Etiket arşivi: athena

8. Az Bilinen Antik Kentler Bisiklet Turu 3. Gün

22 Nisan 2019 Pazartesi

( Kör arkadaşlar için betimleme yapılmıştır )

Ildırı- Barbaros – Özbek – Çeşmealtı – Urla İskele

 

Hangi taşı kaldırsam
Anamla babam
Hangi dala uzansam
Hısım akrabam
Ne güzel bir dünya bu

Ruhi Su

 

Öne çıkmış olan görsel, yeşil renkli çadırın içinden fışkıran aile mutluğu, Anne, Baba ve Çocuk gülümsüyorlar.

DSCN7110

Sabah erkenden uyanıp toparlanıyorum, bisikletim KUZ ve kıytırık yola çıkmaya hazır. Kahvaltıyı yapıp hızlıca antik kente çıkıyoruz. Hakan Sevin de beni takip ediyor. Köy sokaklarında, taş evlerin arasından yukarıya doğru yürüyoruz.

DSCN7113

Evlerin bahçelerinde limon ağaçları görüyorum, üstünde de bir sürü limon var. Sahibi henüz toplamamış, halbuki çiçek açma zamanı.

DSCN7114

Yukarıya çıkarken turdaki en yaşlı kişiyi görüyorum bankta oturmuş dinleniyor. Halit Gener bisiklete başladığından beri tanıdığım abimiz. Nedense kaskı eline almış sallıyor. Elinde de eldivenlerini giymiş. Bankta Çeşme belediyesi yazılmış.

DSCN7115

Eritrai Antik kentine çıktık, girişindeki tabelada ok işareti ile; Tiyatro, Agora, Akropol, Athena tapınağı, Matrone kilisesi yazılmış. Antik kenti yeşillikler kaplamış durumda.

DSCN7116

Antik kentin kalıntıları, mermer temel taşları.

DSCN7117

Ağaçların arasından giden dar bir geçitten tiyatroya doğru gidiyorum.

DSCN7118

Antik kentin düzlüğünde tarlada enginar ekilmiş, tam da başları olgunlaşmış durumda.

DSCN7119

Enginar tarlasının içinde kırmızı başlıklı kızı gördüm. Elinde fotoğraf makinesi enginarları yakından çekiyor. Nedense bu kız kaskını hep kafasında unutuyor.

DSCN7120

Enginar tarlasında kırmızı başlıklı kız olur da kırmızı gelincik çiçekleri olmaz mı? Olur tabi ki. Boyları kısa olup enginarların gölgesinde olsalar da yeşilliğe ayrı bir renk kattıkları kaçınılmaz.

DSCN7121

Mor çiçek açmış yaban otları da kıyıda kendini gösteriyor çekinmeden.

DSCN7122

Bahar ayının müjdecisi sayılan, Aşk fallarında yaprakları koparılsa da papatyalar açmaya devam ediyorlar. Mor çiçekler arasında papatya çiçekleri.

DSCN7123

Kırmızı rengi ile insanı adeta büyülüyor gelincik çiçeği.

DSCN7124

Tiyatro yamaca yapılmış doğal oturma yerleri bitkilerin örtüsü altında kalmış. Gerçi çoğu taşlar taşınıp götürülmüş, çok az taş kalmış.

DSCN7125

Sahnenin ortasındaki ağacın dibinde toplanmış arkadaşlar. Ben de yanlarına gidiyorum.

DSCN7126

Arkeolog Selen Kanat bir taşın üzerine çıkmış Eritrai hakkında bilgileri aktarıyor dinleyicilere.

DSCN7127

Sahnede  yontulmuş taşlar dizilmiş yan yana.

DSCN7129

Dinleyiciler arasında, annesinin yanına oturmuş bir kız çocuğu konuşulanlardan bir şey anlamıyor, kendi dünyasında.

DSCN7130

Selen Kanat gayet ciddi bir eda ile anlatmaya devam ediyor çıktığı taş üzerinde. Tanzer Kantık ta pür dikkat dinliyor anlatılanları.

DSCN7131

Mor çiçek açmış yabani otlar arasında resim çeken Hakan’ı yukarıya çıkan taş basamaklarının altında.

DSCN7132

Tiyatroda sağlam bir tek bu taş merdivenler kalmış, büyük bir olasılıkla kaçak kazı yapanlar ve köylüler rahat yukarı çıkıp inebilsinler diye sağlam bıraktıklarını tahmin ediyorum. Hatta eksik olan basamakları da küçük taşlarla örmüşler çimentolu harç ile.

DSCN7134

Tiyatronun en üst bölümüne çıktım. Aşağıda toplanmış dinleyicileri çekiyorum bir poz. Etraf yeşil ağaçlarla kaplı.

DSCN7135

Buradan uzaklardaki tarihi değirmenin yapısını da görüyorum. Yakınlaştırıp çekiyorum. Arkası masmavi deniz manzaralı.

DSCN7139

Tiyatrodan sonra patika devam ediyor. Buraya tabela konulmuş üç tane. Athena tapınağı, Matrone kilisesi. En altta da kırmızı zemine; Arkeolojik alanda ateş yakmak, piknik yapmak ve çadır kurmak, çöp atmak yasaktır ibareleri yazılmış. Bu yasakların yanına kaçak kazıları da yazsalardı daha iyi olur. Çünkü tüm antik kentlerde  resmi kazılardan çok kaçak kazılar yapılmakta ve sadece altın bulup zengin olma hayalleri karşısında dikkat etmeden tarihi kalıntılara büyük zarar vermekte ve yok etmekteler.

DSCN7140

Athena tapınağı görünürde yok, otların arasında kalmış bir kaç temel taşından başka. Bunun yakınında Matrone kilisesinin bir kaç duvarı ayakta duruyor. O da zamanla küçülüyor sanki. L biçiminde kalmış duvarda büyük bir niş var.

DSCN7142

Athena tapınağına ait temel kalıntıları otlar arasında neredeyse kaybolmuş.

DSCN7143

Kilisenin kalın duvarlarındaki kapı.

DSCN7147

Yuvarlak, küçük bir aydınlatma penceresi dört taş ile yapılmış. Yanlardaki iki taşın uç kıvrımlarında çıkıntılarla süslenmiş. Pencere deliğinden bakınca manzarada yeşil tarlalar ve dağlar görülüyor.

DSCN7152

Yukarısını merak eden iki kadın çıka geliyor.

DSCN7154

Athena tapınağının temel duvarı düzgün taşlardan örülmüş. Aşağıdan yukarıya doğru bir sıra ince taş, bir sıra kalın taşla örülmüş 7 sıra.

DSCN7155

Tabelada yazmasa da buradaki duvarda taşların pentagon şekli ile örülen duvar. Pentagon (beşgen) örülmesi nedeni ile Eritrai sarayının duvar kalıntısı olduğu kesin. Duvar taşları beşgen, ölçüsüz ama birbirine sıfır olarak yontuşmuş. Bu bir zenginin, ya da kralın sarayı olmalı.

DSCN7156

Yabani buğdaygillerin başakları arasında fışkıran kahverengi, tüylü bir çiçeğin tomurcuğu boy göstermeye başlamış.

DSCN7159

Bir gelincik çiçeğinin içinde bir böceği görünce resmini çekmeye çalıştım. Kameranın özelliklerini bilmediğimden bir türlü ne gelincik çiçeğini ne de içindeki böceği çekebildim. Makine çiçekte odaklanmıyor da daha arkadaki otların sapları netleşiyor. Kırmızı taç yaprakları içinde yeşil renkli osuruk böceği. Dibinde de siyah renkli erkek ve dişi organlar bulanık çıkmış.

DSCN7162

Yukarıdan aşağıdaki toplanmış bisikletçileri görüyorum park yerinde. Antik kente çıkmamış olanlar burada toplanmışlar. Otoparkın ötesinde papatya tarlası var. Köylülerin yol kıyısına kurdukları renkli pazar şemsiyeleri açık durumda. Gölgede ürünlerini satıyorlar yoldan geçenlere.

DSCN7163

Kıyıdaki en yüksek tepe olan antik kent uzaklardan görülüyor. Birisi de bir direkte Türk bayrağı dikmiş.

DSCN7164

Köy dışında giderek artan yapılaşma kıyı şeridini talan etmeye devam ediyorlar. Çirkin beton evler sahili neredeyse kaplamış durumda. Sahipleri yılda sadece bir kaç gün, ya da en fazla bir ay oturdukları yazlıklar ölü yatırım olarak sakin duruyor.

DSCN7165

Buradan oniki adalar dedikleri manzara görülüyor. Adalar düz ve yassı mavi denizin içinde.

DSCN7166

Demirlemiş bir balıkçı teknesi denizde.

DSCN7170

Aşağıya baktığımda yola çıkmışlar bile. Bir kişiyi yakınlaştırıp çekiyorum bisikleti sürerken.

DSCN7171

Kıyıya yakın küçük bir ada, adada maki çalılar, yeşil çimenler ve ucunda bir ağaç var sadece.

DSCN7173

Ağacı iyice yakınlaştırıp çekiyorum. Yeşil çimenleri tam ucunda kayaların başladığı yerdeki ağaç sanki denize, rüzgara meydan okuyormuş gibi.

DSCN7174

İsmini bilmediğim bisikletçi kadını kayaya oturmuş olarak çekiyorum. Türk bayrağı rüzgarda dalgalanıyor deniz manzaralı.

DSCN7183

Antik kentten aşağı, köye indik. Köylü kadınların yaptığı bez bebeklerden Nazende’yi çekiyorum. Ayağında papuçları, çorapları, çiçek desenli elbisesi, baş örtüsü ve örgülü saçları.

DSCN7199

Arap bacı bez bebek, ismi  Çitlembik. Rengarenk eteği, kırmızı elbisesi, boyun bağı, başına bağladığı baş örtüsü ve halkalı küpeleri ile taş duvar kenarına oturtulmuş

DSCN7200

Aralarında da İsmet abi de var. Mavi spor ayakkabısı giymiş, kahverengi pantolonu, bir bacağını altına alarak oturmuş tahta sandalyeye. Kare desenli gömleğini giymiş, başında şapkası ile bıyıklı İsmet abi keyif çatıyor. Yanındaki taburede tepside kahve fincanları var.

DSCN7201

Bunun gibi bir çok bebek daha var yan yana konulmuş. Herhalde satıyorlar bez bebekleri.

DSCN7203

Resim çekme işini bitirip hızlıca aşağı inerek bisikletime biniyorum. En arkada kalanların peşinden gitmeye başladım. Deniz kıyısından sonra yokuş başlıyor, tırmanacağız biraz. Önümde Hakan ve yokuşu tırmananları çekiyorum.

DSCN7204

Yokuş başlayınca zorlanıp çıkamayanlar var. Kimisi bisikletten inmiş duruyor, kimi yürüyor, kimi de  S çizerek sertleşen yokuşu tırmanmaya çalışıyor.

DSCN7205

Yoldaki tek çeşme olan yerde duruyorum, sıkıştım ve tuvalete girdim. Tuvaletin içerisi karanlık, küçük penceresinden aydınlıkta kalan bisikletim KUZ ağacın gölgesinde dinlenirken çekiyorum. Çerçeve duvarların karanlık kısmı oluyor resmin.

DSCN7208

Çeşme bir evin yanında, borudan sürekli su akıyor. Su şişelerini dolduruyorum çeşmeden, sıcaklaşan havada biraz terledim. Kollarımı ve elimi yüzümü yıkıyorum bol su ile.

DSCN7209

Bu gittiğimiz rota Eurovelo bisiklet rotası. Tabelada Efes – Mimas bisiklet yolu, Pınar yazıyor. Tabela akan çeşmede olduğumuzu gösteriyor.

DSCN7210

Çeşmeden sonra sertleşen bir yokuşu çıkmaya başladık. Yol yukarıya doğru zig zak olarak çıkıyor, Sağımız zeytinlik, solumuz çam ormanı.

DSCN7211

Yokuşun ucunda dönemece yaklaşan bir bisikletçi ağır ağır pedal basıyor.

DSCN7213

Kısa sürede olmasa da tepeye yaklaştım. Üç bisikletçi tam yokuştan aşağı inerken yakalıyorum bir poz. Üçü de omuzun az aşağısına kadar görünüyor asfaltın ardında.

DSCN7217

Zirvede her zaman kayalıklar olur. Yağmur, erozyon, rüzgar burada fazla toprak biriktirmez. Kayalar ortada kalır yalnız olarak. Zirve böyle bir şey; Yalnızlık.

DSCN7218

Zirvede bir süre soluklanıyorum. Bundan sonra Barbaros köyüne kadar iniş ve düz olacak. Karşıda Kadıovacık köyü görünüyor.

DSCN7219

Kadıovacık köyünde mola vermeden geçiyoruz. Biraz daha gidince Barbaros köyü göründü uzaktan.

DSCN7221

Herkes gelmiş, en son ben geliyorum Barbaros köyüne. Bisikletler yol kıyısına park edilmiş durumda. Köy sokağında geziniyor arkadaşlar.

DSCN7222

Köy kahvesine yerleşmişler bile, herkes çay, soda, kahve içerek dinleniyor.

DSCN7224

Bizi araba ile takip eden Şeyma ve Güneş gelmişler. Güneş mavi kahve sandalyesine tutunmuş ayakta duruyor annesinin yanında. Başına güneş geçmesin diye mavi şapka takmış Güneş’e.

DSCN7225

Kahvede oturacak yer bulamayanlar kaldırıma, duvar dibine gölgede oturmuş dinleniyorlar.

DSCN7226

Kahvenin küçük sehpasının yanına Cem oturmuş, ayakta İlknur ve Tanzer poz veriyorlar çay içerken.

DSCN7230

Başkasının gözünden yansıyan başkası. Güneş gözlüğünün camı ayna gibi Hakan’ı yansıtıyor. Hakan sandalyede oturmuş poz veriyor sanki.

DSCN7231

Barbaros köyünde kumanyaları yedik, Herkes dinlendikten sonra yola çıktı. Manzara kahvesine çıkan yokuştan değil de küçük bir ovadan düzlükten giderek İzmir – Çeşme otobanını yanından gidiyoruz. Burada tarihi Tatar köprüsü var. Burada kahve molası vereceğiz. Saçlarım salınık halde Hakan benim makinem ile yakından çekiyor.

DSCN7241

Tatar köprüsünün üzerinde yere oturarak kahve takımlarımı çıkarıp kahve pişirmeye başladım. Hakan da beni çekiyor kahve ocağının üzerindeki cezve ile.

DSCN7253

Sonra Hakan da yanıma gelip oturdu. İkimiz beraber çekiliyoruz. Tepede rüzgar türbinleri dönüyor.

DSCN7255

Olcay da yanımızda, telefon ile konuşurken uzaklaşsa da ben yakınlaştırıp çekiyorum.

DSCN7256

Kahvemizi içtik, Hakan ve Gündüz’e köprü üstünde durmalarını söyleyip aşağıdaki yola geldim. Bisikletim KUZ ve Kıytırık ile köprüyü olduğu gibi çekiyorum.

DSCN7260

Hakan ve Gündüz bisikletleri elinde poz veriyorlar köprü üzerinde. Köprüde üç göz kemer var.

DSCN7262

İyice yakınlaştırıp tanınacak kadar yakınlaştırdım optik zoom ile. Hakan, Gündüz ve bisikletleri kafa kafaya vermiş.

DSCN7263

Resim çekildikten sonra bisiklete binip yola çıktılar. Bisikletin üstünde ilk önce Hakan’ı çekiyorum.

DSCN7268

Ardından Gündüz’ü çekiyorum.

DSCN7269

Otobanın altından geçerken tünelin içi karanlık, dışarısı aydınlık olunca Hakan ve Gündüz karanlık, önlerindeki çam ormanı aydınlık ve görünür durumda.

DSCN7271

Otobanın yanındaki toprak yoldan inmeye başladık dikkatli olarak. Yerde mıcırlar var ve tekerleği kaydırıyorlar. Birden bire keçi sürüsü çıktı önümüze. Mecburen kenara çekilesiye kadar bekledik.

DSCN7274

İki at ve yeni doğmuş bir tay otlakta otlanırken. Anne at simsiyah, tay açık kahverengi. Diğer at siyaha yakın kahverengi renginde. İleride iki katlı çiftlik evi.

DSCN7276

Biraz daha gittikten sonra kahverengi bir at, yeni doğmuş tay yerde yatıyor. Acaba bir şey mi oldu diye dikkatli bakınca tay yerde bir süre yatıp kalktı. Biz de yolumuza devam ettik.

DSCN7277

Grup bizden epey ileride ama neredeler bilemiyorum Peşlerinden gidiyoruz. Ana yola çıktık, Deniz kıyısındaki İskender köprüsünde durmayıp  Torasan yönüne saptık ana yoldan. Buradaki yol denizden yüksekliği 50 santimden ağağıda. Neredeyse denize sıfır dedikleri yerden bisiklet sürüyoruz. Gel – gitler de deniz yola kadar gelip uzaklaşıyor. Şimdiki durum deniz epey ileride. Yer kumluk ve çamur.

DSCN7278

Özbek köyüne doğru düz yoldan gidiyoruz. En arkada kalan üç kişiyiz. Hakan, Gündüz ve ben.

DSCN7280

Düz yoldan giderken akan küçük bir dereye yaklaşınca birden bire deniz tarafından gelip yolun altından, dere yatağından geçen masmavi, yaldır yaldır, parlak mavi arı kuşu önümüzden geçti. Ben ve Hakan bisikletin üzerinden arı kuşunun uçup gitmesini izledik sadece. Her şey bir anda olup bitti. Masmavi arı kuşu acelesi varmış gibi bize bir resmini çekecek fırsat vermedi. İşte o derede sular akıyor usul usul. Başlarında çilli horoz ve 7 tavuk hiç bir şey olmamış gibi yemleniyorlar dere kıyısında. Derenin bir kısmında otlar coşmuş, yemyeşil.

DSCN7281

Özbek köyüne geldik, burada grup geçip gitmiş bile. Özbek köyünün geçmişi epey eskilere dayanıyor. Buradaki iki aynalı çeşme taştan yontulup yapılmış. Osmanlıca harflerle aynasına yazılar yazılmış. Haliyle Osmanlıca bilmediğimden anlamıyorum ne yazdıklarını. Çeşme var ama akan bir musluk yada boru yok maalesef. bir de güzelim taşları beyaz kireç ile tamamen boyamışlar.

DSCN7282

Hakan köy sokağında bisiklet sürerken.

DSCN7283

Tipik bir köy evi, yeşil kapısı ve yeşil panjuru olan ev tek katlı. Kiremitlerin yarısı eski oval kiremit, diğer yarısı yeni tip kiremitle kaplı. Tuğladan örülmüş bacası iki kiremit ile piramit olarak kapatılmış yağmur girmesin diye. Duvarlar beyaz kireç vurulmuş.

DSCN7284

Caminin bahçesinde bilmem kaç asırlık servi ağacı zamana karşı direniyor. Üst kısmındaki kalın dallarının çoğu kurumuş, yanlardan yeni dallar yeşerip açmış.

DSCN7285

Gövdenin yarısı yukarıya kadar kuru olan servi ağacı yine de yeni sürgünlerinden yaşamaya tutunmuş. Yeni sürgün dediğime bakmayın, kim bilir kaç yıl olmuştur çıkalı. Dalların kalınlığından belli. Asırlardır yaşamasına rağmen hala kozalak vermeye devam ediyor.

DSCN7290

Özbek köyünden kestirme yoldan Çeşmealtı’na gideceğiz. Biraz yokuş olsa da çıkmayı başardık ve zirvedeyiz. Zirvede rüzgarlıkları giyiyoruz inmeden önce.

DSCN7294

Zirveden Urla karantina adası ve İzmir’e doğru  olan evler, Güzelbahçe tarafları ve Narlıdere üstünde olan ikiz tepeler dağı görünüyor. Karantina adasına bağlı taş döşeli bir yoldan geçiliyor.

DSCN7299

Hızlıca inişe geçtik, Çeşmealtı yazlık evleri görünüyor daha düzlüğe gelmeden. Denize çıkıntı yapmış bir adacık karaya bağlantılı. Daha ileride adalar var.

DSCN7310

Urla İskele de kum denizine geldik akşam olmadan. Burada kamp yapacağız bu akşam. Olcay önceden gelmiş, Güneş’i salıncağa bindirmiş sallıyor. Olcay ile konuşuyorum, biz geldik herkes geldi mi diye soruyorum. O da herkesin geldiğini bildiriyor.

DSCN7312

Kendime uygun bir yerde çadırımı kurup yerleşiyorum. Akşam yemeğini birlikte yedikten sonra henüz havaların sıcak olmadığı bir zamanda olduğumuzdan kapalı bir yerde toplaştık. Çay içerek içimizi ısıtan muhabbetlerle zaman geçiriyoruz. Akşam geç olmadan gidip yatıyorum çadırıma.

Bu gün yaptığımız yol yaklaşık 65 Kilometre civarı.

Aşağıda yaptığımız yolun haritası

Powered by Wikiloc

VI. Az Bilinen Antik Kentler Bisiklet Turu 2. Gün

23 Nisan 2017 Pazar

Yuntdağı Köseler – İsmailler köyü – Bergama

( Kör arkadaşlarım için resimlerde betimleme yapılmıştır )

(Resimlerin bir kısmı Ferdi Kızıl’a aittir)

 

Gidersen yıkılır bu kent, kuşlar da gider
Bir nehir gibi susarım yüzünün deltasında
Yanlış adresteydik, kimsesizdik belki
Sarışın bir şaşkınlık olurdu bütün ışıklar
Biz mi yalnızdık, durmadan yağmur yağardı
Üşür müydük nar çiçekleri ürperirken

Ahmet Telli

 

Öne çıkan görsel, On çocuk bisikletleriyle sıralanmış bahçede, sağda köy kadınları oturmuş izliyorlar. Arkada okul binası, bayrak direği ve cami minaresi.

Gece hava sıcaklığı sıfırın altına düşmese de yine de sıfıra yakın derecelerde olduğundan gece biraz üşüdük. Havanın soğuk olması beni pek etkilemedi. Güzel bir uykunun ardından henüz güneş doğmadan uyanıyorum. Çadırımın fermuarını açınca güneşin doğmak üzere olduğunu gördüm ilk olarak. Çadırın kapısı her zaman güneşin doğacağı yere doğru kurmaya çalışırım. Önümde kazıevi binasının köşesi, okulun bahçe duvarı, daha ileride bir ağaç. Ağacın arkasında güneşin doğmadan önceki kızıllığı bulut parçasını ve ağacı kızıla boyamış. Bir kişide elinde telefona bakıp sosyal medyaya bakmaya çalışıyor balkonda. Buralarda telefonlar pek çekmiyor.

Herkes uyanıp hazırlandıktan sonra kahvaltı zamanı geldi çattı. Yine kazıevi’nin avlusunda görev dağılımı yaparak kahvaltı dağıtılıp yendi. Kahvaltı bitiminde masalar silindi, çöpler toplandı ve tertemiz olarak bırakıldı. Sundurmanın altında kahvaltı dağıtanlar ve kahvaltılık alanlar. Masalarda da kahvaltısını yiyenler görünüyor.

Bu gün 23 Nisan Ulusal Egemenlik ve Çocuk Bayramı. 23 Nisan Çocuk bayramını burada kutlayacağız her yıl olduğu gibi. Çadırlar toplandı, eşyalar bisikletlere yüklenerek etraf temizlendi. Elektrik kabloları, boya kutuları ne varsa ortalıktan kaldırılıp okul bahçesini tertemiz hale getirdi. Güneş iyice yükseldi ve hava ısındı. Mavi ve turuncu renge boyanmış ilkokul binası, ABAK katılımcıları ve köylüler yavaş yavaş okulun bahçesinde toplanmaya başladılar. Okulun bahçe duvarından, geniş bir alanı görecek şekilde çekiyorum.

Güneş ışıklarının vurduğu ABAK hatıra pankartı pırıl pırıl parlıyor. Etrafını da sarı, mavi, turuncu, kırmızı, yeşil renkli balonlarla süsledik.

Ve 23 Nisan Çocuk ve Egemenlik bayram kutlamaları başladı. Okul öğretmeni ve çocuklar hazırladıkları programa göre çıkıp şiirler okuyarak bayramı havasına büründü ilkokul bahçesi.

Köylü kadınları bizler için ikramlar hazırlamışlar sağ olsun. Okul binasının önünde ikramlarını dağıtıyorlar. İzleyiciler için sandalyeler dizelenmiş. Kimileri sandalyede oturmuş. Bir kaç sandalye henüz boş.

Köyün ihtiyar delikanlıları da balkonda yerini almış sandalyede oturuyorlar. Önlerinde balkonun betonuna oturmuş olanlar var, kimisi ayakta. Başlarında takkesi olan ve birisi poşu bağlamış başına. Renkleri siyah beyaz desenli.

Biraz matematik yapalım; Yuntdağı Köseler köyü ilk okulunda okuyan 12 öğrenci var.  8 Kız Öğrenci, 4 Erkek Öğrenci. Bu yıl 4 öğrenci okulu bitirecek. Kaldı 8 öğrenci. Köydeki çocuklardan 1 kişi ilkokul 1. sınıfa başlayacak. Toplam 9 öğrenci olacak. 10 Öğrenci olmayınca milli eğitim okulu kapatıp öğrencileri başka okula taşımalı sisteme geçecekler. Yani işin özü bu yıl son defa 23 Nisan Ulusal Egemenlik ve Çocuk Bayramını kutlayacağız bu köyde. Ama içimiz buruk bir şekilde. Köseler köy ilkokulu bizim okulumuz olmuştu adeta. Çocuklar bizi sevmişti, biz de çocukları. Köylüler de öyle. Okulun ihtiyaçları ve çocuklar için elimizden gelen her şeyi yapmıştık. Çok üzücü bir durum.

Aslında başka bir üzücü durum daha var. O da henüz ilkokul çağında olan 6 öğrencinin hepsi de türbanlı olması. Öğretmen de her ne kadar kravat taksa da çocuklara dersten başka şeyleri de öğrettiği kesin. Duyumlarımız öyle. Aydın diye nitelendirdiğimiz Öğretmenler iyi maaş, büyükşehir, rahatlık, (sözde) huzur ortamda okulda görev almak istemesi öğretimin bu duruma gelmesine neden. 2012 Yılından beri her yıl gidip geldiğimiz bu okulda gözlemlediğim kadarıyla daha henüz okuma yazmayı sökememiş çocukları türbanla kapatıp erkek öğrencilerden ayırarak büyük bir felakete gideceğimiz kesin. Geleceğimiz tehlikede. Aydınlarımızın tembel tutumu, hiç çaba harcamaması sonucu köyler maalesef din tüccarlarının elinde kalmış. Aydınlar aydın olmayınca çağdaş eğitim nasıl olacak, geleceğimiz nasıl şekillenecek. Bilimden, teknolojiden uzak bir eğitim din yobazlarının elinde kendilerine kul olacak bir toplum yetiştiriyorlar. Cahil köylü de bilinçten yoksun olarak Tanrıdan sadece korkmayı öğrenmiş ve öğretilmiş. Din yobazları kendilerinden başkasını dinlememek için insanların yüreklerine sürekli korkuyu pompalamışlar. Aslında Tanrıdan korkmak yerine Tanrıyı sevmeyi deneseler din yobazları yok olup gider, geleceğimizi karartan bu insanlardan kurtulurduk. Sadece Tanrıyı sevmek yeter. Tanrıyı sevmek insanları sevmeyi gerektirir. Kavgalar, savaşlar biter, dostluk ve kardeşlik başlar. Kardeşini seven birisi niye kavga etsin ki? İnsanlar barış ve huzur içinde yaşayıp gider. İşte aydın olmayan Öğretmenlerimiz bunları anlatamıyorlar çocuklara, insanlara, geleceğe. Daha 2 yıl önceki Az bilinen Antik Kentler Turunda bizlere gösteri sunan kız öğrencilerin hepsi de başı açıktı. Güzel elbiseler ve renkli etekler giymişlerdi. Şimdi mat renkli uzun kollu elbise ve başlarında türban var.

(Aşağıdaki 23 Nisan kutlamaları, şiirler, deyişler, oyunlar tamamen okul Öğretmeninin hazırladığı basılı programa göre bire bir yazılmıştır)

Kız Öğrenciler şiir okumak için hazırlık yapıyorlar. Sunucu eline mikrofonu alıp ilk olarak İstiklal Marşını okuyup saygı duruşunu yaptırıyor.

Ardından;

“Dalgalan dalgalan şanlı bayrağım

 Yurdumun en büyük bayramı bu gün

 Ufuklar gül açsın gülsün toprağım

 Yurdumun en büyük bayramı bu gün”

Şiirinle başlayıp açılış konuşmasını yapıyor.

Sunucu;

“Çocukla! Bayram yapın, sevinin ve haykırın,

 Engel denen her şeyi gücünüzle kırın!

 Çocuklar bilin ki siz koca  bir cihansınız.

 Vatanın her yerinde fışkıran volkansınız.

_ “Şimdi Okulun 1/A sınıfı öğrencilerinden Saliha ALTANAY’ı “23 Nisan” adlı şiirini okuması için davet ediyorum.”

Minik kız öğrenci mikrofonu eline alarak heyecanla şiirini okuyor.

23 NİSAN

Ne mutlu bu gün,

Çünkü 23 Nisan.

Hiç bitmesin bu düğün

Çünkü 23 Nisan.

Her yerler süsleniyor,

Dünya hevesleniyor,

Çocuklar eğleniyor,

Çünkü 23 Nisan.

Ay yıldızlı bayrak elde,

Şarkı söylenir dilde,

Mutluluk var her ilde,

Çünkü 23 Nisan

Şair : İsmail Sağır

Şiiri okuyan öğrenci elinde mikrofonu tutuyor, üzerinde Türk bayrağı olan masanın ardında Öğretmen. Diğer çocuklar sağda sıralarını bekliyor.

Sunucu;

“Bu gün bir başka aydınlık yeryüzü,

 Bir başka ağaçların, evleri yüzü,

 Bu gün çocuklar güzel.

 Bu gün sokaklar güzel…”

_ “Şimdi okulumuzun 1/A sınıfı öğrencilerinden Betül ASLI’yı “ÇOCUKLAR” adlı şiiri okumak için sahneye davet ediyorum.”

ÇOCUKLAR

23 Nisan diye sevinir,

Oynar, koşar çocuklar.

Doyasıya eğlenir,

Zıplar, coşar çocuklar.

Bu gün size bayramdır,

Atamdan armağandır,

Eğlenecek zamandır,

Mutlu yaşar çocuklar.

Şair : İsmail Sağır

Şiirin sonunda minik öğrenciyi seyirciler coşkuyla alkışlıyor.

Sunucu;

“Bayrağın altında yürüyen yiğit

 Bastığın toprağı tanıyor musun?

 Altında yatıyor binlerce şehit

 Onların sesini duyuyormusun?”

Dedikten sonra

_ “Şimdi Öğrencilerden Canan OĞUZ ve Zeynep ALTANAY “Anne ve Kızı” adlı oyunu oynamak için sahneye davet ediyorum.”

Anne sandalyede oturuyor, kızı da ayakta oyunu oynuyorlar başarılı bir şekilde.

Sunucu;

“Ey mavi göklerin beyaz ve kızıl süsü

 Kız kardeşimin gelinliği, şehidimin son örtüsü.

 Işık ışık, dalga dalga bayrağım,

 Senin destanını okudum, senin destanını yazacağım.”

_ “Şimdi okulun 2/A sınıfı öğrencilerinden Betül ŞEN’i “HOŞ GELDİN 23 NİSAN” adlı şiirini okuması için sahneye davet ediyorum.”

HOŞ GELDİN 23 NİSAN

Günlerdir yolunu bekledik durduk.

Sen geleceksin diye çiçek açtı.

Bahçelerdeki bütün ağaçlar.

Leylekler yuvalarına döndü.

Toprak ısındı, uyandı karıncalar.

Çoluk çocuk yollara döküldü.

Bu gün sevinç içindeyiz hepimiz,

Bayraklarla süsleniyor balkonlar.

Caddelere taklar kuruluyor,

Bizim marşı çalıyor bandolar.

Nasıl sevinmeyelim geldiğine?

Okulda bayram, evde bayram, sokakta bayram…

Hoş geldin 23 Nisan!

Sana gözlerimizden sevinç,

Bahçelerimizden bahar getirdik.

Bari bitivermese bu yolculuk…

Seni kucaklamaya geliyor bu gün

Köyler, şehirler dolusu çocuk

Şükrü Enis Regü

Betül ŞEN başarıyla okuyor şiirini. Öğrenciler sırasını bekliyor, arkada okul binası, bayrak direğinde Türk bayrağı dalgalanıyor. Seyirciler de şiiri dinliyorlar can kulağı ile.

Sunucu;

“Dalgalandığın yerden ne korku, ne keder!

 Gölgende bana da bana da yer ver.

 Sabah olmasın, güneş doğmasın ne çıkar?

 Yurda ay yıldızın ışığı yeter.”

Dedikten sonra

_ “Okulumuzun 2/A sınıf öğrencisi Barış ŞENOL’u “ÖZLÜ SÖZLER” söylemesi için sahneye davet ediyorum, buyurun dinleyin.”

* Milletin istikbali gelecek nesillere bağlıdır.

* Bu günün küçüğü yarının büyüğüdür.

* Evlatlarınızı kendi devriniz için değil, onların devirleri için yetiştiriniz.

* Egemenlik kayıtsız şartsız milletindir.

* Her çocuk bir dünyadır.

* Çocuk demek yarın demektir.

* Çocuğunu iyi yetiştir, dünyanı güzelleştir.

Barış biraz heyecanlanıyor, ara sıra teklemesi hiç önemli değil. Ne de olsa büyükleri karşısında elinde mikrofonla konuşmak o kadar kolay değil.

Sunucu;

“Biz biliriz bizim işlerimizi

 İşimiz kimseden sorulmamıştır.

 Topla, tüfekle, mızrakla,

 Başımız bir kere eğilmemiştir.”

_ “Okulumuzun 4/A sınıf öğrencisi Erdem AKBAY’ı “MEMLEKET İSTERİM” şiirini okuması için sahneye davet ediyorum.”

Memleket isterim
Gök mavi, dal yeşil, tarla sarı olsun;
Kuşların çiçeklerin diyarı olsun.

Memleket isterim
Ne başta dert ne gönülde hasret olsun;
Kardeş kavgasına bir nihayet olsun.

Memleket isterim
Ne zengin fakir ne sen ben farkı olsun;
Kış günü herkesin evi barkı olsun.

Memleket isterim
Yaşamak, sevmek gibi gönülden olsun;
Olursa bir şikayet ölümden olsun.

Cahit Sıtkı Tarancı

Şiiri okuyan Erdem büyük alkış alıyor dinleyicilerden. Sunucu, Öğretmen ve bekleyen öğrenciler.

Sunucu;

“Kuzumuz var, yaylalarda meleşir,

 Çeşmemiz var, gece gündüz söyleşir,

 Yazımız var, pehlivanlar güreşir,

 Bu toprağa kimse girememiştir.”

_ “Şimde okulun 2/A sınıfı öğrencisi Fatma AKCAN’ı “ÇOCUKLAR KARDEŞ OLDU MU” şiirini okuması için sahneye davet ediyorum.”

Çocuklar Kardeş Oldu mu

Daha bir ballanır uyku
Çocuklar kardeş oldu mu.
Barışır artık kurt, kuzu
Çocuklar kardeş oldu mu.

Düşler denizine doğru
Mutluluk, bir yelken açar.
Her yürek bir altın pınar,
Çocuklar kardeş oldu mu.

Dah bir ışıldar akarsu
Çocuklar kardeş oldu mu.
Kucaklaşır batıyla doğu,
Çocuklar kardeş oldu mu.

Ne açlık kalır, ne korku,
Korudaki fidanlar gibi,
Sevip sevip birbirini
Çocuklar kardeş oldu mu.

Tahsin SARAÇ

Fatma güzel sesiyle şiirini okuyor.

Sunucu;

“O kadar dolu ki toprağın şanla,

 Bir değil, sanki bin vatan gibisin.

 Yüce dağlarına çöken dumanla

 Göklere yazılı destan gibisin.

Girişini yaptıktan sonra”

_ “Şimdi okulumuzun 2/A sınıfı öğrencisi Eyüp İNCE sizlere bilmeceler soracak. Cevaplamaya hazır mıyız?”

BİLMECELER

Atatürk’ten armağan bize,

Coşku verdi gönlümüze.

Çocuk bayramı o gün,

Söyleyin bakalı hangi gün?

( Cevap ; 23 Nisan )

Çocuk bayramı olan Dünyanın tek ülkesi neresidir?

( Cevap ; Türkiye )

Her ülkeden çocuk gelmiş,

Evlere konuk edilmiş, 23,

Nisan’ı çocuklara kim armağan etmiş?

(Cevap ; Atatürk)

Sunucu;

“Arkadaşlar sevinelim,

 Hep gülelim eğlenelim,

 Sıkılmasın canımız,

 Çünkü bu gün bayramımız…”

_”Şimdi ise okulun 4/A sınıfı öğrencilerinden İlknur BAŞOL sizlere fıkra anlatacak. Hep birlikte dinliyoruz.”

FIKRA

23 Nisan’da ablasının eve misafir getirdiği siyah tenli yabancı çocuğu gören Zehra:

_ Anne, bu çocuk niçin kapkara? Diye sorar. Anne:

_ Çok çikolata yemiş kızım, der. Zehra :

_ Ama ben de çok çikolata yiyorum, kara olmuyorum. Anne durumu kurtarmak için:

_ Kızım, o çocuk kara inek sütünden yapılmış çikolatalardan yemiş, oysa bizim inekler sarıdır.

Kendisi de sarışın olan Zehra, şimdilik bu cevapla tatmin olmuş. Bakalım anlayınca ne olacak. İlknur elinde mikrofon fıkrayı anlatırken çocuklar ve dinleyiciler pür dikkat dinliyorlar fıkrayı.

Sunucu;

“Korur Serhatları her Türk canıyla,

 Sulanmış bu toprak şehit kanıyla.

 Edirne’den Kars’a dört bir yanıyla,

 Anadolu, Türk’ün Vatanıdır hey!”

_ “Şimdi okulun 4/A sınıfı öğrencisi Erdem AKBAY ve 2/A sınıfı öğrencisi Eyüp İNCE sizlere “ISPANAKLI YUMURTA” tarifi verecekler.”

İki öğrenci okul sırasının önüne geldiler. İkisinin başında beyaz aşçı şapkası takılı. Sıranın üzerinde bir piknik tüpü, bir tava, yumurta, kuru soğan ve bir demet ıspanak var. Komik bir şekilde aşçı ve yapacağı ıspanaklı yumurta tarifini görsel olarak anlatmaya başlıyorlar.

Aşçı yamağa şunu yap diyor, yamak tersini yaparak aşçıyı kızdırıyor. Sonrası da yamak önde kaçarken aşçı da ardından koşarak yakalamaya çalışıyor sıranın etrafında müzik eşliğinde. Bu komik duruma hepimiz neşe içinde gülüyoruz. Çocuklar çok iyi hazırlanmışlar ve saf, temiz duygularla bizlere bir şeyler sunmaya çalışmaları bizleri duygulandırıyor. Bu çocuklar harika.

Sıranın üzerinde piknik tüpü, tüpün üzerinde tava. İçinde kuru soğan, ıspanak ve sırada yumurtalar. Sıranın etrafında dönen aşçı ve yamağı. Uzun, boru şeklinde aşçı şapkaları kartondan yapılmış.

Sunucu;

_ “Sıra geldi yarışmalara. İlk olarak “BALON PATLATMA” yarışını izleyelim.”

Okulun öğrencileri alana çıkıyorlar. Her öğrencinin bir ayağında iple balon bağlanmış. Öğrenciler arkadaşlarının balonlarını ayakları ile basıp patlatmaya çalışıyor. Bu arada kendi balonunu da korumak zorunda.

En son bir kız ve bir erkek çocuk kalıyor, ikisi de zorlu rakip. Birbirlerinin balonunu patlatmak için çok çaba sarf ediyorlar.

Sonunda fırsatını bulan erkek öğrenci kız öğrencinin balonunu patlatıyor ve yarışmanın galibi belli oluyor. Alkışlarla yarışmanın galibini kutluyoruz.

Tura ailecek katılan Aykut Erken, eşi ve minik oğlu kucağında ile yarışmaları heyecanla izliyorlar.

Sunucu;

_ “Şimdi de arkadaşlarımız “YUMURTA TAŞIMA” yarışması yapacaklar. Hep birlikte izleyelim.”

Öğrenciler bu kez ağızlarına tahta kaşık sıkıştırarak üzerine konan yumurtaları taşımaya başladılar. Yumurtaları bitiş yerine kadar kim yere düşürmeden götürürse yarışmanın galibi olacak.

Çok eğlenceli ve komik bir yarışma. Yumurta çabuk kırılan bir yiyecek, bir de pişmemiş olması işi daha da zorlaştırıyor. Bir kız çocuğu yumurtasını kaşıktan düşürmüş, yumurta yere değmeden resim çekiyorum. Kız öğrenci de üzülerek yumurtaya bakıyor.

Yarışmayı iki kız öğrenci kazanıyor. Olcay ORMANKIRAN da öğrencilere ödül olarak madalya takıyor boyunlarına. Çocuklar buna çok sevindi, artık bir madalyaları oldu. belki de ilk defa madalya kazandılar.

Sunucu;

_ “Şimdi de arkadaşlarımızın “SANDALYE KAPMA” yarışmasını izleyelim.”

Yarışmaya katılan öğrenci sayısından bir eksik sandalye ortada duruyor. Çocuklar da müzik eşliğinde etrafında dönmeye başlıyorlar.

Balkon duvarında oturan çocuklar yarışmaları heyecanla izliyorlar. Geçmiş yıllarda kendileri bu okulda okurken böyle yarışmalara katılmışlardı. Şimdi ise geçmiş anılarınla beraber kendilerinden küçük çocukları izliyorlar. Artık abileri olarak ortaokulda okumanın keyfi de var.

Sandalye kapma yarışmasında müzik durunca herkes sandalyeye oturuyor. Oturamayan yarışma dışı kalıyor ve her seferinde bir sandalyede alınarak tekrar müzik eşliğinde sandalyelerin etrafında dönmeye başlıyorlar.

Bazen kendine yer bulamayan sandalyenin kıyısına oturmaya çalışsa da kaybettiğini kabul etmek zorunda. Sandalyede tam oturmuş erkek öğrenci, diğer öğrenci de sandalyenin kıyısında.

Elene elene iki kız öğrenci kalıyor, biri mavi türbanlı, diğeri yeşil türbanlı.

Balkondan seyreden mezun olmuş, ortaokula giden çocuklara Az bilinen Antik Kentler Turu pankartımızı tutmaları için ellerine veriyoruz. Pankartın iki tarafında solda erkek, sağda kadın, taş tekerlekli bisiklete binmiş, ortada sütunlu antik kent binası ve Az Bilinen Antik Kentler Turu yazısı. Yazı mavi zeminde yeşil renkte yazılmış.

Sandalye kapma yarışmasını yeşil türbanlı öğrenci kazanıyor

Araya bizim turda olmayan yürüyüşçülerden birisinin kızı “İSTİKLAL MARŞI” nın 10 kıtasını ezbere okuyor.

Sunucu;

_ “Geldik en son yarışmaya. Şimdi tüm arkadaşlarımızı bisikletleriyle “DÜŞMEDEN BİSİKLETE BİNME” yarışmasını için buraya davet ediyorum. İzliyoruz.”

Okulun tüm öğrencileri bisikletleri ile yan yana alanda diziliyorlar. Başla deyince bisikletleri ile düşmeden en yavaş sürecekler. Kim düşmeden en son olarak bitiş çizgisine varırsa yarışmayı o kazanacak. Köyün kadınları da sağ tarafta sandalyelere oturmuş çocuklarını izlemeye başladılar. Bu resmi öne çıkan görsel olarak seçiyorum.

Düşmeden en son olarak Erdem AKBAY kalıyor ve yarışmanın galibi Erdem.

Yarışmanın galibi olarak Erdal AKBAY’ya madalyasını Şeyma ORMANKIRAN takıyor.

Sunucu;

“Değerli misafirlerimiz 23 Nisan Ulusal Egemenlik ve Çocuk Bayramı kutlama programımız burada sona ermiştir. Hepinize geldiğiniz için teşekkür ediyor bir kez daha iyi bayramlar diliyoruz. Daha nice güzel bayramlarda buluşmak ümidiyle;

Hoşçakalın…”

Diyerek bayram kutlamasını bitiriyor.

23 Nisan kutlamaları bitiminde köyün ilkokulunda okuyan çocuklara aldığımız hediyeleri bez çantalar içinde veriyoruz tek tek. Hediyeleri tura katılan kadınlar veriyor. Hediyesini alan erkek öğrenci torbayı omuzuna asıyor. Diğer öğrenciler de sırasını bekliyor hediyelerini almak için.

Doktorumuz Burcu da hediyesini verip kız öğrencinin yanaklarından öpüyor.

Kırmızı montunu giymiş, başında şapkası, elinde hediye torbasını havaya kaldırmış vereceği öğrenciyi bekliyor öylece. Arkasında da ABAK gönüllülerinden Zeynep Nuray Oymak elinde çanta sırasını bekliyor. Şeyma elinde mikrofon kız öğrencilere bakıp durur.

Zeynep Nuray Oymak ta hediyesini kız öğrenciye verip yanaklarından öpüyor.

Eskişehir den katılan Serpil Koç omuzlarından sarkmış kıvırcık saçları ile erkek öğrenciye hediyesini veriyor. Etrafındakiler de izleyerek alkış tutuyor.

Kadınlarımız tek tek vermeye devam ediyor hediye torbalarını.

Hediye verildikten sonra kız öğrenciyi öpenin yüzü görülmüyor.

ABAK gönüllüsü arkeolog öğrencisi Selen Kanat hediyesini veriyor kız  öğrenciye.

Abak katılımcısı hediyeyi erkek çocuğa verilirken.

Eskişehir’den Çiğdem Suzan hediyesini kız öğrenciye verirken.

Eskişehir den Emine de veriyor torbayı ve yanaklarından öpüyor kız öğrencinin.

Hediyeler verildikten sonra mikrofonu Olcay alıyor eline. Yuntdağı Köseler köyüne, köylülere bizleri ağırladıkları için, ilkokulun öğretmenine, kazı ekibine teşekkürlerini sunuyor.

Kazı ekibinin başkanı Doç. Dr. Yusuf Sezgin hocayı sahneye davet ederek ABAK buflarından birini hediye veriyor.

İlkokul öğretmenine de öğrencilerle beraber hazırladıkları tören için teşekkür edip bir tane buff hediye veriyor Olcay.

En son olarak ta köyün muhtarına sunuyor buflardan birini ve köylülere teşekkürlerini sunması için muhtara teşekkürlerini bildiriyor.

Köyün öğretmeni, Olcay Ormankıran, Doç. Dr. Yusuf Sezgin ve köy muhtarı birlikte resim çekiyorum son olarak.

2012 Yılında sevgili Gürkan Genç Dünya turuna başlarken beraber keşfettiğimiz Yuntdağı Köseler köyü, ilkokulu ve sevimli öğrencilerini çok sevmiştik. O zaman ilkokulda öğretmen yoktu ama biz köyden ayrıldıktan hemen sonra öğretmen atanarak öğrenciler öğretmenine kavuşmuştu. Keşif sonrası ABAK rotasını buraya çevirmiştik. 2013 yılında ikincisini gerçekleştirdiğimiz Az Bilinen Antik Kentler Turu için 23 Nisan çocuk bayramını köyün öğrencilerinle beraber ilk defa kutlamıştık. Hatice Öğretmen göreve başladıktan sonra öğrenciler başörtüsü takmıyordu. Aslında takması da uygun değildi ilkokul öğrencileri için. Ama Hatice Öğretmen kolay yolu seçti, rahat şehir olanaklarına esir düşüp Manisa’da göreve başladı ve öğrenciler tarikatların, din yobazlarının elinde kötü bir eğitim, daha çok din hurafelerine inanarak büyüyorlar. Böyle yetişen kız çocukları türbanla kapalı olarak çocuk gelin bile oluyor sonunda. İşte en çok canımı sıkan da bu durum. Kız öğrencilerini okulda türbanlı olarak ilk gördüğümde şok olmuştum. Yazık, geleceğimiz aydınlanmıyor. O da kendini aydın sananların hiç bir şey yapmaması. Zaten okulda yeteri derecede öğrenci kalmadığından okul kapanacak, son defa köyde 23 Nisan’ı kutladık. Seneye öğrenciler taşımalı sistemle başka köydeki okula gidecekler. İçimde küçük bir umut kaldı. Belki de gidecekleri okulun öğretmeni idealist, çağdaş bir öğretmen çıkar da öğrenciler bir şeyler öğrenebilir. Küçük bir umut olsa da umudu yitirmemek gerek.

Bu duygularla köyden ayrılıyorum. Herkes çoktan hazırdı, o yüzden törenler biter bitmez hızlıca yola koyulduk. En arkada kalanları toparladıktan sonra ben de yola çıkıyorum. İlk olarak yokuş aşağıya iniyoruz dere yatağına kadar. Sonrası yine yokuşlar çıkacak önümüze.

Biraz yüksekteyim, yolun inişi aşağı doğru gidiyor. Aşağısı görünmüyor ama karşı yamaçta görünen yol ve yolda tırmanan bisikletler de görünüyor bulunduğum yerden. Önümde iki kişi var.

Kendimi yokuş aşağı salmadan dönüp arkada kalan Köseler köyünü son defa bakıp resmini çekiyorum. Ağaçların arasında tek tük köy evleri, cami ve gölet in bir kısmı görünüyor. Sağda daha ileride Aigai antik kentinin olduğu tepe tamamen görüntüde. Ortada solda bir tane ağaç telefon direği ve kalın telefon teli.

Dere yatağına inip köprüden geçtikten sonra biraz sert yokuş başladı. Gidonumda üç martı tüyü ve yokuş çıkan bisikletliler.

Manisa tarafına giden yol ve Bergama tarafına giden yol çatağına geldik. Yere beyaz sprey boya ile sola kıvrık ok işareti ve SOLA ABAK yazısı bizleri uyarıyor sola dönün diye.

Yolumuz üzerinde olan ilk köy Seklik köyü. Burada durmadan geçip gidiyoruz. Köyün eşeklerinden birisi sağda otlarken horoz da tavukların başında yemlendiriyor yerleri eşeleyerek. Resim çekmek için durunca horoz hemen dikleniyor bana bakarak. Tavuklara yaklaştırmayacak öyle anlaşılıyor. Zaten tavuklara kışt demeyeceğimden sadece tezek kokan köyün hayvanlarının resmini çekeceğim. Köyde olduğumuzu belirtmek için. Yol yukarı doğru gitmekte, bir kaç bisikleti yokuşta bisiklet sürüyor.

Yunt dağlarının sırt tarafına çok yakın olarak giden yoldayız. Tepeler sol tarafımızda biraz yukarılarda kalıyor. Tepelerde bir çok rüzgar değirmeni görünmekte. Rüzgarın esintisiyle durmadan dönen pervaneler sürekli olarak elektrik üretmekte. Rüzgarın kinetik enerjisi bedava olarak kullanılıyor. Sadece üretim maliyeti ile bir kaç yılda kendini amorti eder rüzgar türbinleri. Uzun zamandır teknolojiyi takip etmediğimden son okuduğum bilgiler ışığında rüzgar türbinlerinin kanatları 24 metre olarak biliyordum. Aradan geçen zamanda teknoloji durmamış gelişmiş olduğunu bu türbinlerde mühendislik yapan Cihat bana kanat boyunun sadece bir tanesinin 60 metre olduğunu söyleyince şaşırdım. Mühendis Cihat bisikletiyle turda beraber sürüyoruz. Elektrik jeneratörü de 650 KW olarak bildiğim bilgi 3.000 KW olarak elektrik üretiyor. İş daha da büyüyecek anlaşılan.

İsmailler köyü girişine vardık, arkada kalan yok. Bahçe duvarı taşları üst üste koyarak harç kullanmadan örülmüş. Bahçe duvarın üstünde kalmış. Duvar ile beraber düzgün dikdörtgen taş ile kocaman bir çeşme yapılmış. İki tane çeşme, bir tane de boru var ama çeşmelerin kafaları sökülüp alınmış ve bir damla bile su akmıyor. Bahçede ağaçlar var, zeminde yeşil çimenler. Duvar ve çeşme beyaz kireç badana ile boyanmış.

Köyün meydanında da büyük bir çeşme yapılmış düzgün taşlardan. Buradaki çeşme sağlam ve akıyor. Yer yer boyaları dökülmüş taş çeşme nedense beyaz kireç ile boyanmış. Taş bej renginde güzel görünüyor. Doğal rengini bozmuşlar çeşmenin. Çeşmenin ön tarafında da genç bir çınar ağacı var. Genç dediğime bakmayın , en az 100 yıllık var gövdesine bakarak. Çeşmenin önünde bisikletler park edilmiş, bir kişi çeşmenin duvarına yaslanmış, kollarını göğsünde kavuşturarak oturuyor, kim bilir neler hayal ediyordur?

Öğlen için kumanyaları burada, bize yemek sağlayan ketring Ayşe’nin kendi köyü İsmailler köyü olunca kumanyanın yanında bol ayran da dağıtıyorlar. Kahveden alınan bir masa ve tahta sandalyeler üzerinde kumanya kolisi, plastik kovalarda ayran ve kuyrukta bekleyen bisikletçiler.

İsmailler köyünde verilen kumanyalar ve ayran ile karnımızı doyurduk. Köyün kahvesinde çay, soda, kahve içerek biraz dinlendik. Belirli saatte yola çıkarak son kalan yokuşu çıkmaya başladık. İri gövdeyi çitlembik ağacının gölgesinden yolda gelen bisikletçileri Ferdimen çekiyor. Sağda kendi bisikleti de park etmiş olarak. Çitlembik ağacının yaprakları taze ve canlı görünüyor. Çünkü bahar ayındayız ve yapraklar yeni açıldı her baharda olduğu gibi.

Artık yokuş bitti, her zaman dediğimiz gibi son yokuştu  ve zirvedeyiz. Burada arazi kayalık, taşlık. Tarım yapılmaya uygun değil. Doğal olarak çıkmış çitlembik ağaçları gelişi güzel araziye yayılmış durumda. Denizden 488 metre yüksekteyiz rakım olarak.

Çukur bir yeri bir tarafını kapatarak minik bir gölete dönüştürmüşler. İlkbahar da yağan yağmurlar göleti ağzına kadar doldurmuş. Gölet bisikletim KUZ ile birlikte güzel bir manzara oluşturuyor. Arkada görünen Yunt dağları ve rüzgar türbinleri manzaranın fonunu oluşturmuş.

Ferdimenin çektiği başka bir resim daha. Yeşil çimenlerin ortasında minik, bir o kadar şirin bir gölet daha var. Arka tarafta henüz açmamış bir ağaç ve yeni yaprak açmış başka bir ağaç baharı müjdeliyor yeşil otlak ile.

Karşıma ilginç bir çam ağacı çıkıyor. Çam ağacı sanki büyümek istemeyen çocuklar gibi yaramazlık yaparak yukarı doğru büyümesi gerekirken yere paralel olarak büyümüş. Gövde 2 metre civarında sağa doğru 90 derecelik bir açıyla gövde öylece dönmüş. Hani derler ya “Ağaç yaşken eğilir” atasözü burada kendini göstermiş bize örnek olarak. Yaramaz ağaç yukarıya doğru değil de yana doğru büyümüş.

Biraz gittikten sonra karşıma genç çam ağaçlarının yaz ayında başına gelen felaketi görünce içim cızz etti. Ağaçların bir kısmı yanmış ve yangın sonunda ateş gören yerler kurumuş. Neyse ki az bir alan yangından etkilenmiş ve hemen söndürüldüğü anlaşılıyor fazla yayılmadan. Yanık izleri üzüyor beni. Yeşil olarak görmem gereken çam ağaçları, çalılar, makiler kahverengi ve siyah renklerin kasveti beynimdeki nöronları etkiliyor.

Henüz tepelerde bisiklet sürmekteyim, iniş başlamadı daha. Karşıma kocaman çitlembik ağacı çıktı. Yeni açmış taze yaprakların rengi beynimdeki nöronları sakinleştiriyor. Az önce gördüğüm yangın manzarasını siliyor bu görüntü. Yol hafif bir çıkışla tepeye kısa bir mesafe olduğunu gösteriyor. Sağdaki tabela sa sola dönemeç olduğunu işaret etmiş.

Tüm grup önümde, ben de arkalarından salıyorum kendimi yokuş aşağı. Sağda ağaçlar, solda da tek katlı, kiremitli bir ev.

Yıllardır yollarda giderken ara sıra karşıma çıkan “Ceylan çıkabilir” uyarı levhası yine karşıma çıktı. Bakalım ne zaman bir ceylan göreceğim, kısmet. Üçgen bir tabelada kırmızı şerit içinde ön ayakları kıvrık, yukarı doğru zıplayan siyah boyalı ceylan resmi beyaz zemin üzerine kondurulmuş.

Önümde güzel bir inişin olacağını yol gösteriyor. Etraf çalılar ve ağaçlarla kaplı yeşillikler içindeyim. İnişin başladığı yerden Bergama’nın bir kısmı ve Bakırçay havzası görünmekte.

Düzlüğe, Bakırçay havzasına, ovaya indik. Bakırçay nehrinin olduğu yerde, köprüye gelmeden aşağıya akan kısmın resmini çekiyorum. Bir hafta sonra Suyun Kaynağına Yolculuk bisiklet turunda Bakırçay nehrini işleyeceğiz. Durup şöyle akan nehre baktım, temiz akmadığı belli. Nehrin kıyılarında çalılar ve söğüt ağaçları var. Uzaklarda bir kaç kavak ağaçları göğe yükselmiş. Sağ alt köşede üç martı tüyünün uçları görünüyor.

Yolu uzatmadan, kestirme olan dar bir köprüden karşıya geçeceğiz. Köprüden arabalar geçemiyor. Önümde iki bisikletçi köprüden geçerken sadece bir bisikletçinin geçeceği kadar geniş olduğunu rahatça görebiliyorum. Köprünün korkulukları demirden yapılı. Bir araba nehir kıyısında durmuş, sahibi bedava nehir suyu ile arabasını yıkıyor. Nehrin karşı tarafına iki ayrı elektrik hattı direklerle geçiş yapılmış.

Köprüden karşıya geçip yola çıkınca yol kıyısındaki beton kaldırım bloklarda kırmızı sprey boya ile sola ok işareti ve ABAK yazısı bize gideceğimiz yönü gösteriyor. Kaldırım tarafına cılız görünümlü ağaçlar dikilmiş. Soldaki tepe Bergama antik kentinin olduğu yer olan Akropol olduğu gibi görünüyor.

Bergama kentinin kıyısından Akropol’un olduğu yere geldik. Teleferik ile yukarı çıkacağız. Ücretini herkes kendisi ödeyerek binecek. Her gondola 8 kişi binerek yukarıya doğru çıkmaya başladık. Benim olduğum gondolda karşımda, İlknur Sözündeduran, Ferdimen, Cem Balkanlı ve Gürel Gürselp var.

Bizim tarafta ise Cem Tabanlı, ben Doktorumuz Burcu Koçay ve Hüseyin Engindeniz var.

Akropol’un kuzey tarafında Kestel baraj göleti görünmekte.

Teleferik ile yukarı çıkınca Akropol’e giriş gişelerinde beklenmedik bir durumdan haberimiz oldu. Bizler Az Bilinen Antik Kentler Turu olarak Turizm bakanlığında ören ve müzelere giriş için gerekli izinleri almıştık resmi olarak. Girişte ücret ödemeden misafir kartı ile geçiş yapacağız. Ama görevliler bizden önce gelen bir bisikletçi grubunu bizim turdan olduğunu zannedip adımızı da kullanarak giriş yapmışlar. Görevlilere biz daha yeni geldik, bizden önce girenlerin turumuza dahil olmadığını belirttik. Sonra sayımız belli 120 Kişiyiz, izinleri de ona göre aldık. O grup ile alakamız yok diyerek içeri girdik. Daha sonra adımızı kullanarak içeri giren gruptakilerle yaptığımız görüşmelerde her ne kadar durumu inkar etseler de olan olmuş. Bisiklet adına üzücü bir durum.

Her neyse içeri girip hızlıca dolaşmaya başladım antik kenti, Yamaçta yıkıntı kalıntıları, taş bloklar yerlerde. Burası sarayların olduğu bölüm.

Akropol antik kentinin camekan içine yapılmış maket kentinin resmini çekiyorum. Kentin yapısına uygun olarak binaların yerlerinde teraslar ve tiyatro maket olarak yapılmış. Yapılmış yapılmasına ama kötü bir şekilde. Antik döneme ait hiç bir benzeme yok. Sanki Laz bir müteahhit betondan sütunlar üzerine kiremitten çatılar yaparak binaları gelişi güzel kondurmuş. Maketi yapan usta ve sanatçı olmayınca böyle çirkin bir kent ortaya çıkmış.

Kazı ekibinden birisi bizlere antik kent hakkında bilgiler anlatıyor. Her mekanda durup etrafında toplanarak pür dikkat dinliyoruz genç kocamızı. İnce sesi ile üzerimizden geçen bulutların altında daha önce yaşanmış olan kentin bilinmeyenlerini anlatıyor. Akada taş duvarlar, kimisi düzgün, kimisi de yığma taşlardan yapılmış.

Athena tapınağının olduğu teras geniş bir alanı kapsıyor. Taban düz taş plakalar döşeli, Kıyılarda sütun kalıntıları kalmış sadece.

Kestel barajının göletini arka taraftan görüntüledim. Tepeleri doruk kısımları yarımada ve ada olarak kalmış su yüzeyinde.

Genç hocanın etrafında dinleyiciler yüzünü dönmüş anlatılanları dinliyor. Ferdimen yere oturmuş fotoğraf makinesi ile resim çekmeye çalışırken Mert ise resim çekilen yöne doğru ayakta bakıyor.

Antik kenti dolaşmaya devam ediyoruz. Bir kısım sütunlar, üzerine kirişler konulmuş olarak ayakta duruyor. Böylece görsel olarak antik kentin bir kısmı ayakta kalarak daha güzel görülmesini sağlamış. Yapılar tam olarak restore edilip yapılsa açık havada böyle albenisi olmaz. Yürüme yollarında kalın kalaslar yere döşenmiş. Üzerinde insanlar yürüyüp bir yerden bir yere gidiyorlar.

Dört sütun üzerine L biçiminde kirişler konulmuş yapının köşesinin bir parçası ayakta. Kirişin üzerinde çatı aynasının başladığı yer var sadece. Arada bir sütun yok, devamında iki sütun var ama sütunların boyu biri kısa diğeri tam olarak duruyor. Üzerinde bir şey yok. Burası Trajanium tapınağı, Almanlar tapınaktaki değerli eserleri, heykelleri Almanya’ya kaçırarak Berlin Bergama müzesinde sergilemektedir.

Trajanium Tapınağının dış sütunlu duvarları ve avlu kısmı, Düz bir duvar üzerine sütunlar ve kirişlerin bir kısmı sütunların üzerinde. Solda tapınağın 4 sütunu.

Athena tapınağının alanında yürüyoruz. Burada kocaman bir çitlembik ağacı meydanı kaplamış durumda.

Tapınağın sütunlarını daha yakından çekiyorum.

Sütun başlıkları ince işçilik örnekleri ile bezenmiş. Büyük bir ustalık ve sabır işi ile muhteşem sütunlar. Yuvarlak taş bloklar beş parmak genişliğinde niş olarak oyulmuş yukarıdan aşağıya doğru bir kanal gibi. Sütunlar 1.5 metre taş bloklar üst üste konularak yapılmış. Sütun boyları 9.80 metre uzunluğunda. Alttaki kirişlerde ise yumurta biçiminde içe oyulmuş niş süslemeler ile bezenmiş. Harika bir işçilik. Resmi aşağıdan yukarı doğru sütun tamamen görülecek şekilde çektim.

Çatıya konulan köşe taşları süslemeleri ise bambaşka işçilik örneği. 5 Metrelik çatı aynasının köşe kısmı, girintili çıkıntılı ince işçilikle her taş blokta iki sütunlu küçük bir tapınak örneklemesi yapılmış.

Trajanium Tapınağını komple çekiyorum. Taş duvardaki süslemeli kiriş yıkıntılardan toplanıp bir araya getirilmiş. 4 Sütun üzerinde ki kiriş aynı orijinal biçimindeki gibi konularak antik kent görünümüne bürünmüş. Depremler sonucu tamamen yıkılıp yerde bulunan mermer blok parçalar birleştirilip sütunlar üzerine konulmuş arkeologlar tarafından. Tek yada bir kaç sütün kirişi ile beraber ayakta durması tekrar edecek bir depreme dayanıklı olarak yapılmış. Öyle kolay yıkılacak bir yapı değil.

Dünya’nın en dik tiyatrosu Bergama’da Akropol de bulunuyor. Tiyatronun tamamını yandan kareye sığdırıyorum. Tiyatronun ardındaki tepeden Bergama kasabasının evleri ve Bakırçay havzası görünmekte.

Yüksek bir tepenin üzerinde olmak manzaranın güzel olmasını kaçınılmaz kılıyor. Düzlükte kurulu olan Bergama’nın evleri, kenar mahallesi ve Kozak yaylasına çıkan yolun kıvrımları görünüyor. Bakırçay havzası Bergama tarafında geniş bir düzlük oluşturmuş. Denize doğru olan kısım küçük tepelerden iyice daralmış.

Trajanium Tapınağının alt kısmı 7 metrelik taş galerilerle teras kısmı genişletilip tapınağı sağlama almış. Galeriler kemer biçiminde yapılarak üstü kapatılıp korunaklı bir alan meydana getirilmiş. Duvarlar ve kemerler yüksek.

Aynı kemerli örtü iç kısma doğru yapılarak kocaman bir yer, yüksek tavanlı olarak yapılmış. En dipte bir kapı var. Kapıdan sonra devam ediyor ama nereye kadar belli değil. Hem odanın girişi hem de arkadaki kapının girişi demir parmaklıklarla kapatılmış girilmesin diye.

Galerinin sonunda bir geçit çıkıyor karşıma, merdivenlerden aşağıya gidiyor.

Geçidin içindeyim, sağa doğru çıkışı var, gün ışığı geliyor sağdan geçidin içine. Kimi yer kayalar oyularak, kimi yer de taş bloklarla örülmüş geçidin duvarları. Aynı zamanda merdiven basamakları da sağa aşağıya doğru eğimli iniş var.

Geçit tiyatroya doğru çıkıyor. İlk başta kapıda görünen epey aşağılarda Kozak yaylasına giden vadinin manzarası.

Tiyatronun üst kısmından sola doğru giderek Zeus sunağının olduğu yere gidiyorum. Daha önceden gidip görmediğim ve daha yakından bakmalıyım Zeus sunağının boş olan yeri. Tabelada yazılı olan Zeus sunağı yazısı ok ile gidilecek yeri gösteriyor.

Zeus sunağı sadece zeminde beş basamak olarak biraz yükselti olarak kalmış. Basamakların toplamı 20’dir. Sunağı olduğu gibi kaçıran Alman basamakları kaçırmaya gerek görmemiş. Hırsızların 150 yıl önce kaçırdığı Zeus sunağı II. Dünya savaşında Ruslar sunağı sökerek Rusya’ya taşımış. Savaştan sonra geri vermişler ama en değerli parçalar hala Rusya’da. Almanya hukuk davaları açmış kendine ait olmayan tarihi eserler için ama hırsız hırsızla baş edememiş. Sunağın olduğu yerde bir çitlembik, iki de çam fıstığı ağacı var. Ağaçlar da epey büyük. İnsanlar o yöne doğru gidiyor birer ikişer.

Hırsız mühendis karl human ölünce Zeus sunağının olduğu yere gömülmüş. Ruhuna dua yerine sömürgeci zihniyete sahip hırsız olan birine bedduadan başka ne okunabilir ki! Vatanını seven büyük şair Nazım Hikmet RAN kendi memleketinden uzakta vatan haini diye yatarken, soyguncu birisinin mezarı vatanımızda soyduğu yerde yatması ne garip bir durum. Özellikle mezarın olduğu yere gelip gerekli bedduayı evrene gönderdim. Nasıl olsa bir yerlerde olan ruhuna gitmiştir.

Mezar taş bir blok ve başında servi ağacı.

Akropol ziyaretimiz bitiyor ve teleferiğe binmeye başladık. Keşan grubu gondola binmiş, henüz kapısı otomatik kapanmadan resimlerini çekiyorum.

Aşağı indikten sonra bisikletlerle Kızılavlu (Bazilika) ören yerine geldik. Ayakta kalan devasa kalın duvarın 19 metrelik kısmının yandan çekilmiş resmi. Ağacın dalları görüntüyü biraz etkilese de duvarın kırmızı tuğlaları görünmekte. Ben daha önce gezdiğimden içeri girmeyip dinleniyorum bir köşede. Resimleri içeri girip çeken Ferdimene aittir.

Rehber hoca bazilika hakkında bilgi veriyor devasa duvarın dibinde. Etrafında dinleyiciler onu dinliyorlar.

Duvar o kadar yüksek ki yakından kareye almak olanaksız. Ancak bir kısmını çekebiliyor Ferdimen. Çünkü burada tapınılmış Mısır tanrılarından Serapis ve İsis heykelleri var. İlk önce sağdaki heykel.

Sonra diğer heykelin olduğu tarafı çekiyor Ferdimen. Heykeller yeni yapılmış mermerden.

Duvarın ön kısmında ayrı bir yapı daha var. O da duvarları yüksek bir bina.

Yüksek tavanlı binanın içine giriyorum. İç kısmında kemerli duvarlar o kadar yüksek ki kareye sığdırmak olanaksız. Kemerin altında ayakları tamamen kırılmış bir aslan heykeli konulmuş.

Geniş kubbesi de pişmiş tuğlalardan yuvarlak biçimde her sıra daralarak kubbe biçiminde örülerek en uçta sadece ışık alsın diye boşluk bırakılmış. Tepedeki boşluktan gün ışığı içerideki loş ortam dolayısıyla parlak görünüyor.

Tavandan gelen ışık içerisini insan gözünün görebileceği kadar içerisini aydınlatıyor. İçeride kalabalık bisikletçi grup rehber hocanın anlattıklarını dinliyor.

Tabanda ayrıca derin bir bodrum katı daha var. İçeriye konulan lambanın aydınlatması yeterli miktarda duvarların görünmesini sağlamış.

Kızıl avludan tepenin üzerinde bulunan Akropol antik kentinin görünümü. Eteklerde kale olarak kullanıldığında yapılan surlar da rahatlıkla görülüyor.

Kızılavlu (Bazilika) ziyaretimiz bitince hep birlikte şehrin içinden bisikletlerimizle geçerek şehir dışındaki belediyenin sosyal tesislerindeki Kleopatra güzellik ılıcalarının olduğu yere geldik. Zaman yetmediğinden Asklepieion antik sağlık merkezini gezemedik. Yeşil alanda çadırlar kurulmaya başlandı. Orta alan boş, kıyılarda çadırlar kurulu ve gezinen insanlar. Hava kararmaya başladığından sokak lambaları yanıp parlamaya başladı.

Akşam yemeği yendikten sonra sıcak sohbetler başladı serinleyen gecede. Sohbete kahve pişirerek katılıyorum. Pişirdikçe ikram ediyorum içenlere. İçilen kahvelerden boşalan fincanlar yıkanıp tekrar pişirerek ikram devam ediyor. Ta ki herkes içene kadar.

Masanın etrafında toplanmış insanlar sohbet ediyor. Ön masada siperliği olan ocağımın üstünde cezvede kahve pişiyor. Aydınlatma lambası solda parlak ışığı ile bizleri aydınlatıyor gecenin koyu karanlığında. Hava soğudu iyice, ateşi yakamadık yasak olduğu için. O yüzden herkes kalın bir şeyler giymiş üzerlerine.

Gecenin ilerleyen saatlerini beklemeden günün yorgunluğunu atmak için herkes çadırlarına çekilip yattı.

Daha detaylı yazı dizisi 2 yıl önce yazmıştım, ilgilenenler okuyabilir. http://www.urimbaba.net/?cat=520

Bu gün yaptığımız yol yaklaşık 52 Kilometre civarı.

Aşağıda yaptığımız yolun haritası

Powered by Wikiloc

5. Antalya Kemer Bisiklet Festivali 3. Gün

2 Ekim 2016 Pazar

Tekirova – Kemer – Kesme boğazı – Tekirova

( Kör arkadaşlarım için resimlerde betimleme yapılmıştır )

 

Utanırım,
Utanırım fıkaralıktan,
Ele, güne karşı çıplak…
Üşür fidelerim,
Harmanım kesat.
Kardeşliğin, çalışmanın,
Beraberliğin,
Atom güllerinin katmer açtığı,
Şairlerin, bilginlerin dünyalarında,
Kalmışım bir başıma,
Bir başıma ve uzak.
Biliyor musun ?

Ahmed Arif

 

Öne çıkan görsel, tarihi su kemeri, biraz büyük, sağında daha küçük bir kemer. Kemerin ardında tahtalı dağının çıplak zirvesi.

Bu sabah güneş henüz doğmadan, çok erkenden uyandık. Uyanır uyanmaz kahve takımlarımı alıp doğru sahilde soluğu alıyorum. Güneşin doğumunu kaçırmamak gerek. Yanımda da kahve sever Dilek Koçyiğit, Doktor Umur Gürsoy, Adnan Özzaim, Gözde Emine. Kumsalda oturup kahveyi pişirdim, kahveler fincanlarda beklerken elçek sopası ile yandan resmimizi çekiyorum.

Kahvelerimizi içerken güneşin doğuşunu bekliyoruz. Doğuş eli kulağında. Bu arada sevgili edebiyatçımız Gözde Emine’yi tek olarak deniz arkada olacak şekilde resmini çekiyorum. Bir çok festivalde beraber pedalladık. Edebiyat ve tarih konularında akıcı anlatımıyla bizleri geçmişe götürdü her zaman. Tatlı dili, güler yüzü ile edebiyat ve tarih konularını anlatan Öğretmen edası ile kendini dinletmesini bilir. Ben de hep can kulağı ile dinlerim Öğretmenimi.

Güneş doğmadığı için kurşuni renk tonu resmin her tarafına eşit olarak dağılmış durumda. Gökyüzü, deniz, kayıklar, kumsaldaki çakıl taşları ve bana poz veren Gözde Emine. Sadece Gözde Emine’nin yüzündeki ten rengi ve kıyıya vuran dip dalgasının beyaz köpüğü kontrast oluşturmuş. Bir de güneşin doğacağı yerde gökyüzü biraz kızıla boyanmış.

Kahve fincanları elinde Dilek ve Doktor Umur resimlerini yandan çekerken bana gülümsüyorlar. Ne de olsa sabahın köründe kahve içiyorlar.

Kahveler içilirken tan yeri kızıla boyanmaya başladı. Uçsuz bucaksız Akdeniz gök ile birleştiği yerde güneş ilk ışıklarını bize gösterdi. Sanki sudan çıkar gibi. Güneşin çıktığı yerin yanında demirlemiş küçük bir tekne duruyor. Deniz sakin, dalga yok ve gökyüzü açık.

Güneş tepesinde üstü geniş beyaz bir uçan daire gibi ışık demeti ile denizden tamamen çıktı.

Daha yakından çekebilmek için dijital zom yaparak güneşe iyice yaklaştım. Tam su yüzeyinde tepsi gibi sarı rengi ve etrafı kızıla boyanmış olarak karşımda. Birazdan içimizi ısıtacak. Yerde çakıl taşları, deniz ve güneş, sağda tekne manzarayı oluşturuyor.

Güneşe doğduğundan yüzeye iyice çıkasıya kadar çıplak gözle bakabiliyorum. Biraz yükselmeye başlayınca parlaklığı iyice artıyor ve sarıdan beyaza dönüşerek gözle bakılamayacak kadar çok ışık vermeye başlıyor.

Güneş parlak olarak deniz yüzeyinden çıkmış bana doğru ışıktan bir yol yaparak yansıtmış altın rengini. Hafifçe vuran dip dalgaları kumu ıslatıp güneşin yansımasını az da olsa görebiliyorum.

İkinci defa kahve pişiriyorum çünkü yeni gelenler oluyor. Bir araya toplaşınca denizden yeni çıkmış Seçil elinde kahve fincanı olarak resimde çıkıyor. Resimde sekiz kişi varız, ayakta Seçil, yerde oturmuş ben, Dilek, Ayşe Kuş, Gözde Emine ve Adnan. Diğer iki kişinin isimlerini bilmiyorum.

Güneş ışınlarını yatay olarak kumsalın ince kumlarına vurunca yerden ışık – gölge olarak resim çektim. Kumsalın bitiminde ağaçlık başlıyor.

Kahve takımlarını toplayıp çadırların yanına geliyorum. Bisikletimi hazırlayıp uzun kuyruk olmuş sabah kahvaltısı için sıraya girdim. Kahvaltıyı yaptıktan sonra bisiklete binerek çıkışa doğru gittim. Herkes toplandıktan sonra  hareket verildi ve yola çıktık. Yolda resim çekmeye gerek yok deyip yeni yola, Phaselis yoluna sapınca resim çekmeye başladım. Çam ormanı içinden geçen yol deniz kıyısına kadar gidiyor.

Phaselis Antik kentine ücret ödemeden giriş yaptık. Gerçi müze kartım var her zaman yanımda taşırım ama önceden izin alındığı için bisikletlilere serbest giriş. Giriş kapısında kaskımı çıkarıp gidona asıyorum Beni böyle bisiklete binerken resmimi İlker çekiyor yanımda da Dilek olduğu halde. Dilek dün akşam kamp alanına hızla girerken mıcırda kayıp düşmüş. Kolunda biraz zedelenme ve ağrıları vardı. Ben de bu gün yanımdan ayrılmayacaksın ve beni geçmeyeceksin diye sıkı tehdit ve tembih edince yanımda sakin olarak bisiklet sürüyor. Bıraksan deli gibi basıyor ve karbon olan yol bisikleti olunca arkasından yetişmek imkansız. Sonra da düşüyor durduk yerde yaramaz kız çocukları gibi.

Antik kentin girişinde kale duvarı olduğunu tahmin ettiğim yeri çekiyorum. Yanımdan ayrılmayan Dilek bisikletiyle duvarın dibine oturmuş uslu çocuklar gibi bana poz veriyor. Duvar düzgün yontulmuş blok taşlardan örülmüş, yüksekliği 4 metre civarında. Üstü düz arazi ve çam ağaçlarının gövdeleri görünüyor.

Yıkıntılar içinde çam ağaçları çıkmış  gelişi güzel. Sadece bir kısa duvar ayakta, geri kalan taşlar, sütun parçaları yerlerde. Burası mezarlık yani nekropolis.

Başka bir duvar kalıntısı ve yanı deniz.

Dilek yontulmuş kaya bloğunun yanında poz veriyor.

Kentin girişinde bisikletleri park ediyoruz. Yanımda festival görevlilerinden türkücü Nevzat ile oynadığı tek ayak üzerinde durma oyununu oynarken resimlerini çekiyorum. Pembe taytı, uzun kollu siyah beyaz benekli elbisesini giymiş kız çocuğu bir eliyle Nevzat’a  tutunmuş. Diğer elinin üç parmağı ile işaret yaparak bana poz veriyor.

Kız çocuğu tek ayak üzerinde dururken iki kolunu yana açarak poz veriyor.

Ben de onların oyununa katılıp tek ayağımın üzerinde durarak parmaklarımla üç işaretini yaptım. Beni de cep telefonumdan küçük kız çocuğu çekiyor.

Kemerli yüksek bir duvar var önümde. Kemer gözlerinin altından geçebiliyoruz. Yer yer yıkılmış kısımları ve ayakta kalan kısımları uzayıp gidiyor. Gördüğüm kemer şehrin su ihtiyacını karşılayan su kemerleri.

Taş kemerin gözünden tahtalı dağının resmini çekiyorum. Bulunduğum yer ve kemerin iki ayağı ve kemeri gölgede ışık vurmuyor. Gözün arkası ve Tahtalı dağı eski adıyla Olimpos dağı aydınlık içinde. Bu resmi öne çıkan görsel olarak seçiyorum.

Su kemerleri kentin içine kadar gidiyor ama pek çoğu yok. Çam ağaçları ile bütünleşmiş sanki antik kent.

Kimi yerde sadece birer taş blok olarak kalmış. Sanırım taş blokların çoğunu yapılarda kullanmak için alınıp götürülmüş. Bunlar da geriye kalanlar.

Antik kent büyük olunca yoruluyor insan bir süre sonra. Yanımdan ayrılmayan Dilek ile gölge bir yerde antik taşın üzerine oturup resim çekiliyoruz elçek ile. Dilek güneş gözlüklerini çıkarmıyor çünkü gözlükleri numaralı. Gözlük takmazsa önünü göremez.

Kimisi de gezmek yerine denize girmeyi tercih ediyor. Elbiselerini kıyıya koymuş havlusu ile beraber.

Kentin ortasında antik bir cadde boydan boya gidiyor. Caddenin kıyılarında taş bloklardan yapılmış dört basamak. Zemin zamanında taş döşeliymiş ama sökülüp alınmış.

Roma hamamı yıkıntıları, sadece bir kaç duvar ayakta.

Duvarda taş kapı çerçevesi ve içeride yine kapılar. İç içe geçmiş odalar.

Sadece yüksek duvarları kalmış hamamın.

İlginç bir duvar örneği, taş bloklar aynı boyutta ve küçük çukurlar açılmış tam ortalarında. Bu oyuklar taşları birbirine bağlamak için kurşun döktükleri boşluklar.

Hamamın ocak kısmı, odunları burada yakıp suyu ısıtıyorlar. Taş bloklar arasında pişmiş tuğla ile ocaklar örülmüş.

Kayanın içi oyularak derin bir çanak yapılmış.

Her tarafı taş örülü duvarları olan binalar. Bir zamanlarda burada zengin ve hareketli bir yaşam olduğunu belirtiyor.

Küçük bir tepeye yamaç evler yapılmış. Sonradan çıkan çam ağaçlarının gölgesinde kalmış yapılar.

Pişmiş yassı tuğla örülerek yapılmış ocaklar hamamın an altında, binanın temeline yapılmış. Taş duvarlar yükselip hamamın üst tarafına çıkıyor. Zeminde tuğla parçaları dağınık durumda.

Yan tarafta hamam odaları dört tarafında dört kapısı. Tuğla parçaları üst üste bir kaç tane konulmuş gelişi güzel. Bazı taş bloklarda oyuklar var.

Tahta bir tabelaya PHASELİS yazısı üstte yazılmış, altta ise denize çıkıntısı olan yarımada şeklinde haritası boyanarak çizilmiş. Yarımada ayağımıza giydiğimiz bot şeklinde.

Phaselis

Bey Dağları-Olympos Milli parkının çam ve sedir ormanları arasında yer alan Kemer İlçesi, Phaselis Antik Kentine, Antalya-Kumluca karayolunun 57. km’sinden güneye dönüldüğünde yaklaşık 1 kilometre sonra  ulaşılır. Kentin Akdeniz’e uzanan küçük bir yarımada üzerinde MÖ 7. YY’da Rodoslu kolonistlerce  kurulduğu söylenir. Kuruluş efsanesinde kolonistlerin yöre halkına mısır ekmeği veya kurutulmuş balık önerilerine, arpa ekmeği ve tuzlu balık isteği ile cevap verildiği anlatılır.  Coğrafi konumu ile önemli bir liman kenti olan Phaselis, 3 limana sahiptir. Bu limalar  yarımadanın kuzeyinde, diğeri kuzeydoğuda, üçüncüsü ise güneybatı kıyısında yer alır.  Limanları, agoraları ve şehir sikkeleri üzerindeki gemi betimlemeleri Phaselis’in ticari liman hüviyetini vurgular. Phaselis bazen Likya bazen Pamfilya bölgesi şehri olarak gösterilir. Gerçekte her iki bölgenin sınırları arasında yer almaktadır.

MÖ 6. y.y. ortalarından itibaren sikke darbeden kent, Pers Kralı Kyros’un Lydia Krallığı’na son verip tüm Küçük Asya’yı ele geçirmesinin ardından, M.Ö. 546 yılında komutanı Harpagos tarafından Lykia Bölgesi’yle birlikte Pers egemenliği altına alınmıştır. Klasik Dönem’le birlikte M.Ö. 469 yılında Atinalı komutan Kimon tarafından Delos-Attika Deniz Birliği’ne dahil edillmiş ve bu durum MÖ 411 yılına kadar devam etmiştir.  Lykia, MÖ 360 yılında, Pers kralına gösterdiği sadakatinden dolayı Satrap Mausollos’a ödül olarak verilirken, Phaselis bu dönemde otonomisini korumuştur.

MÖ 333’de Büyük İskender’i altın taçla karşılamaları şehir tarihinin en renkli sayfalarından biridir. İskender’den sonra bir çok kere el değiştiren Phaselis, MÖ 167’de Likya Birliği’ne üye olup birlik sikkelerini basar. Bir süre komşu kent Olympos ile korsanların talanına maruz kalmasının ardından İ.Ö. 43’de Roma egemenliğine girer ki, bu dönem şehirde yeniden yapılanma ve en az 300 yıl sürecek refahın başlangıcıdır. Şehir 129’da İmparator Hadrian tarafından ziyaret edilir.  Güney limandan başlayan ana caddenin girişindeki tek kemerli anıtsal tak bu ziyaretin anısına dikilmiştir. 5. ve 6. yüzyıllar Bizans egemenliğindeki yüzyıllardır ki, Phaselis 451’de Kadıköy Konsülüne katılan şehirler arasında yer alır. 7. YY’da Arap akınlarından sonra 8.YY’da yeni bir refah dönemi başlar. Phaselis 1158’deki Selçuklu kuşatmasından sonra gerek depremler ve gerekse limanının işlevselliğini kaybetmesi ardından önemini kaybedip 13. YY başlarından itibaren tamamen terk edilir.

Günümüze çoğunlukla Roma ve Bizans dönemi kalıntıları ulaşmıştır. Bunlar şehrin ana aksını oluşturan ve Kuzey-Güney limanlarını birleştiren ana caddenin iki yanında sıralanır. Cadde, agora ile tiyatro arasında genişleyerek küçük bir meydan oluşturur. Meydanın güneydoğu köşesinde basamaklar tiyatro ve akropolise ulaşımı sağlar. Tiyatro küçük boyutlu tipik bir Hellenistik dönem tiyatrosudur. Roma döneminde sahne binasının eklendiği, Geç Bizans’ta ise sahne binası duvarının kısmen şehri koruyan yeni surların bir parçası olduğu kalıntılarından anlaşılır. Ören yerinin girişindeki virajın sağında şehrin eski surlarıyla (MÖ 3. YY), tapınak veya anıtsal mezar olabilecek temel kalıntılarına rastlanır. Kuzey limanı arkasındaki yamaç ise nekropolüdür.   Günümüze ulaşan en anıtsal yapı ise su kemerleridir. Şehrin ihtiyacı olan su, kuzeydeki tepede yer alan kaynaktan getirilmekteydi. Biri tiyatro karşısında, diğer ikisi güney limana giden ana caddenin sağında olmak üzere 3 agora bulunmaktadır. Tiyatronun karşısındaki agoranın içinde bugün Bizans dönemine ait küçük bir bazilikanın kalıntıları yer alır. Şehrin diğer iki önemli kalıntısı ise şehir meydanındaki biri küçük diğeri büyük iki hamam kalıntısıdır. Özellikle küçük hamam kalıntıları Roma hamamının ısıtma sistemi hakkında bilgiler verir. Tarihçiler şehrin baş tanrıçasının savaşın ve bilgeliğin tanrıçası Athena olduğunu yazarlar. Henüz bulunamamış olan Athena tapınağı ve diğer önemli yapıların bugün ormanla kaplı akropol tepesinde yer aldığı düşünülmektedir.

http://www.antalyamuzesi.gov.tr/tr/phaselis-orenyeri

Tiyatronun olduğu yere geldik. Seyirci oturma yerleri yamaca yapılmış fazla büyük olmayan tiyatroya tahtalardan yürüme platformu yapılarak girebiliyoruz.

Tiyatronu sahne duvarlarından ayakta kalan duvarın dibinde resim çekiliyoruz. Resmi çeken de Ömer. Resimde Dilek, ben, Seçil ve adını bilmediğim bir kadın, bir erkek.

Büyük taş bloklardan örülmüş, giriş kapısı dar ve yüksek olan bir binanın ayakta kalmış sağlam kısmı. Kapının üst kısmında tek parça yapım yuvarlak oyulmuş kemer blok. Binanın iç kısmına doğru giden duvarların taşları düzgün değil ve düzensiz örülmüş.

Çam ağaçları içinde kalmış tek tük binaların kalıntılarını da görüyorum.

Yamaçta başka bir duvar kalıntısı.

Ana cadde yarımadanın iki limanını da birbirine bağlıyor. Dört basamaklı yol kıyısı devam etmiş buraya kadar.

Cadde burada bitmiş ve sütun, kiriş kalıntıları sıralı dizilmiş yerde. Çam ağaçları ve az ileride denizin mavisi.

Yerdeki taş blokları yakından çekiyorum. İki sıra yontulmuş figürler ile süslenmiş. Kiriş taşı olabilir.

Her taş blok ayrı ayrı işlenmiş.

Kuzey batı limanı burası, limanın bir kaç taş kalıntısı kalmış sadece. Rüzgar ve dalgalardan korunaklı doğal bir liman denizde bir kaç kayık demirlemiş sakin sularda. Yarımadanın burnu geniş olunca dalgaların önünü kesmiş. Karşıda kayalıklı bir tepe görünüyor denizin ötesinde.

Olimpos yada tahtalı dağının yalçın çıplak tepeleri boz rengi ile karşımda tüm azameti ile duruyor.

Her taşta ayrı bir figür, ayrı bir işleme. Ağaç dalları, yapraklar ve çiçekler.

Elips çıkıntılar oyularak içine iki ayrı ağacın yaprakları işlenmiş. Biri ıhlamur, biri meşe yaprağı. Taş blokta iki tane olarak işlenmiş.

Ana caddenin başlangıç yada bitim yeri. Köşe taşları burada dönüyor 90 derece. Dört basamaklı olarak yapılı yol kıyısı diğer limana kadar devam ediyor. Burada biten cadde taş merdivenlerle basamak olarak limana iniyor.

Phaselis antik gezimiz bitince tekrar yola çıktık. Şimdi biraz yokuş çıkacağız ana yola kadar. Çam ağaçları arasındaki yolda bisikletliler gidiyor. Bisikletinden inmiş birisi elinde fotoğraf makinesi ile bekliyor gelenleri.

Resimleri çeken Mustafa Gültekin. Beni görünce resmimi çekerken ben de onun resmini çekiyorum.

Ana caddeden fazla gitmeden Çamyuva içine sapıp kestirme orman yolundan Kemer içine ineceğiz. Yol kestirme, çam ormanı ama biraz sert yokuş. Arada dinlenmek gerek deyip biraz nefesleniyoruz. Dinlenenlerden Dilek Ve Gözde Emine bana poz veriyorlar çam ağaçları gölgesi altında.

Mustafa da Gözde Emine ve beni yokuşu çıkarken resmimizi çekiyor. Arkamda da Dilek var sadece bir kısmı çıkmış.

Kemer kasabasına geldik, sıkıştığımdan doğru tuvalete koştum. Tuvalette pisuvarın içinde kocaman çakıl taşlarını görünce resmini çekiyorum. Biri böbrek taşlarını düşürmüş sanki.

Öğle yemeğini burada yiyeceğiz ama henüz yemek arabası gelmediğinden kahvenin birine oturup çay içiyoruz. Yanımda oturanların çoğu çadır komşularım. Masada boş çay bardakları, su şişeleri ve kahve fincanları. Dağıtılan mavi renkli içecek şişeleri de var masada. Aramızda bazıları sigara içiyor, paketi de masada.

Öğle yemeğini pazar yerinde kurulan masalarda yedik. Yemekten sonra son kalanlar ve festival görevlileri ile birlikte resim çekiliyoruz.

Yemekten sonra Kuzdere yatağından Kesme boğazına doğru yola çıktık. Haliyle bazı yokuşlarda yok değil. Hal böyle olunca yerlere yine yazılıp çizilmiş. Bunlardan birisinde HA GAYRET yazısı, altına da yuvarlak beyaz çizgili daire, daire içinde Güneş, deniz ve bisiklet çizili Antalya bisiklet festival derneğinin amblemi. Güneş ve bisiklet sarı renkte, deniz mavi renkte.

Bir tarafı duvar gibi kayalık, bir tarafı dere yatağı ve ağaçların arasında yukarı doğru tırmanıyoruz.

Yalçın kayalıklı dağların yarılmış kanyonundayız. Dere yatağında iri dere taşları ağaçların arasından görünüyor.

Kanyonun bazı yeri dar bir geçitten oluşmuş. Yamaçlar kayalık ve dik. Yukarıya doğru bakınca V biçiminde bir görüntüsü ve ardı Toros dağlarının yüksek tepeleri.

Kayalıkların dibinden tamamını çekmek biraz zor olsa da tepesine kadar çekiyorum.

En dar yere yaklaştım, yol sağa doğru döndüğünden kayalıklar birleşmiş gibi duruyor. Asfalt kaymak gibi ve yolda giden bisikletçiler resme giriyor.

Dere yatağı derinde, sert granit kayalıkların arasında akıyor denize doğru.

Kanyonun en dar yeri 20 metre civarında karşımda duruyor. Yol 10 metre dere yatağından yukarıda. Yolun sağında dere yatağı, kimi yürüyüşçüler yürüyüş yapıyor derenin içinde.

Dere yatağında yürüyenler küçücük görünüyor baktığım yerden.

En dar geçitte suyun gücünü görüyorum. Sert granit kayaları öyle bir oymuş ki duvarları pürüzsüz yapmış. Su şimdilik sakin akıyor ama kuvvetli bir yağmurda sel sularının sürüklediği taşlar kayalara çarpınca oluşan korkunç sesleri duymak insanı korkutur. Böyle bir anda burada olmak isterim.

Hazır resim çekerken geliş yolunu da çekeyim dedim Üç kişi yan yana yokuşu çıkarken görüntüledim.

Yerde, kuru dalların arasında mor çiçekler inadına açmış kendini gösteriyor.

İki derenin birleştiği yer, sağdakinden su akmıyor. Dere yatağına kadar çam ormanı girmiş ama dere yatağının hakimi hep çınar ağaçları oluyor. Neden derseniz çınar ağaçları kolay tutuşmayan bir ağaç. O yüzden orman yangınında en az zararla kurtulan çınar ağacı yüzyıllar ayakta kalabiliyor. Çam ağaçları öyle değil, insanlar haricinde doğal olarak ta yangın çıkabilir. Örneğin yıldırım düşebilir ve orman yanmaya başlar. Çam ağaçları çıralı olduğundan kolayca tutuşup tamamen sönesiye kadar yanar. Çam ağaçları yangından bir kaç yıl sonra araziyi tekrar kaplamaya başlar. Yüz yıldan fazla ayakta kalan çam ağacı pek göremezsiniz. Nadiren bazı yerlerde, yangın görmediğinden ayakta kalabilir. Resimde görünen çam ağaçları da genç, 30 yıllık ya var ya yok.

Az ileride taş köprü görüyorum tek gözlü. Köprü dere yatağından epey yüksek. Köprü ağaçlar arasında kaybolmuş gibi, pek az kısmı görünüyor.

Köprüye gelince burada işletme olduğunu görüyorum ve bisikletçiler mola vermiş. Dere yatağında sırıklar üzerinde çardaklar yapılmış, birbirine tahta köprülerle geçiş sağlanmış. Akan dere yatağının üzerinde de tahta bir merdiven yol var yürümek için. Tahtalar sık çakılmış. Dere yatağında iri taşlar arasında su akıyor az bir miktar.

Su donumu giyip derede yıkanıyorum. Beni uzun saçlarım dağınık olarak resmimi çekiyor İlker. Arkamda kayalıklar olduğu halde. Orman kaçkını Tarzan gibiyim.

Bir süre oyalandıktan sonra geri dönüşe geçtik. Çıkarken bir çok resim çektiğimden ve aynı yerden geçtiğim için resim çekmedim. Ana yola çabuk indik. Profesyonel fotoğraf makinesi ile Ömer geniş açıdan, uzun olmuş bisiklet konvoyunu çekiyor. En önde ben varım, ardımda onlarca bisikletli beni takip ediyor. Duble karayolu sakin, tek tük arabalar var.

Kamp alanına döndüğümüz yere geldik. Kavşakta parkın içinde yeşil alan ve çiçeklerle süslenmiş kocaman yazısı ile “TEKİROVA KEMER” ve bisikletim KUZ birlikte resim çekiyorum

Kamp alanına geldik, ilk önce denize girip yüzdükten sonra duşu alıp temiz elbiseleri giyiyorum. Bu gün festivalin son günü ve ayrılıklar başlıyor. Gidenlerle vedalaşıyorum birer ikişer. Bunlardan birisi de çadır komşularım İzmir den arkadaşlarım Engin ve Enis Ünalmış. Mavi Vosvos minibüs yüklenmiş durumda elçek resim çekerek anılara kaydediyoruz bu anı. Festival komitesinden Işıl Tutucu da aramızda, toplam yedi kişiyiz.

Giden gitti kalan sağlar bizimdir deyip bu akşamı kutlayalım dedik. Bir şişe şarap masada ve yiyecekler önümüzde kutluyoruz birlikteliğimizi. Masa etrafında İlker, ben, Dilek, Gülin ve bir kişi daha var. Akşam neşesi üzerimizde.

Gece yatasıya kadar oturup şarap içtik ama o kadar değil, benim alkolden ertesi gün başımı ağrılar tuttuğundan fazla içmedim. Muhabbet desen hiç bitmez. Gecenin geç saatlerine  kadar sohbet ettik. Bir zaman uykumuz gelince herkes birbirine iyi uykular dilekleriyle çadırına çekildi.

Ertesi sabah, erkenden kalkıyoruz, çadırları topladık. Ayrılmadan önce Antalyalı dostlarla kahve içiyoruz. Aramıza ünlü bisikletçi Ahmet Mumcu da katılıyor.

Kahvaltıdan sonra Dilek, ben Gökay ve Mehmet Dilek’in arabasına bisikletleri yükleyip Antalya’ya gittik. Antalya da gezilecek yerleri dolaşmaya başladık. Manzara terasına çıkıp Antalya’yı komple gördük. Manzara süper, Antalya şehri ve Beydağları.

Mermerde yazıldığına göre Derviş Türküm çeşmesi. Yaptırandan Allah razı olsun, fakat önemli bir şey var. bu güzelim çeşmeden su içilemiyor maalesef. Nedenini bilmiyorum ama, çeşmenin solunda “Su içmek yasaktır. İt is forbidden to dring water. (Turistler için İngilizce yazılmış) Anlamak mümkün değil, insanların su içmesi engellenmiş, bir şekilde plastik şişelere mahkum edilmiş. O da parayla!

Ardından Düden şelalelerine gidip gezdik. Su çok az akıyor, neredeyse yok denecek kadar. Pek yağmur yağmadığından baraj boş olunca pek su vermiyorlar Düden şelalelerine. Dilek ile birlikte resim çekiliyoruz şelaleyle birlikte. Bizi Gökay çekiyor.

Akşam olmadan İlkay Celal’in evine kadar gelip beni bıraktılar. Antalya içinde arabayı ben kullandım akşama kadar. İlkay Celal ve Gülin Sevi’nin ailesiyle akşam yemeği yedik. Ailecek elçek resim çekiyorum

Sohbet, çay, kahve derken 12 sıraları İlkay Celal beni garaja götürdü. Biletimi önceden aldığımdan bisikleti bagaja yerleştirip gece yolculuk ederek sabah erkenden İzmir’e vardım. Alsancak iskelesinin karşısında İzmir yazısı, büyük nazar boncuklu. Mavi renkli yazı önünde bisikletim KUZ’u çekiyorum.

Bir tur, bir festivalin sonuna geldik sevgili okurlar. Antalyalı dostlarımın daveti ile ilk defa görmediğim yerleri görüp harika yerlerde bisiklet sürdüm. Yeni kişilerle tanışıp yeni dostlar edindim. Dolmak bilmeyen hazinem yine dolmadı. Zaten torbalarım o kadar büyük ki hiç bir zaman dolmaz. Bazı yerlerde çok resim ve yazı olması gördüğüm güzellikleri sizlere, henüz gidemeyenlere bir kısmını göstermek. Umarım fırsatını bulup gezdiğim yerleri kendi gözlerinizle görüp yaşarsınız. Ne demek istediğimi o zaman anlarsınız.

Bir sonraki turda görüşme dileği ile

Bu gün yaptığımız yol yaklaşık olarak 52 Kilometre civarı

Aşağıda yaptığımız yolun haritası

Powered by Wikiloc

V. Az Bilinen Antik Kentler Turu 1. Gün

5. Az Bilinen Antik Kentler Turu 1. Gün

22 Nisan 2016 Cuma

Alaçatı – Ildır – Urla İçmeler.

(Kör arkadaşlar için betimleme yapılmıştır)

(Resimlerin bir kısmı Gürel Gürselp ve Ferdi Kızıl’a aittir)

 

O yalnız kaybetmesini öğrendi ömründe

Avucundan dökülen kum taneleriydi her şey

Ne bir serseriydi ne de yılgın bir savaşçı

Ama kendi kafasıyla düşünen ve hakkında

Ölüm fermanları çıkartılan biriydi belki

Sevince deli gibi severdi

Pervasız severdi sevince

Ahmet Telli

 

Öne çıkan görsel, Karanlık geçidin içinden taş kemerli Tatar köprüsü.

Gece yarısı başlayan fırtına sabaha kadar sürdü ve çadırımın kazıklarını çakmadığımdan tüm gece çadır üstüme yattı durdu. Doğru dürüst uyku uyuyamadım. Uykumu alamadan erkenden uyandım, uyumanın da tadı kaçtı zaten. Rüzgar şiddetliydi ve denize yakın olmamdan dolayı ilk rüzgar benim çadırıma vuruyordu. Çadırı zar zor topladım, eşyaları kıytırığa yükledikten sonra hazırdım. Az uyumanın ve içtiğim bir bardak şarabın etkisi ile başım ağrımaya başladı. Keyifsizim bu sabah. Katılımcıların da bir an önce toplanmaları konusunda uyarıp hazır olmalarını istiyorum sürekli. Kimisi ağır davranıyor. Kahvaltıyı Alaçatı da bir restoranda yiyeceğiz. Herkes hazır olunca en son olarak kontrollerimi yaptıktan sonra grubun ardından yola çıktım. Daha ilk yokuşta vitesleri ayarlayamayan Salih Gülbahar arka aktarıcının kulağını yamultmuş. Söküp düzeltmeye çalıştıysam da kulak kırıldı. Artık yapacak bir şey yok deyip yakın olan Alaçatı’ya kadar gelmesini söyledim.

Arka aktarıcı sökülmüş durumda zincir sarkmış, kulak yamulmuş.

Alaçatı’nın dar sokaklarında, taş binaların arasından geçiyoruz. Epey zaman kaybettik aktarıcıyla uğraşmaktan. Sokakların birinde dere yatağı olan küçük bir taş köprünün yanından geçiyoruz. Dere mere yok ortalarda, yatağı da sokak olmuş. Araba bile park etmiş köprünün yanında. Köprünün taşlarına bakacak olursak eski bir köprüye benziyor. Üzerine beton atarak yapısını bozmuşlar. Alaçatı’ya yakışmayan bir durum.

Sezon başlamadığı için henüz İstanbulluların işgal etmediği Alaçatı bize kaldı bu sabah. Daha önce restoran sahibi ile anlaştığımızdan açık büfe kahvaltı yaptık 120 kişi. Anlaştığımız fiyat Alaçatı için çok komik bir miktar. Ama sezon olmadığı için ve reklam olsun diye bize kıyak yaptılar diyebilirim. Yoksa normalde bir kahvaltı kim bilir kaç astronomik birimdir Allah bilir. En son geldiğimden kahvaltının son kalan parçaları ile bir şeyler atıştırdım. Zaten baş ağrısından keyfim yerinde değil, iştahım da yok. Biraz yedikten sonra ağrı kesici içtim. Bakalım ne zaman geçecek. Salih Gülbahar bisikletçide aktarıcı kulağını halletmiş kahvaltıya yetişti.

Kahvaltı sonrası bisikletlerin başındayız. Şafak Omaç, Ben ve diğer arkadaşlar kalabalık bir şekilde bekliyoruz.

Restoran müdiresine bizlere kahvaltıyı en güzel biçimde sunduğu için kendisine ABAK plaketi ve buff vererek teşekkürlerimizi sunduk.

Herkes harekete hazır olunca yola çıktık. Alaçatı yollarından Ilıca’ya geldik. Ilıca kumsallarının yanından geçen yolda hep birlikte resim çekiliyor ABAK katılımcıları. Resimde ben yokum, arkayı toparlamaktan gerideyim.

Resimden sonra Ildırı tarafına doğru yola çıkılıyor. Bisikletlilerin arkasından çekişmiş bir resim.

Hava sert poyraz esiyor, rüzgara karşı pedallıyoruz, yol deniz kıyısından gidiyor, deniz lacivert rengi ve havanın mavisi ile ton farkı oluşturmuş. Tam karşıda da Karaburun yarımadası ve antik adı ile Mimas dağı. Turumuz da Efes – Mimas yolu ile örtüşüyor.

Yol kaymak gibi asfalt ile kaplı iyi gidiyoruz rüzgara karşı. Yol tabelası kırmızı üçgen içinde sola doğru dönemeçli yol olduğunu gösteriyor. Etrafta pek ağaç yok. Buralarda sürekli esen poyraz rüzgarları doğru dürüst ağaç yetişmesine elvermiyor. Turun doktoru Mete Güney ve yardımcım Ferdimen önümde bisiklet sürmekte.

Ildırı’ya geldik, bisikletler yol kıyısında park etmiş durumda. Kahvede kumanyaları yiyoruz, çay, gazoz ve ayran ile.

Sonrasında Eritrai antik kentine doğru çıktık. Antik kent biraz yukarıda olduğu için yayan çıkıyoruz. Antik kentin girişinde yön tabelası konulmuş, tabelada; Tiyatro, Agora, Akropol, Athena tapınağı ve Matrone kilisesi yazıyor. Hepsinin ok işaretleri aynı yönde.

Girişte antik yapıların son kalan kalıntıları görülüyor. İyi bir işçilikle yontulmuş taşların çoğu yapılarda kullanılmak üzere sökülüp alınmış.

Tiyatroya vardık, girişi tel örgü ile kapatılmış. Demir bir kapı da var, girişi buradan yapıyoruz. Ortalığı otlar bürümüş.

Amfi tiyatro yamaçta yapılmış güzel bir tiyatroya benziyor. Benziyor benzemesine de sadece tam ortasından yukarıya kadar çıkan merdiven taşları duruyor. Geri kalan tüm oturma yerleri sökülüp alınmış. Bahar ayında olduğumuzdan etrafı otlar bürüdüğü için görünmeyen demir raylar var yukarıdan aşağı doğru. Sanki maden ocağı yada taş ocağı olarak kullanılmış. Bakan eden yok götüren istediğini götürmüş, işe yaramazları götürmeye tenezzül etmemiş. Büyük bir talan olmuş anlayacağınız.

Tabanda bir çitlembik ağacı ve en yukarıda zeytin ağaçları var. Oturma yerleri otlarla kaplı. Ortadan yukarı doğru tek sıra çıkan insanlar yavaş yavaş çıkıyor. En yukarıda bir kaç basamak görünmekte.

Doğru dürüst yapı kalmamış taşların arasından patikada tek sıra ilerliyoruz.

Tabelada Akropol, Athena tapınağı ve Matrone Kilisesi bize yönümüzü gösteriyor.

Erythrai

Ildırı köyünün antik dönemdeki adı Erythrai’dir. Erythrai sözcüğünün Yunanca’da “kırmızı” anlamına gelen Erythros’tan türediği, kent toprağını kırmızı renginden dolayı Erythra’nin “Kızıl Kent” anlamında kullanıldığı sanılmaktadır. Bir başka varsayıma göre ise kent adını ilk kurucu Giritli Rhadamanthes’in oğlu Erythros’tan almıştır.

Kentte ele geçen bulgular, bu yörede ilk Tunç Çağ’ından bu yana yerleşimin olduğunu göstermiştir. İkinci kolonileşme döneminde kent, Atina Kralı Kadros soyundan gelen Knopos yönetimindeydi. Başlangıçta krallık ile yönetilen kent sonraları yine kral soyundan olan ancak halkın seçtiği Basileuslar tarafından yönetildi. Ion kentlerinin aralarında kurdukları Panionion dinsel ve siyasal birliğe katıldılar. Kent Pythagoras’la birlikte kısa süreli tiranlık dönemi yaşamış, bu dönemde üreterek dışarı sattığı değirmen taşlarıyla önem kazanmıştır.

Erythrai, Lidya ve daha sonra da Persler’in eline geçer. Pers boyunduruğuna karşı diğer Ion kentleri gibi ayaklanmaya katılan kente, bütün Ion kentleriyle birlikte M.Ö. 334’te İskender, bağımsızlığını kazandırır. İskender’in ölümünden sonra çıkan kargaşalar sonucu birçok el değiştiren Erythrai Pergamon (Bergama) Krallığı’nın eline geçer. M.Ö.133′ te Roma İmparatorluğu içinde özgür bir kent statüsü kazanır. Bu dönemde şarabı, keçileri, değirmen taşları ve kadın kahinleri Sibyl ile Herophile ile ün kazandı.

M.Ö.1 yy.’da depremler, savaşlar ve Romalı komutanların yağmaları yüzünden büyük yıkıma uğrayan yöre; 16.yy’dan sonra Ilderen ve Ildırı adlarıyla anılmaya başladı.

Şehirde 1963-1966 yılları arasında Prof.Hakkı Gültekin ve sonraları Prof. Ekrem Akurgal tarafından kazı çalışmaları yapılmıştır. İlk önce M.Ö. 3.yy. sonlarında yapıldığı sanılan akropolün kuzey yamaçlarındaki antik tiyatro toprak altından çıkarıldı. Akrapol’ün en yüksek düzlüğünde yapılan araştırmalarda da Athena tapınağına ait kalıntılar bulundu. Şehrin etrafının 5 km. uzunluğunda surla çevrili olduğu anlaşıldı. Tiyatro kısmen açığa çıkarıldı ve restorasyon çalışmaları yarım kaldı. Araştırmalarda akrapolde M.Ö.6. ve 7.yy’dan kalma çanak, çömlek, taş ve topraktan figürler bulundu. Bunlar Erythrai şehrinin en eski tarihi buluntularıdır.

Erythrai harabelerinin bulunduğu bölgede, tarlalarda bulunan eserler, ören yeri bekçisi Hüseyin Yavuz tarafından toplanarak, orada bulunan bir bina da muhafaza edilmeye çalışılmaktadır. Hüseyin Yavuz üç yıl önce aramızdan ayrılmıştır, Nur içinde yatsın.

Matrone Kilisesi’nin ayakta kalan üç duvarı, ilk önce Kiliseyi gezeceğiz.

Athena tapınağını kroki planı, sadece temel kısmı çizilmiş. Üst bölümü yok. Tapınakta bulunmuş heykel ve heykel başlarının resimleri var.

Taş duvar ama öyle bilinen basit bir duvar değil. Zengin kral kendine özel poligonal taş duvardan yaptırıyor sarayını. Arada fark olmalı. Poligonal beşgen demek, taşlar düzgün beş köşeli olarak yontulup sağlam biçimde duvar örülmesi demek.

Eritrai antik kenti tam tepenin üzerinde 60 metre yükseklikte, etrafı tamamen gören bir yerde kurulmuş. Ildırı körfezinde bir çok irili ufaklı adalar var.

Adaların kimisi kıyıya yakın, kimisi uzak, manzara çok güzel. Denizin mavisi, ağaçların yeşili, karşı kıyılardaki gri tepeler. Gökyüzü masmavi bulutsuz.

Ildırı bildiğimiz köy, denizden daha yüksekçe bir yere kurulmuş. Yamaçta diyebiliriz. Zeytinlikler ve tarlalar düz arazide. Balıkçılık ta var, daha çok olta balıkçılığı. Resimde görünen ise yazlıkların kapladığı alan. Binalar doğal güzelliği bozmuş durumda, neyse ki hepsi iki yada üç katlı. Sadece bir tane otel olduğu belli yedi katlı kocaman bina bozulmuş olan doğayı katlediyor. Deniz tam körfezin sonu ve bir çok kayık, tekne demirlemiş durumda.

Körfezde en küçük ada, ismi Zeki Müren adası. Zeki Müren sağlığında burada tatil yaptığı zamanlarda hep bu adaya gidip dinlenirmiş.

Eritrai antik kent turumuz sona erdikten sonra grup yola çıktı. En arkada kalanları toparlayıp ben de yola çıkıyorum. Ildırı dan sonra zorlu bir yokuş bizi bekliyor. Önümde Ferdimen, uzayıp yükselen uzun bir yol. Yolun kıyısında sarı çizgi çekilmiş. Etrafta tarlalar ve zeytin ağaçları.

Yokuşları rahat çıktım diyebilirim. Kıytırıkla beraber fazla zorlanmadım. Geçen yıl dişlileri küçültmem işe yaradı. Yokuş bitti, tam tepedeyim. Bisikletim KUZ ve römorkum kıytırık iyi durumda.

Yokuş kimisini yormuş. Dinlenenler kendini yerlere atmış. Fazla oyalanmadan yola çıkmalarını söylüyorum.

Biraz uzaktan ufukta KUZ ve kıytırığın resmini çekiyorum. Önde asfalt yol, birkaç kaya ve çalılar. Önüm çimenlik. Resim uyum içinde.

Arkada kalan iki kişiyi bekliyorum, yokuşu yürüyerek çıkıyorlardı. Sonunda göründüler aşağıdan gelişleri. Önümde yuvarlak taşlar, çimenlik ve çam ağaçları.

Yürüyerek gelenler KUZ’un yanında yere yatırıyor bisikletleri yere. Biraz dinlenmeleri gerek, bayağı yoruldular. Anlaşılan yüklü tur pek yapmamışlar gibi.

Turun doktoru Mete benimle beraber hareket ediyor. Çam ağaçları arasında giden yoldayız.

Çıktığımız yokuştan hızlıca indik, Barbaros köyünde bu kez mola vermedik. Ovada bulunan göletin yanından geçerek otobanın yanında ki toprak yola girdik.  Arkada kalanları toparlayıp yola düzülmelerini sağladıktan sonra artçı grubu olarak arkalarında geliyoruz. Eski bir taş köprü olan Tatar köprüsüne geldik. Benden önce gelenler resmimizi çekiyor. Çömelmiş durumda bizim resmimizi çekerken Şafak Omaç ben ve Doktor Mete’yi çekerken hepimizi bir kareye sığdırdı Ferdimen .

Köprünün üstünde bir yorgunluk kahvesi içmek gerek diyerek kahve takımlarımı çıkardım. Şafak, Mete, Ferdimen ve ben dördümüz bağdaş kurup oturduk yere. Fedimen tripod ile zaman ayarlı resmimizi çekiyor. Şafak ta beyaz, diğerlerinde yeşil buff kafamızda. Cezveyi ocağa sürmüşüm pişmesini bekliyorum. Bir kaç zeytin ağacı, küçük çalılar ve baharın yeşilliği gökyüzün maviliği ile kucaklaşmış. Doktor Mete’nin eli havada, el sallıyor.

Kıytırığa Urim Baba’nın kahve tabelasını asıyorum. Kıytırıkta sarı ve turuncu üçgen bayraklar. Yanımda Şafak, boynuna telsizi asmış. Kıyafetleri beyaz uzun kollu, buff ta beyaz olunca Arap şeyhlerine dönmüş bizim Şafak. Cezve ocakta, kahve fincanları kahvenin pişmesini bekliyor.

Ferdimen bu kez Doktor Mete ile çekiyor resmimizi.

Bu kez beni tek başına çıkarıyor elim cezveyi tutarken. Sakalım da uzamış biraz.

Sonra gürel ve arkadaşları geliyor yanımıza. Onlara da kahve pişiriyorum zaman kaybetmeden. Kahve tabelam, üç fincan ve bakır cezve. Resmi Gürel çekiyor profesyonel fotoğraf makinası ile.

Kahveler pişti, cezveden fincanlara eşit miktarda dolduruyorum.

Gürel muhteşem dörtlüyü çekiyor kahve içerken. Ellerimizde fincanlar bağdaş kurmuşuz Tatar köprüsünün üstünde. Zeytin ağaçlarının rengi yağmurda yeni yıkanmış gibi parlıyor yaprakları.

Kahve molası bitti, yola çıkıyoruz. Otobanın altından geçeceğiz. Otobanın alt geçidini geçerken karanlık olan içinden Tatar köprüsünün güneş vuran aydınlık resmini Ferdimen çekiyor. Beton bir çerçevede iç kısım karanlık, dışarısı ise kemerleri görünen Tatar köprüsü. Bu resmi öne çıkan görsel olarak seçiyorum.

Bu kez otobanın diğer yanında toprak yoldayız. Yol kumlu, mıcırlı ve iniş. Dikkatli iniyorum. Ön teker bazen kayıp gidiyor. Yavaşça, fren sıkarak iniyorum. İnişte Yüksek teknoloji üniversitesinde öğretim görevlisi Talat hoca ile pedallıyorum. Bana kahve merakımın nereden, nasıl oluştuğunu söylüyor. Ben de kısaca anlatıyorum ;

“Yıllar önce 1986 yılında saz kursuna kayıt oldum, saz çalmasını öğreneceğim. İş çıkışı sazım elimde kursa gidiyorum haftanın belirli günlerinde. Saz kursunda Aşık Garip adlı bir kitap gözüme ilişince alıp okudum. Kitapta Aşık Garip bir kıza sevdalanmış, kızın babası da yüklü başlık parası isteyince Garip te para pul ne gezer. Yoksul köylü nereden bulacak parayı çıkıyor gurbete başlık parasını kazanmaya. O zamanlar saz çalmasını bilmiyor. Tanrıya yalvarıyor her gece saz çalmasını öğreneyim diye. Bir gece rüyasına Hızır aleyselam girip Garip’e el veriyor. O saatten sonra başlıyor çalmaya. Gurbetten ne iş yaparım deyip bir kahve dükkanı açıyor. Müşterilerine kahve pişirerek para kazanmaya başlamış. Bu arada saz çalarak Aşıklığını müşterilerine duyurunca Aşıkların kahvenin toplanma yeri oluyor. Aşık atışmalarında ilham perileri yardım ediyor ve hepsini alt ediyor sözleri ile. Ünü giderek yayılıyor etrafa, müşteriler Aşıkları dinlemek için akın ediyor. Aşık Garip te kahve pişirmesini elden bırakmadan müşterilere sürekli kahve pişirerek iyi para kazanmış. Derken memleketten bir haber geliyor. Sevdiği kızın babası kızını başka birisi ile evlendirmeye kalmış. Düğün yapacak. Aşık Garip hemen memleketine gidip kızın babasına verdiği sözü hatırlatıp başlık parasını fazlasını vererek büyük bir düğün yapıp sevdiceğine kavuşmuş.”

Talat hoca da anlattıklarımdan etkilenmiş olacak ki kendisi saz yaptırıyor ve saz da çalıyor, turdan sonra bana bir saz hediye etti. Kendisine çok teşekkür ederim. Aldığım hikayesi olan en anlamlı hediyelerden biri.

Sol tarafta otoban, otobana insanlar ve hayvanlar girmesin diye tel örgü ile kapatılmış. Sadece uçan kuşlar girebiliyor otobanlara. Yüksek gerilim hattı yolun hemen sağında beton direkler. Etraf yeşil, pek ağaç yok sadece çalılar var.

Kamp alanına yaklaştık sayılır. Bir kaçamak yapalım diyerek tarihi Roma hamamına sapıyoruz. Yoldan epey uzak toprak bir yoldan vardık. Deniz kıyısında kayalıkların dibinde taştan kapalı bir oda. Sadece bir giriş yeri var. Kapısı yok.

Burada sıcak su çıkıyor, dış kısmında berrak su yosun ve kum gayet net görünüyor. Rüzgar hızını kesmedi henüz. Taş bina rüzgarı kesiyor.

Hemen şortları giyip sıcak suyun içine giriyorum. Havuz 4 metreye 4 metre, 1 metre derinliğinde, dibi kayalı ve kumlu. Devamlı su geldiğinden temiz ve berrak görünümünde. Ben havuzun içindeyim, Doktor Mete ise elleri ile tutunarak girmeye çalışıyor.

Havuzun içinde Şafak, ben, Mete, Ferdimen ve Gürel keyif yapıyoruz. Su ılık olunca keyifli bir terapi oluyor. Yorgunluğumuzu atıyoruz üzerimizden.

Yaptığımız kaçamağı haber vermediğimiz için bizi merak etmişler. Telefon ile arayıp durumuzu öğrendikten sonra kamp alanına gelince Olcay dan ve Doktor Serhat tan özür diliyorum yaptığımız hata için. Haber vermeliydim aslında ama olmadı. Herkes çadırını kurmuş, biz de çadırları kurup yaklaşan akşam yemeği için hazırlandık. Yemekler dağıtılmaya başlayınca hemen sıra oluştu. Gönüllü yemek dağıtıcıları herkese eşit miktarda dağıtıyor.

Sol alt köşede bir köpek arka ayakları üzerine oturmuş yemek dağıtanları dikkatlice izliyor. Ayrıca bu insanlar neden sıra bekliyor diye şaşırmış durumda. Kocaman kazanlı çay makinesi demlenmekte, akşama bol bol çay içeceğiz.

Yemekten sonra arkadaşım Mustafa Güven bana bir sürpriz yaptı. Elinde dikdörtgen kahverengi kutu, içinde bir de ne göreyim 4 fincan ve 4 tabak. Şaşırdım, sevindim, şaşkınlığımdan ne diyeceğimi bilemedim. Öylece hayran hayran fincanlara bakıyorum. Her fincana yazılar yazılmış, resimler çizilmiş. Beni ve bisikletimi yazıp çizmiş üşenmeden. Tabaklarda da Can Yücel’in POETİKA şiiri dört bölüm. Sevgili Mustafa hiç üşenmeden kargacık burgacık tam üç ayda fincanları bu hale getirip fırınlamış. Ve ben Dünya’nın en mutlu insanı oldum. Böyle el emeği, göz nuru bir hediyeyi beni seven bir dostumdan almanın hazzını yaşadım. Benim için çok değerli bir hediye. Özenle kullanacağım hayatım boyunca. Çok sevinçliyim.

Karton kutunun içinde kenarlarda dört fincan, ortada dört tabak üst üste.

Birinci fincanda bisikletim KUZ mavi renkte ve resmi, altında urimbaba’CAN yeşil kalemle yazılmış. Onun altında web sitemin adresi ; http://www.urimbaba.net Yanda da #abakheryerde kırmızı kalemle yazılmış.

İkinci fincanda bisikletim KUZ ve römorkum kıytırık çizilmiş mavi renkte. Altında kıytırık ve KUZ yazılmış yeşil renkte. Kahve rengi bakır bir cezve resmi ve benim sözüm ; “Kahve önemlidir, öyle aceleye gelmez” yazısı kırmızı renkte. Fincanın diğer yarısında yine benim sözlerimden ; “İmzasını bir kere atmıştır.” K.atatürk imzası ile birlikte mavi renkte. Benim arkadaşımdan gelen Kemal Atatürk imzalı fincanlarımdan esinlenmiş olmalı.

Üçüncü fincanda ise URİMBABA’NIN KAHVESİ mavi renkte, altında MAKSAT MUHABBET kırmızı renkte yazısı.

Dördüncü fincanda ise RimBaba, RimBaba şarkısının sözü mavi renkte. Alında kırmızı renkte #abakheryerde yazısı.

Tabaklarda ise dıştan içe doğru Can Yücel’in POETİKA şiiri yazılmış siyah renkli kalem ile.

Birinci tabakta ; Tam ortada 1 rakamı, etrafında http://www.urimbaba.net yeşil kalemle yazılmış.

Yalnızlığı sevmiyorum

Yalnız kim ola ki

Kendim…

Kendimin kendini sevmiyorum

Kediler hariç…

Kahve ocakçısı olacaktım ben

Tuttum kavlimi

İkinci tabakta ; 2 rakamı #abakseninlegüzel yazısı kırmızı renkte

Yazdıklarımsa hep nafile

Hep nişanlı angaje ısloganlı

Can, diyorlar, bir kahve yap şu dümenin ağzına

Kallavi olsun!

Üçüncü tabakta ; 3 rakamı, kahverengi kalemle yazılmış Maksat Muhabbet, bir çiçek resmi mavi renkte. Kırmızı renkte #abakheryerde yazısı.

Bende yoksa kahve, yemişçiden tedariklenip

Ve cezveyi ateşe sürüp, üstüne yemeni, şekerini

Taşırmadan pişiriyorum

Dördüncü tabakta ; 4 rakamı ve UrimBaba’CAN mavi renkli yazı.

Biliyorum, bilmez miyim bu kahve ocağınnan

Ocağımızı bucağımızı

Isıtamayacağımı!

İşte onun içinde de içim titreyerek

Cezvenizi sürüyorum ateşe

Can YÜCEL

Aşağıda yan yana 4 fincan yan durumda, altında da 4 fincan tabağı.

Her zaman olduğu gibi kamp ateşini Şafak Omaç yakıyor. Ateşin başında sohbete dalıyoruz. Rüzgar olsa da ateş içimizi ısıtıyor. Benim içimi ısıtan ise aldığım hediye. Rüzgardan dolayı pek ateşin başında durulacak gibi değil, fazla geç olmadan yatıyorum mutlu olarak.

Canavar-ül velosiper Enes Şensoy’un çektiği video görüntüsü

Bu gün yaptığımız yol yaklaşık 63 Kilometre civarı

Aşağıda yaptığımız yolun haritası

Powered by Wikiloc

Kendi Kendine Oluşan Festival 4.Gün

14 Nisan 2015 Salı

4. Gün

(Kör arkadaşlar için betimleme yapılmıştır)

 

Uğurladık bir sabah seni

Söz vermiştin geri döneceğine

Anladık bakınca aldandığımızı

Gerilerde küçük

Kıyılara doğru büyüyen ayak izlerine

Edip Cansever

 

Öne çıkmış olan görsel

20150414_111330

Erken uyumanın etkisi bir kaç kez uyanmak ve sabah erken kalmaya neden oluyor. Zaten akşam fazla oturamıyorsun, sohbet bir yerde tıkanınca ve etrafta ışık olmaması uyku kapı arkasına hemencecik geliyor. Güzel bir uyku çektik bu gece. Yaban hayvanlar gelip geçmiştir gece boyu. Bizi rahatsız etmeden, meraklı bakışlarla durup kokumuzu alarak yoluna devam etmiştir. Biz de onları horultularımızdan başka rahatsız etmeden geceledik. Bu gün hava güzel olacağa benziyor. Çadırımın fermuarını açıp bir süre dışarıyı seyredip öylece oturdum.

20150414_071217

Bir süre sonra güneş doğudan kendini göstermeye başladı. İlk ışıkları tepenin ardından görünmeye başlayınca durup izlemeye başladım. Güneşin doğuşunda ve batışında bize olan etkisini hep düşünürüm. Tarih boyunca insanlar hep güneşin doğuşu ve batışında çeşitli dini ayinler yapa gelmiştir. Bu güneşe taptıkları zamanlarda yapılan ayinler aslında insan bedenine ilk ışıkların vurması ile ilgili bir durum. Fiziksel olarak şu oluyor ; Atmosfer tabakasını düşünün. 60 Km civarında kalınlıkta. Bulunduğumuz yerden tam dik olarak baktığımızda. Güneş ufukta yeni doğmaya başladığında 90 derecelik bir açıda olduğundan güneşten gelen fotonlar daha kalın bir atmosfer tabakasından geçmek durumunda. Atmosferde bulunan gazlar, su molekülleri fotonların bir miktar kırılmasına neden olurlar. Bu kırılmadan dolayı güneşi olduğundan daha büyük görürüz. Atmosferdeki su molekülleri büyüteç etkisi doğururlar. Güneş yükseldikçe büyüteç etkisi azalır ve normal boyutunu görürüz. Sabah ilk ışıklar üzerimize daha hızlı geldiğinden maviye kayar ve daha parlak görünür. Gerçi ışığın maviye kayma durumunu pek göremeyiz ama parlak görmemize neden olur. Aynı durum akşam güneş batarken de olur. Bir tek farkı ise ışık kırmızıya kayar. O da güneş bizden hızla uzaklaştığı için. İşte bu durumda bizler sabah ve akşam daha çok güneş ışınlarının bombardımanına kaldığımızdan içimizdeki yaşam kaynağı tazelenir. Işık demek hayat demektir. Tüm canlılar güneşin bize gönderdiği ışınlarla hayat bulur. Kommagene Kralı Antiochos’un Nemrut dağında 2150 metre yükseklikte tapınağı boşuna yapmamıştır. Doğu ve Batı seyir terasları güneşin ilk ışıkları ve son ışıklarını seyretmek ve yaşamak içindi.

20150414_073710

Sabah kahvaltısının ardından toparlanıp yola çıkıyoruz. Yolumuz düz değil, biraz engebeli. Anlayacağınız dağlarda yol almaktayız. Bunun sonucu olarak baraj göletleri aşağılarda kalıyor.

20150414_095052

Ormanda, dağlarda yol almak ne güzel. Sık ağaçlar birbirine girmiş durumda. Çamlar yeşil ama yaprak döken ağaçlar henüz yapraklarını açmamış. Yeni sürgün vermekteler.

20150414_100224

 

20150414_100235

Üç dengesiz çeşmenin başında beni beklerlerken buluyorum. Çeşme başı güzelleri bana yukarıdan laf atıyorlar. Ben de üç güzelin resmini çekiyorum.

20150414_100629

Bir süre düz gitmeye başladık. Beş parmak dağlarının kaya yapıları hala gözümüzün önünde.

20150414_101103

Bazen yokuş çıkmakta ama bizi yıldıramaz bu yokuşlar.

20150414_101338

Eğimi azaltmak için dönemeçli yol yapılmış. Böylece rahat çıkıyoruz zorlanmadan.

20150414_103036

Yokuşun başında yine beni beklerlerken buluyorum arkadaşları. Durup resim çekmek ve etrafın güzelliğini seyretmekten gecikmek durumunda kalıyorum. Başka türlü de tadı çıkmıyor ki.

20150414_103706

Beşparmak dağlarının ilginç kaya yapısıyla güzel görüntü vermekte.

20150414_104954

Bu güzelliği birlikte resim çekilerek anılara kazıyoruz.

20150414_105602

Dağların görünümü her açıdan değişik şekillere bürünüyor.

20150414_105906

Daha Yakından neden beş parmak dağları dendiğini anlıyorum. Gerçekten kayaların yapısı dorukta elin parmakları gibi uzantılardan oluşmuş gibi.

20150414_105917

Her tepe değişik yapıda, birbirine hiç benzemiyor.

20150414_105953

İyice aşağılara indik. Bir yerde tek parça kocaman devasa kaya kütlesi kaşımıza çıkıyor. Üzerinde kale gibi bir yapı yapılmış. Ne olduğu belli olmuyor buradan.

20150414_110127

Dere yatağına geldik. Bisikletimin üzerindeki tripodta cep telefonunla zaman ayarlı resim çekiliyoruz.

20150414_111330

Yol inişli ama bazı yer düzleşiyor.

20150414_111856

KUZ ve kaplumbağa, ikisi de evini sırtında taşımakta. İkisinin de yolu kesişince durup resmini çekiyorum. Kaplumbağa kendi gücü ile gidiyor. Ben de kendi gücümle gidiyorum. O ağır hareket ediyor, ben de yavaş gidiyorum. Hiç acelem yok, onun da acelesi olmadığına eminim. Zaten uzun yaşamasının sırrı yavaş hareket etmesi. Hızlı hareket etmenin anlamı yok bence. Nerde akşam orda sabah anlayacağınız.

20150414_112445

Yol kıyısında küçük göletler yapılmış. Hayvanlar durup burada su içiyorlar.

20150414_113545

Sakarkaya dan sonra buralarda çam fıstığı ağaçları dikilmiş. Bergama Kozak yaylası gibi buralarda da çam fıstığı üretimi yapılmakta ve oldukça geniş bir arazide. Her yerde olduğu gibi üreticiler de az kazanmakta. Aracılar istediği fiyata alıp büyük karlarla tüketiciye satmaktalar.

20150414_113551

Tamam bazen geride kalıyor, durup onu bekliyorum. Beklerken de resim çekerek zamanı değerlendirmek gerek.

20150414_113600

Kızılca bölük köyüne geldik. Köyde mola vermek gerek.

20150414_115028_HDR

Kahvede durup çay ile bir şeyler atıştırarak dinlendik. Dinlenmenin ardından yola çıkıyoruz.

20150414_115158

Çam fıstık ağaçları göz alabildiğine geniş bir alana yayılmış durumda. Adeta fıstık çam ormanında gidiyoruz.

20150414_124858

Ufukta yeni dağlar görünmekte.

20150414_130414

Amyzon harabelerine giden tabelanın önünde durduk. Biraz uzakta olması nedeni ile gitmekten vaz geçtik.

Amyzon antik kenti

Aydın’ın Koçarlı ilçesinin 30 kilometre güneyinde Gaffarlar köyünde bulunan ve ‘Mazın Kalesi’ olarak anılan Amyzon, Herakleia, Euromos ve Khalketor gibi üç büyük Karya kentinin ileri karakolu olarak biliniyor. Amyzon, eski Hellen dilinde herhangi bir anlamı bulunmamaktadır. Prof. Bilge Umar’a göre bu isim Karia veya Luwi dilinden gelmiş, Hellen ağzında da çarpıtılmış bir sözcüktür.  Amyzon’un ne zaman ve nasıl kurulduğu konusunda bilgilerimiz çok yetersizdir.
Strabon ve diğer İlk Çağ tarihçileri kentin sadece ismine değinmekle yetinmişlerdir. Kentin çevresinde bulunan bazı yazıtlardan da Amyzon’luların M.Ö. 300 yıllarında Mısır’a egemen olan tolemaios’a sonrada Seleukos’lularla yakın ilişki kurmuşlardır. M.Ö. 203 de de III.Antiokhos, Amyzon’a bazı haklar tanımıştır.
Kentte, kaynaklara göre Apollon ve Artemis’e adanmış olması gereken ve bugün tamamen yıkılmış olan tapınağa ait kalıntılar, Akropolünde tiyatro, agora ve çeşme kalıntıları ile MÖ 3. yüzyıla ait çok güzel taş işçiliği gösteren surları bulunuyor.  Amyzon kenti Roma döneminde önemli bir yerleşim yeri olmuş, XV.yüzyılda Osmanlı egemenliğine giren bölgeye Koçarlı aşireti yerleştirilmiştir.
Amyzon kentinin tiyatrosu, agorası, nymphaionu ile akropoldeki Athena mabedinin kalıntıları gelebilmiştir. Ayrıca burada yapılan araştırmalarda çok sayıda antik sikke de ele geçmiştir.

Amyzon Harabelerini gösterir tabela ve bisikletler.

20150414_131633

Beyaz gelinliğini giyip baharı karşılayan Ahlat ağacı önceden çiçek açıp yaprak ile meyveye durmuş Badem ağacının yanında harika görünmekte.

20150414_134157

Tepelerdeyiz daha, önümüze küçük köyler ve cami  kendini belli ediyor. Yol alabildiğine uzayıp gitmekte.

20150414_134502

Bakalım dönemeçten sonra neler çıkacak karşımıza. Hele bir dönelim de!

20150414_134521

Uzaktan camisi görünen köye, Mersinbeleni köyüne geldik. Küçük şirin bir köy Mersinbeleni, karnımız da acıkınca köyün ilk okulundaki kantinde sucuklu tost yaptırıp karnımızı doyurduk. Bu arada Can’ın ön bagaj cıvatanın birisi kırılmış. Kırılan parçayı çıkarıp yedeğimde bulunan bir cıvata ile değiştirip hallediyoruz. Ön bagaj tehlikeli, çantaları düşürmemek gerek.

20150414_135941

Bagajı hallettikten sonra yola devam ediyoruz. Büyük Menderes ovası ufukta göründü. Yalnız görünmesine göründü ama görmek için ağacı kesmeye ne gerek vardı. Güzelim ağaç gövdenin ortasından kesilmiş. Hem de yakın bir zamanda.

20150414_163732

Büyük Menderes ovası epey uzakta, silik bir görünümde. Ova bitiminde Aydın dağların hayali görünmekte puslu olarak. Hele bir inelim ovaya bakalım neler göreceğiz.

20150414_164229

Altımızda Koçarlı kasabası beliriverdi birden bire. Kasaba tepelerin bitiminde görünmesi dağın dibine kurulmuş olması yüzünden.

20150414_173408

Koçarlı kasabasında mola verip bir şeyler atıştırarak karnımızı doyuruyoruz. Ardından düz ovada sürerek Büyük Menderes nehrine geldik.

20150414_184816

Nehir de son yağışların etkisi ile coşkulu akmakta. Hiç olmazsa akıntı tüm kirliliği almış götürmüş. Suyun rengi siyah değil.

20150414_184858

Henüz görmesek te ceylan çıkabilir levhası umutlarımızı kaybettirmiyor. Belki bir gün görebiliriz ceylanı, belli mi olur ! Umudum devam etmekte.

20150414_185147

Dümdüz olan ova yolunda hızlıca Ana yolda olan İncirliova kasabasına varınca kendimize kalacak bir yer aramaya başladık. Ovada pek çadır kurulacak gibi değil. O yüzden pansiyon, otel gibi bir yer baktık kasabanın içinde. Kasabada pek kalan olmadığı için sadece küçük bir otel var. Şansımıza mı yoksa durup kalan müşteri  mi yok odalar boştu. Otelci ile pazarlık edip uygun fiyata anlaşarak odaları tutup yerleştik. Sıcak duşumuzu alarak rahatladıktan sonra kendimize bu akşam ziyafet çekelim diyerek lokantaya yöneldik. Güzelce karnımızı doyurup pek gezilecek yeri olmayan İncirliova da şöyle bir akşam gezintisi yaptıktan sonra otele dönerek odalara çekilerek yattık yumuşak yataklara. Sıcak duşun etkisi ve iyi bir yemek mayıştırdı. Telefonları şarj olması için prize taktıktan sonra erkenden uykuya dalıp dinlenmeye başladık.

Bu gün düne göre biraz daha fazla kilometre yaptık. 55 Kilometre civarı.

Powered by Wikiloc