Etiket arşivi: fenerbahçe

İki Garip Bir Akdeniz 9. Gün

6 Ekim 2017 Cuma

Patara – Fethiye

(Kör arkadaşlarım için betimleme yapılmıştır)

 

Hacet yok hatırlatmasına seni hatıraların
Bir dakika bile çıkmıyorsun aklımdan
Koşar gibi yürüyüşün
Karanlıkta bir ışık gibi aydınlık gülüşün

Atilla İlhan

 

Öne çıkan görsel, Kayaların dibinden çıkan suların içindeyim

Gecenin bir vaktine kadar arada geçen arabaların gürültüleri olmasa iyi bir uyku çekecektim ama yolun dibinde olması gürültüyü içine kadar hissediyorsun. Gecenin geç saatlerinde araba ile geçenler normal insanlar değil. Bir yerlerde eğlenip içenler sarhoş olarak hem araç kullanıyor hem de motorları bağırta bağırta gürültü yapıyorlar. Neyse buna rağmen iyi uyudum sayılır. Sabaha karşı tuvalet ihtiyacı nedeniyle çadırdan çıkınca gökyüzünde ay dedeyi görüyorum. Ay dede gülümsüyordu ışıklarını gecenin karanlığına saçarak.

Siyah gecede parlak bir ışık var sadece. O da ay.

Gün buralarda biraz erken ağarıyor, o yüzden Güneş doğmadan uyanıyorum. Çadırımın içinden dışarısının bir resmini çekiyorum. Çadırın sadece tentesi var, yağmurluk örtüyü yine atmadım bu gece. Dışarıda okaliptüs ağacının gövdesi, yaprakları ve çamaşır ipinde asılı tişört var.

Uyanınca kalktık, hızlıca çadırı toplayıp kahvaltı hazırlıklarına başladık. Dün aldığımız 5 litrelik su pek yetecek gibi değil. O yüzden idareli kullanmak gerek. Parkın etrafındaki bitkileri sulamak için damlama hortumlarını görünce bu sudan yararlanıyoruz. Yumurta, zeytin, peynir, domates, salatalık, biber, bal, çay, ekmek gibi nevale ile mükemmel bir kahvaltı yaptık. Bulaşıkları bahçe sulama suyu ile yıkayıp pakladıktan sonra bagaja yerleştiriyoruz geri kalan eşyaları. Ekim ayında olmamızdan dolayı sabahları biraz serin oluyor. Poların ısısından faydalanmak gerek, üşütmenin anlamı yok. Bisikletler yüklendi, yola çıkmaya hazır. Şöyle bir elçek ile yol başlangıcının resmini çekiyorum. Ben önde, Cem arkada, üzerimizde uzun kollu giysiler. Kafamda sarı renkli kask var. Cem’in kafasında kask yok, buff takmış sadece. Kaldığımız park yeri görünüyor.

Yol şimdilik düz, alabildiğine düzlükte seralarla kaplı. Ovadayız anlayacağınız, yani burada bir ova var, adı üstünde Ova. Köyün adı Ova olunca ovada olduğunuzu anlıyorsunuz. Tabelada öyle yazıyor Ova diye.

Ova köyünü ve ovayı geçtikten sonra karşımıza iki tabela çıkıyor. Üstteki tabela kahverengi, üzerinde antik kentlerin ismi var. Xanthos 3 ve Letoon 10 Kilometre sola doğru ok işareti ile belirtilmiş. Alttaki tabela beyaz renkte, üzerinde Kumluova ve Karadere köylerine gittiğini sola ok işareti ile belirtilmiş. Aslında yol düz gidiyor ama haritaya bakınca yoldan az biraz saparak Xanthos antik kentini görelim dedik. Zaten 3 Kilometre yazsa da 3 Kilometreden biraz fazla tutuyor. Cem de o tarafa doğru gitmeye başlamış bile.

Ovada Ova köyünün caddesinden geçerken ilginç bir minare görüyorum. Yapıldığı zamanda normal olsa da belediye yolu genişletip bulvar yapmış. Bulvar kilitli beton taş döşeli, orta refüj kaldırım taşları mavi ve beyaz renge boyalı. Buraya da servi ve palmiye ağaçları dikilmiş. Ağaçların boyuna ve yerdeki beton taşlara bakarak yakın zamanda yapıldığı anlaşılıyor. Gelelim minareye. Minare cami avlusunun dışında kalmış. Yani kaldırımı tamamen kapatmış durumda. Kaldırımda yürüyecek yayalar yola inip geçmesi gerekiyor. Aslında sadece minare var, cami yok ortalarda.

Ovayı çarçabuk geçip Xanthos antik kentinin olduğu yere geldik. Antik kent az yükseğe kurulmuş, o yüzden biraz çıkmak gerek, o da fazla değil. Antik kentin başlangıç yeri tel çitlerle belirtilmiş kaçak girilmesin diye. Tüm antik kentleri özel bir şirkete vermişler. Onlar da para kazanmak için  sınırlarını kapatmışlar tel çitlerle. Solda kemerli bir yapı var, sanırım kentin surlarının kalan yapısı. Kente giriş o kemerli olan yerde muhtemelen. Asfalt yol sağdan yukarı doğru gidiyor.

Her kentte olduğu gibi ister yeni olsun, isterse antik dönemde olsun mezarlıklar şehrin dışına yapılır. Burada da öyle, ilk mezar anıtları karşımıza çıkıyor. Bunlardan biri Nereidler anıtı. Nereidler anıtının orijinal çizimi tabelaya kondurulmuş. Çizimde temel zemin taşları üzerinde 4 sütun, üzerinde çatı anlı. İçinde de heykelleri var. Tabelanın altında da bu anıtın yapısı ve başına gelenleri yazmışlar. Yazı şöyle;

Nereidler Anıtı

Şimdi sadece temelleri ve podiuma ait bir taş sırası görünebilen klasik çağın bu ünlü mezar anıtı geçen yüzyıl içinde tümüyle Bristh Musseum’a taşınmıştır. 4 X 6 sütunlu İon planındaki anıt kabartma ve heykellerle süslüdür. Sütunlar arasında yer alan 12 tane kadın heykeli Nereidler olarak tanımlanan deniz perilerine aittir.

Eser M. Ö. 400 yıllarına tarihlenir.

Her ne kadar taşındı diye yazsa da İngilizler dünyanı her yerinde yaptıkları gibi bu eseri de çalmışlardır. Tabelaya çaldılar diye yazılsa İngilizler kızar mı yoksa.  Medeni olmak hırsız olmayacağı anlamına gelmez.

Nereidler anıtının temel taşları, altında da tabelası.

Xanthos

Fethiye-Kaş karayolu üzerinde, Fethiye’ye 46 kilometre uzaklıktaki Kınık Beldesi‘nde yer alan şehir, Xanthos Nehri (Eşen Çayı) kenarındaki ovaya hâkim iki tepe üzerinde kurulmuştur. İlki Eşen Çayı’nın kenarından sarpça bir kayalık şeklinde yükselen surla çevrili Likya Akropolü, ikincisi ise kuzeydeki daha yüksek ve geniş olan Roma Akropolü’dür. Likya Birliği’nin idari merkezi olarak nitelenen Xanthos’un ismi Likya dilinde yazılmış kitabelerde ARNNA şeklinde geçmektedir. Homeros, Sarpedon yönetimindeki Xathosluların Troya savaşlarına katıldıklarını anlatır. Ancak kazılarda elde edilen buluntular şehrin iskânını İ.Ö. 8’inci yüzyıldan önce götürmeye imkân vermemektedir.

Şehir, İ.Ö. 545–546 yıllarında Pers Kumandanı Harpagos tarafından kuşatılır. Xanthoslular, kahramanca karşı koyup direnmelerine rağmen çaresiz duruma düştüklerinde, kadın ve çocuklarını öldürüp şehri ateşe vererek insansız ve harap bir şehri Harpagos’a bırakırlar. İ.Ö. 475–450 arasında Xanthos, bu kez yangın felaketi ile karşılaşır. İ.Ö. 334 yılında Büyük İskender şehri almıştır. İskender’in ölümünün ardından Xathos, İ.Ö. 309’dan itibaren Mısır Hanedanı Ptolemaios’ların, ardından birçok Likya şehri gibi Suriye Kralı III. Antiokhos’un egemenliğini kabul etmek zorunda kalmıştır. İ.Ö. 2. yy.da Likya Birliğinin başkenti olan Xanthos, İ.Ö 42 yılında bu kez Romalı Brutus tarafından yerle bir edilmiş, ancak ardından İmparator. Marcus Antonius’un gayretleriyle yeniden imar görmüştür. İ.S. 1’inci yüzyılda Roma egemenliği altındaki Xanthos’ta İmparator Vespasianus adına tak yaptırılmış, günümüze kalmış Roma yapılarının çoğu bu dönemde inşa edilmiştir. Bizans egemenliği sırasında piskoposluk merkezi olan Xanthos, bu dönemde birçok yeni yapıya kavuşmuştur. 7’nci yüzyıl sonrası Arap akınları şehrin önemini yitirmesine sebep olmuş ve 1838 yılında Charles Fellows’un burayı keşfedip bazı kalıntıları Londra’ya taşımasına kadar ufak bir köy kimliğiyle yanı başındaki Kınık’ta yaşamını sürdürmüştür.

Xanthos’un her iki akropolü de değişik örgü sistemlerinin görüldüğü sur duvarları ile çevrilidir. Likya akropolünün kuzeyinde Roma Devri Tiyatrosu yer alır. Xanthos’un en ilginç kalıntıları, tiyatronun batısında konumlanır. Bunlardan ilki yüksek dikdörtgen yekpare kaide üzerindeki ölü ailesi ile yanındaki kadın gövdeli, kuşkanatlı yaratıklar olan ve ölülerin ruhlarını gökyüzüne taşıdıklarına inanılan “Harpy” kabartmalarına sahiptir. Bugün orijinal kabartmaları, Biritish Museum’da sergilenen Harpy Anıtı, İ.Ö. 5’nci yüzyıla tarihlenmektedir. Bu anıt mezarın yanında 4’üncü yüzyıla ait diğer bir kaideli Likya lahdi yer almaktadır. Tiyatronun bitişindeki kare şekilli geniş alan ise üç yanı dükkânlarla çevrili Roma Devri Agorası’dır. Agoranın kuzeydoğu köşesinde, Harpy Anıtına çok benzer, yekpare dikdörtgen gövdesinde Likya ve Grekçe dilinde yazılmış kitabe yer alan İ.Ö. 5’nci yüzyıla ait anıt mezar yükselir. Anıtın gövdesindeki kitabe günümüze dek bulunmuş Likya dilindeki en uzun kitabe olup, Kherei adlı Xanthos’lu prensin serüvenlerini anlatmaktadır. Roma Akropolü’nde de birçok kaya mezarı ve kaideli mezarı yan yana görmek mümkündür. Bu alanın güney eteklerde yer alan, Aslanlı Mezar, Pa vaya ve Merehi lahitlerinin kaideleri dışında tümü British Museum’da sergilenmektedir. Günümüz kalıntılarına çıkan rampanın sağ kenarında sadece temelleri kalmış olan İ.Ö. 4’üncü yüzyıla ait tapınak planlı Nereid Anıtı da British Museum da sergilenen Xanthos’un ünlü anıtlarından biridir. Xanthos örenyeri, Likya uygarlığının özgünlüğü ve kazılarda elde edilen buluntuların önemi nedeniyle UNESCO tarafından Dünya Kültür Mirası Listesi‘ne dâhil edilmiştir.

https://www.kulturportali.gov.tr/turkiye/antalya/gezilecekyer/xanthos

Bisikletleri girişe bırakıp müze kart ile antik kenti dolaşmaya başladık. İlk olarak amfi tiyatroyu uzaktan görüntüye aldım. Amfi tiyatronun geneli ayakta, bazı yerleri harap edilmiş. Yüksek kaideler üzerine konulmuş anıt mezarlardan 2 tane görünüyor.

Fazla yüksek olmayan anıt mezar 5 basamaklı. Üzerinde de lahit var. Lahit girintili çıkıntılı oymalar ile süslenmiş. Dar kısmından insan girecek kadar kırılıp alınmış. Şu ölümlü dünyada ölülere hiç saygı göstermemişler. Huzur içinde yatamamışlar öldükten sonra. Mezar hırsızları kemikleri de dahil olmak üzere soyup soğana çevirmişler lahitleri.

Yazılı Pilye M. Ö. 425 – 400 yıllarına tarihlenen anıtın dört yüzünde bilinen en uzun Likçe yazıt yer almaktadır. Üst tarafına doğru köşeler çeşitli nedenlerle kırılmış. Yazıt üst üste iki kaidenin üzerine konulmuş.

Kral sarayına ait olduğunu sandığım duvarı görüyorum. Duvar taşları pentagon (beş köşeli) olarak örülmüş. Duvarın yüksekliği 1.5 metre kadar

Bizans dönemine ait pişmiş topraktan künkler yerde bir kısmı görünüyor.

Harpy anıtı 8.87 m. yükseklikte mezar anıtıdır. Lahitteki kabartmalar kopyasıdır. Orijinali haliyle İngiltere de sergilenmekte. Lahitin dört tarafı kabartma frizlerle süslenmiştir.

Buradaki anıt mezarlar ölmüş kişinin önemine göre yüksek ya da alçak seviyede. Alçak mezar anıtlardan birisinin resmi. Dikine uzun, kapağı da üzerinde çatı şeklinde sivri olarak kapatılmış.

Mezarın arka tarafından resim çekiyorum. Tüm mezarlarda olduğu gibi bu lahidin bir tarafı delik.

Tiyatronun sağ üst bölümünden sahneyi ve oturma bölümünü tamamen çekiyorum kadraja sığdırıp.

Bu da tam ortadan sahneyi tamamen görecek şekilde çekiyorum.

Tiyatronun sağında önceden resmini çektiğim iki anıt mezar kaidesi ile birlikte. Xanthos kentinin bir özelliği olsa gerek daha önceleri görmediğim anıt mezarların çokluğu. Sadece bu kente özgü bu anıt mezarları özel yapan kalın kaidelerin tek parça olarak yapılıp dikilmesi. Kim bilir nereden, nasıl getirdiler buraya tonlarca ağırlıktaki kaideleri. Ayrıca dik duruma getirip üzerine de mermerden yapılmış lahitleri 11 metre yüksekliğe kondurulması. Ama o zamanlarda yapmışlar. İnsan hayret ediyor.

Tiyatronun oturma yerleri normal bir insanın diz boyunda. Ama insanların adım yüksekliği 15 – 20 cm civarı. O yüzden burayı yapan ustalar insanların her yerden inip çıkmalarını engellemek için belli yerlerde merdiven olarak taşlar yontulmuş. Evlerimizdeki basamak boyu genelde 18 cm, buradaki basamaklar da aynı yükseklikte.

Basamaklardan aşağı, sahneye iniyorum. Sahnenin başlangıç yeri bir insanın omuz hizasında. Sahneye çıkıntı yapmamak için merdivenler yana doğru yapılmış.

Xanthos kenti yüksekçe bir tepenin üzerine yapılmış. Etrafa ve ovaya hakim durumda. Kentin kenarında kayalıkların bittiği yerde seyir terası yapılmış. Kalın blok taşlardan düz bir zemin olarak kalmış bu yapıt bir anıt olabilir.

Düz olan terasa geldim. Aşağısı uçurum ve dik. Aşağıda Xanthos nehri yani günümüzdeki adı ile Eşen çayı akmakta. Her nehrin kıyısında olduğu gibi Eşen çayının da kıyıları yeşillik ve söğüt ağaçları var.

Ovada seralar, Eşen çayı akmakta karayolunun köprüsü altında. Karşıda yalçın tepelerle çevrili.

Bir binanın temelleri ve bodrum çukuru görülmekte.

Kentin künk boruları yer yer görülmekte.

Kalın taş bloklarla yapılmış tiyatronun sahne kısmındaki duvarları, kapısı ve üstünü örtmek için açılan oyuklar. Bu oyuklara ağaçlar yerleştirip üzeri kapatılmak üzere yapılmış.

Tiyatronun odalarından birisinin içi kemer taşları ile tavan kapatılmış. Üzerinde de anıt mezar var.

Tiyatro sahnesine giriş kapısı kemerli.

Sahnede yerde yatan iki sütun.

Bir çok geçit yapılmış sahnede. Onlardan birisinin kapısı, kapının üzerinde kalın, geniş tek parça blok taş var. Blok taş tam ortadan kırık ama üzerindeki taş bloklar nedeni ile sağlam duruyor.

Kirişlerin kenarları oyularak süslenmiş. Bu kirişin altında geçit var.

Sütun başları, kaideleri yerde duruyor.

Sonunda antik kenti tamamı ile gezip gördükten sonra bisikletleri bıraktığımız yerden alıp yola koyulduk. Çam ağaçları ile kaplı yolda Cem önde giderken çekiyorum. Sanki çam ağaçları yolu kaplamış gibi görünüyor. Ağaç tünelinden geçiyoruz.

Çam ormanı, ormanın kenarında bir tarla, tarlanın içlerinde bir ağaç gövdesi. Kurumuş, alt kısmında kabuklar tamamen soyulmuş. Kocaman gövde iki çatal dallı, biri daha iki dallı. Ağaç kuruduğu için dallar kesilmiş. Tek başına, yalnız, sararmış otların arasında kala kalmış. Bu ağaç hüzün veriyor, zamana direnememiş. her ne kadar dalları kesilse de sağlam gövdesi hala ayakta. Çıplak kalmış birisi gibi.

Uzaktan Xhantos antik kentinin olduğu tepeyi görüyorum. Kalıntılar ve anıt mezarların bir kısmı ayakta. Yukarıda seyir tepesinden baktığım yeri de görüyorum.

Hedefimiz Saklıkent, tabela 18 Kilometre kaldığını gösteriyor. Öğle zamanı orda oluruz gibi.

Az yüksekçe bir tepede çeşme görünce durup mola verdik. Çeşmeden su gürül gürül akıyor. Önü geniş bir alan, arabaları ile gelip geçenler burada mola veriyor. Çeşmenin etrafı bakımlı, temiz. Bir kaç ağaç dikildiğinden belli. Bunlardan birisi salkım söğüt ağacı. Cem bisikletinin bagajında bağlı duran 1.5  L su şişesini doldurmak için yerinden çıkarıyor.

Çeşmeden suları tazeliyoruz tüm şişeleri. Elimizi yüzümüzü de yıkıyoruz serinlemek için. Her ne kadar Ekim ayında olsak ta buralar hala yaz sıcaklığında. Çeşmenin başında dinlenirken motorlu birisi geldi. Selamlaştık ve sohbet başladı. Nerden nereye gidiyorsun, nerelisin deyince arkadaşın İzmir den olduğunu öğrenince kanımız kaynadı birden bire gurbet ellerde. İnsan gurbette hemşerisini görünce duygulanıyor. Anı olsun diye elçek resim çekiyorum arkadaşla. İsmini yazmayınca unutuyor insan. Arkadaşın kafasında motor kaskı, bende yok. Motorla gezip duruyor kafasına göre. İnsan gezmeli, nasıl olursa olsun.

Ormanın kıyısında küçük, sivri kubbeli bir su sarnıcı görüyorum. Resmini çekmeden olmaz. Şimdiye kadar gördüklerim arasında pek te küçük.

Yolda giderken üzerimizdeki tişörtü çıkarıyoruz. Sonbaharın güneşinden alabildiğine yararlanmak gerek. Güneş enerjisini depoluyoruz, kış aylarında yararı olur. Cem çam ormanını ikiye bölen yolda bisikletinin üzerinde yarı çıplak gidiyor. Sola doğru rampa çıkan toprak bir yol ormanın derinliklerine gidiyor.

Orman yolu bitiyor, açıklık düz araziye geldik. Karaçay çayı da göründü. Sağda kurumuş çam gövdesi, altında seraların naylon kaplı tarlaları var.

Havaların sıcak olması dutların sürekli meyve vermesine neden oluyor. Biz de bu dutların tadına bakıyoruz. Cem yarı çıplak dut ağacından dut toplarken. Bisikleti de yolun kenarında duruyor.

Küçük bir kanalda su akıyor usulca. Tarlaları sulamak için bu kanal.

Arazinin genişlemesi Karaçay’ın yayılmasına neden olmuş. Epey geniş bir yatakta suyun akışına göre kendine yol açmış. Yoğun yağışlarda deli gibi, sel biçiminde aktığını belirtir gibi.

Çayın üzerindeki beton köprü yanlış proje nedeni ile 3 gözü çökmüş durumda. Ayakların altını sular oyup göçürterek yolu kullanılamaz hale getirmiş. Köprüden beri alçak bir bent yapılmış. Buradan tarlalara kanallarla su alıyorlar.

İşte o kanallardan birisi önümde akıyor çaydan ayrılmış biçimde. Çaydaki beyaz çakıl taşları suyun rengini turkuaz yeşil renge bürümüş durumda. Arazinin düz ve az  eğimli olması çayın menderes biçiminde kıvrılarak akmasına neden olmuş. Uzaklarda Toros dağlarından bağımsız oluşmuş dağlar.

Karaçay’ın geldiği yer Toros dağları, tepeleri çıplak kayalıkları ile kendini gösteriyor.

Tarlanın dibinde kargıları çadır gibi dikine konulmuş bir düzine kadar öbek öbek.

Saklıkent’in yarılmış kayalıkları görüntüye girdi uzaktan. Saklıkent’e az kaldı demek ki.

Saklıkent insanların çokça ziyaret ettikleri yerlerden birisi. İnsanlar çok olunca yiyecek, içecek işletmeler de ona göre çok. Bir de oradan soğuk suları akan bir çay olursa alabalık eksik olmaz. Bir alabalık havuzu, su pırıl pırıl. İçinde alabalıkların yüzdüğünü görüyorum siyaha yakın renkleri ile. Havuzun geniş kenarına da tahta döşemeli yere kilimler, iki sofra, yer minderleri ve yastıkları ile açık havada şark köşesi yapılmış. Havuzun sağındaki ağacın gövdesine asılı bir tabelada “Canlı alabalık satılır” yazısı yazılmış.

Karaçay dan kanallarla getirilen su bahçelerden, işletmelerden akıp gidiyor. En sevdiğim şeylerden birisi bahçenin içinden akan bir su kanalının olması. Pırıl pırıl, berrak, hayat veren su. İnsan bunu gördükçe hayatı bulacağını inanıyorum.

Saklıkent milli parkı olarak yazılmış ağaç tabelada belirtmiş orman bakanlığı tarafından. Şu an Saklıkent’te olduğumuzun resmidir.

Geniş bir kanal, kıyılarında masa, sandalye. Kimisi yerde minderler konulmuş işletmeler. Kıyılarda ağaçların yeşilliği akan suya vurmuş rengini. Kanalın orta yerinde su fıskiyesi suları fışkırtıyor yukarı doğru.

Kanala gelen suyun debisi yüksek, az yukarıda çağlayıp akıyor deli gibi. Düz araziye gelince sakinleşiyor.

Üstünde tente dört direğin üzerine çekilmiş, altı gölgelik. Zemin beton ile kaplı.  Kısa malzeme dolabı, yanında buzdolabı. Yere serilmiş iki kilim, kilimin üzerinde bir kadın. Köşede üç tarafı kısa duvar örülü ocak. Ocakta yanan odunların dumanı tütüyor. Rüzgar benim olduğum taraftan çok hafif estiği için dış kısma doğru yükseliyor. Kadının önünde malzeme torbaları duruyor. Yufka açmak için bir sofra ve daha geniş başka bir sofranın üzerinde tencere, yağ şişesi konulmuş. Öğle zamanı yaklaşıyor, kadın son hazırlıklarını yaparak gözleme pişirmeye başlayacak bir süre sonra. Kadınla önceden pazarlık ediyorum gözleme ne kadar diye, çay fiyatları nasıl? Gözleme 5 Lira, çay da 1.5 Lira olduğunu söylüyor. Fiyatlar uygun olunca anlaşıyorum kadınla. Bisikletleri buraya bırakacağız ve Saklıkent denen yeri gezeceğiz. Dönüşte öğle yemeğinde gözleme yiyeceğiz.

Gözlemecinin olduğu yerden geçen kanal hemen dibinde. Kanalın içi yosunlardan yemyeşil. Güneş ışıkları akan suyun meydana getirdiği küçük oynamalarla yeşilin her tonunu görmek olası.

Ben yeşilin her tonunu akan kanalda izlerken bir kuş gelip karşı kıyıya gelip kondu. Kuşu ürkütmeden cep telefonumla dijital zom yaparak çekiyorum. Kuş gri renkte ve pek belli olmuyor. Sanırım ispinoz kuşu.

Bisikletleri gözlemecinin bahçesine güvenli bir şekilde bıraktık. Gözümüz arkada kalmayacak. Yanıma sadece havlu ve su donumu alıyorum. Böylece Saklıkent’e doğru gitmeye başladık. Karaçay kenarları deniz kıyılarında olduğu gibi  işgal edilmiş durumda ama kıyıda gezinti yapılabiliyor. Masalar kıyıya kadar konulmuş. Akan çayı izleyerek yemek yiyorlar. Fiyatları tahmin etmek istemiyorum. Zaten burada yemek yeme gibi bir niyetimiz yok. Masaların arasından geçerek Saklıkent girişine geldik sayılır. Masalarda yemek yiyen insanlar. Dar ve yüksek kanyon girişi, önünden geçen yolun köprüsü. Karaçay’da akan su miktarı çok yüksek.

Lokantanın önünden karşıya geçen bir köprü var. Bu köprüden karşıya geçeceğiz. Cem köprüden geçiyor yürüyerek. Köprünün tabanı tahta kaplı, üzerinde kırmızı halıfleks serilmiş. Köprü korkulukları yüksek yapılmış, ayrıca ip ağlarla çocukların düşmeleri engellenmiş.

20171006_145648_HDR

Saklıkent Kanyonu, Antalya – Muğla sınırını çizen Eşen çayının kolu olan Karaçay’ın oluşturduğu kanyondur. Suyun kolayca aşındırabileceği kalkerli  arazide, fay çatlaklarının da yardımıyla sarp ve derin bir kanyon oluşmuştur. Uzunluğu 18 km, yüksekliği 200 m’dir. En dar yeri 2 metreye kadar düşer. Eşen Çayı’nın bir kolu olan Karaçay’ın debisi Kanyon çıkışında 14–17 m³/sn’dir.

Kanyonun tabanı şiddetli akan suyla dolu olduğundan, su içinden geçmek imkansızdır. Giriş, kanyonun dik yamaçlarına demir çubuklarla tutturulan 200 metrelik tahta bir köprüyle yapılabilmektedir. Köprüden sonrasında oldukça soğuk olan güçlü Karstik kaynaklar bulunur. Yaz mevsiminde piknik yeri olarak kullanılan alana yılda 180-210 bin turist gelmektedir.

Kanyonun çevresi 06.06.1996 tarihli Resmi Gazete ile Saklıkent Millî Parkı ilan edilerek korumaya alınmıştır. 12.390 hektarlık milli park alanında Kaş ve Fethiye’nin üçer köyü yer alır. Alanda görülen bitki topluluklarını yüksekliğe göre Maki, Kızılçam, Karaçam ve Sedir toplulukları oluşturur..

Akıntı çok şiddetlidir ve soğuk su akar. Antalya’nın batısında Patara’dan Kınık istikametine devam ederken Saklıkent sapağından 16 km’dir ve Xantos antik şehrine çok yakındır.

Kanyonun keşfi ise çok yakın bir tarihe dayanmaktadır. Rivayetlere göre bir çobanın buraya kaçan keçisinin peşinden gitmesiyle keşfettiği kanyon, çevre yerleşkelerde merak konusu olur. Çobanın bildirmesinin ardından Çevre ve Orman Bakanlığı’nın Saklıkent’i Milli Park ilan eder, daha sonra özel firmaların da desteği ile Saklıkent bugünkü halini alır.

https://tr.wikipedia.org/wiki/Sakl%C4%B1kent_Kanyonu

Saklıkent kanyonunun tam girişindeyim Köprünün ortasından kanyon girişini dik olarak resmini çekiyorum. Kanyon girişi sert granit kayalardan oluşmuş. Genişlik 5 – 6 metre kadar, yükseklik 50 metreyi aşıyor. Kanyon içi kıvrımlı olduğu için belli bir yere kadar görebiliyorum.

Kanyona girmek o zamanki parayla 6 Lira. Gişeden biletlerimizi alıp kanyonun o muhteşem yapısını izleyerek giriyoruz. Normalde çayın suyu dar geçitte bir insan boyu kadar akıntı ile akıyor. Suyun içinden kanyona girmek imkansız. İnsanların rahatça girip izleyebilmesi için yürüme yolu yapmışlar 3 metre kadar yukarıda. Yola destek için alt kısma yanlamasına demirleri kayalara çakıp tutturulmuş. Sağlam bir yürüme yoluna benziyor. Korkuluklar da sağlam ve tel çekilerek çocukların alttan düşmeleri engellenmiş. Dar ve yüksek kanyona Güneş ışınları hiç ulaşmıyor. Belli bir yere kadar, yaklaşık yarısına kadar Güneş ışıkları vuruyor ama dibe ulaşmıyor. İlk önce Cem bana poz veriyor. Az ileride karşıdan karşıya ip bağlanarak Türk bayrağı çekilmiş. Sol kısımda kayalıkların çatlaklarına bazı çalı türü ağaççıklar yer yer kendine yaşam alanı açmaya çalışıyor.

Bu kez Cem beni cep telefonuyla bir poz çekiyor aynı yerde. Elimde havlu ve su donu var.

Çayın su debisi o kadar güçlü ki bir insan normalde yüzemez, alıp götürür. Aynı zamanda derin. İnsan suya bakınca aklını başından alıyor ve korkutuyor resmen. Tamamen deli akan çayın o eşsiz turkuaz rengi ile çekiyorum.

Yürümeye başladık derinlere doğru. Kayalık duvarda bazı yerlerde çatlaklar ve küçük mağaralar var.

Kanyon düz değil dönemeçli bir biçimde yarılmış. Gökyüzünün sadece bir parçası görünüyor mavilikleriyle. Tepelere doğru yer yer ağaçlar var. Burası bana şehirlerdeki dar sokakları ve güneş göstermeyen çok katlı yüksek apartmanları hatırlatıyor. Şehrin gürültüsü ve stresi yetmiyormuş gibi dar bir alanda gökyüzünün bir parçasını görmek insanın ruhunu daraltıyor. Burada ise durum farklı. Trafik hengamesi yok, binaların gürültüsü duyulmuyor. Stres yok, pazarı, marketi yok. Hava kirliliği yok. Sadece doğal kayalıklar, temiz hava, bol oksijen. Akan suyun gürültüsü var sadece.

Yakınlardaki bir kaynaktan gelerek altımızdan beyaz köpükler saçan canavar gibi akıyor sular. Daha sakin akan çaya karışarak huzur buluyor sanki.

Yaklaşık 300 metre yürüme traversinde yürüdükten sonra kanyon biraz genişliyor ve ayağımız toprağa değdi. Yukarıdan gelen suyun miktarı az deminki akan suya göre.  Karşıdan karşıya geçebilirsin yürüyerek. Su seviyesi dizlerin altında. Kimileri paçaları sıyırıp karşıya geçmiş bile. Dik kayalıklarda küçük ağaçların yanı sıra genişlemiş alanda incir ağaçları bitişmiş.

Gürül gürül, köpürerek gelen suyun üzerinde köprü devam edip sağa dönüyor.  Köprünün altında da sanırım su borusu döşenmiş. Boru genişliği yarım metreye yakın.

Gözelerin olduğu yere geldik bu geniş alanın kenarlarına. Ulaşabildiğim bir gözenin dibine kadar geldim. Anadolu da suyun kayalıklardaki deliklerden çıktığı yere göze derler. İşte onlardan birisi olan gözeden bol miktarda su yer yüzüne çıkıyor ve yatağında akarak çaya karışıyor. Su basınçlı ve gür çıkarak yosun tutmuş kayalıklardan  köpürerek akıyor. Su berrak ve yosunların rengi olan yeşilimtırak renkte. Kayalarda dikine çatlaklar var. Biri uzun, biri çok kısa iki tane incir sol altta kayanın çatlağında bitişmiş büyümeye çalışıyor.

Başka bir gözeden su kabararak yer yüzüne çıkıp yayılarak akıyor.

Kanyonun devamında akan su az olunca insanlar ayakkabılarını çıkarıp paçaları dize kadar sıyırıp yürüyerek ilerlere doğru gidip geliyorlar. Az ilerde kanyon yine daralıyor.

Az geniş olan alanda bir çok göze görmek mümkün. Kayaların dibinden sakince ama gür olarak çıkan başka bir gözenin resmini çekiyorum.

Kimi göze de deli biçimde köpürerek çıkıyor. Torosların yüksek dağlarına yağan karlar çatlakları doldurarak dağların dibinden böyle gözelerde fışkırıyor adeta.

Böyle bir ortam bulmuşum ve fışkıran göze denk gelmiş durur muyum. Hemen bir çırpıda su donumu giyiyorum. Kimsenin olmadığı gözeye giriyorum. Cem beni cep telefonu ile çekiyor girerken. Gözeden çıkan su o kadar çok ki tutunmadan suda durmanın imkanı yok. Tam suyun çıktığı yere yatıyorum. Sol elimle de kayaya tutunmuş durumda. Sular köpürerek sırtıma basınç uyguluyor. Suyun çıktığı yerde durmak için epey güç harcıyorum ama suyun içine dalmak zor gibi.

Neyse az aşağıda sağ elimle tutunup suya dalıyorum. Tamamen suyun içindeyim ve akan su vücuduma masaj yaparak akıyor. Suyun içinde saçlarım, sakalım ve su donum siyah olarak görünüyor. Ten rengi gövdem silik görünüyor. Suyun sıcaklığı o kadar soğuk değil. Buradan daha soğuk akan yerlerde girmişliğim var. Üşüme yok anlayacağınız.

Su gözesinin çıktığı yere tekrar giderek son kez pozumu veriyorum. Cem de beni çekiyor. Bir süre kendime su masajı yapıyorum. Nasıl olsa 6 Lira verdim. Masaj bedava değil anlayacağınız. Suyun çıktığı yerde tertemiz, saf ve kirlenmemiş suda yıkanıyorum. Bu resmi öne çıkan görsel olarak seçiyorum.

İyice masaj yaptıktan sonra duşumu almış olarak çıkıyorum. Havlu ile kurulanıp elbiselerimi giydim. Artık dönme zamanı diyerek gözelerden ayrılıyoruz. Karaçay’ın akan suyunun büyük bir bölümü bu gözelerden çıkıyor. Yukarılardan az miktarda akıp geliyor. Karşı kıyıda bir tane gözeden su az yüksekten çağlayıp akıyor Karaçay’a doğru. Bir kadın ve bir erkek dizlerine kadar suya girerek çağlayanın olduğu yerde gezip resim çekiliyorlar.

Geri dönüp kanyonun çıkışını ve akan çayı çekiyorum bir poz

Yürüme yerinde yürürken kayaların çatlaklarında açmış küçük pembe çiçekleri yakından çekiyorum. Susuzluktan yeşil yaprakları kurusa da çiçekler son kez sonbaharı müjdeliyor açarak.

Kanyondan çıkıp yoldan yürüyerek bisikletleri bıraktığımız gözlemeciye doğru gidiyoruz. Toroslarda yaşayan Türkmen yörükleri geçimlerini çoğunlukla hayvancılıkla sağlıyor. Buralarda sık sık koyun sürüleri görmek mümkün. Yolun kıyısında otlamaya giden koyun sürüsü.

Cem önde yürüyor, gözlemeci de karşıda. Vardık sayılır. Tek katlı bir ev, çardaklarla kapatılmış ağaçlıklı bir alanda kurmuş tezgahını gözlemeci.

Kendimize birer gözleme ısmarladık. Semaverde pişen bol çayla yedik afiyetle. Takviye olarak ta birer ton balığı konservesi. Yoksa tek gözleme ile doyulmaz. Fazla tutmayan hesabı da ödeyerek yola çıkıyoruz. Kanyonun girişindeki köprünün başında Karaçay yazan tabelanın resmini çekiyorum. Köprünün kanyon tarafındaki korkuluk ve kanyon girişi tamamen tel çitle kapatılmış kimse kaçak girmesin diye. Giriş ücretine bir şey diyeceğim yok. Uygun bir fiyatı var, içeri girip doğal güzelliği görmeye değer diye düşünüyorum.

Ve yola çıkıyoruz ama yokuş ve tırmanma birden bire başladı. Az soluklanmak için durunda çam ağaçlarının bana gösterdiği alandan Saklıkent kanyonundan çıkan o muazzam suyun meydana getirdiği sel yatağı gözlerimin önüne seriliyor. Yukarıdan göründüğü kadar dar bir çay olarak aksa da çakıl taşlarının kış aylarında daha geniş bir alanda aktığını gösteriyor. Taşkın su ovanın  geniş bir alanını kaplamış durumda.

Yol yukarılara doğru kıvrıla kıvrıla çıkarken geri dönüp Saklıkent kanyonunun derin ve yüksek kayalardan oluşmuş yarığını görüyorum.

Yolda bolca çeşme ve bu çeşmelerden akan sular var. Suyun kolayca toprağı aşındırmadan akması için beton kanaletler döşenmiş. Az da olsa su temiz ve berrak akıyor kanaletten.

Kalın gövdeli yüksek çam ağaçlarının olduğu düzlük bir alan var. Burada kamp atılabilir geceleyin. Çeşme de var yakında.

İşte o çeşmelerden birisi kalın gövdeli çam ağacının dibine yapılmış. Öyle bildiğiniz çeşmelerden değil. Elektrikle çalışan su sebilinden buz gibi soğuk su akıyor. Sebilin arka tarafında normal akan çeşme var. Sebil demir bir kafesin içinde koruma altına alınmış alınıp götürülmesin diye. Kafesin anlına da  tabela  konulmuş.  Tabelada yazanla şöyle: ” Merhum Rasık Özdemir İç suyunu, şükret Allah’a, yaptıranın ruhuna oku bir Fatiha.” Buz gibi soğuk suyu matarama dolduruyorum. Ölmüş merhuma da bir Fatiha okudum. Ağacın dibi beton taş döşeli, ağaca da kalaslarla çardak yapılmış. Altında da piknik masası konulmuş. Burası bir kavşak ve otobüs durağı. Bekleyen köylüler sıcaktan bunalmasın diye sebil yaptırmış bir hayırsever.

İstanbul olmasaydı Kadıköy ismini bilemezdik. Kadıköy sadece İstanbul’da yok, Türkiye’nin bir çok yerinde Kadıköy adı altında köyler var. Osmanlı zamanında adaleti sağlayan kurumun başında kadılar varmış. Kimisi adalet dağıtmış kimi dağıtamamış. Çünkü adalet vicdan meselesi. Vicdansız da kadı olabiliyormuş, şimdi de olanlar var. Neyse kadılar ülke topraklarına dağılınca her tarafta kadılar adaleti sağlamaya, düzeni korumaya çalışıyorlarmış. Eğer Kadı’nın bir köyü varsa oraya Kadıköy denmeye başlayınca bir çok yerde Kadıköy adı altında köyler oluşmuş. Bakmayın İstanbul’daki Kadıköy’ün büyüklüğüne. İstanbul çok göç alınca aşırı çoğalmış. Bir de Fenerbahçe spor kulübü ortaya çıkınca tüm Türkiye öğrenmiş. Ben de o köylerden birine denk geldim “Kadıköy”. Tabelada öyle yazıyor. Muğla’nın Fethiye ilçesine bağlı küçük bir köy. Belki de burada vakti zamanında bir kadı yaşamıştır.

Bir anı yakalamak çok önemlidir, hele doğal ortamında ve çok hareketli bir sincabı. Sincap normal olarak insanlardan kaçar. İnsanları uzaktan gözler ve en ufacık bir hareketinizde kaçarak kendini koruma altına alır. Bu doğal bir durum, çünkü insanlar korkunç yaratıklardır. Ne yapacaklarını kestiremezsiniz. İnsan bile insanlardan korkar. Kavgalar, savaşlar hep birbirini öldürmek için. Gelelim bizim sincaba. Şimdiye kadar bir çok kez bisiklet üzerinde sincap gördüm. Beni görünce hemen yuvalarına kaçıp gözden yitiyorlar. Onların bir kere bile resimlerini çekemedim. Zeytin ağacının gövdesinde görünce hemen durdum ve sakin hareketlerle cep telefonumu çıkarıp resim çekmek için hazır hale getirdim. Her şey çok kısa bir sürede oldu. Zeytin ağacının gövdesinde başı yere gelecek şekilde durdu ve kafasını ileri uzatarak beni gözlemeye başladı. İşte o anı kaçırmadım. Bir kaç poz çekiverdim. Sincap ta bana poz verir gibi öylece durdu. Belki de bana bilerek poz verdi. “Şimdiye kadar bir sincabın resmini çekemedin, al sana bol bol resmimi çek.” der gibi durdu başı ileri uzanmış halde. Kahverengiye çalan krem renkli kürkü, minik gözleri ve etrafı dinleyen kulakları. Harika bir anı yaşadım.

Bisiklet böyle bir araç işte, bir çok şeyi görebilirsiniz, yaşarsınız, duyarsınız. Doğal ortamına ayak uydurarak çok yavaş hareket edebilirsiniz. Bunlardan birisi sincap olabilir. Ya da başka bir hayvan. Yolda böyle şeyleri gördüğüm için çok şanslı hissediyorum kendimi. Karşıda gördüğüm mezarlarda yatan ölülerin yanına gitmeden hayatı yaşamaya çalışıyorum.

Sincabın resmini çektiğim yer mezarlık. Kimisi mermerden yapılmış, kimisi sadece bir taş konmuş mezarlık dağınık biçimde. Kocaman bir çam gövdesi, yanında yan yatmış briket yerde duruyor. Sincap ise zeytin ağacında baş aşağı durmuş bana bakıyor. Yer daha çok çam yaprakları ile kaplı.

Fethiye’ye yaklaşıyoruz, bu gece Fethiye’de kalacaktık. O yüzden daha önce arkadaşımı aramıştım bu gece kalabilir miyiz diye. O da elbette kalabilirsiniz deyince aheste çekiyorum kürekleri. Yarın hafta sonu başlıyor, yani Cumartesi Pazar. Merve Cem ile telefonda konuşmuş hafta sonu Köyceğiz de beraber kalalım diye. Cem de bu teklifi bana söyledi ne yapalım. Ben de neden olmasın olabilir deyince Köyceğiz de kalmaya karar verdik. Merve okulda işi bitince yola arabası ile çıkıp bizi Fethiye civarında alacak. Hal böyle olup planlar değişince arkadaşı arayıp gelemeyeceğimizi bildirdim. Böylece yola devam ettik, akşam oldu ve hava kararınca Fethiye tabelasını gördük. Yol geniş, emniyet şeridinden gidiyoruz gecenin karanlığında. Tabelada Fethiye Nüfus : 151000 yazıyor, altında ise Çamköy den çıktığımızı belirtir kırmızı çapraz şerit çekilmiş tabelada.

Cem fazla gitmeyelim bu karanlıkta diyerek karşımıza çıkan ilk benzin istasyonunda durduk. Burada tuvalet ihtiyacımızı ve akşam yemeğimizi hallediyoruz Merve’yi beklerken. Biz yemek işini de hallettikten sonra Merve gelesiye kadar benzinci ile sohbet ettik kahvelerimizi içerken. Saat akşam dokuza doğru Merve yanımıza geldi. Sanki yıllardır birbirimizi görmemiş gibi hasretle kucaklaştık. Oysa dün sabah vedalaşmıştık Merve ile. Arkadaşlık böyle işte, ne yapalım. Merve gelir gelmez resmini çekiyorum gecenin karanlığında. Arkasında arabası ve kendi bisikleti askıda. Benzincinin direğinde kuvvetli aydınlatması ortalığı aydınlatıyor sarı ışığı ile.

Bisikletleri arabanın arkasındaki taşıyıcıya dikkatlice bağlıyoruz. Çantaları da arka koltuğa yerleştirdik. Yola çıkmadan önce benzinci arkadaş arabayı, bisikletleri ve üçümüzü çekiyor bir poz.

Yola çıkıyoruz Köyceğiz’e doğru. Gecenin ilerleyen saatlerinde navigasyon haritasına bakarak Köyceğiz’e vardık. Hakan daha önceden haberli olduğu için bizi bekliyordu. Çayı demlemişti biz gelesiye kadar. Çaylarımızı içerek hasret giderdik, sohbet ettik, daha bir yıl önce yaptığımız Eşpedal Ege bisiklet turunun o unutulmaz anılarını andık. Ertesi gün için planlar yapıp rotaları belirledik. Artık yatma zamanı diyerek herkes yatağına uzanıp uykuya daldı. Güzel geçen bir günü düşünerek ne kadar şanslı olduğuma şükrettim.

Yaptığımız yol yaklaşık 67 Kilometre civarı

Aşağıda yaptığımız yolun haritası

Powered by Wikiloc

Bir İstanbul Masalı – Avrasya Maratonu 4. Gün

14 Kasım 2016 Pazartesi

Büyükada Turu

(Kör arkadaşlarım için resimlerde betimleme yapılmıştır.)

 

En güzel deniz:  
Henüz gidilmemiş olanıdır.  
En güzel çocuk:  
Henüz büyümedi.  
En güzel günlerimiz:  
Henüz yaşamadıklarımız.  
Ve sana söylemek istediğim en güzel söz:  
Henüz söylememiş olduğum sözdür… 

Nazım Hikmet Ran

 

Öne çıkan görsel, ben, Gökay ve Dilek kahve içiyoruz tepenin üzerinde. Arkamızda Marmara denizi ve ada.

Sabah erkenden kalkıp kahvaltıyı yaptık, bu gün Büyükada’yı bisikletle gezeceğiz. Oğuz bizi arabası ile Bostancı iskelesine bırakıyor. Dilek ben ve Android Gökay bu turu yapacağız. Bisikletlerimizle vapura binip iskeleden ayrıldık. Sessizce “Kaptan bizi Büyükada’ya götür” diye bağırıyorum. Haliyle sessizce bağırdığım için kaptan duymuyor, yolcular da. Hava bulutlu, tamamen kapalı. Deniz hafif çalkantılı. Marmara denizinin en büyük adası olan Büyükada adından da anlaşılıyor büyük olduğu. Adalara kalkan vapurların iskelesi nedense en yakın yerden değil de epey uzak olan yerden kalkıyor. O yüzden ilk başlarda adaları göremedim. İlk olarak Heybeliadaya yanaşacağız. Adaya iyice yaklaşmadan kadraja girecek şekilde resmini çekiyorum. Adanın sol tarafı evler, sağ tarafı yeşil alan olarak görünüyor. Deniz rengini gri bulutlardan almış.

Adaya iyice yaklaştık.

Adanın iki sırt biçimindeki tepenin yamacına yapılmış evler deniz kıyısına kadar inmiş. İskelede biri mavi, biri kırmızı renkte iki yük gemisi yan yana bağlı duruyor. Gemiler küçük.

Heybeliada da inecek yolcuları bıraktıktan sonra tekrar denize açılıp Büyükada’ya geldik. İki ada birbirine çok yakın. İskelede iki yolcu vapuru yanaşmış durumda. Evler 4 yada 5 katlı olarak yapılı, yüksek bina yok.

Vapur iskeleye yanaştıktan sonra karaya ayak basıyoruz. Karşıma ilk olarak Osmanlı zamanından kalan bir çeşme görüyorum. Çeşmenin olduğu bölüm bir kaide şeklinde dikdörtgen blok olarak yapılı. Altında yalak var, suyun kirecinden bir kısmı beyaz leke olarak görünmekte. Kaidenin üzerine 6 adet sütun konulup  üzerine de revak yapılıp tamamlanmış. Revak kenarları ve çeşme kaidesi işlemeli. Bu çeşmeden su akıyor buna sevindim. Yer dikdörtgen beton taş döşeli. Çeşmenin yanında da ters dikili bir dut ağacı var. Dutun dalları yukarı yerine aşağıya doğru büyüdüğünden salkım saçak görünümü var. Aynı söğüt ağaçları gibi. Gerçi onlar da ters dikilince salkım saçak görünümüne bürünüyor. Dut ağacı yukarı doğru büyüyemediğinden insanlar rahatça dut yiyebilir elleriyle koparıp.

Bisikletim KUZ ile iskele binasının ön cephesini çekiyorum. İskele binasında yazan Mavi Marmara şehit Murat Yüksel yazısının altında daha büyük harflerle Büyükada İskelesi yazılı. Geçmişte Mavi Marmara gemisinde ölen birisini şehit olarak  Büyükada iskelesine adını yazmışlar. Ben şehit olarak kabul etmiyorum o gemide ölen birisini. Zaten o dönemde başbakan olayı üstlenmişti. Sonradan bana mı sordunuz diye inkar ederek orada ölen bu şahsa ve diğerlerinin ruhuna hakaret etmiştir. Belki de o ismi kaldırmışlardır şimdi.

Bisikletim KUZ’un yakınında bir köpek yerde yatmış dinleniyor. Bagajda turuncu çantalarım ve üzerinde mat bağlı duruyor.

Bisikletlere binip Büyükada turumuza başlıyoruz. Yarısı asfalt, yarısı Arnavut kaldırımı döşeli caddede dükkanların ve evlerin arasından gidiyoruz. Caddede elektrik telleri, telefon telleri görünmüyor. Hepsi yer altına alınmış sadece aydınlatma direkleri var.

Uzun bir sütun yeşil bir alana dikilmiş duruyor. Etrafı demir çitlerle çevrili olduğundan sütunda neler yazılı olduğunu okuyamıyorum. Yeşil alanda iki tane ağaç dikili. Birisinde mor çiçekler açmış. Arkasında da uzun, tepesi görünmeyen palmiye ağacını gövdesi.

Büyükada tarihi bir yer, burada yeni binaların yanında eski ahşap evler de görmek olası. İki katlı tamamen ahşap bir ev, Evden öte köşk gibi yapılmış. Tüm pencereleri kanatlı kapaklarla yapılmış. Büyük bir olasılıkla Marmara denizinde oluşan fırtınalardan korunmak için binayı tamamen izole ediyorlar. Ev biraz bakımsız gibi, oturan yok sanırım. Üst katta olan balkonların korkulukların bazıları düşmüş. Pencerelerin kimisinde cam yok. Bahçede tele asılı halı, yanında da paspas kurumak için konulmuş. Kaldırımda kazı çalışmaları yapıldığından döküntüler öylece duruyor.

Tarihi ahşap köşk manzaralı bir resim çekiliyoruz otomatik olarak. Resimde Gökay, Dilek ve ben. Üzerimizde uzun kollu giysiler sıkı olarak giyilmiş durumda. Buralarda havalar serin, kış erken başlıyor. Arkamızdaki ahşap ev boyasız, üstteki ev beyaz boya ile boyalı ama boyalar yer yer kalkıp dökülmüş. Kaldırım kırık beton parçaları ile kaplı.

Evler bitti, çam ağaçları ile kaplı ormanın içindeyiz. Orman piknikçilere uygun olarak mesire yeri yapılmış. Büyükada da yaşayanlardan çok ana karadan gelen Aşıkların gelip burada koklaştıklarından Aşıklar Tepesi denmiş. Kanlıca orman müdürlüğü de bu tepeyi aşıklara kaptırmamak için Aşıklar mesire yerine çevirmiş. Mesire yeri demek mangalcıların bir araya gelip ortalığı yanık et ve duman kokusu salması. Elbette insan aşık oldu mu kendilerine yeni tepeler bulur.

Girişte tahtadan bir tabelanın en üstüne Aşıklar Tepesi siyah boyalı levhada ayrı yazılmış. Tahta kısma da Aşıklar mesire yeri İstanbul orman bölge müdürlüğü Kanlıca orman işletme müdürlüğü. Altına da şikayet ve öneriler için telefon ve e – posta adresi yazılı. Çam ağaçlarına bağlanmış bir hamak duruyor.

Adanın en yüksek yerine doğru tırmanışa başladık. Çam ormanında sonbaharın son günlerinde Aşık bir çift yürüyerek yukarıya doğru gidiyor. Nasıl olsa kendi tepeleri.

Doğal taşlardan yapılmış küçük bir çeşme ama çeşmeden su akmıyor. Orman müdürlüğünce kayaya çakılmış kırmızı renkli levhada Orman 177 çeşmesi yazılı. Çeşmenin arkasından gelen mavi renkli su borusu çalıların arasında.

Kurumuş bir ağacın gövdesine siyah zemine “Çevreyi kirletmenin cezası ahirette ödenir” yazılmış. Bu yazıyı kilise yönetimi yazmış ve kilise resmi de basılı. Altında da başka bir tabelada beyaz zemine kırmızı harflerle “Bisiklete binmek yasaktır” hem Türkçe hem de İngilizce yazılmış. Tabelayı koyan da yazan da orman müdürlüğü. Alo 177 yazısından anlıyorum. Arkada taş duvar örülü.

Sonlara doğru biraz sert yokuşu çıktıktan sonra adanın tepesine geldik. Burada Aya Yorgi kilisesi, diğer bir adıyla Aziz George Koudonas Manastırı tam karşımda. Kilisenin giriş kapısı küçük bir çan kulesi şeklinde yapılıp kubbenin altına çanı da yerleştirmişler. Kubbenin üstüne de haç konulmuş. Ayin yeri içeride yüksen bir yapıda, çan kulesinin yanında da iki katlı bir ev var. Sanırım papazın evi olsa gerek.  Kilisenin önü parke beton taş döşeli. Bisikletim KUZ da sehpanın üzerinde duruyor.

Yüksekte olunca manzara güzelleşiyor. Ben de hazır seyrederken manzarayı çekiyorum. Karşıda Asya kıtası ana kara, İzmit’e doğru gidiyor. Sağda küçük adalardan birisi olan Sedef adasının bir parçası görüntüye girmiş.

Dilek önde Gökay arkada yokuşun sonlarına gelmişken resimlerini çekiyorum. Gökay’ın android olduğunu biliyorum. Böyle yokuşları saniyede çıkar ama Dilek yokuşlarda iyi olmadığı için yalnız bırakmıyor.

Kiliseni içine girmeden kapısında şöyle bir iç kısmı olan avlu ve ayin yapılan binayı çekiyorum. Çatıda ve kapıda birer haç kondurulmuş. Binanın cephesi kırmızı renkte boyalı. Ortada kapı, iki yanda da birer pencere. Pencereler dar ve uzun, Kapı da öyle. avlu karo plaka döşeli beyaz renkte. Binaya yakın yerde oturan bir de kedi var avluda.

Bu tarafı da Marmara denizi, karşı kıyı görünmüyor, çok uzak. Sadece Heybeliada ve biraz da Burgazadası görünmekte.

Sert geçen Marmara denizinin kış şartlarına ayak uydurmaya çalışan çam ağacı göğe fazla yükselmeden yere paralel büyümüş dalı. Ada üç başlı bir yönetim ile baskı altına alınarak yasakçı zihniyetle yönetildiği bu çam ağacını aracı yaparak kendilerini belli etmiş. Yere paralel uzamış kalın çam dalına üç tane tabela çakılmış. Birinde “Ağaçlara çaput ve ip bağlamak yasaktır Ay Yorgi yönetimi” (Aya daki A harfi sökülmüş). Bu yazıyı yazmalarının nedeni her yıl 23 Nisan ve 24 Eylül de yapılan Hristiyan Ortodoks inanışına göre dileklerinin gerçekleşmesi için ağaçlara çaput ve makara ipi salmaları. Vapur iskelesinden kiliseye kadar makaradan salınan ip yalınayak olursa dilekler gerçekleşiyormuş. Hemen yanında da başka bir levhada “Bisiklete binmek yasaktır No bicycle alo 177” (Nedense ormancılar bisikletçilere düşmanlıklarını her yerde gösteriyor. Ağaca binmek, ateş yakmak, çevreyi kirletmek yasaktır yazsa anlarım ama bisikletle çevreyi kirletmeyen bir aracı yasaklamalarını anlamış değilim). Bunu ormancılar çakmış ağaca. Biraz ötede de “Mangal yapmak yasaktır  Ada belediyesi.” Yasakçı zihniyet oldukça insanlar inadına tersini, yasaklara karşı gelmeyi zevk haline getirmiş. Yasak yerine “çaput bağlamayınız, dinimize aykırı” dese, “Ormanda mangal yapmak ormanın yanmasına neden olur” yazsalar belki okuyanlar anlayabilir. Yasak kelimesi ters tepki veriyor her yerde.

Allahtan kuşların ağaç dallarına konmasına yasak yok. Gerçi bu kuş biraz büyük olsa da gelip dala konmuş.

Dilek ağacın dalına oturmuş bana arkası dönük olarak poz veriyor. Başında kırmızı buff, sırtında kırmızı çantası ile uyumlu olarak poların siyah  rengi ile bütünleşmiş.

Adanın en yüksek yeri olan yerdeyiz. Doğal olarak erozyon sonucu kayalar meydana çıkmış. Buradaki kayalar yontulup düz hale getirilmiş. Burasının rakımı 189 metre.

Kahveyi her yerde içebilirsiniz, kahvede, cafede, lüks restoranda yada çay ocağında. Ama bizim gibi Büyükada’nın en yüksek iki tepesinden birisi olan Yüce Tepe de içmek bir ayrıcalık. Ben de zaten böyle yerlerde kahve içmenin keyfini yaşarım. Her zaman bisikletimin çantalarında bulunan kahve takımını çıkarıp cezveyi ocağa sürüyorum. Kahve kokusu tüm adayı sarıyor birden bire. Büyükada şimdiye kadar böyle bir koku duymadı. Kahve kokusunu içimize çekip özel fincanlarda yudumluyoruz. Kahve manzara ile birlikte daha anlamlı ve tadı bir başka oluyor.

Elimizde fincanlar, kayalara oturup Marmara denizi ve Heybeliada manzarasını izleyerek kahvemizi içiyoruz. Ben, Gökay ve Dilek İstanbul’un sert iklimine ayak uydurup sıkı giyinmiş olarak poz veriyoruz kameraya. Bu resmi öne çıkan görsel olarak seçiyorum.

Kahve içerek manzarayı izlerken adanın güneyinde birden bire gök delindi. Delinen yerden Güneş ışıkları denize vurunca garip bir şekil ortaya çıktı. Gökteki bulutlarda kalp şeklinde olan delik ışık hüzmesi gözle görülür biçimde denize kadar ulaşıyor. Denize yansıyan ışık ise kanatlarını açmış uçan bir kartal görünümünde.

Daha belirgin olması için resmin renkleriyle biraz oynayınca iyice anlaşılıyor. Işık olan yerleri kızıl renge bürününce buluttaki kalp, ışık hüzmesi ve denizdeki kartal gri fonda muhteşem bir kızıl renge bürünüyor. Hani dilek tutsan böyle bir görüntüyü yakalamak bir mucize olsa gerek. Sağ tarafta, ufukta dağlar ve bulutun sonundan öte güneş olan yerler kızıl renkte. Resim renkleriyle oynanınca kızıl görünüyor ufukta.

Gördüğümüz görüntüyü dijital zom yaparak biraz yakınlaştırdım. Madem karşımıza böyle bir görüntü çıktı belki bir nedeni olsa gerek diyerek dileklerimi tutuyorum. Aslında dilek tutmaya gerek bile yok. Çünkü dilekler gerçekleşiyor. Zaten yanımda da Dilek canlı olarak duruyor. Yaşadığımız an, doğal güzellik ve manzara bize dileklerimin gerçekleştiğinin ispatı. Anı yaşamamızın bedeli.

Kahve fincanlarını yıkayıp kutusuna yerleştirdikten sonra kahve takımlarını çantaya koyup yola çıkıyoruz. En zirveden başladığımız için iniş çabuk oluyor. Deniz seviyesine kadar inip yol düzleşiyor. Yamacın kenarları taş duvar örülü küçük bir alanda yürüyenlerin oturup dinlenmesi için banklar konulmuş. Taş duvara da siyah renkte bu yılın şampiyonu olan Beşiktaş futbol takımının yazısı yazılmış. Yazı; “Şampiyon Beşiktaş” siyah büyük harflerle yazılmış. Yanında da yazıyı yazanın ismi olsa gerek “Feda” yazılmış. İşin ilginç tarafı da çöp tenekesinin anlına “Sola bak” yazısı ve solu gösterir ok işareti. Düşünce güzel ve anlamlı. Önde de bisikletim KUZ duruyor.

Yol kıyısında biraz altı boşalmış çam ağacı fırtınada devrilip yana yatmış. Köklerinden yeterli su alamayan ağaç kurumuş durumda. Arkada servi ağaçları ve bir zeytin ağacı. Ötesi deniz.

Büyükada’nın güneyinde kalan Sedef adası manzarama giriyor. Çalıların arasından resmini çekiyorum.

Büyükada’nın en önemli ulaşım aracı faytonlar. Daha çok gelen turistler ve ziyaretçilerin adayı yorulmadan gezebilmeleri için. Karşıma bir fayton çıkıyor ve tam o anda üç tane yılkı atı da resme giriyor. Atlar adada serbestçe dolaşıyor.

Rum Ortodoks mezarlığına gelince Türk futbolunun unutulmaz ismi Lefter Küçükandonyadis’in mezarını görüyorum. Mezarının başında küçük bir direğe oynadığı kulüp olan Fenerbahçe bayrağı asılmış.

İstanbul Büyükada’da 25 Aralık 1925 tarihinde doğan Lefter Küçükandonyadis , 2 yıl Taksimspor forması giydikten sonra 1947’de Fenerbahçe’ye transfer oldu. 1951-1952 sezonunda İtalya’nın Fiorentina ve 1952-1953 sezonunda Fransa’nın Nice takımlarında oynayan Lefter Küçükandonyadis, 1964 yılına kadar Sarı-Lacivertli forma altında 615 maçta 423 gol attı. İstanbul Ligi’nde 1953-1954 sezonunda gol krallığına ulaştı. Futboldaki ustalığından ötürü ‘Ordinaryüs’ lakabıyla anılan Lefter Küçükandonyadis, kariyeri boyunca 832 gol atarak rekor kırdı ve üstün golcülüğü dolayısıyla, “Ver Lefter`e, yazsın deftere” sloganı ile Türk futbol tarihinin unutulmazları arasına girdi.

Türkiye Futbol Federasyonu tarafından 50. milli maçını oynaması nedeniyle “Altın Şeref Madalyası” ile ödüllendirilen ilk futbolcu olarak tarihe geçen Lefter Küçükandonyadis, 46 kez A, 1 kez B, 3 kez 21 yaş altı olmak üzere toplam 50 kez milli formayı giydi. A Milli Takım’da 21 golle en çok gol atan oyuncu unvanını uzun yıllar elinde tuttu, 9 kez de Milli Takım kaptanlığını yaptı. 1954 FIFA Dünya Kupası’nda forma giyen efsane oyuncu, turnuvada 2 de gol attı.

Lefter Küçükandonyadis, 1964 yılında Fenerbahçe formasıyla jübile yaptıktan sonra Yunanistan’ın AEK Egaleo ile Güney Afrika’nın Johannesburg takımlarında antrenör futbolcu olarak görev aldı. Daha sonra ise Samsunspor, Boluspor, Orduspor ve Mersin İdman Yurdu takımlarında teknik direktör olarak çalıştı. Uzun yıllar spor yazarlığı yapan ve 3 Mayıs 2009`da Kadıköy`de Kuşdili Parkı’na heykeli dikilen Lefter Küçükandonyadis, 13 Ocak 2012 tarihinde aramızdan ayrıldı. ( Kaynak : İnternet haberleri )

Sedef adasını daha yakından görünce resmini çekiyorum ağaçların arasında.

Sonunda yerleşim yerine geldik. Sağda solda iki katlı evler, önümde giden bir fayton ve kenarları mavi boyanmış yuvarlak bir levhada inişi gösteren bir eğim ve eğimde bisiklet resmi. Altında da ” Tehlikeli İniş” uyarısı yazılı. Uyarı acemi bisikletçiler için. Daha önce bisikletten düşen olduğu için uyarı levhası takılmış yol kenarına.

Büyükada’nın sokakları temiz ve kaldırımlarda ağaçlar dikili. Evlerin bahçelerinde de ağaçlar, çiçeklerle süslenmiş. Sokakta sonbahar yaprakları toplanmaya başlamış kışın geleceğini müjdeliyor. Arsızın birisi Büyükada’nın mimarisine karşı gelerek evini üç katlı yapmış. Bu arsızlık giderek ülkemizi yaşanılmaz hale getirecek.

İskeleye gelip vapura binerek Büyükada dan ayrılıyoruz. Oğuz bizi arabası ile almaya geliyor iskele yakınına. Bisikletleri arabaya yükleyip eve geliyoruz. Beni evlerinde misafir eden Dilek ve Oğuz Koçyiğit çiftine çok teşekkür ederim. Bir anı olarak Oğuz, Dilek ve ben kanepede oturup resim çekildik. İyi ki varsınız dostlar.

Oğuz beni otobüs durağına bırakıyor. Otobüs ile Kadıköy iskelesine kadar geldim. İskeleden sonra yürüyüp etrafı seyrederek yeğenimin evine ulaşmaya çalışıyorum. Bu gece dolunay var ve dünyaya en yakın konumunda. Sokak arasından ayın bir resmini çekiyorum. Hava bulutlu olsa da ay kendini belli ediyor gecenin karanlığında. Üstümde ağacın yaprakları, pembe boyalı apartmanların arasından dar bir gökyüzünde ay kocaman parıldıyor.

Yeğenimin oturduğu Yoğurtçu Parkı yakınındaki apartmanı bularak eve giriyorum. Daha önceden haberleri vardı, beni bekliyorlardı. Hoş beş sohbet eşliğinde zaman geçiriyoruz. Yeğenimin küçük kızı ile oyunlar oynayıp durduk yatasıya kadar.

Bu gün yaptığımız Büyükada bisiklet turu yaklaşık 10 Kilometre civarı.

Aşağıda yaptığımız yolun haritası

Powered by Wikiloc