. Festivalden sonra yola devam eden arkadaşları imrenmişimdir her zaman. Şimdi ise festival sonrası tura devam etmenin sevincini yaşıyorum. Bu heyecanla kamp alanından arkadaşla vedalaşıp yola çıktık. Henüz Tekirova içine olduğumuzdan yolluk olarak marketten alış verişi yapıyoruz Cem ile. Gerekli olanları alıp paylaşarak çantalara yerleştirdik. Ara sokaklarda ilerlerken karşıma bir ağaç çıktı. Bu ağacı sarmaşıklar öyle bir sarmıştı ki aklıma Yunan mitolojisindeki yarı tanrı Herakles geldi.

Herakles’in o muhteşem gücü olmasına rağmen ölümüne bir şey yapamaması, sonu bu ağaç gibi hüzün ve acıyla bitmesi beni çok etkilemişti. Olay mitlerde şöyle yazar;

Herakles’in kıskanç karısı Deianeira kocasının metresi İole ile aldatmasına karşın Nessos’un kendisine aşk iksiri diye verdiği iksiri kullanmaya karar verir. Herakles Zeus için adadığı kurban kesme törenlerinde giyeceği kazağı alması için elçisini gönderir. Deianeira Aşk iksiri diye bildiği şeyi yün ile kazağa sürer. Ardından bir sandığa kilitleyip elçiye bunu açmamasını ve güneş görmemesi için sıkı sıkıya tembih eder ve gönderir. Elçi yoldayken iksiri bulaştırdığı yünü güneş altında bir kayanın üzerine koyar. Güneş ışığı altında olan yün parçası kayayı eritip toz haline getirmişti çoktan. Bunu gören Deianeira iksir konusunda aldatıldığını anlar ve pişman olur. Arkasından haberci gönderse de Herakles kazağı çoktan giymiş ve sunağa döktüğü şarabı alevlendirdikten sonra ışığı gören zehirli iksir etkisini göstermeye başlar. Kazak ışık altında Herakles’in vücuduna yapışıp etlerini eritmeye başlar. İş işten geçmiş acı ve ıstırap içinde ölür Herakles. Bilmeyerek yaptığı şeyden dolayı Deianeira intihar eder. Zeus oğlunu tanrılar katına alıp ölümsüzleştirir.

Çam ağacını kaplayan sarmaşık aynı Herakles’in giydiği kazağa benzettim. Tüm gövdeyi kaplamış durumda ve çam ağacını yavaş yavaş yok ediyor.

Çiçeklerle bezenmiş Tekirova girişindeki kavşağa geldik. Pembe çiçekler açmış begonvil, ana yola çıkan Cem. Kumluca, Finike, Muğla tabelası solu işaret etmiş. Sağı ise Kemer, Antalya olarak belirtilmiş. Biz Kumluca tarafına doğru gideceğiz. Cem de o yöne doğru yönelmiş.

Ana yola çıkınca yokuş başladı, ağır tempoda daha önce çıktığımız yeri tekrar çıkmaya başladık. Yalnız bu kez yüklü olarak. Yarıkpınar dinlenme yerine geldik. Burada daha önce durmadığımdan çeşmeden sularımı tazeliyorum. Çeşme mermer kaplı, çatısının solunda Yarıkpınar içme suyudur. Sağında da araç yıkamak yasaktır yazısı yazılmış büyük harflerle. Aynasında çeşmeyi yaptıranın ismi; Gülüzar ve Münir Solumaz hayratı yazılı.

Burada araçlar mola veriyor, çeşmede su akıyor bedava. Dinlenme tesisleri çınar ağaçları altında gölgelik yerde. Burayı Orman bakanlığı yaptırmış. İki oduna tabelasını yerleştirerek burasının Beydağları sahil milli parkı Yarıkpınar mola noktası olarak yazıp belirtmişler.

Yola yeni çıktığımızdan burada mola vermiyoruz. Sadece suları çeşmeden doldurdum. Ardından yokuşu tırmanmaya devam ederken yerde gördüğüm arabalar tarafından ezilmiş bir yengeç görünce duruyorum. Yakınlarda akan bir çay olmalı. Bu cesur yengeç macera aramak için çaydan uzaklaşıp asfalta çıkınca beklenmedik son ile hayatı bitiyor. Macera arayan cesur yengeci saygı ile selamlayıp elimle yerden alarak çalılıkların içine doğaya karışması için bırakıyorum.

Çay boyu yukarı çıkıyoruz, daha önce mola verdiğimiz yerde duruyorum. Burada da küçük bir çeşme var. Bisikletim KUZ ile birlikte resmini çekiyorum çeşmenin. Çınar ağaçları arkada ve yürüyüş rotalarını belirten tabela direği solda.

İkinci mola yerine geldik. Yerde sağa ok işareti, bisiklet figürü ve Mola yazısını asfaltta görünce biraz dinlenmek için duruyorum. Cem benden önde olduğu için burada durup bisikletini park etmiş.

Bu dinlenme yerinde mavi boyalı bir tabela var. Yapıştırma harfler güneşin etkisi ile kalkıp bozulmaya başlamış. Tabelada yazan; Beycik köyü ( 6 km ) 6 Rakamı yerinden kalkmış, sadece güneşten dolayı izi kalmış. Tahtalı ( Olimpos ) dağı ( 2366 m ) Laodikeia, Likya yolu, Üç oluk yaylası. Altta yemek, yatak, kahve, market ve antik olduğunu belirtir işaretler yapılmış her biri ayrı kare içinde.

Burada çeşme var ama suyu akmıyor. Havuzunun duvarında bisiklet figürü yapılmış. Etrafta geçen günde su molası verdiğimizde dağıtılan plastik su şişelerini görüp üzülüyorum. Bisikletçi olsak ta bazı arkadaşlar nedense doğayı sevmiyorlar. Bu şişeleri atanlar eğer tekrar buraya gelseler gördükleri manzara karşısında ne diyeceklerini biliyorum. “İnsanlar niye bu şişeleri buraya atmış?” diye söyleneceklerini gayet iyi biliyorum. Kendi pisliklerini tanımazlar ve ukalalık yapmaktan da çekinmezler. Su şişeleri sararmış çınar yaprakları üzerinde. Yapraklar bir yıla kalmaz çürüyüp gider de plastik şişeler ne kadar zamanda yok olacak? Kim bilir?

Ağır tempo olsa da tırmanışı bitirip zirveye vardık. Ana yol düz devam ediyor Kumluca’ya doğru. Biz Çıralı’ya doğru gideceğiz ama buradan değil az ileriden sola sapacağız. Gerçi Kumluca tarafına doğru gitmemiz gerek ama sahilden gideceğimizden bu yolu tercih ettik. Hem sahilde Adrasan var görülmesi gereken yer. Tabelada düz olarak Kumluca, Muğla yönü belirtilmiş. Sağa ise Çıralı, Yanartaş (Chimaera) kahverengi olarak tarihi yer olduğunu belirtmiş. Bu yol karayollarının D 400 olarak numaralandırdığı yol olarak belirtilmiş.

Sola gireceğimiz az ilerdeki kavşağa geldik Tabelada kahverengi olarak Olimpos 11 (Antik kenti) yazan yerden sola sapıyoruz.

Buradan sıkı bir iniş yapacağız 7 Kilometre civarı. 394 metrelik yüksekteyiz. Altımızda dağlar ve Akdeniz lacivert olarak görünüyor manzarada.

İniş başlar başlamaz daha önce ana yola çıkmak için kestirme dediğimiz toprak yolu görünce durup resmini çektim. Kestirme diye saptığımız yol çok dik, ellerimizle kan ter içinde çıkmıştık bir zamanlar. Aslında böyle kestirme yol diye bir kaç kez girmiştim ama çok zorluklar yaşamıştım çıkarken. Atalarımızın dediği “Bildiğin yol en kestirme yoldur” sözü kulağıma küpe olmasını diliyorum burayı görünce. (Gerçi zorlukları, bilinmeyenleri keşfetme arzusu beni yine böyle yollara sokacağına eminim. Huy değişmez.) Yolun üstünde tek katlı bir ev var. Ardında kayalıklı dağlar.

İnişte gözlemecide duruyoruz. Çay içeceğiz ama önceden pazarlık yapıyoruz yörüklerle çay kaç para diye. Daha önce bisikletçilere verdikleri fiyatta anlaşıp oturduk. Bir tane de gözleme yap dedik peynirli, otlu. Cem ile yarı yarıya bölüşeceğiz. Bisikletim KUZ önde park etmiş, arkada bölümlü oturma yerleri. Minderler, yastıklar yörük işi. Cem minderlere oturmuş ayakkabılarını çıkarıyor. Solda bir adam heykeli, üzerine uzun kollu kareli mintan giydirilmiş. Yörük evi gözleme pankartı asılmış. Pankartta burada gözleme yemiş ünlülerin resimleri basılı.

Minderlere oturup semaverde odun ateşinde demlenen çayları içiyoruz afiyetle. Elçek resim çekiyorum Cem ile beraber. Tepside iki çay duruyor. Arkada bisikletim KUZ ve semaver. Semaverin üzerinde iki mavi renkli emaye çaydanlık var.

Yorgunluğumuzu çay , atıştırmalık bir şeyler ve bir gözlemeyi ikiye bölerek giderdikten sonra kendimizi yokuşun inen kısmında bırakıyoruz aşağıya doğru. Neredeyse hiç pedal çevirmedik desem yeridir. Düzlüğe inince karşıma evini sürekli taşıyan kaplumbağa çıktı. Yolun karşı tarafına doğru seyahat ediyor. Yeni yerler görecek, oradaki otların tadına bakacak. Hiç acelesi yok, karnını doyurmak için her taraf yiyecek dolu. Öyle bizim gibi marketten alış veriş yapmasına gerek yok. Dünyanın en yavaş hayvanı en uzun yaşayan hayvanı olmasını insanlar bir türlü kavrayamadan hızlı biçimde yaşıyorlar. Her şey bir an önce olsun, hemen varayım. Tokyo da kahvaltı, öğlen Paris te ıstakoz yemeğine yetişmeli. Akşam da New York ta baloya katılmak gibi hızlı yaşamaya çalışmak ömrü kısaltır. O kadar hızlı yaşarlar ki! Ömürlerinin nasıl bittiğini anlamadan ölüp gider. Kaplumbağanın öyle bir derdi olmadığı için acele etmeden hedefine varır. Nerde akşam orda sabah yaşayıp gider. Tıpkı bizim şu an yaptığımız tur gibi. Evimiz bagajda yolculuk yapıyoruz. Nerde akşam orda sabah yapa yapa gideceğiz.

Kaplumbağa emin adımlarla asfaltta karşı tarafa doğru gidiyor.

Düzlüğe çabucak indik sayılır, sürekli yokuş inersen böyle olur. Olimpos antik kentine doğru giden kavşaktayız. Burada Yamaç köyü var. Kavşağın köşesinde de camisi çam ağaçları içinde kalmış. Burada caminin tuvaletinde ihtiyaçlarımızı karşıladık. Caminin avlusu çok geniş, taş duvar örülmüş çepeçevre. Minare görünüyor ama binasını çamlar örtmüş pek görünmüyor. Tuvalet binası küçük, sarı boyalı. Avluda çocukların oyun parkında kaydırak, salıncak gibi renkli aletler var.

Yola çıkıyoruz kavşaktan, hedefimiz Adrasan. Tabela yönü gösteriyor. 7 Kilometre yolumuz kaldığını yazıyor. Sağ tarafa ise Kumluca ve Yazır tarafına gidileceğini oklarla belirtilmiş. Cem bisikleti ile yolda tek başına giderken bir kare çekiyorum. Etraf çam ormanı.

Yolun sağında bir çiftlik görüyorum. Çiftlik bildiğiniz gibi değil. Amerikan özentisi yaşatılmaya çalışılmış. İçeride sundurmanın altında Amerikan arabaları, tır çekicileri ve bir pervaneli uçak. Uçak sarı boyalı. Çiftlik sahibi özentili olmasına karşı meraklı olmalı.

Yol eğimi pek yok, düz devam ediyor. Yakın zamanda yolun sol tarafında yangın çam ağaçlarını yakıp geçmiş. Sağdaki çamlar yeşil rengi ve soldaki ağaçların kapkara rengi birbirine uymuyor. Orman yangınlarının çoğu insan eliyle çıktığı kesin. Kimi bilmeyerek, kimi de bilerek ormanı yakıyor. Manzara üzücü. Cem önümdeki manzarada bisiklet sürerken.

Kavşağın birine geldik. İki tabela zıt yönü gösteriyor. Sol tarafta Olimpos 10, sağ tarafta Adrasan yazılı tabelalar kahverengi boyalı. Arkada sararmış otların olduğu yamaç. Solda tel çitle ayrılmış zeytin ağaçları.

Adrasan içinde bisiklet sürüyoruz. Karşımda koca bir dağ var. Buralarda kıyılar engebeli ve dağlık. Köyün tek katlı evleri bahçelerindeki meyve ağaçları ile daha şirin görünüyor.

Meşhur Adrasan sahiline geldik. Burası doğal bir liman gibi. Tekneler kıyıya kadar getirilip demir atmışlar kıçtankara biçiminde. Kumsalda şezlong ve şemsiyeler düzgün, sıralı konulmuş. Koyun karşı tarafındaki burun kısmı çam ormanı ile kaplı. Kumu çok güzel görünüyor, denizi de öyle. Burası bulunduğumun yerin sağ tarafı.

Koyun sol tarafını da çekiyorum bir poz. Burada da tekneler kıyıda bağlı, kumsalda şemsiye ve bir kaç şezlong duruyor. Koy küçük, dip tarafı kumsal. Kenarlar kayalık ve dağlık. Sol taraftaki dağ sivri ve yüksek.

Adrasan bu güzel denizin tadına bakmak gerek diyerek su donumu giyip denize dalıyorum. Etrafta kimseler yok. Sadece ben denizdeyim. Bir süre yüzüp çıkarak kurulandıktan sonra öğle yemeğini yiyoruz. Taksi durağının çardağında taksicilerle muhabbet edip kahve içtik. Bizleri bisikletli görünce nerden nereye? Nasıl? Bisikletle mi? Bu kadar yolu bir milyar versen hayatta gitmem! Lastiğiniz patlamıyor mu? Nerde kalıyorsunuz? Çadırda mı? Yok artık gibi soru cevap şeklinde oluyor. Muhabbet meraklı ve hararetli olunca çay ısmarlıyorlar bize. Cem ve ben sıkılmadan her soruya gerekli cevabı verdik. Çaylar bitince artık yola çıkmamız gerektiğini, bize izin deyip yola çıktık. Akdeniz’in narenciyeden sonra en çok yetişen narları meşhur. Her bahçede bir iki nar ağacı görmemiz mümkün. Ekim ayında olmamızdan dolayı tam da olgunlaşmış meyveleri insanı cezbediyor. Narın kırmızı rengi közleşmiş ateşin kor rengine benziyor. Hani derler ya “Nar gibi kızarmış” diye işte tam da öyle narlar. Bahçeni kenarında nar ağaçları, üzeri nar dolu ve olgunlaşmış. Aynı zamanda kocaman nar meyveleri ağırlıktan dolayı dalların altlarına ağaç destek koymuşlar. İncecik dallar koca narları taşıyacak güçte değil.

En sevdiğim evlerden birisi olan bahçe duvarı olmayan ev. İki de nar ağacı dikilmiş. Üzerinde kızarmış narlar al beni diyor. Daha önce iki nar koparmıştım bahçenin birinden, onlar hala çantamda duruyor.

Adrasan köyünün merkezinden geçiyoruz. Köyün meydanında Atatürk heykeli var. İki direkte Türk bayrağı dalgalanıyor. İleride Cem yol tabelalarına bakıyor nereye doğru gideceğiz diye.

Demin Cem’in olduğu yerdeki tabelaların önündeyim. Köşede, elektrik direğinin dibine konan tabelada düz ok işareti ile Karaöz, Mavikent, Beykonak yönlerine giden yolu gösteriyor.

Yola girer girmez bizi takip etmeye başlayan tarçın renginde bir köpek önümde gidiyor. Köyün çıkışında yokuş başladı, önümde azametli dağ bize geçit vermiş ama ne kadar belli değil. Yokuşun sonunda belli olacak. Solda çoğu yerini ağaçlar kaplamış bir ev var.

Yokuşu çıkmaya devam ediyoruz, köydeki inşaatların molozları yol kıyısına dökmüş kamyonun birisi. İnsanların vurdumduymazlığının bir örneği. Benden öte olsun da nerede olursa olsun. Gören, duyan, karışan da yok. Ceza yazan olmuyor, çünkü tenha yol. Görmesinler diye ortada kimseler olmadığından rahatça molozları döküyorlar. Dökende vicdan olmayınca elden ne gelir ki. Güzel çam ormanının manzarasını çirkinleştirmiş moloz yığını.

Yokuşta Cem önde, köpek onu takip ediyor koşturarak.

Yokuş devam ettiği için arada durup resim çekiyorum, hem dinleniyorum hem de etrafı, manzarayı izliyorum. Epe yükselmişiz, bulunduğum yerden Adrasan köyünü kuş bakışı izliyorum. Karşıda Toros dağlarının tüm heybeti göğe yükselmiş.

Yokuş nereye kadar devam ediyor bilmiyorum. Çık çık bitmiyor, Yeşilköy sapağında durup tabelasını çekiyorum. Yukarıya doğru bakınca yokuşun az kaldığını tahmin ediyorum.

Artık yokuşun sonuna geldiğimi önümde başka yükselti olmadığını görünce anladım. Son yokuştayım, Cem önümde tıngır mıngır çıkıyor. Yokuşlarda Cem’in avantajı var bana göre. Onda kilitli pedal var, bir ayağı ile pedala basarken diğer ayağı ile çekerek daha verimli bisikleti kullanıyor. Yokuşta bu fark ediliyor. Bende ise burunluk var ve yarım pedal güç verebiliyorum.

Az ileride gördüğüm beyaz toprağın içinde kırmızı toprağın olduğu yerde durup inceliyorum. İki farklı toprak yapısı acaba nasıl bir araya geldi? İlginç!

Yolda değişik manzaralar görmek olası. Bu manzara kötü olabilir, hep iyi olacak değil ya. Dünyada yaşıyoruz ve üzerinde milyarlarca insan var. Bu insanların bir kısmının yarattığı pislik karşımda duruyor. Yol kenarına atılan bu çöpler doğaya karışasıya kadar çok uzun zaman geçecek. Bir insan ömründen daha çok. Çok yazık!

Yaklaşık 5 Kilometre bir tırmanış yaptık. Tarçın rengindeki köpek te bizi takip etti tepeye kadar. O kadar kovalamamıza rağmen peşimizi bırakmadı. Bir ara nerden bulduysa keçi ayağı bulup ağzıyla taşıdı bir süre. Sonra keçi ayağını bıraktı bir yerlerde ya da sakladı daha sonra yemek için. Tepeyi çıkıp inişe başladığımızda hızımız arttı, köpek takibi bırakmış olmalı. Yetişmesi olanaksız bizim hızımıza. Güneş bu arada ufka iyice yaklaştı. Durup batmasını bekliyorum bir kaç dakika. Cem önde, bulunduğum yerden az yüksek tepelerin üzerinde Güneş son ışıklarını çam ağaçlarının arasından bana sunuyor. Bu resmi öne çıkan görsel olarak seçiyorum.

Adrasan yarımadasının diğer tarafına geçtik, deniz kendini gösteriyor. Yarımadanın burnuna doğru dağ kütlesinin yalçın kıyıları güzel girinti – çıkıntı ve sivri tepeli küçük bir ada yüksekten güzel görünüyor. Önümde dikenli sararmış otlar, arkasında yeşil ağaçlar da manzaramda.

Zayıf saplı, narin görünümünde sarı çiçeklerin boyu epey uzun. Önceden açıp kurumaya durmuş çiçeklerle beraber yeni açmış sarı çiçeklerin rengi görülmeye değer. Ben de olduğu gibi resmediyorum.

Yol asfalt olsa da tam bir orman yolundayız sanki. Koca çam ağaçları, çalılarla kaplı dipleri ve çam ağaçlarından düşen iğne yapraklar yerde kahverengi halı  oluşturmuş durumda. Yolun üzeri çam dalları ile çatı olmuş, Cem de durup yanlamasına bana poz veriyor bu güzel tablonun içinde. Bu yoldan pek araç geçmiyor, sakin yolda rahat sürüş yapıyoruz. Güneş çoktan battı, hedefimiz Kumluca sahili.

Çam ormanı içinde giden yolun bir bölümünde sazlık görüyorum. Bu demektir ki yakınlarda sıcak su kaynağı var. Orman yoluna ayrı bir güzellik katmış sazlar. Yolun iki tarafında var.

Deniz seviyesinde bisiklet sürüyoruz, kıyıda piknik alanında iki çadır kurulmuş. Aslında burada kamp atılabilir, piknik masaları, deniz kıyısında. Alan düz, tuvalet ve çeşme var. Denize küçük bir çıkıntı yapmış olan yerde kocaman bir kaya kütlesi toparlak olarak duruyor. Henüz aydınlık olduğundan gidebildiğimiz kadar gidip Kumluca sahilinde kamp atacağız.

Güneş battı, yerine yolumuzu aydınlatacak olan ay çıktı. Karşıdaki yarımadanın dağlarının üzerinde ay parlıyor. Henüz hava kararmadığı için gökyüzü mavi hala. Denizin maviliği biraz daha koyu gökyüzünden.

Deniz kıyısında dönemeçli yoldan gidiyoruz. Henüz ortalık aydınlık.

Güzel koylar görüyorum çam ağaçlarının denize ulaştığı yerde. Alaca karanlıkta görebiliyorum denizi.

Orman yolu tam alacakaranlık zamanında bir poz çekiyorum. Çam ağaçları solgun görünmeye başladı. Tam da beyaz iplikle siyah ipliğin ayırt edilemeyeceği andayız.

Bisikleti KUZ ile Ay bir arada resim çekeyim dedim. Ay parlak olduğu için görünüyor ama KUZ kararmış ayırt edilmiyor.

Kameranın flaşını açıp çekiyorum bir poz. Ay yine aynı parlaklığında. KUZ olduğu gibi aydınlandı. Turuncu çantalarım, kadronun siyah rengi, beyaz yazılı URİMBABA’CAN yazısı, kelebek gidonum kahverengi sargı ile sarılı. Gidon çantam ve aydınlatma lambasının yanında duran tüy. Flaşın patlaması ile arka tekerleğimde bulunan şerit fosfor çok parlak görünüyor çember şeklinde. Koyu lacivert gökyüzü ile flaşın aydınlattığı bisikletim uyum içinde.

Hava iyice karardı, aydınlatma lambaları ışığında gecenin serinliğinde yol alıyoruz. Kampı Cem’in bildiği Kumluca sahilinde, ağaçların olduğu yerde kuracağız. Kumluca seraları bol bir yer, seraların arasından ilerlerken Cem paniklemeye başladı. Acaba doğru yolda mıyız diye. Karşıdan gelen bir dolmuşta yazan Kumluca yazısı yüzünden bana ters yöne gidiyoruz deyince ben de haritayı açıp gideceğimiz yolu gösterdim. Doğru yoldayız diye de sakin olmasını, yola devam etmesini söyledim. Ama Cem ısrarla daha önce araba ile geçtiğinden hatırladığı biçimde yolu göremeyince hayır, yol böyle değildi, yok Kumluca’dan aşağı düz bir yol vardı diye saçmalamaya başladı. Bir insan panikledi mi sakinleşmesi zorlaşıyor. Haritada konumumuzu gösterip yolu da, gideceğimiz yönü de gösterdim zar zor ikna oldu. Kumluca dan inen yola çıkıp bir süre düz yolda giderek piknik alanı olarak kullanılan ağaçlı yere gelince durduk. Cem panik halini atlatmıştı şükür. Daha önce arabayla geçtiği yerlerden ilk defa kendi gücü ile ve bisikletle seyahat etmesi kafasının karışmasına neden oldu. Neyse ki fazla uzatmadı da normale döndü ana yola çıkınca.

Okaliptüs ağaçlarından oluşan piknik alanına girip kendimize uygun bir yerde kampı attık. Çadırları kurup yerleştikten sonra akşam yemeği için hazırlıklara başladık. Neşesi yerine gelen Cem aşçı olarak yemek yapma görevini başarıyla yerine getirdi. Yemek yapmaktan zevk alıyor ve güzel yemekler de yapıyor. Bana yemek düşüyor sadece. Bulaşıkları da ben yıkıyorum. Kumların üzerinde serdiğimiz brandanın üzerinde oturmuş Cem yemek yaparken elçek resim çekiyorum. Cem’in önünde ocakta tencere var, elinde kaşıkla yemeği karıştırıyor.

Akşam saat 21:00 gibi kamp attığımızdan epey acıkmışız. Bir çırpıda yemeği yedik, ardından kahve ve çay ile keyfimizi sürdük. Buraya Kumluca demelerinin nedeni yaklaşık 12 kilometre kadar bir sahil ve tamamen kumlu olması. Çadırları da ılgın ağaçlarının dibinde, kumların üzerine kurduk. Buraya gelmek, çadır kurmak, yemek yapmak, kahve, çay derken zaman epey ilerledi. Zaten yorgunuz, o yüzden fazla geç olmadan çadıra giriyorum. Çadırın içinden dışarıdaki Aydede’yi çekiyorum, Aydede her yerde.

Güzel bir günün sonunda tatlı bir yorgunlukla çadırın içinde yatıp uykuya daldım.
Bu gün yaptığımız yol yaklaşık 72 Kilometre civarı.

Aşağıda yaptığımız yolun haritası

Powered by Wikiloc

İki Garip Bir Akdeniz 4. Gün

1 Eylül 2017 Pazar

Tekirova – Phaselis – Kemer – Tekirova

(Kör arkadaşlar için betimleme yapılmıştır)

 

Masasına gelip gittiği açıkça anlaşılır
Daktilosu çalışmasa da şeridinin eskimesinden

Durduğu yerde patlaması mürekkep hokkalarının
Ömrünce biriktirdiği sosyalist öfkesinden

Ne kadar yok etse ölüm vuruşu göklerde yankılanan
Kocaman bir yürek kalır Şili’nin Allende’sinden

Atilla İlhan

 

Öne çıkan görsel, deniz kıyısındaki kayanın üzerinde bağdaş kurup oturmuşum. Önümde kahve takımı var. Kahve pişiriyorum.

Gece pek fark etmedim yağmurun yağmış olduğunu. Sabah uyanıp çadırdan çıkınca anladım. Etraf ve çadırlar ıslak. Mavi bir naylonla birisi bisikletinin üzerini örtmüş ıslanmasın diye. Yağmurlu bir sabahın seherinde uyanmanın tadını çıkarıyorum bir süre. Demek ki dün Olimpos dağında tutunamayan bulutlar rüzgar kesilince toplanmaya başlamış gece ve ardından yağmur yağmış. Akdeniz’in sonbahar yağmuru portakal kokar. İrileşmeye başlamış portakal yağmurda ıslanınca aromasını etrafa yayar. Ortalık mis gibi portakal kokar. Bu kokuları ciğerlerime çekiyorum her nefes alışımda. Etraf çadır kent oluşmuş durumda. Biraz ileride birisi çadırının üzerine naylon germiş.

Kalkar kalmaz etrafı kolaçan ediyorum. Cem Tabanlı’nın çadırına su girmiş birazcık. Çadırının altına koyduğu brandayı kurutmak için ipe asıyor. Yanında da Nafiz var, Nafiz çadırını topluyor. Kemer’den Antalya’ya devam edecek evine doğru.

Dut ağaçları altındaki çadır alanı kırmızı – beyaz şeritlerle sokak görünümünde yollar yapılmış. Yürüme yolu boş, diğer yerlerde çadırlar kurulu. Herkes kendi telaşında hazırlanmakla meşgul. Birazdan yola çıkacağız. Kahvaltıyı çoktan yaptık bile. Kimisi çadırı eşyalarını topluyor. Evine dönme telaşı sabahtan başlamış bile.

Herkes kapıya çıksın diye anons edilince yolun ağzına gelip toplandık. Okaliptüs ağaçlarının gölgesinde toplanmış bisikletliler.

Hareket ediyoruz, Tekirova içinden ana yola çıktıktan sonra kısa sürede bizleri yönlendiren arkadaşlara rastladık. Phaselis  antik kentine sapan yola yönlendiriliyoruz. Biri motorlu, ikisi bisikletçi yol sapağında durmuş, direkte Phaselis 1 tabelası. Sağa giden çamlı yol ve dört bisikletçi.

Çam ormanı içinde bisikletlerle gidiyoruz. Yol ağaçların gölgesinde. Çam ağaçlarının gövdeleri uzamış yukarı doğru. Asfalt yolda altı bisikletli gidiyor.

Phaselis ören yerine ücret ödemeden giriş yapıyoruz. Girişte demir parmaklıklı sürgülü kapı var. Ağaçtan yapılmış gişe kulübesi yeşil renge boyanmış. Çatısı oluklu kırmızı kiremit ile örtülü. Sürgülü kapıya kare bir tabela, köşesi altta bakacak şekilde konuşmuş. Phaselis Örenyeri yazısı var.

Burası aynı zamanda Likya yolu ile çakışıyor. Direğe takılmış tabelalarından anlıyorum burasının Likya Yolu olduğunu. Sol tarafı gösterir tabelada Kuzdere 11 Km, sağ tarafı ise Tekirova 3 Km olduğunu belirtmiş. Tabelalar sarı renge boyanmış. Üzerine ilave yeşil renkte Fethiye’den Antalya’ya Likya Yolu yazısı yazılmış.

Antik kentin girişinde, su kemerlerinin olduğu yerde bisikletleri park ediyoruz. Kalabalık bisikletliler ortalığı kaplamış durumda.

Burada enerji takviyesi olarak muz dağıtılıyor. Dağıtan da şeker adam Halil Şenel güleç yüzü ile gelenlere birer muz veriyor. Elinde bir dal muz, koparıp koparıp ikram ediyor bizlere.

Bana torpil yapıyor Halil, yapışık iki muz veriyor. Elimde muz olduğu halde çekiyorum bir poz.

Muzu soyuyorum, içinde iki ayrı muz çıkıyor ortaya. Resimde yan yana soyulmuş iki muz, ardında Şirin Baba Ceyhun Altın. Sarı tişörtü ve başında şapkası ile.

Antik dönemden kalan yontulmuş taşların birinde, küçük bir oyuktan bir çiçek çıkmış ortaya. Çiçek yapraksız, taç yapraklarının dibi pembe. Uçlara doğru renk açılıyor beyaza doğru.

Antik kent çam ormanı içinde kalmış. Çam ağaçlarının gövdeleri sadece temel taşları kalmış duvarların arasında çıkmış.

Denize doğru çıkıntı yapan yere doğru gidiyorum. Burası küçük bir yarımada. Bir kaç çam ağacı da yarımadaya kadar yaşam alanı oluşturmuş kendine. Kıyı taşlık ve kayalık.

Yarımadanın üzerinde uca doğru yürüdüm. Buradan ana karanın bir bölümünü çekiyorum kamera ile. Küçük  bir koy oluşmuş yan tarafı. Az bir yer kumsal olmuş, diğer yerler kayalık. Sık çam ağaçları deniz kıyısına kadar gelmiş durumda.

Yarımadanın ucunda mantar biçiminde oluşmuş kaya parçası dikkatimi çekti. Kaya molozlardan bir araya gelip sertleşip kayaya dönüşmüş. Dalgaların aşındırması sonucu alt kısmı iyice ufalmış, Üst taraf ise tepsi gibi.

Yarımadanın ucuna gelmemin sebebi burada kahve içmek. Bisikletimden kahve takımlarını çıkarıp kayanın üzerine bağdaş kurarak oturdum. Başladım kahve pişirmeye. En güzel yerde kahve içmek gerek. Burası da yer olarak, manzarası ve ilginç yapısı ile gözümü boyadı. İyot kokusunu içime çekerek gözlerimi ocağın üstündeki cezveden ayırmadan öylece duruyorum. Kahvenin tadı nefis olsa da bazı huyları var. Bunlardan birisi çok kıskanç olması. Sürekli gözünün üstünde olması gerek. Tıpkı kadınlar gibi, sürekli onunla ilgileneceksin, gözlerini ondan ayırmayacaksın. Başkasına, bakmayacaksın. Eğer gözünü bir an olsun kaçırırsan çok kızar ve öfkesinden köpürüp taşar. Hem aroması dökülür hem ocağı söndürür. Etrafı da berbat etmesi cabası. İçtiğin kahvenin tadı kalmaz. Onun için gözümü kahveden bir an olsun bile ayırmıyorum.

Ocağın etrafında rüzgarlık koruyucu var. Cezve ve fincanlar önde dört tane. Kahve kutusu ve fincan kutusu yanlarda. Üzerimde Dünya Kalp Günü baskılı beyaz tişörtüm, bağdaş kurmuş durumda kayanın üzerinde oturuyorum. Ardım deniz ve karşıda denize uzanmış kara parçası. Resmi Ahmet Murat Hacıbeyoğlu çekiyor. Kahveyi yanımda şanslı olan üç kişi içecek. Birisi resmi çeken Ahmet Murat Hacıbeyoğlu. Bu resmi öne çıkan görsel olarak seçiyorum.

Kocaman gövdeli bir çam ağacı kökü zayıf kalmış olmalı yana doğru devrilerek öylece yaşamına devam ediyor. Denize çok yakın durumda, herhalde dalgalar ağaca ulaşmıyor ki tuzlu su zarar vermemiş çam ağacına. Çam ağacı yorulup yere uzanmış gibi yatıyor. Ya da deniz kıyısında yatıp güneşleniyor gibi.

Kahve faslı bittikten sonra fincanları yıkayıp yerlerine yerleştiriyorum. Biraz daha zaman var. Antik kenti daha önce gezmiştim. Şimdi daha önce görmediğim yerleri görüp resmini çekmeye gidiyorum. Daha önce kahve pişirdiğim yeri görmemiştim. O taraftan su kemerini çekiyorum çamların altında.

Kentin ana caddesinde yürüyorum. Zamanında hareketli olan bu geniş yolun kıyılarında önemli yapılar varmış. Şimdi ise kalıntıları duruyor.

Dikdörtgen taş blokta yunanca yazılar yazılmış. Taş blokun üst kısmı geniş çıkıntılı. Sağ tarafı, hemen hemen yarısına kadar dış etkenlerden bozulmuş durumda. Yazıların yarısı görünmüyor.

Yanında yazının anlamını yazan tabela konulmuş. Taşta yazan;

“Onurlandırma Yazıtı

Danışma ve halk meclisleri,

Pigres oğlu Apollonios’un

Oğlu, kentimizin hayırseveri

Olan, övgüye layık

Lykiarkhes Aurelius

Pamphilos’u onurlandırdı

M.S. 3. Y.Y. başları

Böyle yazılı blok taşlardan daha var. Yalnız bir şey dikkatimi çekti! Taşların bir yüzeyi aşırı yıpranmış. Sürekli aynı yönden gelen yağmur, rüzgar ve Güneş etkisinde kalmış. Diğer tarafları sağlam şekilde duruyor. Yazıt taşları başka yerlerden getirilip konmuş ana cadde kıyısına. Taşın  aşınan yüzeyi sünger gibi olmuş, ayrıca yosun tutmuş ve rengini karartmış. Büyük bir olasılıkla aşınan taraf kuzeye bakıyordu. Çünkü yosunlar kuzey tarafında bulunur devamlı. Tıpkı ağaçların gövdelerinde kuzey tarafının yosun tutması gibi. Yön bulmak için ağacın gövdelerine bakılıp kuzey yönünü kolayca bulabilirsiniz. Ya da şöyle olabilir ; Bu taşlar deniz kıyısında kalmış olabilir. Denizin tuzlu suyu ve deniz canlıları su altında kalan taşı delik deşik yapmış olabilir. İkinci şık daha mantıklı gibi geldi bana.

Çam ormanı ile bütünleşmiş şehir o zamanların zenginliğinden sadece duvarları kalmış. Blok taşlardan sağlam yapılmış olduğu belli. Binlerce yıldır bir kısmı ayakta kalarak günümüze ulaşmış.

Başka bir blok taşta yine Yunanca yazılar yazılmış.

Yazının Türkçe anlamı;

Sporcu yazıtı

Ptolemaios oğlu Aurelius Artemidoros’un

Oğlu Zosimas olarak da bilinen Phaselis’li

Aurelius Ptolemaios. II. Embromos’un

Oğlu II. Kolalemis’in övgüye layık kızı

Phaselis’li Aurelia Apphia’nın kente

Hediye ettiği ve ilk olarak düzenlenen

Falladeios Bayramı’nın çocuklar

Kategorisi güreş müsabakasını sırtı yere

Gelmeden ve belini kavratmadan şana

Değer bir şekilde kazandı

M.S. 3. Y.Y.

Kalın duvarlı taş binaların çoğu ayakta. Biraz daha onarılsa, üstüne de çatı konsa bayağı bir kent olacak gibi.

Duvarların iç kısmı insan boyundan yüksek.

Caddenin sol tarafında kocaman bir yapı var. Burası Roma hamamı, duvarların çoğu ayakta ve sağlam taş bloklardan yapılmış. Taş blokların hepsi de özenle yontularak duvarlarda kullanılmış. Cadde çok hafif eğim ile, bazı yerlerde iki kısa basamak yükselerek yarımadanın beline doğru çıkıyor.

Roma hamamının alt kısmının resmini çekiyorum. Ateşin yandığı bu bölüm pişmiş tuğlalardan yapılmış. Alttan yanan odunlar hamamın taban kısmını ısıtarak içeride rahatça yıkanmalarını sağlıyormuş. Temel taşları kalın taş bloklardan sağlam yapılarak zeminde pişmiş tuğlalardan oda biçiminde ocaklar yapılmış. Orta yere yakın pişmiş tuğladan kare biçiminde örülen duvar 1 metre yükseklikte. Bundan iki tane var. Ayrıca bir çok yuvarlak pişmiş tuğla zeminde üst üste konulmuş öbek öbek. İçeriye giremiyoruz, kapısına zincir çekilmiş girilmesin diye.

Tahta bir panoya üstte büyük olarak PHASELİS yazısı var. Atta oyma çerçeve içinde Phaselis’in yarımada şeklindeki haritası var. Tahta üzerine çentiklerle oyulup şekiller verilerek yapıları belirtmişler.

Sadece dört sıra taş blok örülü bina duvarının kalıntısı ayakta duruyor. Cadde taş döşeli ve geniş.

Tiyatroya şöyle bir giriyorum. Ziyaretçilerin rahat yürümeleri için tahtadan yollar yapılmış. Kıyılarında korkuluklar var düşmesinler diye. Çoğu sağlam tiyatro seyirci bölümü yarım yuvarlak olarak görüyorum. Tahta yolda gezinen insanlar var. Tiyatronun üstü çamlık.

Tahta yürüme yolundan seyirci oturma basamaklarını yandan çekiyorum. Kimileri dinlenmek için oturmuş.

Tiyatro biraz yukarıda, aşağıda roma hamamının kalıntı duvarlarını çekiyorum.

Tekrar ana caddeye çıkıyorum. Cadde geniş, kıyıları 4 basamak taş örülmüş boydan boya. Sağda kapısı ve üzerinin bir kısmı ayakta olan bir yapı var. Ön yüzeyi düzgün taşlardan yapılı, arka kısımları yuvarlak, düzgün olmayan bir şekilde örülü.

Kazı ekibi çam ağaçları olan yerde gövdelerine şeritler bağlayarak yığılmış taş bloklar çevrelenmiş. Kazıda çıkanlar ilk önce buraya getiriyorlar demek ki.

Kentin bazı yerlerindeki binalar zemindeki kayaları yontarak binayı onun üzerine kondurmuşlar. Sadece temel taşları kalmış durumda.

Güney tarafındaki limana geldim, gerçi kalıntıları ortalarda görünmüyor ama burası doğal korunaklı bir yer. Balıkçılar kendilerine bu doğal limanda küçük bir iskele yapmışlar. İskelede biri iri, diğeri küçük iki sandal bağlı duruyor. Balıkçı kayıkta ağlarını kontrol ediyor. İki yanda çam ağacı gövdeleri arasından küçük iskele, bağlı kayıklar ve deniz. Karşıda kayalıklı yamaçlar.

Ormanın içinde bir patika görüyorum. Yarımadanın doğu ucuna doğru gidiyor olmalı. Ormanın içinde çalılar kaplamış.

Phaselis ziyaretimiz bitiyor ve yola çıkıyoruz. Ana yoldan tırmanmaya başladık. Önümüz yokuş, solda epey yüksek kayalıklar dik bir duvar gibi. Üzerinde çam ağaçları. Hemen önümde bir kişi ağır tempoda bisiklet sürüyor.

Yokuş kısa sürede bitip tekrar inişle Çamyuva kavşağına geldik. Burada görevli arkadaşlar bisikletlileri yönlendiriyor sağa girilecek diye. Dönüşün başında kocaman bir direğe kahverengi boyalı tabela konulmuş. Tabelada Çamyuva Tatil Köyleri, sağa ok işareti ile yazılmış. Asfaltta ise sağa kırmızı renkli ok işareti ve beyaz renkli bisiklet figürü boyanmış.

Çamyuva kalabalık tatilcilerin yazlıkları ile kıyı dolmuş durumda. İç kesimlerde de belediye parklar yapmış. Parkın birinde Akdeniz’in portakalı sembol olarak küçük bir havuzun ortasına konulmuş. Portakal öyle bildiğimiz gibi değil. Ortada bir portakal, yanlarında ikiye bölünmüş portakalın yarımları konulmuş. Rengi de orijinal renk olan turuncu renge boyanmış. Yaklaşık 1.5 metre boyunda portakal heykeli. Kamera ile çektiğim yerin sağında kırmızı renkte açmış bir çiçeğin üreme organı çiçek boyunun iki katı dışarı çıkmış durumda. Parkta oturma yerleri konuşmuş ama arkalıkları yok. Yerler beton taş döşeli, yeşil alanda çimenler ve çeşit çeşit ağaçlar serpiştirilmiş. Ortalıkta kimseler yok, park bomboş.

Sulama amaçlı kullanılan kanaletten su tertemiz akıyor. Döküldüğü çukurda köpürmüş.

Akdeniz denince akla portakal gelir. Her tarafta portakal ağaçları görmek olası. Ben de henüz olgunlaşmamış yeşil portakal ağacının resmini çekiyorum.

Ana yoldan değil de ara yoldan, Çamyuva’nın içinden geçip çam ormanının o muhteşem güzelliği içinden bisikletle geçiyoruz. Bulutlar çoğalmaya başladı, güneş görünmüyor ve çam kokusu etrafa yayılmış durumda. Demek ki yağmur yağacak gibi.

Kemer’e kestirmeden, çam ormanı içinden ama biraz yokuş tırmanarak geçeceğiz. Önümde yokuş kıvrılarak yukarı doğru gideceğimi gösteriyor. Yere de sarı sprey boya ile Ha Gayret yazısı yazılmış.

Tepeye ulaştım sonunda. Grubun çoğu geçip gitmiş bile. Arkada kalanlar ise performansı düşük olanlar. Ben de resim çekmekten gerilerdeyim. Birisi de yokuşu araba ile çıkmış. Bisikleti arabanın taşıyıcısına yüklemiş. Yokuş çıkıldıktan sonra bisikletini çözmeye başladı. Yokuşun tepesinde yağmur damlaları düşmeye başladı. Durup yağmurluğumu giyiyorum. Hem çok terledim, inişte terli terli rüzgar almamak gerek.

İniş başlarken görevli arkadaşlar bizleri uyarıyor yavaş inelim diye. Hem dik yokuş hem de yağmur nedeni ile kayganlaşan yoldan ötürü. Bunlardan birisi Cem Salih Altın. Elinde bayrak, üzerinde yeşil yağmurluk, iki kolunu da yana açarak bana selam veriyor başı ile. Ne de olsa Şirin Baba’nın kardeşi. Yağan yağmur çam ağaçlarının üzerindeki tozları yıkayarak yeşil rengi belirgin hale getirmiş. Ortalık yağmur ve çam kokuyor, mis.

Küçük kayalara lacivert ve sarı renkler yan yana boyanmış. Yürüyüş rotaları kırmızı, beyaz renkte olur biliyorum. Bu lacivert, sarı renk neden boyanmış belli değil.

Yağmur iyice arttı, sicim gibi yağıyor. Cep telefonumla ıslatmadan bir poz çekiyorum çam ormanı ve sicim gibi yağan yağmuru. Ben yağan yağmur damlalarını görüyorum ama cep telefonumun kamerası o kadar keskin değil. Yokuş bitip düz yere geldiğim halde yağmur artınca hızımı iyice düşürüyorum. 5 Kilometrenin altında aheste pedallara basıyorum. Sicim gibi yağmuru içime sindire sindire ormanın bu muhteşem anını yaşıyorum. Kalem gibi düz çam ağaçlarının gövdeleri yağan yağmura uymuş. Bu an hiç bitmesin diliyorum, yağmur altında, ormanın dinginliğinde bisiklet sürmenin tadına varıyorum. Yağmuru ve ortalığa yayılan çam kokusunu düşünüyorum. Saçlarım tamamen yağmurda ıslandı, üzerimde sadece yağmurluk var. Sudan korumak için cep telefonumu ve cüzdanımı gidon çantama koydum. Bisiklet sürerken Yeni Türkü’nün şarkısını söylüyorum.

Küçücük bir bakışın
Çözer beni kolayca
Kenetlenmiş parmaklar gibi
Sımsıkı kapanmış olsun

Yaprak yaprak açtırırsın
İlk yaz nasıl açtırırsa
İlk gülünü gizem dolu
Hünerli bir dokunuşla

Hiç kimsenin yağmurun bile
Böyle küçük elleri yoktur
Bütün güllerden derin
Bir sesi var gözlerinin

Başedilmez o gergin
Kırılganlığınla senin
Her solukta sonsuzluk
Ve ölüm…

e.e. cummings / somewhere i have never travelled

Çeviren: Barış Pirhasan

Ormanın içinde yağmur yağarken bisikleti çok düşük bir hızda sürüyorum. Çam ormanı içinde Beydağları yürüyüş rotalarını gösterir tabelaları gördüm. İki tabela bir direğin tepesinde. Yönleri ormanın içine doğru giden patikayı gösteriyor. Üstekinde Çalış tepe turu 3 Km, alttakinde Kiriş 1 Km olarak belirtilmiş. Çalış tepe 13. nolu rota, Kiriş 14 nolu rota olarak yazılmış. Aslında bisikleti bırakıp patikada yürümek isterdim. Yağmurun sesi ormanın içinde kim bilir nasıl güzeldir. Yürürken ayaklarımın altında ezilen kurumuş çam yapraklarına basarken sesi duyulmaz bile. Yağmur yumuşatmıştır kuru çam yapraklarını. Çam yaprakları ve toprağa bastığında yumuşak bir halının üzerinde yürüyormuş gibi gelir. Ağaçların tepelerinden süzülen yağmur suları dalların ucunda iri damlalar halinde düşüp toprakta çıkardığı sesi dinlemek en güzel müzik sesi gibi gelir insana. Bu doğanın müziğidir. Arada serin bir rüzgar esince damlalar daha da coşar. Bir tatlı düş içindeyim ormanın içine bakarken.

Orman bitince beton binaların kapladığı, insanların yoğun yaşadığı yere geldim. Burası Kemer ilçesi. Sokaklar parke kilitli beton taş döşeli. Kaldırımda kırmızı renkli taş döşenmiş. Sokağın iki kenarına da plastik direkler dikilip arabaların park etmeleri engellenmiş. Solda bir bar görüyorum, apartmanın altında.  Bar apartmanın dışına doğru taşmış 5 metre kadar. Camekan ile çerçevelenmiş, üzerinde ise bir motor kahverengi boyalı ve yanında bateri takımı. Tabelasında yeşil kertenkele resmi var. Camekanda kocaman elektro gitar konulmuş. Bar gündüz olduğu için kapalı.

Yağmurun sesini dinlediğimden çok gerilerde kaldım, Kemer içinde grubu ararken karşıma Cem Salih Altın çıkıverdi. Yağmur dinmiş olmasına rağmen üzerinde yeşil yağmurluk duruyor. Sadece şapkasını indirmiş. Nedense karşıma hep Cem çıkıyor.  Sevimli yüzü, uzamış keçi sakalı ile kollarını yine yana açarak beni karşıladı. Sağ elinde pet su şişesi, sol elinde de bayrak var. Bana gideceğim yönü belirtiyor.

Cem’in bana gösterdiği yöne doğru gidince pazaryerinde grubu görüyorum. Çoğu çoktan yemeğini yemiş bile. Ben de zaman geçirmeden yemeğimi alıp yiyorum masanın birinde. Yemek olayı bitmek üzere olduğundan masaların çoğunu belediye görevlileri kaldırmış bile. Yemeği yedikten sonra bir süre dinleniyorum. Cem Tabanlı ile yukarı doğru gitmeyip kamp alanına doğru gidelim diye kararlaştırdık. Biraz dinlenelim tura başlamadan önce.  Nafiz ile vedalaştık ve evine doğru yola çıktı. Nafiz hep yanımızdaydı, ilgi ve alakasından dolayı teşekkürlerimi belirttim veda ederken. Ana yola çıkıp kamp alanına geldik. Cem ile birlikte denize girip duşumuzu aldıktan sonra çadırda bir süre dinleniyoruz. Bir kısmı bizim gibi erkenden gelip çadırlarını topladı. Grup geldikten sonra onlar da çadırlarını toplayıp arabalarına yükledi. Etrafta çok az çadır kaldı bizim gibi. Akşam yemeğinden sonra kalanlarla birlikte oturup çay, kahve ve sohbet ederek zaman geçirdik. Gecenin ilerleyen zamanında çadırıma gelip yatıyorum.

Bu gün yağmur beni yıkayıp pakladı ve duruladı bir güzel. Ormanın içinde arındım sanki. Yağmuru düşleyerek uykuya dalıyorum.

Bu gün yaptığım yol yaklaşık olarak 42.5 Kilometre civarı.

Aşağıda yaptığım yolun haritası

Powered by Wikiloc

İki Garip Bir Akdeniz 3. Gün

30 Eylül 2017 Cumartesi

(Kör arkadaşlar için betimleme yapılmıştır)

 

An gelir
Paldır küldür yıkılır bulutlar
Gökyüzünde anlaşılmaz bir heybet
O eski heyecan ölür
An gelir biter muhabbet
Çalgılar susar heves kalmaz
Şatârâbân ölür

Atilla İlhan

 

Öne çıkan görsel, altı kişi oturmuş, bir kişi ayakta. Dilek önde, bisikleti ile poz vermiş oturarak.

Nedense Antalya da güneşin erken doğması yaşadığım İzmir’e göre sabah kalma saati daha da erken oluyor. Sabahın körü derler ya, işte o kadar erkenden kalkıyorum. Havasından mıdır, suyundan mıdır, güneşinden midir bilemedim ama yakınlarda öten horozlarla beraber uyanıyorum. Horozlar öterken ben henüz tuvaletlerde kuyruk oluşmadan işimi hallediyorum. İşte benim gibi İzmir de yaşayan Tolga Tunalı da erkenden uyanmış saçı başı dağınık biçimde çadırının içinden kafasın çıkararak şaşkın şaşkın bakıyor. Tabi ki alışkın değil bu kadar erken uyanmalara ama burası Antalya. Akdeniz’in incisi, güneş burada da doğudan doğuyor ama bir farkı var. Bir kıyıdan doğup diğer kıyıdan batıyor her gün.

Tolga Tunalı tünel biçimindeki çadırın fermuarını sadece üstten açıp kafası görünüyor sadece. Uzun saçları yastıkla beraber dağılmış durumda. Tolga’nın çadırı diğer çadırlara göre daha alçak seviyede. Arkada görünen çadırlar kendi çadırının boyundan yukarıda. Çadırın altına ayakkabı ve terliğini sokuşturmuş.

Kahvaltıyı yapıp bu günkü tura hazırlanıyoruz. Hareket saati belli, görevli arkadaşlar da son dakikalarda katılımcıları uyarıyor. Hazır olan kamp alanına sapan yolun başına gelerek beklemeye başlıyor hareket saatini. Ben her zaman olduğu gibi pratik olarak çabuk hazırlanırım yola çıkmaya. O yüzden beklerken çevrenin resimlerini çekiyorum. Bu sabah Olimpos dağının başı dumanlı. Güneş ışıklarını çoktan vurmaya başlamış bile. Önümdeki arazinin girişi parmaklık kapı ile kapatılmış. Kapının ardında küçük bir dere var. Sazlardan anlıyorum orada dere olduğunu. Elektrik direği ve teller havada. manzarayı bozuyor.

Tahtalı dağı, eski adıyla Olimpos dağının devamı olan Beydağları uzaktan üç sivri tepeleri ile kendini gösteriyor.

Hareket saatini bekleyen bisikletliler toplanmış. Hava parçalı bulutlu olduğundan güneş vurmuyor bisikletlilere. Asfaltta festivalin amblemi ve ok işareti duruyor.

Hareket saati değil de son kalanlar toparlanıp geldikten sonra yola çıktık. Tekirova içinden geçerek ana yola geldik. Bu gün sol tarafa doğru gideceğiz. Tabi ki yola çıkar çıkmaz yokuş başladı. Herkes kendi gücüne göre serbest sürüyor. Önümde dağlar, solda çay yatağı ve yolda giden bisikletliler.

Tırmanırken sağda mola noktasını görüyorum. Mola yerinde yüksek kayalıklar, dibinde akan çayın çınar ağaçları ile örtülmüş durumda. Burası daha çok arabaların yoldan geçerken dinlenmeleri için yapılan bir tesis. Yapan da Orman bakanlığı. Tabelada “Beydağları sahil milli parkı Yarıkpınar mola noktası” diye yazılmış.

Biraz daha tırmandıktan sonra kaybettiğimiz suyu takviye etmek için solda mola yeri ayarlamışlar. Görevli arkadaşlardan birisi de yolun durumuna göre bisikletiler sol şeride yönlendirip mola yerine gitmelerini sağlıyor. Önümde bir kişi sol şeridin solundan gidiyor. Ben de sol şeritteyim.

Mola yerinde su, soda ve muz dağıtımı yapılıyor. Burası kalabalıktan ana baba günü gibi görünüyor. Bayağı kalabalıkmışız. Mola yeri mıcır dökülmüş düz ve geniş bir alan. Etraf, yamaçlar çam ağaçları ile kaplı.

Bulunduğumuz yer aynı zamanda yürüyüş rotalarının olduğu yer. Sarı tabelalar direğe takılıp gidilecek yerleri ve kilometresi yazıyor. Sol tarafı gösteren iki tabela var. Üstekinde; Tekirova 7 Km, 4 Saat. Alttakinde Tekirova Bükü 5 Km, 4 Saat yazılı. Nedense biri 5 biri 7 Km olmasına karşın ikisine de yürüyerek 4 Saatte gidilebilmesi biraz tuhaf! Sol tarafa ise Beycik 3 Km 1.30 dk yazılı. Yani 1 saat 30 dakikada yürüyerek ulaşabilirsiniz. İki tarafa da 18 yazılmış. Herhalde yürüyüş rotasının numarası olsa gerek.

Mola bitiminde tekrar tırmanışa geçtik. Eğim biraz fazla ve sürekli olunca ikinci bir su molası daha vermek zorunda kaldık. Bu kez sağ tarafta, yol ayrımında araçlar durmuş gelenlere su veriyor. Ben de onları çekiyorum. Asfaltta sağa ok işareti, bisiklet resmi ve MOLA olarak boyanmış. Ok ve bisiklet beyaz renkte, mola mavi renkte. İleride iki araba ve su alan bisikletliler.

Hava parçalı bulutlu demiştim daha önce. Bulutlar daha çok dağların tepesinde. Dağlar bulutları başında toplayıp rüzgarın etkisi ile parçalanıp üzerimizden geçiyor. İşte karşımda dağlardan kopup gelen parçalı bulutlar masmavi Akdeniz gökyüzünü beyaza boyuyorlar ressamın fırçası değmiş gibi. Yeryüzünü ise yeşile boyamış ağaç biçiminde. Ressam sıkılmayalım diye ağaçların tonlarını değiştirmiş. Bununla beraber boylarını da uzatmış gökyüzüne. Çam ağaçlarının açık tondaki yeşili, aralarında uzun servilerin koyu tonda yeşili desenleri görselliği tamamlamış. Bunun yanında kesilen ağaç gövdeleri dere yatağında karşıdan karşıya köprü olarak konulmuş. Kesilen ağaçların dalları, yaprakları kahverengi olarak tabloda yerini almış durumda. Ağaçlar birbirine girmiş sık bir orman görünümünde. Ormancılar da aralarda kalınlaşmış ağaçları ayıklayıp ormanı gençleştiriyor. Gövdeler taşınıp kereste olacağı yere götürülecek.

Yaklaşık 10 kilometre kadar, biraz fazlası tırmandıktan sonra bir süre yayladaki gibi düz giderek Çıralı kavşağına geldik. Çıralı yolun solunda kalıyor. Kahverengi renkli tabelada; Çıralı, Yanartaş (Chimaera) 7 yazısı var. Yani 7 Kilometre deniz kıyısına kadar safi iniş olacak.

İniş başlarken dağların arasından görünen bir parça Akdeniz’i çekiyorum manzara eşliğinde. Ağaçlar ve otlar önümde.

İniş dik ve tehlikeli olan yerlerde görevli arkadaşlar yerleştirilmiş uyarı için. Bir kadın, elinde beyaz renkli festival bayrağını sallayıp inen bisikletçiyi uyarıyor, tehlikeli viraj var diye. Ben de bayrağı sallarken resmini çekiyorum. Etraf çam ağaçları, otlar sararmış.

Daha aşağıda bir görevli yolun ortasına bayrağı taşlar yardımı ile dikmiş. Kendisi 15 metre aşağıdaki sert virajın başında duruyor. İnen bir kadın bisikletçi bunu görerek yavaşlıyor. Asfalta da mavi renkli sprey boya ile KESKİN VİRAJ yazılmış.

Başka bir arkadaş ise yolun sağında çam ağacı gölgesine sığınmış tek ayağı yerde, diğerini dolamış. Elinde bayrak, kafasında da şapka yerine henüz poşetinden çıkarılmamış tişört duruyor.

Aşağılarda kadın görevli, o da sağda çam ağaçlarının gölgesine sığınmış. Elinde bayrak ile bizleri uyarıyor.

Gültekin abi de sarı tişörtünü giymiş elinde bayrakla gülerek bana yavaşlamamı söylüyor. Yerde 1 rakamı boyanmış mavi renkte. Demek ki tehlikeli iniş azaldı.

Son virajda da gülümseyen biri bayrağını iyice yukarı kaldırmış. Antalyalıları seviyorum. Hepsi güleç, sıcakkanlı Akdeniz insanı. Akdeniz insanı sevimli ve güleç yapıyor demek ki.

Tehlikeli iniş ve sert virajlar bitiyor ve yol düzleşiyor birden bire. Vadinin içinde giden yol uzayıp gitmiş. Solda iki bisikletli durmuş çam ağacının altında. Çam ağacının gövdesi kalın, asırlık.

Solda kayaçlar tepeler sert görünümlü. Sert kayaların çatlaklarında yer yer çam ağaçları kendine yaşam alanları oluşturmaya başlamış bile.

Sonunda Çıralı olarak anılan yere geldik. Burası turistlik belde. Cafeler, resoranlar, pansiyonlar, oteller kaplamış buraları. İşin ilginç yanı hem Yörük hem de cafe, bir de resaurant patlatmış . Al sana Avrupabesk. Turistlik olunca sokaklar kilitli beton taş ile kaplamış belediye. Şehrin girişinde bayrağını sallayan oto  yarışçıları gibi Cem Salih Altın karşılıyor. Bizi hem yönlendiriyor hem de artık inişiniz bitti, geldik diyerek yavaşlamamızı istiyor Cem. Arabası ile gelen Tolga kapısını açmış ayakta Cem’in bayrak sallayışını izliyor.

Kıyıda, kumsalın başladığı yerdeki işletmede durduk. Burada hem denize gireceğiz hem de öğle yemeği yenilecek. Bisikletçilerin androidi Gökay kendine oyalanacak iş bulmuş. Bisikletin birini ters çevirmiş tamiratını yapıyor. Yanında da bisikletin sahibi üstü çıplak çömelmiş Gökay’a bakıyor. Gökay her işten anlıyor, anlamadığı, bilmediği iş yok. Becerikli elleri ile bisikletin üstesinden geliyor. İki kişi bisikletin başında çömelmiş. Yeşil renkli bahçe hortumu da yerde.

Bisikletim KUZ her zaman çantalı olur. Bu gün sadece bir çanta takılı. Ona da; tamir takımları, pompa, kahve takımları, deniz donu ve havlu koymuştum. Çıralı’nın denizi, kumsalı çok güzel, bunu bildiğimden gelir gelmez hemen su donumu giyiyorum. Yemekten önce denizin tadını çıkarmak gerek. Bisikletim KUZ ve diğer bisikletler park etmiş durumda. Kumsalda hasır şemsiyeler ve deniz.

Denizin tadını çıkarıyorum bir süre. Harika bir günde harika bir denizdeyim. Deniz keyfimi çıkardıktan sonra kurulanıp kuru elbiselerimi giyerek yemeğimi aldım. Karnımı doyuruyorum bir güzel. Kahveyi burada içmiyorum. Olimpos antik kentinde içmeye karar verdim. Yemeği yer yemez bisikletimi alıp yürümeye başladım. Çünkü gideceğimiz yere doğru herhangi bir yol yok. Sahilde, çakıl taşlarından bisikletleri elde Olimpos’a doğru gitmeye başladık. Sahilde bisikleti ile yürüyenler, karşıda kocaman bir dağ. Yalçın kayalıkları ile korkunç bir devi hatırlatıyor. Sanki yere yatmış Olimpos şehrini koruyor gibi. Sahilin bitiminde sağ tarafta vadi görünüyor. Olimpos antik kenti burada. Denizde bir tekne demirlemiş durumda.

Kumsal bitmek üzere. Vadiye girmeden üs tarafındaki kayalıklar sivri sivri, ilginç bir görünüm sergiliyor. Ben de resim çekerek anılarıma katıyorum. Kumsalda plastik bir baraka duruyor öylece, içi boş.

Beraber yürüdüğümüz arkadaşlarla çakıllar üstünde birlikte resim çekiliyoruz. Cep telefonumu bizi çekmesi için bir arkadaştan rica ettim. O da kırmayıp çekti. Soldaki arkadaşın ismini bilmiyorum. Yanında Nafiz Sağdur, ben, Cem ve Dilek Koçyiğit. Ellerimizde bisikletler, arkada çayın ağzı olan azmak su birikintisi. Üzerimizde festivalin formaları var.

Antik kente giriyoruz. Burada yukarılardan gelen su kaynağı var. Suyu görünce kaynağına kadar gidip sularımı tazelemeyi düşündüm. Su birikintisinin etrafı antik kente ait duvar kalıntıları var.

Dar bir yoldan yürümeye başladım içeriye doğru. Taş duvar kalıntıları arası, 30 santim duvar örülmüş. Etrafı ağaçlar kaplamış, gölgelik.

Yüksek duvarlı taş binalar, kapısına tahta çit konulmuş. İçeride taş lahit var. Kapağı üstünde duruyor mezarın. Alın ve yan kısmında ay ve içinde yıldızı belirtir yuvarlak desen yapılmış.

Suyun kaynağına geldim. Mataramı ve 1.5 Litrelik pet şişedeki suları boşaltım. Kahveyi taze sudan pişireceğim. Nafiz sularımı doldururken beni çekiyor. Karşımda bir ağaç gövdesi, bana doğru gelen dalı kesmişler.

Suları doldurup geri dönüyorum. Daha önce buraları görmemiştim. Resim çeke çeke ve de iyice görerek yürüyorum. Buralar yoğun olarak evlerin yapıldığı yer. Duvar kalıntıları bunu gösteriyor.

Taş duvarlar, kemerli yapılar, birbirine geçişi sağlayan kapılar. Bu demektir ki şehirdeki evler birbirine bağlı. Herhangi bir saldırıda kolay kolay ele geçirilemiyormuş. Komşudan komşuya geçitler sayesinde iyi bir savunma ile kendilerini koruyorlarmış.

Pek eski olmadığı taş duvarların yapısı, kemerde kullanılan taşların özensiz örülmesinden anlaşılıyor. Özensiz seçilen taşlar yontulmadan öylece örülmüş. Bu demektir ki yakın zamana kadar burada insanlar yaşamış.

İki bina arası dar bir yol burada insanların, silahlı atların geçişini zorlaştırmışlar. Sadece yürüyerek geçilebilecek kadar. Anca iki kişi yan yana yürüyebilir. Duvarlar yüksek.

Dar yolda Nafiz durmuş sağ tarafa bakıyor. Duvar yüksek olmasına rağmen üzerini ağaç dalları örtmüş durumda. Binanın kapısından gelen güneş ışınları Nafiz’i nur içinde bırakmış.

Nafiz’in baktığı yere ben de gelip bakıyorum. Bir kaidenin üzerinde lahit mezar var. İşlemeli olan taş lahit mezar soyguncularının vahşice hışmına uğramış. Bir iki altın için acımadan tarihi güzellikleri tahrip etmekten çekinmiyor mezar hırsızları. Kapağı kırılıp parçalansa da birleştirip sandukanın üzerine konulmuş. Sandukanın yanında ise kocaman bir delik delinerek parçalanmış. İçerisi karanlık görünüyor. Arkeologlar kazıda buldukları bu lahitin parçalarını birleştirerek buraya, binanın içine konuşmuş. Gelenler insanların ne kadar acımasız olduğunu görsünler diye sergileniyor. (Bu resim 2017 de çekildi. Aradan iki yıl geçti ve 2019 yılında basit bir ağaç kesme yüzünden kazı yardımcısı bıçaklanarak katledildi. Gerçekten insanlar çok acımasız. Her şeyi, yaşamı yok ediyorlar. Ölen arkeoloğu rahmetle yeri gelmişken anıyorum.)

Lahidin yan kısmından resim çekiyorum. Kapağın yanında çıkıntılar var. Sanduka tarafında yanlarda simetri biçimde bir vazo ve yukarıya doğru uzamış sarmaşık oyulmuş, Ortada iki dikdörtgen çerçevenin birinde ay yıldız kabartması var. Diğer çerçevenin içi boş.

İleride, ağaçların arasında yüksek bir binanın epeyce yüksek kalın duvarı göğe yükselmiş. Duvarın köşesinde altıdan fazla delik bırakılmış. Duvarın sol tarafı düzgün ve bozulmamış, sağ taraf ise çoğu yıkık durumda.

Kaynaktan çıkan su artarak akmaya devam ediyor sık ağaçların arasından. Dere yatağı antik kentin yıkılmış taşlarından oluşmuş.

Dere akıp gitsin diye taşlar kanal biçiminde örülmüş. Ağaç dalları arasından süzülen güneş ışıkları akan derenin suyuna vuruyor. Taşların bazıları kahverengi renginde.

Kent kayalığa kadar gidiyor ve kayalığın üzerinde kale surları yapılmış. Kent savunmasında yardımcı oluyor surlar.

Yerlerde yatan, henüz kazılmamış halde duran sütunlar, işlenmiş kiriş taşları yarı toprak içinde. Sararıp kurumuş, kahverengiye dönmüş yapraklar ise gri renkli mermer parçalarının arasında renk uyumu oluşturmuş.

Dere kenarından patikaya ulaştım. Az ileride kemerli duvarları olan yapının önündeki geniş alanda oturuyoruz. Burası ağaçların gölgesi. Kahveyi burada pişireceğim suyun kaynağından aldığım taze su ile. Bisikletler park etmiş gölgede. Denizli den arkadaşım Halil İbrahim Kurt elinde bisikleti ile bana gülümsüyor. Hüseyin’i kahve içmeye davet ediyorum.

Neyse 30 santimlik bir yükselti duvara oturduk. Kahve takımlarımı çıkarıyorum. Taze doldurduğum sudan biraz içeyim dedim mataramdan. O da ne su içilmeyecek kadar acı. Tüh tüm sular acı, ne yapacağız kahve için. Şişe ve mataramı boşaltıyorum, içilecek gibi değil. Arkadaşların mataralarından su alıp kahveleri pişiriyorum. Yanımda 7 kişi var. İki kez kahve pişirerek içiyoruz muhabbet eşliğinde. Oturanlar soldan Halil İbrahim Kurt, Cem Tabanlı, ben, İlhan Balkan , Nafiz Sağdur ve Ali Kırbaş. aramızda tek kadın Dilek Koçyiğit ise aşağıda yerde oturuyor. Turuncu renk ile süslenmiş bisiklet önde duruyor. Bu bisiklet Dilek’in, turuncu rengini çok sever. Toplam sekiz kişiyiz. Bu resmi öne çıkan görsel olarak seçiyorum.

Uzun saçlarımı salmışım omuzlarımdan aşağı. Önümde cezve, içinde kahve pişiyor ocakta. Dört fincan ve kahve kutu üzeri düz olan bir taşın üzerinde Saçlarım kumral, keçi sakalım neredeyse beyaza bürünmüş, siyah çok az. Saçlarımda ise beyaz yok.

Kahve molasını bitirip fincanları ve cezveyi yıkatıp toparlanıyorum. Yola çıkıyoruz, kavşakta bekleyen şeker portakalı gülümsemesi ile Halil Şenel bizleri karşılıyor elinde bir kasa armut ile. Bize yiyin yiyebildiğiniz kadar deyip kasayı uzatıyor. Mide hepsini almaz, sadece iki tane armut alıyorum. Elbette içlerinden en iri olanlardan seçiyorum. Halil’in kafasında kırmızı renkli bandana, tepesinden yukarı fışkırmış kıvırcık saçları ve uzamış siyah sakalı, güneş gözlüğü ile bana poz veriyor. Yüzünde deri parçası çok az görünüyor. Her tarafı kıl. Arkada takviyesini yapıp yola çıkanlar var.

Armut aldıktan sonra su takviyesi yapıyorum. Mataram ve su şişesini içindeki acı suyu temizlemek için tatlı su ile iyice çalkalayıp dolduruyorum. Önümüzde yine sıkı bir rampa var. Yanımda su olmalı. Takviyemi yaptıktan sonra yola çıkıyorum. Henüz rampa başlamadan solda bir deve heykeli görünce durup resmini çekiyorum. Devenin üzerinde bedevi bağdaş kurup oturmuş. İlginç olanı ise devenin kulaklarında kulaklık takılmış. Yani kulaklığından müzik dinleyerek yürüyen deveyi betimlemişler. Deveye kamp reklamı tabelası asılmış iple. Arkada çam ağaçları.

Tırmanış başladı, ağır tempoda tırmanırken bir çeşme görüyorum. Duvar yazıcıları çeşmenin aynasını yazı ile donatmışlar renkli sprey boyalarla. Yazılar üst üste, en son yazanın yazısı en üstte. Renkli yazılar çok olmasına karşın çeşmeden bir damla bile su akmıyor. Soldan plastik borular çeşmeye kadar gelmiş ama suyun kaynağında su yok demek ki. Çeşme kayanın dibine yapılmış, etraf çalılar ile kaplı.

Yavaş yavaş, tıngır mıngır çıkıyoruz, yolda yürüklerin işlettiği gözleme yerinde çay içiyoruz. Çay ucuz, kimisi acıkmış gözleme ısmarlıyor. Sonrasında tırmanmaya devam ediyoruz. Bahçenin birinde tel çitten taşmış üzümlerden koparmak için duran arkadaşları görünce ben de duruyorum. Arkadaşlar da Nafiz Sağdur ve Cem Tabanlı. Üzüm koparırken Nafizin bir ayağı birden bire toprağa gömülüyor. Ayağı boşa gidince kendini koruyup yere oturuyor öylece. Çok komik bir durum, hem Nafiz kendi haline gülüyor hem de biz gülüyoruz. Bir üzüm uğruna neredeyse ayağını kıracaktı Nafiz. Neyse ki biraz sıyrıkla atlattı. Üzeri naylon ile örtülüp toprakla kapatılmış çukur 40 santim civarında bir derinliğe sahip. Gizli bir tuzak gibi. Belki de bahçe sahibi böyle tuzaklar yapmıştır üzüm koparanlar için. Bilemiyorum, aklıma bu gibi düşünceler geliyor. Bu duruma epeyce gülüyoruz. Nafiz’in bir ayağı dizine kadar çukurun içinde. Kendisi de yola oturmuş durumda. Arkada bahçenin çit telleri ve üzerinde asma yaprakları.

Nafiz ayağını çukurdan çıkarırken çekiyorum bir poz.

Çukurdan ayak çıkınca kontrol ediyoruz. Bu arada ayakkabı ve çorap ta çıkıyor. Burnumuzu tutarak kokan ayağı inceliyoruz. Neyse ki bir şey yok. İri gövdesi ve uzun boyu ile kapı gibi olan Nafiz dengeli oturunca ayağına bir şey olmadı. Ağır gövdesi yana doğru devrilseydi ayak kırılırdı. Nafiz bizle beraber hala gülüyor. Yerde kopardığı üzüm salkımı duruyor. Düşerken elinden düşürmüş olmalı.

Ayağında bir şey olmadığını anlayınca çorap ve ayakkabısını giyerek ayağa kalkıyor Nafiz. Alt tarafı bir – iki salkım üzüm ne hale getirdi bizi. Neyse ki neşeli insanlar olduğumuz için gülerek atlattık bu durumu. Allah beterinden korusun. Cem’in elinde bir salkım siyah üzüm Nafiz ile bir poz çekiyorum. İkisi de gülüyor resim çekilirken. Arkada çit tellerine sarılmış asma üzümü, bahçede nar ağacı, narlar kırmızı renkte henüz koparılmamış.

Yola devam ediyoruz, ana yolda bize greyfurt suyunu buz gibi ikram ediyorlar. Zorlu tırmanıştan sonra bunu hak ettik. Mehmet Ali Akyüz bize çubuk dondurma ikram ediyor. Çikolatalı dondurmaları yiyoruz. Nafiz iki taneden fazla yiyor. Anca doyuyor mübarek. Artık zirvedeyiz ve bundan sonra 7 Kilometreden fazla sadece ineceğiz. O yüzden üzerime rüzgarlığımı giyiyorum ve kendimi bırakıyorum yer çekiminin kuvvetine. Zaman zaman 60 Kilometre hızı geçiyorum inerken. Hız yüksek olunca kısa sürede Tekirova’ya gelip kamp alanına vardım. Hemen su donumu giyerek denizde yıkanıp duşumu aldım. Kuru elbiseleri giyip akşam yemeğini beklemeye başladık çadır alanında. Nafiz de çiğ köfte ısmarlamış bir tabak. Çiğ köfteyi hep birlikte yiyoruz. Cem Tabanlı da çok leziz diyerek yiyor çiğ köftelerini, üzerine limon sıkarak marul yaprağı ile beraber. Nafiz çaktırmadı, sonra söyledi çiğ köfte et ile yapılmış diye. Cem Tabanlı vejeteryan olduğu için et yemiyor. Uzun süredir et ve et ürünlerini yemediği için ağzına leziz geldi çiğ köftedeki et. Neyse ki et yemese de bizler için ve Cem  için bir anı olarak kaldı.

Akşam yemeğini yedikten sonra kamp alanındaki sahnede dans gösterileri başladı. Masalara oturup izliyoruz dans gösterisi yapan grubu. Sahnede kadınlar önde, erkekler arkada dans figürleri yapıyor. Kimileri cep telefonu ile video çekiyor dans edenleri. Sahnenin altında Kemer Belediyesi yazan pankart var.

Dans gösterileri bir süre devam ediyor. Bittikten sonra festivali düzenleyen arkadaşları tanıtıp tek tek sahneye davet ediyorlar. Hepsi sahneye çıkınca el ele tutuşup oynuyorlar. Toplam 12 kişiler.

Gecenin ilerleyen saatlerine kadar eğleniyoruz. Zamanla birer ikişer çadırlarına çekilenler ortalığı sakinleştiriyor. Ben de uykum gelince çadırıma çekilip uyku tulumunun içine girerek tatlı bir uykuya dalıyorum. Uyumak gibisi yok

Bu gün toplam 52 Kilometre civarı yol yaptık. Zorlu çıkışlar ve bir o kadar inişlerle.
Aşağıda yaptığımız yolun haritası

Powered by Wikiloc

İki Garip Bir Akdeniz 2. Gün

29 Eylül 2017 Cuma

Tekirova – Göynük Kanyonu – Tekirova

(Kör arkadaşlar için betimleme yapılmıştır)

 

An gelir
Ömrünün hırsızıdır
Her ölen pişman ölür
Hep yanlış anlaşılmıştır
Hayalleri yasaklanmış
An gelir şimşek yalar
Masmavi dehşetiyle siyaset meydanını
Direkler çatırdar yalnızlıktan

Atilla İlhan

 

Öne çıkan görsel, Durgun bir gölet, etrafı kayalık ve çam ağaçları.

Uyku hep tatlı gelir, çadırdaki uyku daha da tatlıdır. Hele ormanın içinde, şehirden uzak, gürültüsüz yerde uyumak bambaşka. Sadece fazla yakın olmayan otelden gelen disko tarzı cıstak müzik gecenin bir vaktine kadar sürse de sezon bittiği için pek rahatsız etmedi. Her zaman olduğu gibi erkenden uyanıyorum. Benden önce uyananlar var. Onlara günaydın diyerek güne başladım. Festivale gelenler 350 kişi civarında olduğu için tuvalet ihtiyacını fazla kalabalık olmadan gidermek gerek. İlk iş olarak onu hallediyorum. Sonra sabah kahvemi içiyorum aç karnına. Bisikletim ve tek çantam yola çıkmaya hazır. Kahvaltı dağıtımı yine iki koldan yapıldığı için sıra pek olmuyor. Böylece tura başlarken saatinde herkes kahvaltısını yemiş oluyor. Kahvaltıyı yapıp bisikletimi alarak kamp alanının girişine geldim. Burada toplanmış bisikletçiler hareket zamanını bekliyor. Geniş bir alan, yer beton taş döşeli. Arka taraf çamlık.

Herkes toplanınca hareket veriliyor ve tura başlıyoruz böylece. Aşağıda turun başlangıç videosu.

Tekirova Cumhuriyet meydanında toplanıp Mustafa Kemal Atatürk huzurunda saygı duruşu yapıyoruz. Meydanda toplanmış bisikletçiler. Arkada muhteşem Olimpos dağının sivri tepesi ve kayalıkları.

Tekirova içinden geçip az bir yokuşu tırmandıktan sonra ana yola çıktık. Yol duble olunca kimisi emniyet şeridinden, kimisi trafiğe alışık olanlar sağ şeritten gidiyor. Durup aşağıdan gelenlerin bir resmini çekiyorum. Yolun diğer tarafında yamaç ve dağlar başlıyor.

Ana yolda kısa bir süre gidip sağa Alacasu Cennet koyuna doğru toprak yolda gitmeye başladık. Toprak olan yol çamların altında denize doğru gidiyor. Kalabalık olan katılımcıların tekerlek izleri toprakta belirgin görünüyor. Ben de sadece yerdeki tekerlek izlerini çekiyorum. Resme bir kişinin gölgesi düşmüş.

Çam ormanı içinden süzülen güneş ışıkları içinde, yarı gölgede deniz kıyısına yaklaştık iyice. Önde üç bisikletli gidiyor. Az ilerde toplanmış bisikletliler manzaramı oluşturuyor.

Burası Alacasu Cennet koyu. Küçük bir çay, adı Alacasu, bu koya akıyor usulca. Yaz boyu yağmur yağmadığı için suyu çok az. Bir de buraya Cennet koyu denilmiş. Güzel bir koy ama cennet olacak kadar değil. Kumsalı iri çakıl taşlarından ve sadece çam ağaçları var. Neyse lafı fazla uzatmayayım. Su donumu giyip denize şöyle bir girip serinliyorum. Akdeniz’in sıcak havasını anca deniz serinletir. Benim gibi denize girenler de var. Kimisinin girmeye niyeti olmadığı için kumsalda dolanıp yüzenlere bakıyor. Koyun karşı tarafı dik yamaç ve çam ormanı. Koyun ortasında büyükçe bir tekne demirlemiş durumda. Burada su ve meyve suyu takviyesi yapıyor görevli arkadaşlar tarafından.

Yüzme olayı bitti, herkes dinlendikten sonra tekrar geldiğimiz yoldan geri tırmanıp ana yola çıkarak Göynük’e geldik. Göynük küçük bir sayfiye kasabası. Daha çok yazlık evler çoğunlukta. Göynük girişi tak olarak yapılmış, önünde taştan yapılmış havuz. Başında da deniz kızı heykeli kayanın üzerine oturmuş.

Göynük tarafında Akdeniz’e paralel uzanan Toros dağları dik olarak kesen kanyonlardan birisi burada. İsmi Göynük kanyonu olarak anılıyor. Göynükten sonra hafif rampa ile kanyona doğru çıkmaya başladık. Bu yol aynı zamanda Likya yolu ile çakışıyor. Bir direğin üzerine iki yönü gösterir sarı tabelalar var. Aşağı gösteren tabelada Göynük 3 Km, yukarı gösteren tabelada Hisarçandır 19 Yazılmış. Her iki tabelanın üstünde de yeşil renkte Likya yolu olduğunu belirtir yazı var. Geçtiğimiz yıl bisikletlerle yukarıya kadar çıkmıştık. Şimdi ise aldıkları garip yasak kararı ile kanyon girişinde bisikletleri bıraktırıp yürüyerek yukarıdaki çayların birleştiği çatağa doğru gidiyoruz. Önde yürüyen grup çam ağaçları arasından gidiyor. Solda dik kayalık yamaçlar epey bir yüksek duvar gibi duruyor.

Birinci çayın doldurduğu küçük bir gölete geldik. Buraya kadar yürüyerek geldiğimiz için yanımıza su donu, havlu almadığımız için gölete giremedim. Göletin rengi yeşilin açık bir tonu. kenarları sert kayalıklar çevrelemiş ve dik kayalıklar yükseliyor. Kayaların arasından fışkırmış genç çam ağaçları ile seyrek bir ormanı oluşturmuş. Bu resmi öne çıkan görsel olarak seçiyorum.

Kanyonun devamı çam ormanının ardında çok yüksek dik kayalıklar görünüyor. Çay ağzında demir bir köprü konulmuş. Dağın ardında beyaz, pamuk gibi bulutlar toplanmaya başlamış.

Buradaki göletten küçük kanaldan sular belli bir yere bahçe sulamak için yapılmış. Kanal kayalıklarda açılmış tünele giriyor. Tünelin ağzı beton dökülerek yapılmış. Kanaldan su akıp gidiyor. Kanala doğru dikine gelen 20 santimlik plastik bir borunun ucu görünüyor. Boru kanala bağlı değil, ucu dolu ve boşta.

İkinci çay tarafına doğru gidiyoruz. Burada öğle yemeği yiyeceğiz üstü kapalı işletmede. Kanyon bu çayın devamında.

Kimisi su donlarını getirip çayda serinliyor. Çayın üzerine üç tane çardak yapılmış, altında çay akıp geçiyor. Kimisi çardakta oturmuş, bir kaç kişi de çayda yüzüyor.

Taşlı olan yolda yürürken yere konmuş bir kelebek görünce elimde hazır olan cep telefonumla kelebeği ürkütmeden bir kare alıyorum. Teşekkürler güzel kelebek. İkinci hayatında çok kısa olan yaşamını ölümsüzleştiriyorum. Kelebeğin renk dağılımı siyah, kahverengi ağırlıklı. Biraz da beyaz desenler serpiştirilmiş. İri çakıl taşlarına kelebek konmuş öylece dururken.

Bir buçuk saat kadar burada dinleniyoruz. Bu arada öğle yemeğini de yedik. Artık geri dönme zamanı diyerek harekete geçtik. Buradaki gölet doğal değil. İki çayın birleştiği yerin biraz ötesinde set oluşturmuşlar. Bu setin üzerinden araçlar geçiyor. Çaylardan gelen su setin üzerinden taşarak akmasına devam ediyor. Karşıdaki yamacın dibinde de bir yol taş döşenerek yapılmış.

Bisikletleri bıraktığımız yere yürüyerek gidiyoruz. Solda suyu akan çeşme desem çeşme değil, musluğu, borusu yok. Ben ona akar diyeceğim. Yamaçtan büyük bir olasılıkla kaynağından boru ile gelen su otlarla kaplı yerde ağaçtan küçük bir kanala bağlanmış. Kanal dediğim 8 santim kalınlığında. Kanalın yarığından akan su dört tane kütüğün üst üste konularak yapılmış yalaklara akıyor. Kütüklerin üst kısmı biraz tıraşlanmış. İçi oyulup bir düz, bir yan üst üste konularak akan su üstten alta doğru her kütüğün içine akıyor. En altta bağımsız yarım kütükten yalağın içine dökülen su toprağa karışıyor. Su ip gibi akıyor, az ama suyunu doldurabilirsin acele etmezsen. Akarın yanında ve üstünde sazlar bitişmiş.

Biraz aşağıda da bir akar görüyorum. Sazların arasından gelen içi oyulmuş dal parçası kanal gibi yapılarak su akıyor taş örülerek yapılmış yalağın içine. Bu dal düz ama ilginç olan başka bir dalı da kanal yapmaları. Sazların arkasından gelen dal sazların etrafını dolanıp yalağa kadar iniyor. İlginç ve güzel bir düşünce. Her şey düz olacak değil ya. Biraz da eğri büğrü olmalı. İnsan su içerken zihnini biraz yormalı nasıl yaptılar bunu diye. Yalağın içindeki su berrak ve tertemiz görünüyor.

Kanyon girişindeki kapıya geldik. Bisikletler bir alanda park edilmiş olarak duruyor. Çamların ardında küçük bir bölümü buradan görünüyor. Çaydan getirilen çakıllar zemine dökülerek çamurdan arındırılmış. Buraya araçları ile gelenler park ediyor. İşte çakıllı zeminde ismini, cismini bilemediğim bitkiler fışkırmış. Yerden fışkıran uzun bir sap, üzerinde hiç bir dal, yaprak yok. Sadece baş kısmında tomurcuklar şeklinde toplanmış bir küme var 5 – 10 santim uzunluğunda. Su yok, sulayan yok. Yağmur yağarsa ne ala. Nasıl yaşıyor bilemedim. Belki de havadaki nemden yararlanıyor. Acaba fotosentez yapabiliyor mu ? Çakıl zeminde kurumuş çam yaprakları serpilmiş.

Göynük içinde bir evin bahçesinde muz ağacı görünce durup resmini çekiyorum. Geniş, uzun yaprakları arasında fışkırmış meyve dalında dört sıra muz meyveleri ve meyvelerin ucunda mor renkli, uzun, kapalı çiçeği. Kapalı duran çiçek açıyor mu açmıyor mu bilemiyorum. Ben henüz açmış olanı göremedim şimdiye kadar. Muzlar küçük ve yeşil. Henüz olgunlaşmamış.

Ana yola çıkınca herkes serbest biçimde bisiklet sürerek kamp alanına geldik. Kamp alanına girişte burayı işletenler fiyat tabelası koymuş. Fiyat listesinde yazan;

Karavan (günlük) = 40 TL

Çadır (kendisinin) = 40 TL

Çadır (kamptan = Küçük – 50 TL, Büyük – 60 TL

Günübirlik (4 kişi) = 40 TL

Misafir (günlük) = 40 TL

Ne alırsan 40 TL gibi olmuş, sabit fiyat. Bu her yıl artabilir enflasyona göre. Ayrıyeten iyice belirtmek için ayrı tabelalara Giriş ücretlidir ve Misafirden ücret alınır. Yani bedava hiç bir şey yok. Her şey parayla, paran yoksa giremezsin. Bura işgal altında. Oysa tüm kıyılar halka açık ama her şeyi paraya çevirme zihniyeti yüzünden kıyılar talan edilip işgal altında. Tamam çadır, karavan için ücret al ama girişten niye para alıyorsun ki ? Kişi başı 10 TL.

Neyse ki bizlerden para almıyorlar. Festivali düzenleyenler bunu çözümlemiş. Kamp alanına girip çadırıma gelerek su donumu ve havlumu alıp doğru denize cup. Üzerimdeki teri denizde atıp ferahlıyorum. Biraz yüzüp serinledikten sonra duşumu alıyorum. Terli olan formamı yıkıyorum bu ara. Akşam yemeğini hep birlikte yedikten sonra masalardan kalkmayıp müzik eşliğinde oynayanları izlemeye başladım. Bir ara Zeybek oyunu çalınca beni davet ettiler sahneye. Hep birlikte Zeybek oyunu oynuyoruz. Birlikte eğlenmek güzel. Sahnede oynayanlar göbek atarken ben de onları çekiyorum. Sahnenin ön kısmında Kemer belediyesi yazıyor. Kemer belediyesinin festivale büyük katkısı olduğu kesin.

Gecenin bir vaktine kadar eğlenip durduk. Bu arada kahve yapıp ikram ettim yanımda olanlara. Uyku çadırdan çağırınca gidip yatıyorum bir güzel. Uyku gibisi yok

Bu gün yaklaşık olarak 64 Kilometre civarı yol yaptım.
Aşağıda yaptığım yolun haritası Tekirova – Göynük kanyonu – Tekirova

Powered by Wikiloc

İki Garip Bir Akdeniz 1. Gün

2 Eylül 2017 Perşembe

İzmir – Kemer – Tekirova

(Kör arkadaşlar için betimleme yapılmıştır)

 

Açılmış sarmaşık gülleri kokularıyla baygın
En görkemli saatinde yıldız alacasının
Gizli bir yılan gibi yuvarlanmış içimde kader
Uzak bir telefonda ağlayan yağmurlu genç kadın
Rüzgar uzak karanlıklara sürmüş yıldızları
Mor kıvılcımlar geçiyor dağınık yalnızlığımdan
Onu çok arıyorum onu çok arıyorum
Heryerimde vücudumun ağır yanık sızıları
Bir yerlere yıldırım düşüyorum

Atilla İlhan

 

Öne çıkan görsel, altı kişi, bisikletlerimiz yüklü olarak poz vermişiz yan yana.

2017 Eylül ayında Keşan dağ bisiklet festivalinde kullanılan formanın tasarımı çok hoşuma gitmişti. O yüzden kendime ücretini ödeyip sevgili Hakan Eşme’den sipariş ettim. Formadaki tasarım evrende bulunan karadeliklerin bisikletçilere uyarlanmasını anlatıyor. Formanın ön yüzünde karadeliğin solucan denen giriş kısmı çizgilerle belirtilmiş. Bisiklet parçaları, bir kadın, bir erkek, aşkı temsil eden kalp, müzik notası çizilmiş. Boşlukta karadeliğin muhteşem çekim gücüne yakalanmış, dağınık olarak merkeze doğru çekiliyorlar. Üstte solda ismim Urim Baba’CAN olarak yazılı. İsmimin üstünde ise burcum olan Balık takımyıldızı konulmuş. İngilizce Piece yazılı. Karadeliğin dış kısmı siyaha yakın koyu renkler, iç tarafı mavi renkte. Formanın arkasında da karadeliğin çıkış kısmında tüm parçalar birleşip bisiklete binen kadın ve erkek var. Yani gelecekte olacak olayları şimdi yaşamasak ta tasarımı güzel olan formayı giyerek uzayda zaman yolculuğu yapacağım.

Antalya’daki bisikletçi dostlar yine beni festivale davet ettiler. Ben de onları kırmayıp davetlerini kabul ettim. Cem Tabanlı da festivale yazılmış. Cem ile kendimize bir program yaptık. Program üç aşağı beş yukarı şöyle; Antalya’ya bisikletlerimizle otobüs ile gidip dönüşte bisiklet süre süre gezerek İzmir’e dönmek. Bunu kararlaştırdıktan sonra biletleri alıp hazırlıkları yaptım. Yola çıkmadan önce tam zamanında Keşan’dan formam geldi.

Formamı giyerek bir poz çekiliyorum, arkamda yağlıboya resim asılı ve üstünde zamanı gösteren duvar saati. Saat 8:25 olarak resimde kalmış. 8:25 derken akşam saati. Biletler gece 12:00 de, Hazırlıklarımı tamamlayıp eşyalarımı ve tencere, tava ne varsa çantalara, yerlerine yerleştirdim.

Zaman yolculuğuna başlamadan önce karadelik zamanını kurmalıyım. Karadelik saati mekanik, el anahtarı ile kuruluyor. Mekanik saatin dişlileri kurulmuş zembereğinin yayı ile sarkacın her gidiş gelişi ile saniye saniye çalışıyor. Mekanik olarak kurulan zemberek yaklaşık 10 -12 gün idare ediyor. Bakalım bu turda zaman yetecek mi? Umarım karadeliğin solucanında seyahat ederken solucanın kıvrımlarına takılmam. Saatim akşam 8:32, sağdaki delik dişlilerin zemberek yayını kuruyor. Orası zaman ile ilgili bölüm. Soldaki delikte ise saat başı vuran gong zembereği. Her saat başı saatin olduğu kadar ve yarımlarda bir kez olmak üzere toplam 90 kez vuruyor bir turda. Şimdi zaman saatinin çalışmasını anlatayım; Dişliler uzay – zamanda yolculuk eden kişiyi karadelikte ışık hızında gitmesini sağlıyor. Yolculuk ederken zaman duruyor, gece dinlenirken zaman ilerlemeye başlıyor. Düşünün saniyede 300.000 kilometre hızla gidiyorsun uzay – zamanda. Karadeliğe girip solucanın içinde giderken sarkaç bir gidip gelmesi 1 saniye. Her tık sesi ışık hızında sürekli gitmeyi sağlıyor. Solucanın içinde giderken kıvrımlarına takılmamak için yarım saatte ve saat başında vuran gong sesi solucanın içinde titreşim yaparak takılan yerleri düzeltip rahat seyahat etmeyi sağlıyor. Gonk titreşimi çok önemli burada. Eğer saat durup gonk sesi evrendeki karadeliği titretmezse solucanın kıvrımlarında takılıp kalırsın.

Yani kısaca saat böyle çalışıyor, uzay -zamanda karadelikte yolculuk yapmak böyle bir şey. Fizik kuralları evrende buna göre işliyor.

Akşam saat ona doğru evden çıkıyorum. Üçkuyular’da Cem tabanlı ile buluşuyorum. Oradan geçen birisine bizi çekmesi için cep telefonumu verdim. O da bizi çekiyor sağ olsun. Resimde bisikletlerimiz ile birlikte uzay – zamanda yolculuğa çıkmadan önceki halimiz. Karadeliğe girmeye hazırız. Gecenin karanlığında ortalığı aydınlatan lambaların sarı ışıkları parktaki bitkileri aydınlatıyor. Sağda tahtadan bir koltuk duruyor.

Resim çekilme işi bittikten sonra bisikletlerimize binip karadeliğin içine giriyoruz. Ortalık karanlık, sokak lambalarının aydınlığında otobüs garajına geldik. Şimdiye kadar bisikletlilere sorun çıkarmayan Kamil Koç firmasının olduğu yerde bisikletlerin ön tekerleğini söküp çantaları da ayırıp bagaja yerleştirdik sorunsuzca. Hareket saati gelince koltuklarımıza yerleştik. Cem ile yan yana oturuyoruz orta sıralarda. Otobüs Aydın dan iki bisikletli daha aldı. Zaten otobüs boş, pek yolcu da yok. Dört kişi elçek ile koridorda kendimizi çekiyorum bir poz. Cem önde kafası kocaman, arkada ben kolumu uzatmış elçek olarak. Arkada Aydın’dan binen iki arkadaş.

Isparta’dan iki bisikletli daha otobüse bindi. Toplam bisikletçi 6 kişi olduk. Daha da yer var. Biletleri Kemer ilçesine kadar almıştık, sabaha karşı ortalık aydınlanınca Antalya garajına vardık. Kemer’e sadece bisikletliler kalınca muavin bizi indirdi otobüsten. Buraya kadar dedi, başka otobüs ile gideceksiniz deyince hemen firmayı arayıp bu nasıl oluyor, bizi niye indirdi şikayetlerimizi dinleyip tekrar aynı otobüse bisikletleri yükledik. Boşuna eziyet ve zaman kaybı. Gong sesi buralara kadar pek gelmedi anlaşılan. O yüzden solucanın kıvrımında bir süre kaldık. Herhalde buçukta çalan tek gonk olmalı. Arkada otobüsler, önde bisikletler yerde bekliyoruz sonuç ne olacak diye.

Neyse karadelik normal çalışmaya başlayınca yakında olan Kemer ilçesine geldik. Sezon bittiğinden ortalıklarda kimseler yok. Sadece bisikletliler var. Otogarda bisikletleri indirip ön tekerleği takıyoruz hepimiz. Çantaları da bagaja yükletip hazır duruma geldim. Diğer arkadaşların yüklenmesine yardım ediyoruz.

Herkes hazır olunca birlikte yola çıktık. Kamp alanı olan Tekirova’ya doğru gideceğiz. Yola çıkar çıkmaz ilk olarak benzin istasyonunda durup tuvalet ihtiyaçlarımızı giderdik. Benzincideki marketin önünde görevli arkadaşla bir resim çekiliyorum. Sol altta yuvarlak tabelada yazan yazı dikkatimi çekti. Tabelada; “Çanakkale Ruhu Burada” yazılmış. Market üzerine İngilizce “Shop” yazılı, turistlik yer olunca Türkçe “Bakkal” olarak yazacak değiller ya. Zaten her yerde mandacı zihniyetli yabancı isim yazma hayranlığı var yeterince.

Resim çekildiğim benzinciye bizi çekmesini söyledim. Otobüsle gelen 6 kişi resim çekiliyoruz bisikletlerimizle yan yana. Hepsi beni tanıyor ama ben pek tanımıyorum arkadaşları. En sağdaki arkadaş kadın, diğer 5 kişi erkek. Bu resmi öne çıkan görsel olarak seçiyorum.

Yola çıktık, yakında olan Tekirova’ya doğru gidiyoruz ana yolda. Yolun ilerisini gösteren tabelada; Kumluca, Finike, Muğla düz gidileceğini ok işareti ile belirtmiş. Sağa giden yol ise şehir merkezi ve sanayi sitesini belirtmiş. Yoldaki emniyet şeridi bisiklet için gayet geniş ve güvenli. Yol çizgileri ile belirgin halde görülüyor.

Ana yolda ilerliyoruz, sağ tarafımızda Beydağları ve Olimpos dağı.

Tekirova’ya gelmemiz fazla uzun sürmedi, oyalanmadan kamp alanın olduğu yere geldik. Sadece kısa sürede bu günlük yiyeceğimiz yiyecekleri alış -verişte hallettik. Tekirova çıkışında asfalta işaret konulmuş sola girin diye. Biz de giriyoruz, Cem önde ben arkada yol kıyısındaki okaliptüs ağaçları arasından çam koruluğuna doğru gidiyoruz. Geçtiğimiz yıl yine burası kamp alanı olarak kullanılmıştı. O yüzden yolu biliyorum. Cem buralara ilk defa geliyor. Girdiğimiz yerde kapalı otobüs durağı var. Yerde sola ok ve bisiklet resmi boyanmış beyaz renkte.

Yolun karşı şeridinde yine ok işareti ve Antbisfest amblemi yola boyanmış. Bisikletim KUZ yol kıyısında park etmiş durumda beni bekliyor sakince.

Çam ağaçlarının bolca olduğu bir yerde Yıldırım kamp alanına geldik. Girişte festivalin pankartı asılmış. Durup resmini çekiyorum. Pankartta yazanlar; VI. Uluslararası Antalya -Kemer Bisiklet Festivali. Altında festivalin amblemi. 28 Eylül – 01 Ekim2017 Alt kısım dalgalı deniz olarak çizilip maviye boyanmış. Solda koca bir ahtapotun denizden çıkmış iki kolu yukarı doğru. Sağda korsan gemisi kare yelkenlerini açmış. Yelken direğinin tepesinde korsanların bayrağı kurukafalı siyah bayrak dalgalanıyor. Pankartın en altında sponsor olan firmaların amblemleri.  Pankart iki çam ağacına iplerle bağlanıp gerilmiş. Kartal tüyüm de resme girmiş en altta.

Kamp alanında festivali düzenleyen arkadaşlar karşıladı bizi. Sevinçle kucaklaşıp hasret giderdik. Sonrası beğendiğimiz bir yerde çadırları kurup eşyaları içine yerleştirdik. Kamp yeri sabit olduğunda sadece bir çantayı bisikletimde bırakıyorum. O da kahve takımları ve alet çantam. Renkli çadırların arasında dolaşan Cem elleri ceplerinde. Bisikletler de park etmiş öylece bekliyorlar. Bu arada festival için kaydımızı yaptırıp çantalarımızı alıyoruz.

Akşama kadar denize girip duşumuzu aldıktan sonra  kendi yemeğimizi kendimiz pişirip yiyoruz. Sonrası biraz uyku derken akşam oluyor erken. Festival akşamdan başlıyor. Akşam yemeğini hep birlikte yiyoruz. Yemeği dağıtan firma bu kez iki yerden yemekleri dağıtıyor. Arkadaşlar iyi düşünmüşler. Katılımcılar çok olunca uzun kuyruklar ve beklemede geçen zaman çok oluyordu. Şimdi ise iki koldan çarçabuk yemekleri alıp yiyoruz. Festivali düzenleyen Antalyalı arkadaşlar Perşembe Akşamı Bisikletçileri. O yüzden  festival Perşembe akşamından başlıyor. Türkiye’nin bir çok yerinde düzenlenen Perşembe akşamı bisiklet turu saat 20:00 de belki de en kalabalık Perşembe akşamı bisiklet turu yapılmış oluyor. Hep birlikte ışıklarımızı açıp Tekirova içinde bisikletlerimizi sürüyoruz. Meydanda durup toplanıyoruz. Bisikletler park etmiş, ışıkları yanar durumda bekliyoruz.

Biraz geriden toplu olarak katılımcıları çekiyorum arkadan. Atatürk heykeli önünde bisikletiler meydandaki uzun direkteki aydınlatma lambasının güçlü ışığı altında.

Bisikletliler bisikletleri ile yan yana diziliyor toplu resim çekilmek için.

Resim çekildikten sonra kamp alanına doğru gidiyoruz. Festivalden festivale buluşup görüştüğüm arkadaşlarla görüşüp muhabbet ediyorum. Kimisini tanıyorum, kimisini de tanımıyorum. Ama onlar beni takip ettiklerinden tanıyorlar. Böyle duruma kimse alınmıyor, beni normaldir diye teselli ediyorlar. Tanıyayım tanımayayım muhabbet etmek güzel oluyor. Bisiklet üzerine, turlar, festivaller üzerine konuşuyoruz. Nasıl geldin, neyle gideceksiniz söylemleri karşısında bisikletle sahil boyu İzmir’e kadar gideceğiz karşılığını veriyorum. Sonbahar aylarına girmiş olsak ta Antalya bölgesinde en güzel aylardayız. Hani şarkılarda geçer ya “Akdeniz akşamları” diye. İşte öyle bir havası var kamp alanında. Şehir gürültüsünden uzak, çam ormanı içinde tertemiz havası, denizden gelen iyot kokusu ile akşamları daha da güzel kılıyor. Hava ne soğuk, ne sıcak. Yazlık kıyafetlerle duruyoruz rahat biçimde. Uyku zamanı geliyor ve çadıra girip yatıyorum.

Bu gün yaklaşık olarak toplam 38 Kilometre civarı bisiklet sürmüşüm.
Aşağıda Üçkuyular – garaj arası yol haritası Yaklaşık 16,56 Kilometre civarı

Powered by Wikiloc

Aşağıda Kemer – Tekirova yol haritası Yaklaşık 17,32 Kilometre civarı

Powered by Wikiloc

Aşağıda Tekirova tur haritası yaklaşık 4,21 Kilometre

Powered by Wikiloc