17 Eylül 2013 Salı
Doxycycline is a prescription drug used for many bacterial infections. A randomized, double-blind, cytotec misoprostol kaufen Bayt Lāhyā multiple-dose, two-treatment, placebo-controlled, It may also be used for other types of infections in the body.
Amoxicillin is used in the treatment of bacterial infections like urinary tract infections, sinus infections and infections caused. It is also available in a https://gzn.de/48635-tadalafil-online-rezept-38986/ more potent and shorter acting version called prednisolone. As for treating alcoholism in the real world, the aa way is a relatively successful one.
Erdek – Gönen – Danışment
(Kör arkadaşlar için betimleme yapılmıştır)
“Ve o yaşlardaydı…
Geldi ardım sıra şiir.
Bilmiyorum, bilmiyorum nereden geldiğini.
Kıştan mı, bir ırmaktan mı yoksa.
Bilmiyorum nasıl ya da ne zaman,
hayır ses değildi, ne sözcük
ne de sessizlik.
Ama çağrıldım bir sokaktan,
dallarından gecenin,
ansızın ötekilerin arasından,
kuşatılmış şiddetli alevlerle
ya da bir başına dönerken,
oradaydım yüzünden yoksun,
ve dokunuverdi bana…”
Pablo Neruda
Öne çıkmış olan görsel, cumbalı evler, dar sokak. Biri sıvalı ve pembe renk badanalı yeni bina, yanındaki binalar kerpiç, tahta cumbalı evler. Tahtalar yıpranmış, eski.
Yağmur bütün gece yağdı usul usul. Sundurmanın altında olduğumuz için ıslanmadı çadırım. Yağmurun sesi o kadar güzeldi ki güzel bir uyku uyumama neden oldu. Sabaha kadar deliksiz uyudum. Sabah uykumu almış olarak saat 07:00 de uyanıyorum her sabah olduğu gibi. Şortumu giyerek denizde yüzüp sabah duşumu aldım ve güne başlıyorum. Ardından sıcak bir duş mükemmel oluyor. Duşun ardından eşyalarımı, çadırı topluyorum. Bisiklete tam yükleyeceğim bir baktım arka lastik patlamış. Eh ne yapalım hemen lastiği söküp yama yaparak şişiriyorum. Tekerleği yerine takıp eşyaları bagaja yükleyerek hazır hale geliyorum. Can da bu arada anca toplanıyor, çünkü eşyaları toplaması ve yerine yerleştirmesi biraz uzun oluyor. Lastiğimin patlamasıyla aradaki farkı kapatarak aynı anda hazır oluyoruz. Kamp ücretini ödeyerek kahvaltı yapmak için merkeze doğru yola çıktık. Yerde arka tekerlek, iç lastik dışarıda, yanında plastik levyeler ve küçük pompa.
Çay bahçesinde masanın birinde taze börek alarak kahvaltıyı yaptık. Kahvaltıdan sonra cep telefonum çalıyor, telefonda ablam müjdeyi hemen vererek yeğenimin doğum yaptığını bildiriyor. Acalog (büyük amca ) oldum böylece. Duru bebek dünyaya gelmiş beni sevince boğmuştu bu sabah. Hemen yeğenimi arayıp onu kutluyorum Duru bebek için. O kadar heyecanlıyım ki içim içime sığmıyor. İçimden İstanbul’a gidip Ada bebeği görüp koklamak geçti bir an. Neşe içinde yola çıkıyoruz. Gece yağan yağmurun ardından hava masmavi, Güneş yıkanmış, tüm ışıklarını dünyaya saçıyor kimseyi ayırt etmeden. Marmara denizi ve Erdek ardımızda kalıyor giderek. Elçek ile kendimi çekiyorum, başımda kask yok, sarı renkli güneş gözlüğü gözümde, saçlarım omuzlarımdan aşağı salınık.
Yarımada ardımızda kalıyor, gittikçe manzara değişiyor, ilk yerleşim yeri Edincik kasabası. Yeni yerleri görmenin heyecanı var içimde. Zaten Duru bebek yeterince heyecanlandırmıştı. Ağaçlık ve Marmara denizi, denizin ardında dağlar sıralanıyor.
Yol pek işlek değil, arada bir araç geçiyor sadece. Karşımızda dağların tepesinde rüzgar türbinlerini görüyorum. Türkiye’de bayağı çoğaldı rüzgar türbinleri, rüzgar olan yerlerde kurulması olanaklı. Hem temiz enerji. Kavak ağaçları göğe doğru uzamış.
Rüzgar türbinlerinin sağında değişik yapılar görüyorum. Uzaktan ne olduğunu tam olarak çıkartamadım. Binalara benziyor ama dağın başında böyle bir şey yapacaklarına aklım kesmiyor doğrusu. Ne olursa olsun çirkin bir manzara olduğu kesin, doğaya hiç uygun değil.
Bandırma – Edincik yol ayrımına geliyoruz bir süre sonra. Biz Edincik tarafına doğru sapıyoruz tabi ki. Bir süre daha Marmara denizinin kıyısında yol alarak gideceğiz.
Deniz kıyısı temiz ve berrak, sabah girmeseydim denize burada girebilirdim kesinlikle. Kumsalı yok sadece, kıyılar büyük taşlarla kaplanmış.
Bir süre sonra deniz kıyısından yol sola dönüp tırmanma eğiliminde. Artık Marmara denizine hoşça kal diyorum. Önümüzde iki tane sıradağ var. Şimdi birinci sıradağları tırmanıyoruz. İkincisi Edremit – Balıkesir kara yolundan sonra başlıyor. Sıradağlar epey uzun ve bol tırmanma gerektiriyor. Bu tur bana o kadar iyi geldi ki sıradağları aşmak kolay geliyor bana. Zeytin ağaçları arasında gidiyoruz.
Yol kıyısında çeşme çıkıyor karşıma. Çeşmenin yanı başında bir havuz yapılmış, gayet güzel. İşte burada önemli bir durum olduğunu görerek resim çekiyorum. Havuzun taşları gayet düzgün yontulmuş, biraz dikkatli bakınca yontulmuş taşların tarihi eserlerden sökülüp buraya getirilerek havuzda kullandıklarını anlıyorum. Üzüldüğüm nokta şu; tarihi eserleri doğru dürüst koruyamıyoruz. Ne devlet ne de halk, tarihi eserlere gereken ilgi ve önemi göstermiyoruz maalesef. Medeniyetler binlerce yıl önce gayet güzel eserler yapmışlar. Zamanımızda hazır varken yeni eserler de ben yapayım demeden antik yapılardan yontulmuş taşları sökerek kendi yapılarında kullanıyorlar. Bir de tarihi eser yağmacıları var, şimdiye kadar ne var ne yok en değerlilerini çalmışlar. Çok ama çok üzücü bir durum. O kadar tarihi eserleri tahrip etmelerine rağmen yine de ayakta duran eserler var. Yakınlarda mutlaka bir antik kent olmalı diye düşünüyorum. Çeşmede borudan su akıyor devamlı, yanında havuz ve bisikletim KUZ park etmiş durumda.
Güzel bir yol kenarı dinlenme yeri, Okullar açık olduğu için ortalıkta kimseler yok. Burada biraz dinlenerek kendimize geliyoruz. Devamlı yokuş yukarı gidince insan ister istemez böyle güzel yerleri kaçırmadan mola vererek yolun keyfini çıkara çıkara gitmek gerek. Duvar dibinde Can’ın bisikleti dayalı, duvarın üstünde oturma yerleri ve piknik masaları. Daha yukarıda çınar ağaçları. Alt duvar yeşil, üst duvar beyaz badanalı.
Tarihi bir çeşme, kim bilir kim yaptırmış, ama güzel yaptırmış. Böyle çeşmeler olmazsa işimiz zor. Sadece şu yazıları yazmasalar çeşmenin taşlarına iyi olacak. Çok çirkin bir resim çekmek zorunda kalıyorum, yazık, çok yazık. Anıtsal çeşme olarak anılıyor. Roma imparatoru Hadrian dönemine ait ( MS 117 – 139 ) Çeşmenin taşında bu bilgiler yazıyordu.
Epey yükselmişiz, Marmara denizi güzelliği ile karşımda masmavi görünüyor. Karşıda Kapıdağı yarımadası.
Edincik girişindeki mezarlıktaki servi ağacı gösteriyor ki köy epey eski. Servi ağacı yüzlerce yıllık, kimi yerleri kurumuş ama yeni sürgünlerle yaşama devam ediyor.
Yol kıyısındaki düzgün yontulmuş taşlar burada antik dönemlerin yaşandığını gösteriyor. Edincik´in kuruluşu MÖ 4000 2500 yıllarına dayanmaktadır. MÖ 1073 800 dönemlerinde Persler, Makedonlar ve Roma Bizans hâkimiyetinde kalan şehrin adı Adrestia olarak geçmektedir. 1076 yılında Kutalmışoğlu Süleyman Bey tarafından fethedilerek 30 yıl Türklerin egemenliğine girdikten sonra Sultan Kılıçaslan’ın ölümünden sonra 1106 yılında tekrar Bizanslıların egemenliği altına girmiştir. 1329 yılına kadar Bizans egemenliğinde kalan Edincik bu tarihte Orhan Bey tarafından fethedilerek tekrar Türklerin egemenliğine girmiştir. Evliya Çelebi’nin Seyahatnamesinde Edincik´in isminin “Aydıncık Kadılığı” olarak geçtiği ve burada ipek böcekçiliği yapıldığı, tabakhaneleri ve tersanelerinin meşhur olduğu ifade edilmektedir. Edincik´te Osmanlı Devletinin kuruluş dönemine ait Ulu Cami (1368), Kümbet Cami (1470), gibi önemli eserler bulunmaktadır. Edincik’in kısaca tarihi böyle. Yol kıyısındaki taşlar belli ediyor tarihinin eski olduğunu. ( Kaynak Vikipedi )
Burası köyden büyük bir yer. Belediyesi var. Burasını çok beğendim, şirin bir görünümü var kasabanın. Öyle yüksek yapıları yok, tek tük fazla kat çıkmış bazı binalar. Kahvede oturup soda ve çay içerek bir süre dinleniyoruz. Kahvede masalarda oturanlarla sohbete başlıyoruz. Nereden gelip nereye gidiyorsunuz gibi olağan soru cevapların ardından sohbet döndü günde kaç km yol yaparsın yapamazsın meselesine. Biz 89 – 100 km civarı, duruma göre yapıyoruz deyince kahvede bulunan iki kişi başladılar tartışmaya. Birisi yapamazlar bu kadar km diyor, diğeri adamlar buraya kadar nasıl geldi diyerek ağız dalaşına girdiler. Büyük olasılıkla bunlar emekli vatandaşlar. Kasabada kendilerine yapacak iş bulamadıklarından bütün gün kahvede zaman geçiriyorlar. Bütün gün kağıt, tavla yada okey oynuyorlar. Yemek için bile evlerine gitmeyip kahvede köfte ekmek gibi yiyecekler yiyerek karnını doyuruyorlar. Kahveye bizim gibi zor gelen bisikletçileri zor gördüklerinden değişiklik oldu kahvede. Tartışmaya başlayan iki kişi giderek tartışmayı uzatınca, araya girip bizim yüzümüzden tartışmayın diyerek kahveden ayrılıyoruz. Adamların işi yok neredeyse birbirine girecekler bir hiç yüzünden. Kahveden çıkıp kasabanın eski evlerinin resimlerini çekmeye başlıyorum. En güzeli bu bence.
Kasaba da su bol, öyle ki tarihi evin duvarında devamlı akan bir çeşme var. Su borudan direk akıyor, bu ayda akması da su kaynağının bereketli olduğunu gösteriyor. Henüz sonbahar yağmurları da başlamadı. Beyaz badanalı evin duvarına girinti yapılarak boru takılmış. Su devamlı akıyor.
Kasabanın ahşap tarihi cumbalı evleri insanı geçmişe götürüyor. Sokağa ayrı bir hava vermiş. Kim bilir ne yaşanmışlıklar olmuştur ve ne aşıklar pencerenin altında, sevdiceği kızı pencerenin önünde görebilme umudunu asla yitirmeyen genç delikanlılar, sürekli dolaşmışlardır cumbanın altında. Biri sıvalı, badanalı yeni ev. Yanındakiler eski, tahtaları yıpranmış kerpiç evler. Sokak dar, evler birbirine neredeyse değecek. Bu resmi öne çıkan görsel olarak seçiyorum.
Tarihi Ulu cami, Beyaz minaresi uzun, bahçe duvarından görülmüyor ama servilerden anlaşılacağı gibi bahçede mezarlık olması büyük olasılık. Hem de büyük din adamları yatıyor burada. Kim bilir kazı yapılsa Roma dönemine ait hatta büyük İskender’in ünlü komutanlarının mezarları bile vardır.
Daha önce deniz kıyısından ufukta dağların sırtında ki rüzgar türbinlerinin yakınına geliyoruz. Ne güzel bacasız temiz enerji üretiyor.
Rüzgar Türbinlerinin daha da yakınına gelerek dağın zirvesine çıkmış oluyoruz, bundan sonra yükseklerde, dağlarda gideceğiz. Uzaktan gördüğümüz yapılar da burada. Hani manzarayı bozan cinsten yapılar. Buraya büyük, çok katlı apartmanlar yapılmış. Dağın bir kısmını betonarmeye çevirmişler. Bu çirkinliğin resmini çekmiyorum.
Yol güzel görünüyor da bulutlar yine toplanmaya başladı. Yağar mı yağar, belli değil yağıp yağmaması. Hava lodos esmeye devam ediyor, lodos eserse yağmur bir ara yağabilir. Can önde aheste aheste gidiyor, ben de ona ayak uyduruyorum.
Bir ara Marmara denizini tekrar görünce resmini çekiyorum. Marmara denizi de aynı Karadeniz gibi peşimizi bırakmayıp bizden bir türlü ayrılmak istemiyor. Marmara denizi sevdi bizi, biz de onu sevdik, birbirimizden ayrılamıyoruz. Önümde biçilmiş tarla sarı renkte, sürülmeyi bekliyor.
Gittiğimiz yol duble bir yol, ta Çanakkale’ye kadar gidiyor. Bir gün bu yoldan gideceğim elbet. Biz sola Gönen’e doğru pedal çevireceğiz, yolumuz oradan geçecek. Yol üstündeki tabelada; sola doğru Gönen, düz olarak Biga – Çanakkale yazılmış.
Yol kıyısında yine plastik şişeler atılmış öyle duruyor. Şehirlerde belediyenin çöp tenekeleri, çöpçüleri devamlı şehirleri süpürüp temizliyorlar. Peki şehir dışında ki çöpleri kim, nasıl temizleyecek? Böyle görünce üzülüyorum. Yeni sürülmüş tarlada toprak rengi ortaya çıkmış.
Tarlanın birinde sarnıç görünce durup resmini çekiyorum. Böyle kuyular zamanımızda pek görünmüyor. Bu kuyular sulama amaçlı değil, daha çok hayvanlara su vermek için kullanılıyor. Yolda görmediğim şeyleri görüyorum, bakalım daha neler göreceğim. Yollar süprizlerle dolu. Destek direği köşebent demir ile örülmüş. Destek üzerinde uzun bir boru, alt kısmı kısa, üst kısmı uzun olarak kondurulmuş. Alt kısmında ağırlık olduğu üçün ön tarafı yukarıda. Ucunda ip ve kova bağlı.
Bulutlar iyice çoğalmaya başladı.
Ana yol bitiyor nihayet, bundan sonra ara yollardan, köy yollarından devam edeceğiz. Gönen’e varıyoruz, marketin birinden alışveriş yapıyoruz. Bazı şeyler almamız gerekti. Marketin içinde ucuz fiyatı olan çelik termos görünce hemen alıyorum. Biraz vuruktu dış kısmı, benim için önemli değildi. Yiyecek bir şeyler aldıktan sonra kahvenin birinde yemeğimizi yiyoruz. Tabelada; Sola Manyas, sağa Biga – Çanakkale, Düz Şehir merkezini belirtiyor.
Daha sonra yolumuza devam ederek önümüze çıkan ilk köye varıyoruz; Hacıvelioba. Köy yollarından gitme daha eğlenceli benim için. Yollar genellikle eski patikalardan giden yollar sadece biraz genişletilmiş ve asfalt dökülerek yol yapılmış. Yeni yapılan yollar daha düz olduklarından insana sıkıcı geliyor. Köy yollarında ise 300 yada 500 metre sonra yol döndüğü için yolun nereye gittiğini bilmeden pedal çevirmek daha heyecanlı geliyor. Dönemece gelince yeni manzaralar eşliğinde yol yine kıvrılınca değişiklikler böylece devam edip gidiyor.
Ova bitti, şimdi tırmanma zamanı. Vitesleri giderek düşmeye başladı birer birer. Bulutlar giderek çoğalıyor, güneş bulutların arasında kendini göstermekle zorlanıyor. Ara sıra ışık hüzmeleri bulutların arasından kendini şöyle bir gösterip hemen kayboluyor.
Yükseldikçe manzara da giderek güzelleşiyor. Güzellikleri seyretmekte bana düşüyor ve ben bundan mutluluk duyuyorum. Yokuşu çıkmak daha da zevkli oluyor böylece.
Önümdeki dönemeçli yol biraz dik olsa da önemli değil. Dönemeç bilinmeze götürecek beni.
Yol kıyısında dağ çilekleri görüyorum, henüz yeni kızarmaya başlamışlar. Daha olgunlaşmamışlar yalnızca. Pembeleşmeye başlamışlar, yakında olgunlaşacaklar. Kimisi de sararmış halde.
Güzel manzarayı yol kıyısında insanlar tarafından arabalardan atılmış çöpler bozuyor.
Tırmanış devam ediyor hala.
Dağların zirvesine ulaştık sayılır, rakım 470 metrelerde. Bundan sonra iniş zevkli olacak gibi görünüyor.
Yükseklerden inmek çok çabuk sürüyor, bir anda aşağıya iniyorum. Ama iniş keyifli oluyor. Dağların zirvesine çıkarken zahmetli oluyor, terliyorum fazla enerji harcarken. Zirveye çıktıktan sonra inişte rüzgarlığımı mutlaka giyiyorum. Yoksa terli olarak rüzgar alırsan vücut rüzgarın etkisi ile hızla soğuyacağından ısı dengesinden dolayı hasta oluruz. Terli olmak önemli değil sadece rüzgar almayacaksın o kadarcık.
Düzlüğe indikten sonra Koyuneri köyüne yakın bir yerde arka lastiğim patlıyor. Bu gün ikinci sefer patlıyor aynı lastiğim. Tam da yokuşun başında, Can bayağı önlerde, göremiyorum onu. Arka bagajdaki eşyaları indiriyorum, yoksa tekerleği çıkaramam. Bisikletin ayaklı sehpası olunca yere yatırmama gerek kalmıyor, ayaklık çok işe yaradı. Arka tekerleği söktükten sonra iç lastiği çıkarıp patlağı buluyorum. Bunları yaparken traktörden köylü yardım gerekli mi diye soruyor bana. Ben de kendim hallederim diyerek cevap veriyorum. Dış lastiği kontrol edip dikeni çıkararak bir daha patlamasını önlüyorum. Ardından iç lastiğin delik olan yerini bulup yama yapıyorum. Daha sonra iç lastiği takarak şişirmeye başlıyorum. Tam bu arada Can geliyor, merak edip geri dönmüş. Lastiğimin patlak olduğunu görünce yardım ederek tekerleği yerine beraberce takarak hallediyoruz birlikte. Büyük künklerin yanında KUZ par edilmiş, arka tekerlek sökülü. Tekerlek künke dayalı, iç lastik künkün üstünde.
Eşyaları bagaja yükleyip hareket ediyoruz. Önümüzde yokuş var, aheste aheste çıkıyorum. Can ikinci kez çıkıyor bu yokuşu. Bu günkü hedefimiz Balya idi ama bu gidişle varamayacağız gibi. Güneş batmak üzere, Güneş ufukta batmadan önce resmini çekiyorum. Gökyüzünde bir tane uzun bulut var.
Güneş battıktan sonra hava kararmadan Danışment köyüne vardık. Köyün girişinde bir bakkaldan soda içmek için durduk. Sodayı içerken bir bayan geliyor bebek arabası ile bakkala. Bebek çok sevimli, bu sabah yeğenim doğum yapmıştı. Bayana bebeğin ismini soruyorum ? ” Duru ” deyince daha da heyecanlanıyorum. Yeğenimin bebeğine de Duru ismini takmışlardı. Daha yeni doğmuş bebeğimizi görmeden aynı isimde başka bir Duru bebeği görmek büyük bir tesadüf olsa gerek. Çok sevinçliyim doğrusu, Duru bebeği seviyorum doyasıya.
Sodayı içtikten sonra köyün kahvesine gidiyoruz. Merhaba diyerek masanın birine oturarak çayları ısmarladık. Köylülerle sohbet etmeye başladık, içlerinde muhtar azası vardı. İkinci çayları ısmarladı Aza İbrahim Ödül. Hava kararmaya başladı, kalacak yer muhabbeti ederken Muhtar Ertuğrul Danışan geliyor kahveye. O da birer çay ısmarlıyor. Kalacak yeri konuşuyoruz muhtarla, çadır kurabileceğimiz bir yer göstermesini istiyoruz. Muhtar Ertuğrul da bize köy odasında kalabilirsiniz diyerek bizi sevindiriyor. Muhtar Ertuğrul ile azaları ile muhtarlığa giderek biraz da orada oturup sohbet ediyoruz bir süre. Muhtar masasına oturmuş, yanında muhtarlık azaları.
Muhtarlıkta köyde daha önce muhtarlık yapmış olan bütün kişilerin fotoğrafları bir köşede sergilemiş muhtar Ertuğrul. Muhtarların çoğu akraba, aynı soyadı taşıyor Ertuğrul Danışan ile. Bu arada muhtarlıkta bulunan bilgisayardan internete girip gideceğimiz yolu daha yakından görüp yolumuz üzerindeki köylerin isimlerini yazıp not alıyorum. Elimizde detaylı köy yollarını gösteren harita yok. Not almam iyi oldu, hiç olmazsa Bergama’ya kadar olan yolu öğrenmiş oluyoruz böylece. İlan panosunda bir yazı dikkatimi çekiyor
” Babacığım lütfen hızlı gitme, sensiz bir dünya istemiyorum”
Trafikte her yere yapıştırılması gereken bir uyarı olmalı bence.
Daha sonra bisikletleri öylece kahve önünde bıraktığımız yere gelerek eşyalarımızı köy odasına götürüp yerleşiyoruz. Bakkaldan yiyecek bir şeyler alıp kahvede atıştırıp karnımızı doyuruyoruz. Odamıza gelip telefonu şarja bağlıyorum. Ardından uykum gelince yatıyorum. Hava lodos olduğu için yağmur yağma olasılığı vardı. Köyün odasında kalmamız iyi oldu.
Bu gün yaptığımız yol yaklaşık olarak 82 Kilometre civarı.
Aşağıda yaptığımız yolun haritası
Bir solukta okudum. Elinize sağlık
Erdek-Bandırma arasındaki en büyük sıkıntı yol kenarlarına futursuzca atılmış cam şişeler.. Yeri geliyor araçlar bile bu kadar tehlike saçmıyor.