İki Garip Bir Akdeniz 3. Gün

30 Eylül 2017 Cumartesi

(Kör arkadaşlar için betimleme yapılmıştır)

 

An gelir
Paldır küldür yıkılır bulutlar
Gökyüzünde anlaşılmaz bir heybet
O eski heyecan ölür
An gelir biter muhabbet
Çalgılar susar heves kalmaz
Şatârâbân ölür

Atilla İlhan

 

Öne çıkan görsel, altı kişi oturmuş, bir kişi ayakta. Dilek önde, bisikleti ile poz vermiş oturarak.

Nedense Antalya da güneşin erken doğması yaşadığım İzmir’e göre sabah kalma saati daha da erken oluyor. Sabahın körü derler ya, işte o kadar erkenden kalkıyorum. Havasından mıdır, suyundan mıdır, güneşinden midir bilemedim ama yakınlarda öten horozlarla beraber uyanıyorum. Horozlar öterken ben henüz tuvaletlerde kuyruk oluşmadan işimi hallediyorum. İşte benim gibi İzmir de yaşayan Tolga Tunalı da erkenden uyanmış saçı başı dağınık biçimde çadırının içinden kafasın çıkararak şaşkın şaşkın bakıyor. Tabi ki alışkın değil bu kadar erken uyanmalara ama burası Antalya. Akdeniz’in incisi, güneş burada da doğudan doğuyor ama bir farkı var. Bir kıyıdan doğup diğer kıyıdan batıyor her gün.

Tolga Tunalı tünel biçimindeki çadırın fermuarını sadece üstten açıp kafası görünüyor sadece. Uzun saçları yastıkla beraber dağılmış durumda. Tolga’nın çadırı diğer çadırlara göre daha alçak seviyede. Arkada görünen çadırlar kendi çadırının boyundan yukarıda. Çadırın altına ayakkabı ve terliğini sokuşturmuş.

Kahvaltıyı yapıp bu günkü tura hazırlanıyoruz. Hareket saati belli, görevli arkadaşlar da son dakikalarda katılımcıları uyarıyor. Hazır olan kamp alanına sapan yolun başına gelerek beklemeye başlıyor hareket saatini. Ben her zaman olduğu gibi pratik olarak çabuk hazırlanırım yola çıkmaya. O yüzden beklerken çevrenin resimlerini çekiyorum. Bu sabah Olimpos dağının başı dumanlı. Güneş ışıklarını çoktan vurmaya başlamış bile. Önümdeki arazinin girişi parmaklık kapı ile kapatılmış. Kapının ardında küçük bir dere var. Sazlardan anlıyorum orada dere olduğunu. Elektrik direği ve teller havada. manzarayı bozuyor.

Tahtalı dağı, eski adıyla Olimpos dağının devamı olan Beydağları uzaktan üç sivri tepeleri ile kendini gösteriyor.

Hareket saatini bekleyen bisikletliler toplanmış. Hava parçalı bulutlu olduğundan güneş vurmuyor bisikletlilere. Asfaltta festivalin amblemi ve ok işareti duruyor.

Hareket saati değil de son kalanlar toparlanıp geldikten sonra yola çıktık. Tekirova içinden geçerek ana yola geldik. Bu gün sol tarafa doğru gideceğiz. Tabi ki yola çıkar çıkmaz yokuş başladı. Herkes kendi gücüne göre serbest sürüyor. Önümde dağlar, solda çay yatağı ve yolda giden bisikletliler.

Tırmanırken sağda mola noktasını görüyorum. Mola yerinde yüksek kayalıklar, dibinde akan çayın çınar ağaçları ile örtülmüş durumda. Burası daha çok arabaların yoldan geçerken dinlenmeleri için yapılan bir tesis. Yapan da Orman bakanlığı. Tabelada “Beydağları sahil milli parkı Yarıkpınar mola noktası” diye yazılmış.

Biraz daha tırmandıktan sonra kaybettiğimiz suyu takviye etmek için solda mola yeri ayarlamışlar. Görevli arkadaşlardan birisi de yolun durumuna göre bisikletiler sol şeride yönlendirip mola yerine gitmelerini sağlıyor. Önümde bir kişi sol şeridin solundan gidiyor. Ben de sol şeritteyim.

Mola yerinde su, soda ve muz dağıtımı yapılıyor. Burası kalabalıktan ana baba günü gibi görünüyor. Bayağı kalabalıkmışız. Mola yeri mıcır dökülmüş düz ve geniş bir alan. Etraf, yamaçlar çam ağaçları ile kaplı.

Bulunduğumuz yer aynı zamanda yürüyüş rotalarının olduğu yer. Sarı tabelalar direğe takılıp gidilecek yerleri ve kilometresi yazıyor. Sol tarafı gösteren iki tabela var. Üstekinde; Tekirova 7 Km, 4 Saat. Alttakinde Tekirova Bükü 5 Km, 4 Saat yazılı. Nedense biri 5 biri 7 Km olmasına karşın ikisine de yürüyerek 4 Saatte gidilebilmesi biraz tuhaf! Sol tarafa ise Beycik 3 Km 1.30 dk yazılı. Yani 1 saat 30 dakikada yürüyerek ulaşabilirsiniz. İki tarafa da 18 yazılmış. Herhalde yürüyüş rotasının numarası olsa gerek.

Mola bitiminde tekrar tırmanışa geçtik. Eğim biraz fazla ve sürekli olunca ikinci bir su molası daha vermek zorunda kaldık. Bu kez sağ tarafta, yol ayrımında araçlar durmuş gelenlere su veriyor. Ben de onları çekiyorum. Asfaltta sağa ok işareti, bisiklet resmi ve MOLA olarak boyanmış. Ok ve bisiklet beyaz renkte, mola mavi renkte. İleride iki araba ve su alan bisikletliler.

Hava parçalı bulutlu demiştim daha önce. Bulutlar daha çok dağların tepesinde. Dağlar bulutları başında toplayıp rüzgarın etkisi ile parçalanıp üzerimizden geçiyor. İşte karşımda dağlardan kopup gelen parçalı bulutlar masmavi Akdeniz gökyüzünü beyaza boyuyorlar ressamın fırçası değmiş gibi. Yeryüzünü ise yeşile boyamış ağaç biçiminde. Ressam sıkılmayalım diye ağaçların tonlarını değiştirmiş. Bununla beraber boylarını da uzatmış gökyüzüne. Çam ağaçlarının açık tondaki yeşili, aralarında uzun servilerin koyu tonda yeşili desenleri görselliği tamamlamış. Bunun yanında kesilen ağaç gövdeleri dere yatağında karşıdan karşıya köprü olarak konulmuş. Kesilen ağaçların dalları, yaprakları kahverengi olarak tabloda yerini almış durumda. Ağaçlar birbirine girmiş sık bir orman görünümünde. Ormancılar da aralarda kalınlaşmış ağaçları ayıklayıp ormanı gençleştiriyor. Gövdeler taşınıp kereste olacağı yere götürülecek.

Yaklaşık 10 kilometre kadar, biraz fazlası tırmandıktan sonra bir süre yayladaki gibi düz giderek Çıralı kavşağına geldik. Çıralı yolun solunda kalıyor. Kahverengi renkli tabelada; Çıralı, Yanartaş (Chimaera) 7 yazısı var. Yani 7 Kilometre deniz kıyısına kadar safi iniş olacak.

İniş başlarken dağların arasından görünen bir parça Akdeniz’i çekiyorum manzara eşliğinde. Ağaçlar ve otlar önümde.

İniş dik ve tehlikeli olan yerlerde görevli arkadaşlar yerleştirilmiş uyarı için. Bir kadın, elinde beyaz renkli festival bayrağını sallayıp inen bisikletçiyi uyarıyor, tehlikeli viraj var diye. Ben de bayrağı sallarken resmini çekiyorum. Etraf çam ağaçları, otlar sararmış.

Daha aşağıda bir görevli yolun ortasına bayrağı taşlar yardımı ile dikmiş. Kendisi 15 metre aşağıdaki sert virajın başında duruyor. İnen bir kadın bisikletçi bunu görerek yavaşlıyor. Asfalta da mavi renkli sprey boya ile KESKİN VİRAJ yazılmış.

Başka bir arkadaş ise yolun sağında çam ağacı gölgesine sığınmış tek ayağı yerde, diğerini dolamış. Elinde bayrak, kafasında da şapka yerine henüz poşetinden çıkarılmamış tişört duruyor.

Aşağılarda kadın görevli, o da sağda çam ağaçlarının gölgesine sığınmış. Elinde bayrak ile bizleri uyarıyor.

Gültekin abi de sarı tişörtünü giymiş elinde bayrakla gülerek bana yavaşlamamı söylüyor. Yerde 1 rakamı boyanmış mavi renkte. Demek ki tehlikeli iniş azaldı.

Son virajda da gülümseyen biri bayrağını iyice yukarı kaldırmış. Antalyalıları seviyorum. Hepsi güleç, sıcakkanlı Akdeniz insanı. Akdeniz insanı sevimli ve güleç yapıyor demek ki.

Tehlikeli iniş ve sert virajlar bitiyor ve yol düzleşiyor birden bire. Vadinin içinde giden yol uzayıp gitmiş. Solda iki bisikletli durmuş çam ağacının altında. Çam ağacının gövdesi kalın, asırlık.

Solda kayaçlar tepeler sert görünümlü. Sert kayaların çatlaklarında yer yer çam ağaçları kendine yaşam alanları oluşturmaya başlamış bile.

Sonunda Çıralı olarak anılan yere geldik. Burası turistlik belde. Cafeler, resoranlar, pansiyonlar, oteller kaplamış buraları. İşin ilginç yanı hem Yörük hem de cafe, bir de resaurant patlatmış . Al sana Avrupabesk. Turistlik olunca sokaklar kilitli beton taş ile kaplamış belediye. Şehrin girişinde bayrağını sallayan oto  yarışçıları gibi Cem Salih Altın karşılıyor. Bizi hem yönlendiriyor hem de artık inişiniz bitti, geldik diyerek yavaşlamamızı istiyor Cem. Arabası ile gelen Tolga kapısını açmış ayakta Cem’in bayrak sallayışını izliyor.

Kıyıda, kumsalın başladığı yerdeki işletmede durduk. Burada hem denize gireceğiz hem de öğle yemeği yenilecek. Bisikletçilerin androidi Gökay kendine oyalanacak iş bulmuş. Bisikletin birini ters çevirmiş tamiratını yapıyor. Yanında da bisikletin sahibi üstü çıplak çömelmiş Gökay’a bakıyor. Gökay her işten anlıyor, anlamadığı, bilmediği iş yok. Becerikli elleri ile bisikletin üstesinden geliyor. İki kişi bisikletin başında çömelmiş. Yeşil renkli bahçe hortumu da yerde.

Bisikletim KUZ her zaman çantalı olur. Bu gün sadece bir çanta takılı. Ona da; tamir takımları, pompa, kahve takımları, deniz donu ve havlu koymuştum. Çıralı’nın denizi, kumsalı çok güzel, bunu bildiğimden gelir gelmez hemen su donumu giyiyorum. Yemekten önce denizin tadını çıkarmak gerek. Bisikletim KUZ ve diğer bisikletler park etmiş durumda. Kumsalda hasır şemsiyeler ve deniz.

Denizin tadını çıkarıyorum bir süre. Harika bir günde harika bir denizdeyim. Deniz keyfimi çıkardıktan sonra kurulanıp kuru elbiselerimi giyerek yemeğimi aldım. Karnımı doyuruyorum bir güzel. Kahveyi burada içmiyorum. Olimpos antik kentinde içmeye karar verdim. Yemeği yer yemez bisikletimi alıp yürümeye başladım. Çünkü gideceğimiz yere doğru herhangi bir yol yok. Sahilde, çakıl taşlarından bisikletleri elde Olimpos’a doğru gitmeye başladık. Sahilde bisikleti ile yürüyenler, karşıda kocaman bir dağ. Yalçın kayalıkları ile korkunç bir devi hatırlatıyor. Sanki yere yatmış Olimpos şehrini koruyor gibi. Sahilin bitiminde sağ tarafta vadi görünüyor. Olimpos antik kenti burada. Denizde bir tekne demirlemiş durumda.

Kumsal bitmek üzere. Vadiye girmeden üs tarafındaki kayalıklar sivri sivri, ilginç bir görünüm sergiliyor. Ben de resim çekerek anılarıma katıyorum. Kumsalda plastik bir baraka duruyor öylece, içi boş.

Beraber yürüdüğümüz arkadaşlarla çakıllar üstünde birlikte resim çekiliyoruz. Cep telefonumu bizi çekmesi için bir arkadaştan rica ettim. O da kırmayıp çekti. Soldaki arkadaşın ismini bilmiyorum. Yanında Nafiz Sağdur, ben, Cem ve Dilek Koçyiğit. Ellerimizde bisikletler, arkada çayın ağzı olan azmak su birikintisi. Üzerimizde festivalin formaları var.

Antik kente giriyoruz. Burada yukarılardan gelen su kaynağı var. Suyu görünce kaynağına kadar gidip sularımı tazelemeyi düşündüm. Su birikintisinin etrafı antik kente ait duvar kalıntıları var.

Dar bir yoldan yürümeye başladım içeriye doğru. Taş duvar kalıntıları arası, 30 santim duvar örülmüş. Etrafı ağaçlar kaplamış, gölgelik.

Yüksek duvarlı taş binalar, kapısına tahta çit konulmuş. İçeride taş lahit var. Kapağı üstünde duruyor mezarın. Alın ve yan kısmında ay ve içinde yıldızı belirtir yuvarlak desen yapılmış.

Suyun kaynağına geldim. Mataramı ve 1.5 Litrelik pet şişedeki suları boşaltım. Kahveyi taze sudan pişireceğim. Nafiz sularımı doldururken beni çekiyor. Karşımda bir ağaç gövdesi, bana doğru gelen dalı kesmişler.

Suları doldurup geri dönüyorum. Daha önce buraları görmemiştim. Resim çeke çeke ve de iyice görerek yürüyorum. Buralar yoğun olarak evlerin yapıldığı yer. Duvar kalıntıları bunu gösteriyor.

Taş duvarlar, kemerli yapılar, birbirine geçişi sağlayan kapılar. Bu demektir ki şehirdeki evler birbirine bağlı. Herhangi bir saldırıda kolay kolay ele geçirilemiyormuş. Komşudan komşuya geçitler sayesinde iyi bir savunma ile kendilerini koruyorlarmış.

Pek eski olmadığı taş duvarların yapısı, kemerde kullanılan taşların özensiz örülmesinden anlaşılıyor. Özensiz seçilen taşlar yontulmadan öylece örülmüş. Bu demektir ki yakın zamana kadar burada insanlar yaşamış.

İki bina arası dar bir yol burada insanların, silahlı atların geçişini zorlaştırmışlar. Sadece yürüyerek geçilebilecek kadar. Anca iki kişi yan yana yürüyebilir. Duvarlar yüksek.

Dar yolda Nafiz durmuş sağ tarafa bakıyor. Duvar yüksek olmasına rağmen üzerini ağaç dalları örtmüş durumda. Binanın kapısından gelen güneş ışınları Nafiz’i nur içinde bırakmış.

Nafiz’in baktığı yere ben de gelip bakıyorum. Bir kaidenin üzerinde lahit mezar var. İşlemeli olan taş lahit mezar soyguncularının vahşice hışmına uğramış. Bir iki altın için acımadan tarihi güzellikleri tahrip etmekten çekinmiyor mezar hırsızları. Kapağı kırılıp parçalansa da birleştirip sandukanın üzerine konulmuş. Sandukanın yanında ise kocaman bir delik delinerek parçalanmış. İçerisi karanlık görünüyor. Arkeologlar kazıda buldukları bu lahitin parçalarını birleştirerek buraya, binanın içine konuşmuş. Gelenler insanların ne kadar acımasız olduğunu görsünler diye sergileniyor. (Bu resim 2017 de çekildi. Aradan iki yıl geçti ve 2019 yılında basit bir ağaç kesme yüzünden kazı yardımcısı bıçaklanarak katledildi. Gerçekten insanlar çok acımasız. Her şeyi, yaşamı yok ediyorlar. Ölen arkeoloğu rahmetle yeri gelmişken anıyorum.)

Lahidin yan kısmından resim çekiyorum. Kapağın yanında çıkıntılar var. Sanduka tarafında yanlarda simetri biçimde bir vazo ve yukarıya doğru uzamış sarmaşık oyulmuş, Ortada iki dikdörtgen çerçevenin birinde ay yıldız kabartması var. Diğer çerçevenin içi boş.

İleride, ağaçların arasında yüksek bir binanın epeyce yüksek kalın duvarı göğe yükselmiş. Duvarın köşesinde altıdan fazla delik bırakılmış. Duvarın sol tarafı düzgün ve bozulmamış, sağ taraf ise çoğu yıkık durumda.

Kaynaktan çıkan su artarak akmaya devam ediyor sık ağaçların arasından. Dere yatağı antik kentin yıkılmış taşlarından oluşmuş.

Dere akıp gitsin diye taşlar kanal biçiminde örülmüş. Ağaç dalları arasından süzülen güneş ışıkları akan derenin suyuna vuruyor. Taşların bazıları kahverengi renginde.

Kent kayalığa kadar gidiyor ve kayalığın üzerinde kale surları yapılmış. Kent savunmasında yardımcı oluyor surlar.

Yerlerde yatan, henüz kazılmamış halde duran sütunlar, işlenmiş kiriş taşları yarı toprak içinde. Sararıp kurumuş, kahverengiye dönmüş yapraklar ise gri renkli mermer parçalarının arasında renk uyumu oluşturmuş.

Dere kenarından patikaya ulaştım. Az ileride kemerli duvarları olan yapının önündeki geniş alanda oturuyoruz. Burası ağaçların gölgesi. Kahveyi burada pişireceğim suyun kaynağından aldığım taze su ile. Bisikletler park etmiş gölgede. Denizli den arkadaşım Halil İbrahim Kurt elinde bisikleti ile bana gülümsüyor. Hüseyin’i kahve içmeye davet ediyorum.

Neyse 30 santimlik bir yükselti duvara oturduk. Kahve takımlarımı çıkarıyorum. Taze doldurduğum sudan biraz içeyim dedim mataramdan. O da ne su içilmeyecek kadar acı. Tüh tüm sular acı, ne yapacağız kahve için. Şişe ve mataramı boşaltıyorum, içilecek gibi değil. Arkadaşların mataralarından su alıp kahveleri pişiriyorum. Yanımda 7 kişi var. İki kez kahve pişirerek içiyoruz muhabbet eşliğinde. Oturanlar soldan Halil İbrahim Kurt, Cem Tabanlı, ben, İlhan Balkan , Nafiz Sağdur ve Ali Kırbaş. aramızda tek kadın Dilek Koçyiğit ise aşağıda yerde oturuyor. Turuncu renk ile süslenmiş bisiklet önde duruyor. Bu bisiklet Dilek’in, turuncu rengini çok sever. Toplam sekiz kişiyiz. Bu resmi öne çıkan görsel olarak seçiyorum.

Uzun saçlarımı salmışım omuzlarımdan aşağı. Önümde cezve, içinde kahve pişiyor ocakta. Dört fincan ve kahve kutu üzeri düz olan bir taşın üzerinde Saçlarım kumral, keçi sakalım neredeyse beyaza bürünmüş, siyah çok az. Saçlarımda ise beyaz yok.

Kahve molasını bitirip fincanları ve cezveyi yıkatıp toparlanıyorum. Yola çıkıyoruz, kavşakta bekleyen şeker portakalı gülümsemesi ile Halil Şenel bizleri karşılıyor elinde bir kasa armut ile. Bize yiyin yiyebildiğiniz kadar deyip kasayı uzatıyor. Mide hepsini almaz, sadece iki tane armut alıyorum. Elbette içlerinden en iri olanlardan seçiyorum. Halil’in kafasında kırmızı renkli bandana, tepesinden yukarı fışkırmış kıvırcık saçları ve uzamış siyah sakalı, güneş gözlüğü ile bana poz veriyor. Yüzünde deri parçası çok az görünüyor. Her tarafı kıl. Arkada takviyesini yapıp yola çıkanlar var.

Armut aldıktan sonra su takviyesi yapıyorum. Mataram ve su şişesini içindeki acı suyu temizlemek için tatlı su ile iyice çalkalayıp dolduruyorum. Önümüzde yine sıkı bir rampa var. Yanımda su olmalı. Takviyemi yaptıktan sonra yola çıkıyorum. Henüz rampa başlamadan solda bir deve heykeli görünce durup resmini çekiyorum. Devenin üzerinde bedevi bağdaş kurup oturmuş. İlginç olanı ise devenin kulaklarında kulaklık takılmış. Yani kulaklığından müzik dinleyerek yürüyen deveyi betimlemişler. Deveye kamp reklamı tabelası asılmış iple. Arkada çam ağaçları.

Tırmanış başladı, ağır tempoda tırmanırken bir çeşme görüyorum. Duvar yazıcıları çeşmenin aynasını yazı ile donatmışlar renkli sprey boyalarla. Yazılar üst üste, en son yazanın yazısı en üstte. Renkli yazılar çok olmasına karşın çeşmeden bir damla bile su akmıyor. Soldan plastik borular çeşmeye kadar gelmiş ama suyun kaynağında su yok demek ki. Çeşme kayanın dibine yapılmış, etraf çalılar ile kaplı.

Yavaş yavaş, tıngır mıngır çıkıyoruz, yolda yürüklerin işlettiği gözleme yerinde çay içiyoruz. Çay ucuz, kimisi acıkmış gözleme ısmarlıyor. Sonrasında tırmanmaya devam ediyoruz. Bahçenin birinde tel çitten taşmış üzümlerden koparmak için duran arkadaşları görünce ben de duruyorum. Arkadaşlar da Nafiz Sağdur ve Cem Tabanlı. Üzüm koparırken Nafizin bir ayağı birden bire toprağa gömülüyor. Ayağı boşa gidince kendini koruyup yere oturuyor öylece. Çok komik bir durum, hem Nafiz kendi haline gülüyor hem de biz gülüyoruz. Bir üzüm uğruna neredeyse ayağını kıracaktı Nafiz. Neyse ki biraz sıyrıkla atlattı. Üzeri naylon ile örtülüp toprakla kapatılmış çukur 40 santim civarında bir derinliğe sahip. Gizli bir tuzak gibi. Belki de bahçe sahibi böyle tuzaklar yapmıştır üzüm koparanlar için. Bilemiyorum, aklıma bu gibi düşünceler geliyor. Bu duruma epeyce gülüyoruz. Nafiz’in bir ayağı dizine kadar çukurun içinde. Kendisi de yola oturmuş durumda. Arkada bahçenin çit telleri ve üzerinde asma yaprakları.

Nafiz ayağını çukurdan çıkarırken çekiyorum bir poz.

Çukurdan ayak çıkınca kontrol ediyoruz. Bu arada ayakkabı ve çorap ta çıkıyor. Burnumuzu tutarak kokan ayağı inceliyoruz. Neyse ki bir şey yok. İri gövdesi ve uzun boyu ile kapı gibi olan Nafiz dengeli oturunca ayağına bir şey olmadı. Ağır gövdesi yana doğru devrilseydi ayak kırılırdı. Nafiz bizle beraber hala gülüyor. Yerde kopardığı üzüm salkımı duruyor. Düşerken elinden düşürmüş olmalı.

Ayağında bir şey olmadığını anlayınca çorap ve ayakkabısını giyerek ayağa kalkıyor Nafiz. Alt tarafı bir – iki salkım üzüm ne hale getirdi bizi. Neyse ki neşeli insanlar olduğumuz için gülerek atlattık bu durumu. Allah beterinden korusun. Cem’in elinde bir salkım siyah üzüm Nafiz ile bir poz çekiyorum. İkisi de gülüyor resim çekilirken. Arkada çit tellerine sarılmış asma üzümü, bahçede nar ağacı, narlar kırmızı renkte henüz koparılmamış.

Yola devam ediyoruz, ana yolda bize greyfurt suyunu buz gibi ikram ediyorlar. Zorlu tırmanıştan sonra bunu hak ettik. Mehmet Ali Akyüz bize çubuk dondurma ikram ediyor. Çikolatalı dondurmaları yiyoruz. Nafiz iki taneden fazla yiyor. Anca doyuyor mübarek. Artık zirvedeyiz ve bundan sonra 7 Kilometreden fazla sadece ineceğiz. O yüzden üzerime rüzgarlığımı giyiyorum ve kendimi bırakıyorum yer çekiminin kuvvetine. Zaman zaman 60 Kilometre hızı geçiyorum inerken. Hız yüksek olunca kısa sürede Tekirova’ya gelip kamp alanına vardım. Hemen su donumu giyerek denizde yıkanıp duşumu aldım. Kuru elbiseleri giyip akşam yemeğini beklemeye başladık çadır alanında. Nafiz de çiğ köfte ısmarlamış bir tabak. Çiğ köfteyi hep birlikte yiyoruz. Cem Tabanlı da çok leziz diyerek yiyor çiğ köftelerini, üzerine limon sıkarak marul yaprağı ile beraber. Nafiz çaktırmadı, sonra söyledi çiğ köfte et ile yapılmış diye. Cem Tabanlı vejeteryan olduğu için et yemiyor. Uzun süredir et ve et ürünlerini yemediği için ağzına leziz geldi çiğ köftedeki et. Neyse ki et yemese de bizler için ve Cem  için bir anı olarak kaldı.

Akşam yemeğini yedikten sonra kamp alanındaki sahnede dans gösterileri başladı. Masalara oturup izliyoruz dans gösterisi yapan grubu. Sahnede kadınlar önde, erkekler arkada dans figürleri yapıyor. Kimileri cep telefonu ile video çekiyor dans edenleri. Sahnenin altında Kemer Belediyesi yazan pankart var.

Dans gösterileri bir süre devam ediyor. Bittikten sonra festivali düzenleyen arkadaşları tanıtıp tek tek sahneye davet ediyorlar. Hepsi sahneye çıkınca el ele tutuşup oynuyorlar. Toplam 12 kişiler.

Gecenin ilerleyen saatlerine kadar eğleniyoruz. Zamanla birer ikişer çadırlarına çekilenler ortalığı sakinleştiriyor. Ben de uykum gelince çadırıma çekilip uyku tulumunun içine girerek tatlı bir uykuya dalıyorum. Uyumak gibisi yok

Bu gün toplam 52 Kilometre civarı yol yaptık. Zorlu çıkışlar ve bir o kadar inişlerle.
Aşağıda yaptığımız yolun haritası

Powered by Wikiloc

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir