24 Mart 2014 Pazartesi
Doğanbey köyü – Dilek yarımadası – Güzelçamlı – Soğucak
(Kör arkadaşlar için betimleme yapılmıştır)
Dün gece düşümde gördüm o yolu.
Upuzun, belli belirsiz, kıvrım kıvrımdı, ufukta kaybolan.
Demir bir atın üzerindeydim.
Göğüs kafesim soluk soluğa inip kalkıyor, tekerler sanki yukarıya doğru akıyordu.
Rengarenk bir kır cümbüşü vardı, mevsim ilkbahar olmalı.
Kuş ve böceklerin sesine karışıyordu teker sesleri.
Yer gök müydü, gök yer miydi bilinmez. Bir olmuşlar da dansediyorlardı.
Bir parça bulanık, bir parça duru.
Ağaçlar vardı yanı başında, yol iki yana kaymasın diye dikilmiş olmalılar.
Kim bilir belki de yolcunun hedefine bir nirengi.
Pedallarım bir yere, bir göğe değiyordu.
Büyülenmiş, kilitlenmiş ufka doğru yol alıyordum.
Düşüm yol, yolum düş olmuştu dün gece…
Hakan EŞME / Boztepe Yolu / Düş Sonrasına Esin
Öne çıkmış olan görsel, İrfan ile yere oturmuşuz, arkamız dönük, yanımda kahve takımları, ocakta kahve cezvesi, karşıda Samos adası.
Güzel bir uykunun ardından dinlenmiş olarak erken kalkıyoruz. El yüz yıkandıktan sonra ilk önce eşyalarımı toplayıp bisiklete yükleyip hazır hale getiriyorum. Ardından kahvaltılık için bakkaldan alışverişi yaptıktan sonra güzel bir kahvaltı yaparak karnımızı doyuruyoruz. Kahvaltının ardından etrafı temizledik, çöpleri toplayıp odayı bulduğumuzdan daha temiz bıraktık. Son kontrolleri yaparak odayı kilitleyip anahtarı bakkala teslim ederek teşekkürlerimizi iletiyoruz. Muhtarı cep telefonundan arayıp ona da teşekkür ediyoruz bizleri ağırladıkları için. Odanın içinde bisikletim KUZ eşyalar bagaja yüklü hazır bekliyor. Solda sandalye var.
Köy odasından ayrılıp köy kahvesine gelerek ikişer duble sıcak çay içerek güne zımba gibi hazırlanıyoruz. Bu gün pek düz yolda gideceğimizi sanmıyorum. Rotayı dengesiz İrfan yaptığına göre içime şüphe düşmüyor. Bakkaldan ekmek alıyoruz bol, ne olur ne olmaz, diğer yiyecekler çantalarda var. Yola çıkmadan önce bisikletler park halinde zeytin ağaçları altında bekliyoruz.
Doğanbey köyündeki berberi görünce resmini çekmeden olmaz deyip çekiyor İrfan. Berber beyaz bir minibüs ve seyyar olarak köyleri dolaşıyor.
Fazla oyalanmadan yola çıkıyoruz. Dilek yarımadasının burnuna doğru pedallar sakince dönmeye başladı bile aheste aheste. Ufukta burun görünüyor, İrfan ve Selahattin önde gidiyor.
Yolun kıyısında fazla derin olmayan bir mağara karşıma çıkınca durup yakından resmini çekiyorum.
Denize sıfıra yakın yolda gidiyoruz, bizler göremeyiz ama ileride Menderes nehrinin getirdiği alüvyonlar buraları doldurup bereketli tarlalara dönüşecek.
Selahattin ve İrfan önden önden gidiyorlar, yol da hafif kıvrımlarla dalgalı biçimde yükselip alçalıyor. Baharın kokuları denizin iyot kokusuna karışmış bol oksijenli havayı solumak yetiyor.
Dilek yarımadasının burnuna çok yaklaştık, Denizde Büyük Menderes nehrinin getirdiği topraklar zamanla kara parçasına dönüşmeye başlamış.
Ve yolun sonuna geldik, buradan öte yol yok. Sadece restoran var, duvarın dibinde iki tane manken. Biri erkek biri dişi, sanki Medusayı görmüşler gibi öylece donup taşlaşmışlar. Buralara fazla insan gelmiyor anlaşılan. Restorandakiler kalabalık görünelim diye iki tane mankeni sanki orada çalışan birileri varmış gibi davranıyorlar tahminimce.
Yol bittiğine göre rehberimiz İrfan bizi geri döndürerek yüksek sezgilerinle doğru yola götürüp yarımadanın burnundan yukarıya doğru çıkan yolu buldu. Artık çıkmaya başladık yavaş yavaş. Akdeniz bitki örtüsüne ait olan makilik kendini küçük çalılarla donatmış. Eee bahar ayında da mor çiçeklerini açarak gelinliğini giymişler.
Yol toprak ve taşlı, şimdilik bize engel olmadan tırmanmaya devam ediyoruz. Yükseldikçe manzara da o derece artarak bizleri büyülüyor. Rehberimiz İrfan gideceğimiz yolu çıkarmaya çalışıyor etrafı gözlemleyerek. Elbette güvenim tam olarak bizi en güzel yerlerden götüreceğine eminim. Ne de olsa sorumsuz değil mi? İrfan durmuş etrafı gözlemleyip doğru yolda gidip gitmediğimizi kontrol ediyor.
Giderek yükselmeye devam ediyoruz, manzara genişlemeye devam ediyor. Granit kayalardan oluşmuş arazide yaşam ile toprak oluşumunu görüyoruz. Her yıl kendini yenileyen bitki örtüsü toprağın çoğalmasına neden oluyor. Yaşam topraksız olmuyor ama su da gerekli. Denizde fazlası ile su var yaşam için. Denizdeki suyun topraktaki bitkilere ulaşması da yavaş oluyor. İlk önce buharlaşma oluyor, ardından toplanıp bulut olan su damlaları bitkiler üzerine yağıp suya olan hasreti bitiyor ve döngü böylece sürüp gidiyor binlerce yıldır. Deniz ile dik kayalıkların savaşı ise daha yavaş ilerliyor. Görünen o ki deniz kayaların altını oymaya devam ediyor. Oydukça, kayalar belli bir zaman sonra denizin üzerine düşüyor. Bu savaş o kadar yavaş sürüyor ki bizler bunu görebilmemiz imkansız. Anca kısa ömrümüzde sadece bir anını görmüş oluyoruz. Buna bakarak kısa ömrümüzde daha ne kadar yaşayacağımız belli değil. Ne kadardır bisiklete biniyorum, daha ne kadar da bineceğim belli değil. Bisiklete binerek zamanın kısa ama bir o kadar da uzun olduğunun farkına varıyorum. İlk önce yol nasıl bitecek diye düşünürken günler geçtikçe arkama bakınca yüzlerce, binlerce kilometre gitmişim. İşte zamanın farkına varmadan yolda olmak, zamanı yaşamayı seviyorum. O anlardan birini yaşıyorum kısa bir dinlenme anında.
Yüksekteyim, aşağıda denize inen dik kayalıklar, dalgalar kayaları oymuş, kimi kaya parçası denizde küçük adacıklar olmuş. Bu kayalar yamaçtan düşenler.
Yol tamamen granit kaya, dozer bu yolu nasıl açmış belli değil ama yol düz görünüyor.
Kekik henüz çiçek açmış yeşil elbisesini giymeye başlamış. Ortalığı keskin bir kekik kokusu sarıyor. Aldığımız nefese bir de kekik kokusu karışınca kim bilir ne kadar gençleşiyorumdur.
Önümde giden İrfan’a yetişmeye niyetim yok, çünkü yolumuz zorlu. Bakalım daha ne kadar çıkacağız.
Bazen geride yalnız kalınca düşüncelere dalıyorum, işte be düşünürken çektiğim bir resim. Güneş gözlüklü düşünen adam.
Yolu öyle yapmışlar ki bazen iniyoruz yokuş aşağı. Yol çakıl taşlı.
Ama bu iniş kısa sürüyor, tekrar tırmanış başlıyor. Kayalık ve çıplak sayılabilecek bir vadiden çıkıyoruz yukarı doğru.
Dağdaki su kaynaklarını bir varilin içine toplayıp borularla aşağıdaki restorana içme suyu olarak götürüyorlar. Fazla kirletmeden mataradaki suyumu tazeliyorum. Yanımda yeterince su var ama ne olur ne olmaz yedeklerdeki suları da tazeliyorum hazır su kaynağını bulmuşken.
Sarı çiçek diğer çiçeklere göre daha büyük ve rengi daha parlak. Yolun ortasında tek başına öylece güzelliğini sermekten çekinmiyor.
Görünen o ki Dilek yarımadasının burnu epey büyük. Burnunun ucu o kadar büyük ki çık çık bitmiyor, nereye kadar çıkacağımız da belli değil. Ama güzel çıkıyoruz doğrusu, eğim yer yer bayağı sert.
Yoldaşım KUZ hiç yorulmamışa benziyor, elbette hak ettiği yerde en güzel manzarada resmi çekilmeyi hak ediyor. Ben de KUZ’u onurlandırıyorum. KUZ’un çıktığı yol kıvrıntıları yamaçlarda görünüyor ve engin Ege denizi, uçsuz bucaksız.
Samson dağının zirvesi göründü, epey yaklaşmışız. Zirve gerçekten muhteşem görünüyor. Çıkılası zirve bizi davet ediyor tüm azametiyle.
Madem zirve bizi davet ediyor bir resmini elçek yapmak gerek. Üç yoldaş, üç dengesiz, üç sorumsuz ne demeli.
Zirve keyfini sürerken bulunduğumuz yer de benim manzaramı seyretmeden geçme diyor. Manzaranın da isteğini yerine getiriyoruz. Yolun yanında, uçurumun kıyısında oturup manzaranın keyfini çıkarmaya yanımızda bulunan çerezlerle başladık.
Üç dengesizin pistonları dinlendirmek gerek. Denizden gelen hafif rüzgar ile pistonları soğutma çalışmaları. Üç dengesizin kokan çorap ve spor ayakkabıları. Neyse ki sadece biz varız da kokan çoraplar kimseyi rahatsız etmiyor.
İlk önce İrfan poz veriyor kamerama, ardından İrfan da beni çekiyor. Nasıl olsa acelemiz yok, sadece bulunduğumuz anı yaşıyoruz. Bu bize yeter. Uçurum kenarı ve deniz.
Üzerim çıplak, kollarımı iki yana açmış poz verdim İrfan’a.
Doğada bu güzel ortamı bozan tek bir nesne var. Ta dağın tepelerine yakın ıssız, insanların pek gelmediği bu yerde hak etmediği yerlerde gezerken plastik bir şişeyi atmış. Bu güzelim tertemiz, doğal ortama hiç uymuyor, resmi bozmaktan başka bir işe yaramıyor.
Elbette görüntü kirliliği yaratan plastik şişeyi orda bırakamazdım. Şişeyi alıp bagajımdaki heybene sıkıştırıp medeniyetin çöp tenekesine kadar götüreceğim.
Daha önce dağın zirvesine yaklaştığımı sanmışım ama zirve diye gördüğüm kayalık şimdi aşağıda kaldı. Hala çıkmaya devam ediyoruz.
Ağır ağır tırmanırken kulağıma acayip homurtular gelmeye başladı. Acaba su mu kaynatıyorum diye düşünürken homurtular iyice artmaya başladı. Sesin benden gelmediğini anladıktan sonra yılkı atlarını görüyorum birden bire. Yılkı atları bizi görünce çalılıklara doğru gitmeye başladılar. Sürünün lideri çalıların ardından kafasını uzatmış bana doğru homurtular çıkararak sürüyü koruma altına alıyor. Bunun resmini çekmek için hemen telefonu çıkarıp kamerayı açasıya kadar sürü çalıların ardında gözden kayboldu. Sadece sürü lideri olan beygirin resmini çekebiliyorum.
Toprak yol asfalt yola kavuştuğunu görüyorum. Bu yol Güzelçamlı tarafından geliyor. Daha önce Güzelçamlı bisiklet festivalinde yolun belli bir yerine kadar gelebilmiştik. Askeri bölge olduğu için geçişimiz yasaktı bu tarafa. Şimdi ters taraftan gelemediğimiz yola kavuşmamız bir garip oluyor benim için. Yol radara doğru gidiyor, buraları askeri bölge olduğunu İrfan bize söylüyor. Haliyle hedefimize doğru yolumuza devam ediyoruz. Bakalım nereye kadar gideceğiz.
Aşağıda gördüğümüz zirvenin ardındayız şimdi, bu ikinci zirve. Epey de yükselmişiz deniz kıyısından. Denizde dalgakıran gibi kara parçası oluşmuş Büyük Menderes nehrinin getirdiği topraklar doğal mendirek ortaya çıkarmış. Zamanla burası toprakla dolup bahçeye dönüşecek.
Kayalık dağın ardında giden yolda tırmanmaya devam ediyoruz. İleride daha yüksek kayalık zirve görünüyor..
Yükseldikçe ufkum genişliyor, uçsuz bucaksız Ege denizini seyretmek bana büyük zevk veriyor. Ayrıca geldiğim yol da kıvrım kıvrım. Buradan yakın görünüyor ama gel de bana anlat nasıl çıktığımı. Zorlu olsa da halimden hiç şikayetçi değilim. Şikayetçi olmaya hiç niyetim yok. Yolumuz daha olmasına rağmen insana huzur veren yerlere kendi gücümle gelmem bana yetiyor. Arabayla 15 yada 20 dakikada gelebilirdim buraya kadar ama bu kadar güzelliği göremezdim ve mutlu olamazdım doğrusu. Halim ve moralim zirve yapmış gibi.
Çıktıkça çıkıyoruz ve zirveler bitmiyor. Aşağıdan hiç belli olmuyor bu kadar zirve. Dağ tek başına değil demek ki. Bir çok zirve birleşip koca dağı oluşturuyor. Dağa çıkınca bunu anlıyorum.
Tam dağın sırtında yukarıya doğru çıkıyoruz. Bazen etrafta ağaç olmuyor, bazen de çam ormanının içinde neredeyse yol kapanacak çam ağaçları ile.
Dağın sırtındayız, nihayet Samos adasını görebildik. Bir tarafımız kuzey, Samos adası.
Diğer tarafımız güney, Menderes deltası.
Çam ağacı çam kurdunun istilasına dayanamamış kuruyup kurtların gazabından anca kurtulabilmiş. Sıra diğer çam ağaçlarına gelmiş, kimi dalları kurumaya başlamış bile. Çam ağaçları hayvanlar gibi hareket edip kurtların saldırılarından kaçamıyorlar. Dışarıdan hiç bir yardım almadan zararlı kurtlardan kendilerini nasıl savunuyorlar acaba? Elbette kendini koruma mekanizmaları olmalı ağaçların yoksa tüm bitkileri yiyip bitirirlerdi kurtlar ve diğer asalaklar. Çam ağaçları çok olduğuna göre kurtlar o kadar çoğalıp ormanı kurutamıyorlar demek ki.
Yukarısı da Samson dağının zirvesi. KUZ sakin sakin zirveye başını çevirmiş dinlenirken. Gerçi hiç bir zaman yorgunluktan şikayetçi olmadı, demir atım benim. Bisikletim KUZ’un kadro demiri arasında Samson dağı, termos metal suluk yerinde.
Zirve yavaş yavaş bulutları toplamaya başlıyor. Rüzgarın şiddeti giderek artıyor. Bunu ağaçların, ormanın rüzgar uğultusundan anlıyorum. Bulutlar üzerimizden yalayıp geçiyor. İlk defa bulut üzerimden geçiyor. Müthiş bir duygu, bulut sis gibi üzerimizden geçerken bir kayboluyorum, bir ortaya çıkıyorum.
Henüz zirve uzakta, tırmanış bitmek bilmiyor ve İrfan asfalta serilmiş iki seksen beni beklerken buldum. Selahattin bariyerlere dayanmış durumda.
Hiç bir şey demeden kendimi yere atıp sere serpe iki seksen uzanıyorum. Ne kadar kilometre tırmandık belli değil. Yorgunluk belirtileri kendini belli etmeye başladı. Biraz dinlenme iyi gelecek kaslarıma. Henüz acıkmadım ama biraz uzanıp dinlenmek iyi geliyor. Ardından çerez ve kuru yemiş atıştırarak ara öğünü geçiştiriyoruz. Yemeği askeri bölgeyi geçtikten sonra yemeye karar verdik. Zaman zaman üzerimizden ince tabakalar halinde bulutlar geçiyor ve rüzgar da kuvvetli esmeye devam ediyor. Dağın sırtından geçen bulutlar küçük olduklarından tutunmadan geçip gidiyorlar. Sadece sis tabakası gibiler. Aşağıdaki resimde üstümüzde duman tabakası görülmekte. İrfan ile ben iki seksen uzanmış haldeyiz asfaltta.
Karakola kadar asfalt, ondan sonrası yol demeye bin şahit. Karakolun yanından sorunsuzca geçtik. Bisiklete binmenin imkanı yok. İri taşlarla yapılmış sanki. Yada taşları olduğu yerde kırmışlar. Zirveye yakın olduğumuz için etrafta ağaç yetişmediğinden toprak denen nesne yok. Safi kayalık ve küçük, bodur çalılar var o kadar. Bir de yokuş bitti, iniş başladı ama eğim % 30 civarında olmalı ki bisikletleri elimizle ardıma dayanarak bisiklete, geriye doğru yüklenip yavaş adımlarla inmeye başladık. Ara sıra ayakkabım kayıyor. Belli bir bölüm böyle iniyoruz dikkatlice. İrfan inmeye çalışıyor taşlı yolda.
İki dağın arasından denizi ve Güzelçamlı sahilinin bir kısmını görebiliyorum.
Karşımızda en yüksek ikinci zirve. Bisikletler elde hala inmeye devam ediyoruz. Etraf hala kayalık.
Karakol ve birinci zirve de radar var. Karakoldaki askerlerle İrfan konuşmuş ben gelmeden ve hiç durmadan aşağıya inmeye başlamıştık. Aslında askeri bölge burası ama bizim gibi bisikletle gelen olmadığı için bize bir şey demeden geçmemize izin verdiler sanırım.
Dağın tam sırtında deli rüzgarlara yıllarca meydan okumuş bir çam ağacı karşıma çıkıyor. Her ne kadar rüzgara ve karların ağırlığına karşı direnmiş olsa da çam ağacı garip bir şekilde eğri büğrü, kimi dalı rüzgar ve kar karşısında dayanamayıp kırılmış bir şekilde kocaman bir ağaç olmuş. Sanki kollarını açmış birini kucaklar gibi.
Ne işimiz var arkadaş bizim böyle yerlerde demeden kayalı yoldan inmeyi başardık bir şekilde. Hep bisiklet bizi taşıyacak değil ya biraz da biz onu taşıyalım değil mi? İrfan inerken poz veriyor bisikleti ile. Taşlı yolda sarı çiçek demet halinde açmış.
Burası da Büyük Menderes deltası, geldiğimiz yer. Dağın tepesinden henüz tam açıklığa gelmeden dar görüş alanından bile çok geniş bir alanı görebiliyorum. Gördüğünüz son üç resimde yamuk yumuk ağacın olduğu yerden çektim. Manzara sürekli değişmekte nereye baksam.
İndiğimiz taşlı dik yol biraz uzaktan gördüğünüz kadarı ile fazla uzun değil ama sürekli ayaklarımızın kaymasından dolayı inmemiz epey zaman aldı.
Dağın zirvesine yakın yamaçlarda, güney taraftan inmeye devam ediyoruz. Geldiğimiz yol görünüyor.
Kendimi uçakta gibi hissediyorum. Aşağısı küçük ve alabildiğine geniş. Bir on yada yirmi yıl sonra aynı manzarayı göremem. Menderes nehrinin getirdiği alüvyonlar o zamana kadar denizi dolduracak. Ardından yeşil bitki örtüsü kaplayınca yeni tarlalar ekilip biçilecek. Belki şimdi deniz olan yerde ben bisiklet bile sürebileceğim. Nehrin deniz ile buluştuğu yerin epey açığında mendirek gibi toprak parçası dalgakıran görevi görüyor.
Samson dağının güneyinde düz yolda gidiyoruz.
Dalgakıran gibi olan yerin daha da açığında küçük bir ada görünüyor.
Bazen birbirimizden uzaklaşıyoruz. Fazla da ayrı kalmamaya çalışıyoruz. Ne olur ne olmaz. Topraklı yol bazen iri taşlı yola dönüşüyor. Birbirimizi gözden kaybetmeden, kah birlikte gidiyoruz kah iki kişi, kah tek başına. Ama yol arkadaşlarım çok iyi, birbirimizle uyum içinde yolculuğumuz sürüyor. Selahattin bisikleti ile yürüyor.
Büyük Menderes nehrinin meydana getirdiği büyük ovayı tamamıyla gözlerimin önünde seriliyor. Dün gezdiğimiz Miletos antik kenti, sol tarafta Bafa gölü, gölün üstünde Beşparmak dağları. Manzara uzayıp gidiyor gözlerimin önünde. Böyle güzellikleri yaşamak, görmek herkese nasip olmaz. Ben kendimi şanslı hissediyorum. İyi ki bisiklete başladım. Bisiklet bana görmediğim güzellikleri görmemi sağladı. Sabırla pedala basa basa ta Samson dağının zirvesine yakın yerlere kadar bisikletim KUZ beni çıkardı. Daha ne isteyeyim ki.
Tek rakibimiz abdurrahman çelebiler. Keçi sürüsü bizim gibi bisikletçileri karşılarında görünce korkup kaçıyorlar. Anca bir kaç tanesinin resmini çekebiliyorum. Belki de ilk defa bisikjletçi gördüler bu dağlarda gezen. Dağların hakimi sadece onların olmadığını gösterdik böylece. Sürünün lideri bizleri kontrol ederek geri çekilmeye devam ediyor keçi sürüsü.
Henüz Dilek yarımadasının güneyindeyiz. Samson dağının ikinci zirvesinin etrafını dolanıp kuzey tarafından aşağı ineceğiz. Aşağıda Büyük Menderes deltası görünüyor.
Dağın yamacında küçük tepeler gelişi güzel yayılmış.
Bazı yerlerde yamaç derinlemesine iniyor. Yolun bir tarafı uçurum, bir tarafı dimdik kayalık, duvar gibi. Dağın son dönemecini dönüyoruz.
Tam ineceğimiz son noktada ilginç çakıllı kumlu yere geliyorum. Durup inceliyorum bir süre. Sanırım bulunduğumuz yer bir zamanlar deniz seviyesinde Menderes nehrinin kıyısında olan çakıl ve kumluk alan zamanla depremlerin etkisiyle denizden 1000 kusur metreye kadar yükselmiş. Arabistan yarımadasının Akdeniz’e paralel olan Anadolu’nun altına girmesi ile sıkışan zemin binlerce yılda bu kadar yükselmiş. Kayalaşmış kumlar, aralarında çam ağaçları çıkmış.
Dağın etrafını sonunda dolanmayı başardık. Kavşaktayız artık, bundan sonra iniş başlayacak. Buraya kadar çıkamamıştım daha önce. Şimdi ise tersinden çıkıp kanyonun bitiş yerindeyim. İnişimiz sol taraftaki yoldan başlayacak. KUZ beni bekliyor şahlanmak için.
Yoldaşlarım Selahattin usta ve İrfan arkamdan inişe geçtiler.
Artık ormanın içindeyiz, ağaçların boyu güneşi kapatacak kadar büyük.
Ve toprak yol tamamen çamların gölgesi altında.
2. havuza geldik çabucak, halbuki aşağıdan çıkanlar bu havuzdan bahsetmişlerdi geçmiş yıllarda. Daha aşağıda 1. havuz var. Hazır suyun başındayız, güneş te batıya doğru çoktan devrilmişti. Karnımız da acıktı doğrusu, burada yemek molası vermeli.
Havuza akan çeşmede elimi, yüzümü yıkayıp arındıktan sonra suları tazeleyip hazır çorba, makarna, içine ton balığı boca ederek bir güzel karnımızı doyuruyoruz. Farkında olmadan kurt gibi acıkmışız. Zaten dağlarda geziyoruz, bir o kadarda tırmanmışız yokuşları. Yemekten sonra çayı da demledik. Sanki piknik yapıyoruz ormanda. Ormanda fazla güneş görmediğimizden uzun kollu poları giyiyorum. Hem inişteyiz hem de hava serinlemeye başladı. Yol kıyısında park etmiş bisikletler.
Yerde sofrayı kurmuşuz, İrfan tencereye sıcak su döküyor. Selahattin de bana bakarken çekiyorum.
Bu kez ben oturuyorum, Selahattin bizi çekiyor. Yerde bağdaş kurmuşuz.
Kahve içmek için uygun bir yer bakıyoruz. Artık karnımız doymuştu nasıl olsa. Kahve de her yerde içilmez değil mi? İnişe devam ediyoruz, karşıda Samos adası .
Rehberimiz İrfan kahve içilebilecek en uygun yeri nihayet buluyor. Kahve takımımı ve ocağı çıkarıp kahveyi pişirmeye başlıyorum. Cezve ocağın üstünde, İrfan yanımda oturuyor. Selahattin bizi çekiyor.
İki dengesiz yolun kıyısına oturmuş, karşıda Samos adası, ayaklarımızın altında derin kanyon ve yarılmış kayalıklar. Böylece ufka bakarak eşsiz manzarada kahve içmenin keyfini yaşıyoruz sorumsuzca. Akşam serinliğinin denizden getirdiği hafif esintinin içinde iyot kokusu çam polenleri ile birleşerek bize kadar ulaşıyordu. Kahvenin hatırı burada kaç yıl sürer bilinmez. Çünkü zaman geçmiyor, adeta durdu Dünya ve kahve fincanlarımız da bitmek bilmedi yudumlarımızla. Bu resmi öne çıkan görsel olarak seçiyorum.
Bu kez ben de Selahattin ile İrfan’ı çekiyorum.
Kahveler pişti, en güzel manzarada kahvelerimizi içiyoruz, üç kahve fincanını ileri doğru uzatıp Samos adası manzaralı çekiyorum.
Benim deri montu İrfana verdim, kalın bir şey getirmemişti. Hava da epeyce serinledi. Çamların içindeki yolda İrfan iniyor yokuş aşağı.
Benim ise polarım vardı. Yelek ise rüzgarı kesmeye yettiğinden hızlı inişimizde hiç üşümedim. Kendimi elçek resim çekiyorum.
Aşağıdan çıkanlar için 1. havuz, yukarıdan inenler için 2. havuz. Hangisinin olduğuna siz karar verin. Bana göre 2. havuz, çünkü ben yukarıdan indiğim için 2. havuz oluyor. Daha önceki yıllarda bu havuza kadar çıkmıştım, daha yukarı çıkamadan geri dönünce içimde bir burukluk kalmıştı. Bu gün bunları, geçmişi düşünerek burukluğu bir kenara ittim. Havuzun başında son defa suları tazeleyip biraz dinlendik. Gerçi pedal çevirmeden iniyorum ama fren sıkmaktan kollarım ağrımaya başlamıştı. İrfan ile Selahattin’i havuz kenarında otururken çekiyorum elçek ile, solda bisikletler park halinde.
Kanyonun içine girdik, kayalıklar dik olarak yukarı doğru çıkıyor. Yol toprak ve taşlı olduğundan dikkatli inmek gerektiğinden öyle kendimi bırakmadan fren sıkarak inmeye devam ediyordum.
Devamlı akan derenin etrafı çınar ağaçları ile sarılmıştı. Kimisi devasa boyuttaydı. Gördüğünüz çınar ağacının gövdesindeki oyuğa rahatlıkla bir oda yapabilirsiniz. Bu tek odalı evde insan yaşayabilir ormanın içinde.
İnişimiz gayet güzel devam ediyor. Böyle güzelliğin içinde bisiklete binmek ömre bedel sanki. Önde olan Selahattin’i çekiyorum, İrfan arkasında.
İrfan da yanımdan geçerken çekiyorum.
Kanyonun dar yerlerine vardık. Dik kayalıklar bıçakla kesilmiş gibi dümdüz. Sanki Poseidon Zeus ile kavga ettiğinde olmuş gibi. Poseidon öfkesinden deliye dönmüş, köşeye sıkıştırdığı Zeus’u mahvetmek için yabasını Samson dağına vurunca dağ ikiye ayrılarak bu derin kanyonu ve kayalıkları meydana getirmiş.
Çay az ama usulca akıp gidiyor denize kavuşmak için
Kanyonun kimi yerleri o kadar derin ki güneş burada çoktan batmıştı.
Kanyonun sonuna yani dibine vardık. Zorlu ve zor olduğu kadar keyifli bir yolculuktan mutlu ve huzurlu bitirmenin tadına varıyoruz. Gerçi kalacağımız yere epey var ama asfalt yola çıkmak sanki turu bitirmiş gibi hissetmeme neden oldu. Az ileride asfalt yol görünüyor.
Kanyondan çıkıp asfalt yola geldikten sonra hızla milli parkın giriş kapısına varıyoruz. Kapıdaki görevli artık kimseyi beklemediği için kendi havasında olduğundan bizleri fark etmedi bile. Fazla oyalanmadan yolumuza devam ederek Selahattin ustanın evine gelerek sıcak bir duşun ardından yemeğimizi yiyoruz. Kahve ve çay faslından sonra mayışan bedenler uyku ister diyerek misafirhanemize çekilerek tatlı bir uykuya dalıyoruz İrfan ile birlikte.
Bu gün yaptığımız yol yaklaşık olarak 53 Kilometre civarı.
Aşağıda yaptığımız yolun haritası görünüyor