Etiket arşivi: izmir

Eşpedal EGE Turu 7. Gün

19 Ağustos 2017 Cumartesi

Çandarlı – Aliağa – İzmir

( Kör arkadaşlar için betimleme yapılmıştır. )

 

Tahir olmak da ayıp değil Zühre olmak da
hattâ sevda yüzünden ölmek de ayıp değil,
bütün iş Tahirle Zühre olabilmekte
yani yürekte.

Meselâ bir barikatta dövüşerek
meselâ kuzey kutbunu keşfe giderken
meselâ denerken damarldamarlarında bir serumu
ölmek ayıp olur mu?

Tahir olmak da ayıp değil Zühre olmak da
hattâ sevda yüzünden ölmek de ayıp değil.

Seversin dünyayı doludizgin
ama o bunun farkında değildir
ayrılmak istemezsin dünyadan
ama o senden ayrılacak
yani sen elmayı seviyorsun diye
elmanın da seni sevmesi şart mı?
Yani Tahiri Zühre sevmeseydi artık
yahut hiç sevmeseydi
Tahir ne kaybederdi Tahirliğinden?

Tahir olmak da ayıp değil Zühre olmak da 
hattâ sevda yüzünden ölmek de ayıp değil.

Nazım Hikmet RAN

 

Öne çıkan görsel, İzmir, Gündoğdu meydanındaki atlar ve insanların heykeli mermer kaide üstünde. Ön tarafta Eşpedal katılımcıları topluca poz veriyor.

Gün ağarınca, güneş daha doğmadan gökyüzü beyaz renktedir. Deniz de gökyüzü ile bütünleşir aynı rengi alır. Beyaz renkli gökyüzü altında beyaza bürümüş deniz çarşaf gibidir. Hiç rüzgar esmez, sakin ve insana huzur verir. Denize girip yıkanıp arınırsın, tüm dertler, kötülükler suda kalır. Gece düşlerine girmeye çalışan iblisler sudan korkarlar. Suya girince hepsi karanlık dünyalarına geri döner. Ferahlamış olarak güne başlamalı. Ben de öyle yapıyorum, açıkta duran yalnız adaya doğru biraz yüzdüm. Etrafta çıt yok, sessiz. Sadece kulaç atarken kollarımın suya değdiği ses var. Bir süre yüzüp yunuyorum sakin denizde, balıklar benden ürkmüyor, etrafımda dolanıyor sakince. Suyun berraklığında görüyorum balıkları. Birlikte yüzüyoruz.

Denizden çıkıp kurulanıyorum, gün böylece başlıyor. Deniz yüzeyi çarşaf gibi, karşıda yalnız ada. Ufukta dağların siyahımsı gri silueti görünüyor. Denizin dibinde çakıl taşları tek tek seçiliyor baktığım yerden.

Hazır denizi çarşaf gibi görmüşken bulunduğun deniz kıyısından Çandarlı kalesini ve denize girinti yapan yarımadayı çekiyorum. Aslında şirin bir deniz kasabası yazlıkçıların istilasına uğramış. Aç gözlü emlakçılar da para kazanmak için her tarafa ev yaparak dokuyu bozuyor güzelim kasabanın. Yarımada bozulmamış dokusu ile güneşin ilk ışıkları Çandarlı kalesine vururken çekiyorum bir poz.

Sabah kahvemi içtikten sonra eşyalarımı toplayıp çantalara doldurdum. Bu gün yola çıkacağız İzmir’e doğru. Benimle birlikte diğer arkadaşlar da toparlanıp hazırlandı. Sabah kahvaltısını Baattin’in yazlığında yapıyoruz hep birlikte. Pis su gideri tıkalı olduğu için bulaşıkları bahçede yıkanıyor. Rabia sabunlu su ile yıkıyor, Merve de çeşmede duruluyor yıkananları. Bahçede asma gövdeleri ve solda nar ağacında bir tane henüz olgunlaşmamış nar var. Nar hala yeşil, biraz daha zamanı var olgunlaşması için.

Evi derleyip toparladık, Baattinin eşine hiç bir iş bırakmadık evde. İşimiz bitince yola çıkıyoruz ama tuvaleti kullanamadığımız için ilk benzin istasyonunda durup tuvalet ihtiyacını giderdik. Benzinlik Çandarlı’nın hemen çıkışında. Bisikletler park halinde, Cem Tabanlı kendi bisikleti ve benim bisikletim KUZ arasında bana poz veriyor. Ben de onu çekiyorum. Bisikletler yüklü durumda.

Yola çıkıyoruz, Çandarlı çıkışı hafif bir yokuşla başlıyor. Sağda çamlık tepesinin yanmış çam ağaçları. Yolda giden bisikletliler ve en arkada Baattin motorla bizi takip ediyor. Bisikletini eve bıraktı, motorla gelecek. Baattin’in yerine Hakan pilotluk yapmaya başladı. Yolun iki tarafında elektrik direkleri ve tam karşıda artarda iki tane rüzgar türbininin kanatları tepenin arkasında görünüyor. Türbinin kanatları neredeyse aynı eksende dönüyor.

Yanmış olan çamlı tepenin korkunç hali. Yakın zamanda yanan çamlık görülecek bir manzara değil ama örnek olarak çekiyorum bir poz. Aldığımız bilgilere göre çamlığın dibinde atölyeden çıkan kıvılcımlar Ağustosun kavurucu sıcağında kuru otlar ve çıralı çamların çabuk tutuşup yanmasına neden olmuş. Ve bu atölye hala çalışıyor ben ona şaşıyorum. Acaba gerekli cezayı alıp yaptırım uygulanmış mıdır? Ben olsam atölyeyi tamamen kapatır bir daha ormanlık alana yakın hiç bir bina dahi yaptırmazdım.

Yaklaşık 11 Kilometre gelince Çanakkale – İzmir karayolunun kavşağına geldik. Burada tezgahlar kurulmuş, üzerine geniş şemsiyeler gölgelik yapıyor. Burada kavun, karpuz ve sebze satan köylüler var. Tezgahların önünde arabalar durup alacağını alıyor ve yoluna devam ediyorlar. Tezgahlardan artan çöpler yolun karşısına atılıyor. Kimse de bu çöpler nereden burada birikiyor diye hesap sormayınca çevre kirliliğinin bir örneğini görmüş oluyoruz.

İlk molamızı Kazıkbağları’nda çay bahçesinde veriyoruz. Ağustos sıcağında gölgede serinlemek gerek. Asırlık koca çam ağacının gölgesine oturup soğuk ayran içiyoruz.

Masa etrafında toplanıp oturuyoruz hep birlikte. Ayranları içtikten sonra soda, su ve çayla takviye yapıyoruz. Hüseyin Alkan ile biraz sohbet etme fırsatı buldum. Ben yaptıklarımı, gezdiklerimi ve çektiğim resimleri anlatıyorum. Daha önce demiştim ya “Öğrenmenin ve öğretmenin yaşı yoktur” diye. Hüseyin yeni bir şey öğretiyor. Bana “Urim Baba, çok iyi işler yapıyorsun, gördüğün yerlerin resimlerini çekip paylaşıyorsun. Bizler ise resimleri göremediğimizden ne olduğunu anlayamıyoruz. Telefondan sadece sesli dinleyebiliyoruz. Görüntülerde Betimleme olmayınca neye yarar ki bizler için.” deyince ne kadar haklı olduğunu anladım. Ben de ona “Tamam, bundan sonra yazılarımdaki resimlerde Betimleme yazıp öyle paylaşacağım.” Şimdiye kadar onbinlerce resim çekip paylaştım Dünyanın güzelliklerini. Ben ve görenler çektiğim güzellikleri görebiliyoruz. Sağır, dilsiz ve diğer engelliler görebiliyor ama görmeyenlere resimleri anlatmalı, onların gözü olmalıyız. Yeni bir şey daha öğrenmiştim ve o günden sonra yazılarımda resimleri Betimlemeye başladım.

Çam ağacı gölgesinde masanın etrafına oturmuşuz. Garson boşları topluyor, bizden başka müşterisi olmayınca sadece bize hizmet ediyor. Kalabalık olunca epey satış yaptı.

Elimde su geçirmez kamera var, ara sıra video çekimi de yapıyorum. Aklıma tüm katılımcıları konuşturup tur hakkındaki düşüncelerini kısacık anlatmasını söyleyip tek tek video kaydını aldım. İlk başta su geçirmez kabı takılı çektim ama su geçirmez kap sesleri de geçirmediğinin farkına varınca kabı çıkarıp çekmeye başladım. Videoda altta sarı renkli tarih yanlış tarihtir. Tarih ve saati ayarlamamışım, bilgilerinize.

Aşağıda videosu var.

Mola bitimi yola çıktık. Aliağa’ya kadar birbirimizden kopmadan, hep birlikte bisiklet sürdük. Yenişakran civarında yol daralınca tek şeridi kapatıp güvenli bir şekilde yolumuza devam ettik. Diğer yerlerde emniyet şeridinde gidiyoruz. Son molamızdan sonra hiç mola vermeden Aliağa’ya geldik. Aliağa girişinde sahildeki bisiklet yolundan izban metro istasyonuna geldik. Buradaki görevlilerle konuşup iki seferde trene binmek için anlaştık sorumlu kişi ile. Yoksa normalde ikişer kişi haricinde fazla kalabalık almıyorlar. Yarımız bindi trene, diğer yarımız bekliyoruz istasyon binasında.

Bisikletlerin başında Didem Turan ve Cem tabanlı sohbet ederken büyük Şevket duvarın dibine çömelmiş cep telefonu ile konuşuyor. Binanın camındaki yazıda izban logosu ve açılımı yazıyor. İzban İzmir banliyö sistemi diye.

Diğer tren gelince bisikletleri merdivenlerden el birliği ile taşıyıp trenin ön ve arka vagonlarına biniyoruz. Burada yine ikiye bölündük. Aliağa ilk istasyon olması nedeni ile rahatça bindik. Hatta oturduk bile boş koltuklara. Yüzleri birbirine dönük ikişer koltukta; Emine, Merve, Didem ve Mehmet oturmuşlar bana poz verdiler. Ben de onları çekiyorum bir poz.

Diğer tarafta ilk vagonun başlangıcında bisikletlerimiz duruyor. Cem ve ben onları kontrol altında tutuyoruz düşmesinler diye. Cem ve bisikletler, iki yolcu da koltukta oturmuş bizlere meraklı bakışlarla bakıyor.

Cem’e cep telefonumu verip beni çekmesini söylüyorum. O da beni çekiyor. Üzerimde Dünya Kalp Günü tişörtüm var. Tişört beyaz renkte.

Arka vagonda diğer grup yerleşmiş. Şevket Yiğit resmi çektirmiş. Burada Rabia, Hüseyin, ortanca Şevket ve Şemsettin koltuklara oturmuş durumda. Bisikletler borulara dayanıp bağlanmış.

Karşıyaka istasyonunda inip diğerleri ile buluştuktan sonra Karşıyaka çarşısından geçip vapur iskelesine geldik. Burada vapura biniyoruz. Toplu ulaşım araçlarını da tandemlerle binerek test etmiş oluyoruz böylece. Bisikletim KUZ ve iskeleye bağlı vapur. Vapura binen bisikletçiler. Vapur yüksek olunca merdivenlerle çıkılan platform yapılıp maviye boyanmış tamamen. Engelliler için de az eğimli, uzun ve dönemeçli rampa yapılmış.

Vapurda koltuklara oturduk. Solda Hakan Sevin, ben ve Sağda Cem Tabanlı elçek resim çekiliyoruz. Arkamızdaki camlardan fazla ışık gelince biraz parlak çıktı resim. Çatık kaşlı Hakan’ın kaşları birbirinden ayrılmış, yüzünde mutlu bir gülümseme. Sanki yüzüne nur vurmuş gibi. Sanki değil gerçekte yüzünden nur akıyor. Adam mübarek oldu.

Vapurun orta bölmesi bize ait, tamamen Eşpedal grubu oturuyor.

Kısa süren vapur yolculuğumuz Konak ta bitiyor. Vapurdan inip bisikletlerle Gündoğdu meydanına geldik. Burada İzmir bisikletçilerinden bir kaç kişi karşılıyor. Meydanın ortasında dev bir kaidenin üzerinde atlar, insanların oluşturduğu kalabalık bronz heykel var. Burada toplanıp birlikte resim çekiliyoruz hep birlikte.

Mermer kaidenin altındaki mermer platforma oturup yorgunluk çıkarıyoruz. Bir haftadır güzel günlerin yorgunluğunu var üzerimizde. Kazasız belasız turu bitirmenin sevinci içimizde. İçinde sanatçı kimliği taşıyan Hakan, ben ve Remila yan yana otururken tandem bisikletin arkasından resmimizi çekiyor. Yanımızda biri kız biri oğlan iki çocuk oturuyor. Tandem bisikletin bagajı yüklü, co pilotun selesi ve gidonu. Aradaki kadro borusunda Tandem yazıyor. Mor renkte bir suluk ta yerinde takılı.

Remila ile sohbetimiz kahve yaptığım yer ve haritası. Bunu anlatırken Hakan tepemizden bizi çekiyor ve ikimiz Hakan’a bakarken. Elimdeki cep telefonumda kahve yaptığı yerin haritası. Remila’nın başında kaskı ve gözünde güneş gözlüğü. var. Benim uzun saçlarım açık, özgürce omuzlarıma dökülmüş durumda.

Gündoğdu meydanından Konak meydanına geldik. İzmir’in sembolü saat kulesinin etrafında bisikletlerimizle dönüp turu sonlandırıyoruz. Pazar günü Ören’den yola çıkıp 7 günlük bisiklet turu bitmiş oluyor ve saat kulesinin etrafında dönerek hacı oluyoruz. Saat kulesinin alt kısmı, etrafında ben ve Remila’nın ardından gelen diğer bisikletçiler. Palmiye ağacı ve arkada valilik binası görünüyor. Yanında da Emniyet binası.

Eşpedal Ege Bisiklet Turunda çektiğim videolar aşağıda.

Saat kulesini dikine bisikletim KUZ ve Cem Tabanlı’nın bisikleti yan yana çekiyorum. Tesadüf eseri yan yana koyduğumuz bisikletlerin gidon çantalarının önündeki Bakırçay Temiz Aksın temalı plakamız takılı durumda. Cem’in gidon çantasında takılı metal kupa var.

Bir süre Gündoğdu meydanında durduktan sonra son olarak yemek yiyelim hep birlikte diye karar aldık. Bisikletlerle Konağa geldik. Bir lokantaya oturup yemekleri ısmarladık. Yemeğimizi yedik afiyetle. Hakan Sevin bendeki değirmen hoşuna gitmiş illa bir tane bana da alalım deyince Hakan’a hadi yürü deyip peşime taktım. Tarihi Kemeraltı çarşısında değirmen satan dükkanların olduğu yere geldik. Mesafe biraz vardı, epey yürüdük desem yeridir. Ama Kemeraltı çarşısı büyük bir alana yayılmış durumda. Çarşı neredeyse tüm dükkanlar tek katlı olması nedeni ile bu kadar geniş. Satılan değirmenler daha çok süs için yapılıyor. O yüzden kaliteli bulmak imkansız. Hakan dışarıda beklerken içeri girip değirmeni alıyorum parasını verip. Sonra da Hakan’a buyur hediyeni diyerek eline verdim. O da parası deyince bu dükkanlar hediyelik eşya satıyor, o yüzden para almıyorlar deyip hadi dönelim bakalım arkadaşlar bizi bekler. Arkadaşlar bizi lokantada bekliyorlardı. Yanlarına gelince hepsi ile tek tek vedalaştım. Yedi gündür birlikte tanışıp kaynaşmanın getirdiği dostlukla kucaklaşıp başka bir turda birlikte pedallamayı diledik birbirimize.

Arkadaşlardan ayrılıp eve doğru gitmeye başladım Cem Tabanlı ile. Beraber çıktık beraber dönüyoruz evlerimize. İkimiz de mutluyduk ve bir turu daha bitirmenin hazzını içimizde hissettik. Tur kazasız belasız bitirdik ya, o bana yeter. Yine dolmak bilmeyen hazine torbama bir çok yeni dostluklar koydum. Güzel hikayeler biriktirdim. İşte sizlere hazine torbamdan çıkarıp anlattım yaşanmış hikayeleri.

Eve girdikten sonra duş aldım sadece ve hiç bir şey yapmadım. Ertesi sabah erkenden kalkıyorum ve sabah kahvemi pişirip balkondaki yerimi aldım. Yedi gündür beni bekleyen beyaz güvercin ben balkona çıkınca hemen gelip tele kondu. Ben de beyaz güvercini gördüğüme sevindim. Hemen bir kase buğday atıyorum yemesi için. Sabah kahvesini içerken hazine torbamdaki video ve cep telefonumdan çektiğim görüntüleri bilgisayara aktarıyorum. Sonra hepsini gün gün ayırarak klasörlerine kaydettim. Yedeklerini de aldım harici belleğe. Artık olgunlaşıp pişmesini bekleyeceğim zamana bırakıp. Her şey birden bire olmuyor ki. Ben de hikayelerimi zamana bırakıyorum iyice olgunlaşsın diye. Bir turun yazı dizisinin sonuna geldik, başka bir turun anılarını, yaşanmışlıklarını sizlerle paylaşmaya çalışacağım. Sağlıcakla kalın sevgili okurlar.

Balkonumda masanın üzerinde bilgisayar ekranı ile birlikte, ocağım, tek kişilik cezvem, içi kahve dolu fincan yeni pişmiş. Kahve kutum, hepsi de masanın üzerinde. Masanın askı demiri balkon korkuluklarına takılı durumda. İleri doğru uzatılmış bayrak direğinde Türk bayrağı ve elektrik kablosuna konmuş beyaz güvercin. Karşıda komşuların apartmanı manzaramı kapatmış durumda.

Bu gün yaptığım yol 50 kusur Kilometre civarı.

Aşağıda yaptığım yolun haritası

Powered by Wikiloc

Mysia Bisiklet Turu 2. Gün

13 Mayıs 2017 Cumartesi

(Kör arkadaşlar için betimleme yapılmıştır)

 

Kederlendiğim günler olmuş
Naçar dolaşmışım sokaklarında,
Sevinçli günlerim olmuş
Başım havalarda gezmişim.
Bağrımı açıp ılgın ılgın
Esen serin rüzgarlarına,
İlk defa kıyılarından
Denizi seyretmişim.
Issız çorak ovalarında
Günlerce yolculuk etmişim.

Ağladığım senin içindir
Güldüğüm senin için
Öpüp başıma koyduğum
Ekmek gibisin.

Cahit Külebi

 

Öne çıkan görsel, Kartal tüyünün ucu ve meşe ormanında kıvrılarak giden yol.

Güzel bir uyku çekmek gibisi yok, günlerdir yolda olmamın ve çadırda uyumanın verdiği rahatlığı hiç bir yerde bulamadım. Artık vücut iyice alıştı erkenden uyanmaya. Sabahın körü oldu mu ister istemez uyku kendiliğinden bitiyor. Görülmesi gereken yerler görmenin huzuru var içimde. Asıl önemli olan yeni göreceklerim. Ben her zaman yeni göreceklerimin iyi olacağını düşünürüm. Ve her zaman iyi şeyler başıma gelmiştir. Belki de iyi şeyler düşünmenin getirdiği şeyler olabilir. Her zaman yaşama iyi gözle baktığımdan olacak yaşamayı sevmeyi öğrendim. Yaşarken de paylaşmayı, hem öğrenmeyi, hem de öğretmeyi. Yaşadığım tecrübeleri paylaşıyorum, bilmediğim konuları arkadaşlardan öğreniyorum. Bu sürekli olan şeyler ve sonu yok. “Öğrenmenin ve Öğretmenin yaşı yoktur” derim her zaman.

Erkenden kalkıp çadırımın kapısını açıp bir süre dışarısını izleyip bunları düşündüm. Solda bisikletim KUZ ön tekerleği ve gidon çantama bağlı katılımcı numaram. Mavi plakada 049 siyah rakamla yazılmış. Futbol sahasının yeşil çimen zemini. Karşıda toprak yükseltide çam ağaçları. Sahanın karşı tarafında, duvar dibinde kurulu çadırlar.

Eşyaları, çadırı toplayıp kamyona verdikten sonra kahvaltıyı yapıp karnımızı doyurduk. Bisikletlerimiz yola çıkmaya hazır durumda. Hareket saatini bekliyoruz.

Mysia Yolları Bisiklet Turu yazılı pankart önünde İzmir den buraya kadar pedal çeviren dostlar bir arada resim çekiliyoruz. Soldan; Mehmet Ali Akyüz, Cem Tabanlı, Urim Babacan, Nafiz Sağdur ve Ceyhun Altın.

Bizi çeken Özcan kendisi de kareye girsin diye elçek yapıyor kendini ve bizi çekiyor bir poz.

Başka bir pankartta ise “Mysia Yolları Bisiklet Turu Hatırası” yazısı altında biri kadın, biri erkek iki bisiklete binerken resmedilmiş. İki bisikletli birbirine doğru dönük durumda. Sadece kafa yerleri kesilmiş. Biz de yaramaz çocuklar gibi pankartı ele geçirip çeşitli resimler çekildik. Erkek kısmında Cem Tabanlı kafasını çıkarmış kameraya doğru bakıyor güneş gözlüğü ile. Kadında ise Nafiz Sağdur, Cem’in tarafına bakıyor kafasında kaskı ile. Ben sağda Ceyhun Altı solda sadece kafaları yandan dışarı çıkarmış durumdayız.

Cem çıkıyor, yerine ben giriyorum uzun saçlarım salık durumda. Nafiz kafasını bisikletlinin durumuna göre ters tarafa doğru çevirmiş. Cem yandan kafasını çıkarıp bize bakıyor.

Bu kez Cem kadın tarafından kafasını çıkarıp kollarımız da dışarıda sanki bisikletin gidonunu tutuyormuşuz gibi. İkimizin yüzleri birbirimize dönük.

Bu kez Mehmet Ali kadın yerinde, Ceyhun Altın erkek yerinden başını çıkardı. Ben ve Nafiz sağda, Cem solda öylece poz veriyoruz.

Sonunda hareket edip yola çıktık, dünkü geldiğimiz yolun tersine, gölete doğru diğer yoldan tırmanmaya başladık ve manzara yine karşıma çıktı. Ulubat gölü göründü.

Tırmanma devam ediyor ve yol sola dönerken yeni ufuklara doğru gidiyorum.

Yol kıyısında, ormanın içinde siyah – beyaz bir köpek durmuş geçen bisikletçilere bakarken fark ediyorum. Durup resmini çekiyorum. Yerleşim yerinden uzaktayız, ne işi var burada ormanın içinde. Sanırım bu sevimli köpek dişi ve yavruları var. Yavruları ormana gizlemiş, kendisi geçen bisikletçilerden zarar gelir mi gelmez mi diye tetikte. Sadece bizleri izliyor, ormana girersek harekete geçer sanırım ama bizler yoldan geçip gittiğimiz için oturmuş izlemekle yetiniyor. Kulakları ve sırtı siyah, yüzü ve göğsü beyaz renkte. Sol gözü siyah renk tarafında kalmış.

Geniş dallı servi ağacı yukarıya doğru dalları kısalarak üçgen olmuş. Ağacı daha da güzelleştiren mor çiçekler açmış otları dibinde barındırması.

Çay yoğun bitki örtüsü altında sakince akıyor kendini göstermeden. Sadece dikkatli dinlersen su sesini duyabilirsin.

Anlayacağınız her taraf yeşil bitki örtüsü etrafı sarmış durumda. İstanbul’dan sonra en yoğun araç trafiği olan Bursa yaklaşık 50 Kilometre ötede. İnsanlar beton yığınlarında yoğun trafik içinde cebelleşirken biz doğanın içinde Yeşil Bursa’ya yakışır durumda bisiklet sürme şansına sahibiz. Ve öyle yapıyoruz; bisiklet sürerken ormanın içinden kuş seslerini dinleyerek geçiyoruz. Etrafı kirletmeden, sessizce pedal basarak tırmanmaya devam ediyoruz. Yol kıvrılarak yukarı çıkıyor. Sağ ,sol ormanı oluşturan ağaçlarla kaplı.

Bisiklet sürdüğümüz yollar, yürüyüş yolu ve bisiklet yolu rotaları. Bazı rotalar çakışıyor. Hem yürüyüş, hem de bisiklet yolu. Gönüllülerin yaptığı çalışmalar ve Nilüfer belediyesinin katkıları ile kavşaklara rota tabelaları dikilmiş. Solu gösteren kahverengi boyalı yürüyüş yolu tabelasında Maksempınarı 3.5 Km, Sağı gösteren tabelada üstte yürüyüş rotası Akçalar 5.5 Km, altında sarı boyalı bisiklet rotası 5. 5 Km göstermekte.

Yeşil ağaçlar arasından Gölyazı ve Ulubat gölü. Yüksekten ve uzaktan görünümü harika. Daha dün sabah oradaydım ve şimdi uzaktan izliyorum. Manzara süper.

Diğer yönde ise sıradağlar ve meşe ormanları yeşil bir deniz gibi. Sadece yol kıyıları, bazı yerlerde biraz derinde tarla açılarak ekilip biçiliyor.

Ormanın içinde bol oksijen soluyup bisiklet sürmenin keyfini yaşıyoruz. Yolun iki tarafı meşe ağaçları ve bisiklet sürenler.

Buralara özgü şakayık çiçekleri yine karşıma çıktı. Ben de ormanın yeşil bitki örtüsünde kırmızı taç yaprakları ile desen yaparak sanki nakış işlenmiş yeşil atlasa.

Yeşil alanda bazı yerde yeşil yerine krem renginde taş ve toprak olan yerler var. Burası mermer ocağı, mermer bloklar kesilip alındıktan sonra atıkları gelişi güzel etrafa saçılıyor ve çirkin bir görüntü ile insanın zevkini bozuyor.

Üstteki resim ile alttaki resim arasında bir tezat oluşmuş durumda. Üstteki resimde mermer ocağından çıkan moloz yığınlarının çirkin görüntüsü alttaki resimde yok. Ormandan kesilen ağaçların gövdeleri istiflenmiş yol kıyısına. Odun istifi göze daha hoş geliyor ve beynimdeki algı beni rahatsız etmiyor bu görüntü. Bir metre boyundaki odunlar iki metre yüksekliğe kadar odundan bir duvar oluşturulmuş. Odun duvar da elli metreyi geçkin. Yeşillikler arasına gizlenmiş bir köy de görünüyor. Asfaltta bisikletliler için Mysia yazısı ve gidilecek yönü belirten ok işareti mavi renkli sprey boya ile belirtilmiş. Dün akşam turu düzenleyenlere yerlere işaret yaparsanız herkes yolu kolaylıkla takip edebilir diye tavsiyelerde bulunmuştum. Bu tavsiyelere uymaları hem beni hem de katılımcıları sevindirdi.

Uzaktan gördüğüm köye geldik. Köy evlerinden birinin önüne gelince durdum ve resmini çektim. Karkas olarak yapılmış evin dış görünümü ilgimi çekti. Köşede kalın dikme ve arada daha ince dikmeler, köşedeki dikmeye çapraz çakılmış kalaslar ve atkılarla iskeleti oluşturmuş. Araları da kerpiç örülüp duvarlar tamamlanarak çatıyı da üzerine kondurulmuş. Evin kapısı ve arka kısımda duvarın bir kısmı blok tuğla örülüp onarıldığı belli oluyor. Kapı demir saçtan yapılmış. Evin penceresi yok ve sadece yerden bir, bir buçuk metre kadar olan kısmı çamurla sıvalı. Kalaslar ve kerpiç duvar dış etkenlerden etkilenerek eskiyip dökülmek üzere.

Bir tarla, 30 yada 40 dönüm bayırda ekin ekilmiş yemyeşil. Tarla sınırı meşe ağaçları ile çevrelenmiş durumda. Bisikletimdeki kartal tüyü de görüntüye girmiş.

Arazide kayalıklı bir alana gelince şakayık çiçeklerinin o muhteşem kırmızı renkleri ile açıp görsel olarak bizlere sunmuş olarak görünce durup bisikletimden inerek yakından görmeye gittim.

Cep telefonumun kamerasına en yakın olan şakayık çiçeği ile bir çok şakayık çiçeğini birlikte çektim.

Şakayık tarlasında başka küçük çiçekler de var. Beyaza yakın pembe renkli, beş taç yapraklı küçük çiçekler şakayık çiçekleri altında halı deseni gibi olmuş.

Şakayık çiçekleri arasında daha açmamış tomurcuklar da var. Demek doğayı bir süre daha güzel görünümde tutacaklar.

Yeşilin coşmuş hali, meşe yaprakları ve şakayık çiçeklerinin yaprakları birbirine karışmış. Taze, canlı ve parlak yeşilinde şakayıkların kırmızı rengi, çiçeklerin içindeki sarı organları ile doğanın ne kadar muhteşem olduğunu gözlerimin önüne seriyor. Bir süre bu güzelliği seyre dalıyorum. Beni dinlendiriyor adeta. Ruhum orman derinliklerinde yeşil renge bürünüp huzura ermiş durumda.

Ortası delik bir kaya ilgimi çekiyor. Yakından çekiyorum arkada görünen ağaç ile beraber. Kayadaki delik yandan yarılmış, küp şeklinde. Yanları düz, sanki yontulmuş ama görünümü doğal.

Şakayık tarlasında benimle beraber dinlenen bir kaç bisikletli daha var. Onların bir kısmı bizi takip eden ambulanstaki görevliler. Koca gövdeli, büyük bir meşe ağacının gölgesinde dinleniyorlar.

Asfalt yoldan ormanın içinden geçen toprak yola saptık. Önümde iki bisikletli durmuş bir şeylere bakıyorlar. Orman meşe ağaçları içinden geçen toprak yol çok güzel. Yerde de Mysia ve ok işareti yazılıp gideceğimiz yönü belirtmişler. Artık kaybolmadan grubu takip edeceğim.

Ormanın içinden giden toprak yol biraz çukurda olan yere inip tekrar çıkarak uzayıp gidiyor. Solda ileride mermer ocağından çıkan atıklar bir tepe oluşturmuş. Yeşil meşe ormanı içinde krem rengi ile doğanın ahengini bozmuş sanki. Bu resmi öne çıkan görsel olarak seçiyorum.

Meşe ağacının kabuklu gövdesinin yanından fışkırmış meşe dalları coşkulu yeşil ve iri yaprakları arasında kendini gösteren şakayık çiçekleri üç tane. Yeşil zemine üç kırmızı rengi kondurmuş ressam güneş ışıkları altında tablo yapmış gibi.

Hep şakayık çiçeklerini çekecek değilim ya. Diğer çiçekler de alınmasın diye onları da çekiyorum. Orman içinde birbirine karışmış bitkilerin olduğu yerde beyaza yakın pembe çiçekler açmış çalıyı çekiyorum.

Yabani gül filizi taze açmış, büyümekte ormanın içinde. Henüz çiçeklerini açmamış. Meşe yaprakları arasında boy göstererek büyümekte.

Daha önce uzaktan gördüğüm krem renkli yığına geldim. İşe yaramaz moloz taşlarını getirip buraya yığıyorlar ormanın içinde. Meşe ağaçları ve moloz yığınları yanına bir de doğaya atılmış karyola, çekyat atıkları manzarayı tamamlamış. Doğayı katletmek için ellerinden ne geliyorsa yapıyorlar.

Biraz ileride, ağaçların arasına getirilip bırakılmış kırmızı renkli hurda bir araba sorumsuzluğun daniskasını oluşturmuş.

Mermer ocağını görüyorum sol tarafımda. Blok olarak kesilen mermer kayaları işe yararlar alınıp kenara istiflenmiş. İşe yaramaz molozlar da kenarda yığın tepeleri oluşturmaya başlamış.

Çıkarılan bloklar kenarda bir yerde konularak kesilmek üzere yüklenmeyi bekliyorlar. Buradan kamyonlarla alınıp mermer kesme atölyesinde 2 yada 3 santim kalınlığında plakalar halinde kesilecek.

Atlas köyüne geldik ve karşıma eski bir ev çıkıyor. Ev iki katlı, kagir olarak yapılmış. Alt kat taş duvar, çamur sıva ile kapatılmış. Sıvaların bir kısmı dökülerek taşlar görünüyor. Üst kat ise çoğu yer dikdörtgen çerçeve tahtalar içinde pişmiş tuğla ile duvarlar yapılmış. Üst kat hiç sıvanmamış, olduğu gibi sıvasız. Çatı kiremitli, omurga kalasları dışarıya taşmış durumda. Pencereler camsız, çeşitli malzemelerle örtülü. Evin tam köşesinde asma dikilmiş ve evin birinci katından itibaren köşeden iki yana doğru uzatılmış. Yeni yaprak açmış olan filizler az da olsa eve renk katmaya başlamış. Sağ arkada yeni evler görünüyor.

Başka bir eski evi de köşeden çekiyorum. Ev çamur ile sıvalı, pencereler perişan, kapısı gelişi güzel tahtalardan derme çatma. Eve güzellik katan pencerenin üstünden bağlanmış asma gövdesi ve yeni filizlenmiş yapraklar. Evin iki cephesinden dolaştırmışlar asmayı. Eski evleri görmek hoşuma gidiyor. Kim bilir neler yaşanmıştır, neler görmüştür tarih kokan ev. Sağda, karşıda görünen yeni yapılmış betonarme iki katlı ev aynı asma dikilse de pek sevimli değil.

Bahçede tavukları ve başlarında horozu görünce resim çekeyim derken cep telefonumu çıkarasıya kadar benden uzaklaştılar. Ama yine de görüntüye alabildim. Bahçe bitiminde meşe ormanı başlıyor.

Yürüyüş tabelalarını daha önce görmüştüm. Şimdi ise yürüyüşçülerin işareti olan kırmızı – beyaz boyalı şerit işareti kayada gördüm. Bisiklet ve yürüyüş rotası kesişiyor burada. İşaretli kaya yerde.

Ben habire resim çekmekle uğraşırken çok gerilerde kaldım. Grup haldır huldur gidince en arkada teknik destek aracını kullanan hemşerim Rıfat Küçükler bana “Urim Baba çok geride kaldın, öğle yemeğine yetişmek gerek. Hadi arabaya bin de öğle yemeğini kaçırmayalım” dedi. Ben de “İlk defa gördüğüm yerlerden bisikletle geçiyorum ve bu güzellikleri görüp te resimlerini çekmeden olmaz ki! Turun amacı hiç durmamak mı?” diyerek karşılık verdim. “Şimdi yemeğe başlamışlardır, yemeği dağıtan firma beklemez bizi” deyince  ben de “Eh ne yapalım grubu yakalayalım” diyerek bisikletimle arabaya binip kısa sürede gölete geldik. Göletin başlangıcında arabadan indim bisikletimle.

Burası Dağyenice göleti. Gölet’in başlangıç yerine yasakların bolca yazıldığı üç tabela dikkat çekici bir şekilde karşıma çıktı. Tabelalardaki yazılarda karar verilememiş. Baraj mı yoksa gölet mi? diye. Artık sizin yorumunuza kalmış bir şey. Arkada göletin suları, önde üç tabela. Soldaki tabela kırmızı zemine beyaz yazılarla “Baraja girmek tehlikeli ve yasaktır” Devlet su işlerinin etiketi DSİ amblemi var. Altına da brandaya elle yazılmış “Ördekleri avlamak yasaktır” yazısı yeşil renkte tazılı. Bence en doğru ve gerekli olan bu uyarı yazısı. Bilinçsiz avcılar yüzünden neredeyse yaban ördekleri bitmek üzere. Keklik kuşlarını bitirdikleri gibi. Soldaki tabelada “Gölete girmek tehlikeli ve yasaktır” yazısı yeşil zemine beyaz yazı ile yazılmış. Üstte DSİ ve orman bakanlığının amblemi. Altta da dört uyarı işareti, mangal yakmak, balık tutmak, kayıkla gezmek ve yüzmek yasak ibareli işaret. Kırmızı daire içinde ve soldan kırmızı şeritle çizilmiş. Anlayacağınız her şey yasak, böyle yasakçı zihniyetle bir yere varılmaz. “Yasak” yazılacağına “Tehlikeli” yazılsa insanlar belki daha iyi algılar. Gerçi bizim toplumda pek okuma alışkanlığı yok denecek kadar az, neyse artık.

Yürüyüş yolu tabelaları burada var, bisiklet tabelası yok. Bizler bisikletle geldiğimize göre bisiklet yolu tabelası konulmalı. Sola Kadriye 8 Km, Misi 28 Km olduğunu belirtmiş. Sağa doğru ise Güngören 1 Km olduğunu belirtmiş. Biz Misi yazan yere doğru gideceğiz. Öğle yemeğini baraj göletinin yanında yiyoruz ve bir süre dinlendik. 28 Km yolumuz kalmış. Tabelanın arkasında toprak yol ve ağaçlar.

Meşe ormanı dibinde ve taze otlar çiçek açmak üzere, kimi açmış.

Göletin kıyısında öğle yemeği yedik, biraz dinlendik, yorgunluğumuzu aldık sohbet ederek. Harekete geçmeden önce topluca resim çekilelim deyip gölet arkada kalacak şekilde poz verdiler. Ben de karşıdan resimlerini çektim. Pankart önlerinde, birisi sağda bisikletini kaldırmış başının üzerinde. Soldaki de ön tekeri havada poz veriyor.

Yola çıkan grup ile beraber inmeye başladık orman içinde. Güzel bir alan görünce akan çayın dibinde durup kahve molası verdik arkadaşlarla. Kahve molası iyi geldi. Akan çayın berraklığı güneş ışıklarıyla parıldıyor. Yosun tutmuş taşların arasından usulca akıyor yolumuzla beraber. Su yüzeyine oturduğumuz ağaçların gölgeleri yansımış.

Akan çaya başka dereler de karışıyor. Çayın aktığı yerler yeşil bitkiler, ağaçlar ve her yerde olduğu gibi çınar ağaçları boy gösteriyor.

Görülmesi gereken yerlerde bisikletle dolaşmak ve durup ormanın bu güzelliğini içime sindire sindire izlemek gibisi yok. Toprak ve ağaç gövdeleri kahverengi – gri tonda, yapraklar ise yemyeşil. Suluboya tablosu gibi olmuş. Doğada gözümün önünde canlı izliyorum. Sanat galerisinde, dört duvar beton binada izlemeye gerek yok ressamın görüp te boyadığı hayalleri.

Kahve olayını çabuk halledip toplandık ve yolun akışına bıraktık kendimizi yokuş aşağıya. Etraf meşe ağaçları ile dolu ormanın yeşilliği büyülüyor adeta. Ve sarmaşıklar kalın ağaç gövdelerini sarmış yukarı doğru.

Akan bir çeşmenin başında durup su içiyorum biraz. Tüm şişelerimi de taze su ile dolduruyorum. Çeşmenin aynası yamaçta taş duvar olarak yapılmış, akan çeşme borusu ve üstünde kare bir boşluk bırakılmış. Yalak betondan dikdörtgen olarak ağzına kadar su dolu. Yalak tamamen yosunlarla kaplı. Duvarın etrafı yeşil bitkilerle renklendirilmiş doğal olarak. Yan orta solda kartal tüyüm de resme girmiş.

Dağların arasından iniyoruz. Açık alanda dağın tepesini ve yukarı doğru giden orman yolu hattını görüyorum.

Büyüleyici meşe ormanında sık gövdeler o kadar kalın değil. Çapları 25 – 30 santim kadar. Hemen hemen aynı kalınlıkta olmalarının nedeni belli bir kalınlığa geldi mi ağaç kesilip odun yapılıyor. Köylerde evi ısıtmak için sobalarda yakacak olarak kullanılıyor. Ayrıca taş fırınlarda odun ateşinde ekmek te pişirmek için meşe odunu kullanılıyor. Bunun yanında odun kömürü yapımında da kullanılmakta. Odun kömürü mangal yakılıyor. Meşe odununun sık dokusu köz ateşinin daha çok ısı ve yanma süresi, yavaş yanması nedeni ile tercih ediliyor. Ormanın zenginliklerinden insanlar faydalanıyor sürekli. Bu devinim içinde meşe ağaçları sürekli yenileniyor. Kesilenin yerine hemen yenisi filizlenmiş hazır bekliyor. Kendine yer buldu mu uzayıp gidiyor göğe doğru.

Biri kadın biri erkek bana poz veriyor bisikletlerle yanımdan geçerken. İkisi de az önce kahvemi içmişlerdi, selamları sol elleri ile verdiler.

Yolda giderken birden karşıma yolun yarısını kaplamış toprak yığını karşıma çıktı. Büyük bir olasılıkla gece döktüklerini zannediyorum. Karanlıkta öylece toprağı döküp kaçmış kimse görmeden. Büyük bir sorumsuzluk örneği olarak dökülen bu toprak yığını gece hızlı giden bir araç dönemeçten hemen sonra karşısına çıkınca ne olacağı belli değil. Ya direksiyonu ani reflekse kırıp uçuruma düşebilir. Ya da toprak yığınına çarpıp ters dönme olasılığı var. Gece karanlıkta ise direk toprak yığınına çarpar.

Ormanın bitki örtüsü meşe ağaçları yerini çam ağaçlarına bıraktı. Asfalt yola çıkıp göl seviyesine yaklaştık sayılır.

Asfalt yola çıkınca varacağımız yere az kaldı, Çalı ve Demirci köylerini geçip şimdiki adı Gümüştepe olan Misi’ye geldik. Burada Nilüfer belediyesinin kamp karavan tesislerinde çadırları kurduk. Hiç zaman geçirmeden daha aşağıda olan duş yerine gelip duşumuzu aldık. Çamaşırları terden arındırdıktan sonra çadırlara eşyaları yerleştirdik. Islak çamaşırları kurusun diye tellere astım. Kamp yeri çimenlik bir alan, ortalık curcuna yerine döndü birden bire. Herkes yerleşmeye çalışırken Keşan’dan gelen Muammer Taşkıran şortunu giyip üstü çıplak ısınma hareketleri yapıyor duş kuyruğuna girmeden önce.

Buradaki evler restore edilerek boyanmış. Mor renkli, iki katlı bir ev karşında. Pencereleri kahverengi renginde boyalı. Sola doğru giden sokağın başında Nilüfer Belediyesi yazılı branda iki direğin üstüne konulmuş. Yerler Arnavut kaldırımı taş döşeli. Köy turistlik olarak ziyarete gelenler var ve bütün evler restorasyondan geçirilip yenilenmiş. Köylere has ürünler sergilenip satılıyor. Bunlardan birisi ise tam buğday ekmek ve köy kahvesi yazılarından anlaşılıyor. Biz akşam yemeğini belediyenin tesislerinde yiyoruz. Köy kadınları burada nefis yemekler pişirip ikram ediyorlar.

Daha yeni hayata geçirilen Myisia Yolları yürüyüş ve bisiklet rotalarını ilk defa bizler bisiklet sürerek başlattık. Belediye kocaman bir tabelada büyük bir alanı gösterir coğrafi harita ve yolları gösterir biçimde köyün meydanına koymuş. Haritada rotalarda işaretler ve açıklamalarını yazıp gezginlere yollarının nereler olduğunu belirtmiş.

Akşam karanlığı çökünce müzik grubu gelip bizlere rock tarzında Türkçesi sert müzik çalmaya başladılar. Sert yokuşlara iyi oldu sert müzik. İki gitar, iki mikrofon ve arkalarında bateri. Buraya kadar beraber geldiğimiz Ceyhun, Mehmet Ali, Nafiz, Cem ve ben çadırlarımızın önünde oturup Nafiz’in 500 Kilometreden fazladır taşıdığı bir litrelik votkayı içmeye başladık. Bu bizim için ödül oldu sanki ve yarınki tura gitmeyip eve dönmeye karar verdik. Evlerimizin hasreti alkolle daha da belirginleşti. Uzaktan gelen sert müziğin etkisi de olabilir. Uzun süredir yollardayız ve artık yeter dedik bardaklarımızı tokuştururken. Önemli olan bir şey vardı; o da yaptığımız bu turdan hepimiz de memnunduk, mutluyduk ve çok güze zaman geçirdik birlikte. Hepimiz de uyumlu olunca bir daha yaparız böyle uzun turlar diye kararlaştırdık. Vedat Karakaya aramızda olmasa da onu da anarak yad ettik. Hiç program yapmadan anı yaşayarak yolun getirdiği güzelliklerle beraber yolun nasıl geçtiğini anlamadan 500 Kilometreden fazla birlikte bisiklet sürdük.

İki gitarcı ve bir baterist müzik yapıyor gecenin karanlığında.

İçkinin verdiği güzel kafa ile çadırlara çekilip ninni gibi gelen müzik eşliğinde yatıp uyudum bir güzel.

Ertesi gün çektiğim videoyu aşağıda izleyebilirsiniz. Bisikletçiler kamp alanından çıkıyor.

Bu gün yaptığımız tol yaklaşık olarak 46 Kilometre civarı.

Aşağıda yaptığımız yolun haritası

Powered by Wikiloc

 

Ertesi gün, eve dönüş;

Sabah erkenden uyanmadım bu gün, tembellik hakkımı kullanıyorum. Güneş çıkmış çoktan ve bisikletin gölgesi çadırıma vuruyor güneşle beraber. Yol bisikletinin boynuz gibi gidonu, üstte fren kolları ile şekil oluşturmuş. Ön tekerleğin bir kısmı da gölge olarak vuruyor. Böyle bir manzarada uyanıp tembellik yaptım bir süre. Çadırım iyice ısınmış güneş ışıkları altında.

20170514_085122_HDR

Fazla yanmadan çadırımdan çıkıp temiz havayı ciğerlerime çekiyorum. Dere kenarı, köyün yeşilliği, bozulmamış dokusu harika. Sabah kahvaltısını birlikte yapıyoruz. Turu düzenleyen arkadaşlara bizi otogara bırakmalarını rica ettik. Artık dönme zamanı deyip toplanmaya başladık. Sağ olsun arkadaşlar bizim için belediyeden bir kamyonet gelip otogara bırakacağını söyleyince içimiz ferahladı. Kalan arkadaşlarla vedalaştım görebildiğim kadarı ile. Kalanlar yapacakları tura başlarken vidosunu çekip uğurladım.

Aşağıda videosu var.

İçimiz ferahlayınca kamyoneti beklerken parkın girişinde köylü kadını dikkatimi çekti. Koyu renkli ve siyah çarşaf giymiş yaşlı kadın başına da siyah örtüyü bağlamadan atmış yerde oturmuş durumda topladığı kiraz ve erikleri satmaya çalışıyor. Kilosu kaça demeden bir kilo kiraz alıp parasını verdim. Halinden anladığım kadarı ile oturup pazarlık yapılacak durum yoktu. Sattığı kirazlar pahalı olsa da almak gerektiğini düşündüm.

Ağacın dibinde kaldırıma oturmuş kadın, kaldırımda iki kasa kiraz, yeşil erikler plastik kapaklı kaplarda sergilenmiş. Bez bir pazar çantası ve sepet ağacın dibinde. Parkın giriş kapısı çit olarak yapılmış.

20170514_111823_HDR

Uzun süredir yolda olduğumuzdan Cem Tabanlı’nın ayağı iyice kötüleşti. Pek bisiklete binemedi son gün, araçla kamp yerine geldi.  Kamyonet gelince bisikletleri ve çantaları kasaya yükleyip otogar yolunu tuttuk. Otogar Bursa’nın diğer yanında. Bursa’nın korkunç trafiğinde bisiklet sürmenin anlamı yok. Şehri boydan boya geçmek gerek otogara gidebilmek için. O yüzden araçla gitmek daha mantıklı. Kamyonet bizi otogara bıraktı, bisikletleri ve çantaları indirip yazıhanelerin olduğu yere geldik. Ben ve Cem İzmir için Kamil Koç firmasından biletleri aldık. Biletleri alırken bisikletli olduğumuzu belirttik özellikle. Şimdiye kadar hiç sorun çıkmamıştı, şimdi de sorun çıkarmadılar. Kamil Koç firması bisikletçi dostu oldu her zaman. Antalya’ya gidecek olan Ceyhun, Nafiz ve Mehmet Ali biletleri anca geceye bulabildiler. Bizim otobüs bir saat sonra kalkacak. İzmir’e saat başı araba kalkıyor o yüzden yer bulmakta sıkıntı çekmedik. Antalya’ya gidecek arkadaşlarla vedalaştık kucaklaşarak. Otobüs hareket saatinden önce perona gidip ön tekerlekleri söküp otobüsü bekledik bir süre. Otobüs gelince dikkatlice bisikletleri ve çantaları yerleştirip koltuklarımıza oturduk Cem ile birlikte. Otobüs hareket ettikten sonra hatıra olsun diye elçek resmini çekiyorum Cem ile.

20170514_154352

Yaklaşık 6 saat gibi bir zamanda rahat bir yolculukla İzmir’e vardık. Bisikletleri ve çantaları indirip ön tekerlekleri taktık. Cem’in ayağı kötü olduğundan bisikletini Uluğ Cem Balkanlı otogara geldi bisikleti almak için. Çantalarını da bir arkadaşı araba ile Cem ile birlikte alıp götürdü. Çantaları da bagaja yükleyip dosdoğru bir yol ve korkunç bir trafikte bisiklet sürüp Alsancak yeşil çimenlerine attık kendimizi. Oh dünya varmış deyip çimenlere yayıldık.  Çimlerde bizi Gülşah Ongun ve Habibe karşıladı. Avrupa şehirleri bisiklet yarışması için hazırlanan tabelanın dibinde oturduk. Tabelada yazan “Kendim için Kentim için Sürüyorum” ve #eccizmir yazısı, İzmir siuleti ile İzmir büyükşehir belediyesi saat kulesi logosu var. Avrupa şehirleri bisiklet sürme yarışları devam ediyor Mayıs ayı boyunca. Tabelanın dibinde yeşil çimenlere oturup yorgunluk kahvesi pişiriyorum. Hak ettik sayılır. Uzun bir turun sonunda eve kavuşmanın sevinci ve yaptığımız yolculuğun tadı henüz damağımda iken kahve ile birlikte arkadaşlarla paylaşıyorum.

Çimenlerin üzerine oturmuş kahve pişirirken yanımda iki güzel kadın da eşlik ediyor. Arkada belediyenin tabelası ve apartmanlar var. Kahve takımları önümde serili durumda. Sağ alt köşede bisiklet gidonu ve asılı sarı renkli bir kask var.

20170501_114612_HDR

Böylece 10 günlük bir turun daha sonuna geldik sevgili okurlar. Turda bir çok yer gördüm, yaşadım, yedik, içtik, yorulduk, terledik, kahve içtik, sohbet ettik, paylaştık, kavuştuk, ayrıldık. Bolca resim çektim tur boyunca, bunların hepsini sizlerle paylaştım, gördüklerimi anlattım. Herkes gittiğim yoldan gitme olanağını yakalamayabilir ama ben yolu açıyorum, bu yol hepimizin ve paylaşalım. Ben paylaşıyorum her zaman olduğu gibi. Paylaştıkça dostlarım artıyor sürekli. Hazine torbam dolmak bilmedi yol boyu. Dostlar, hikayeler doldukça sevindim. Mutlu bir duyguyla turu bitiriyorum ama başka turlarda yine görüşeceğiz. Durmak yok, yola devam derim her zaman. Bu yazı biraz geç oldu ama yazmak kolay değil, zaman yetmiyor.

Sağlıcakla kalın, başka turlarda görüşmek üzere

Otogar – Fahrettin Altay yaklaşık 17 Kilometre civarı.

Aşağıda haritası var

Powered by Wikiloc

VI. Az Bilinen Antik Kentler Bisiklet Turu 3. Gün

24 Nisan Pazartesi 2017

Bergama – Dikili

( Kör arkadaşlarım için resimlerde betimleme yapılmıştır )

 

Dünyanın dışına atılmış bir adımdın sen
Ömrümüzse karşılıksız sorulardı hepsi bu
Şu samanyolu hani avuçlarından dökülen
Kum taneleri var ya onlardan birindeyim

Ahmet Telli

 

Öne çıkan görsel, Güneş, mermer kaidenin içindeki siluet kısmından parıldıyor. Sağ alt köşede benim başım görünüyor. Deniz ve dağ, diğer yerler turuncu renge bürünmüş.

Köseler köyündeki soğuk havadan eser yok, Deniz seviyesine yakın olan yerler daha sıcak. O yüzden bu gece üşümedik desem yeridir. Güzel bir güne başlamanın sevinci ile uyanıyorum güneş doğmadan. Çadırımın yönü doğuya doğru kurulu. Fermuar açık olarak dışarısının resmini çekiyorum. Karşımda dört çadır ve parkın yüksek çam ağaçları. Gün yeni ağarmış, havanın pusu görünümü biraz bulandırmış fon olarak.

Herkes uyandıktan sonra kahvaltı faslına geçiyoruz. Bahçedeki masalar kahvaltı düzeninde. Kahvaltı almak için sırada bekleyenler ayakta duruyor.

Çadırlar toplandı, hep birlikte bize ait olan ve bizden önce bırakılan tüm çöpleri toplayıp bulduğumuzdan daha temiz bıraktık kamp alanını. Grup hareket ettikten sonra en son olarak etrafı dolaşıp unutulan, kalanları yola çıkarıp son kontrolleri yapıyoruz. Yeşil çimenlerin üzerinde artçı grup  bisikletleri park halinde son hazırlıkları yapıp birazdan biz de yola çıkacağız. Solda kafeterya binası, masa ve sandalyeler. Yeşil alanın bitimi tahta çitlerle diğer bölümlerden ayrılmış. Ortasında tahta geçit açık. Parktaki çam ve servi ağaçları.

Son kalanlarla beraber yola çıktık, Hedefimiz önceden belli olduğu için acele etmeden arkalarından gidiyoruz. Bergama biraz yüksekte, o yüzden hafif bir inişle hızlıca Çanakkale – İzmir ana yoluna çıktık. Kavşağa gelmeden yön tabelalarının resmini çekiyorum. Sola ok işareti ile Aliağa İzmir yönünü belirtmiş. Sağa ok işareti ise Ayvalık Çanakkale yönünü. Altlarında da karayolu numaraları yazılı.

Şansımıza lodos rüzgarı esiyor ve gruba Ovacık köyünde mola yerine yetişiyoruz. Burada çay, ayran, gazoz, soda, kahve içerek dinlenip biraz enerji topluyoruz. Solda üç tarafı kapalı otobüs durağı. Tabelada Ovacık yazısı durağın neresi olduğunu belirtmiş. Karşıda köyün iç yolu ve mola verdiğimiz köy kahvesi. Bisikletler yolun kıyısında park etmiş.

Mola bitimi grup  olarak yola çıkıyoruz hep birlikte. O kadar çay, ayran, soda içersen kaçınılmaz son başa gelir. Tuvalete gidenleri beklerken benzinlikte henüz ayını doldurmamış yavru bir köpek tüm sevimliliği ile yanıma geliyor kuyruğunu sallayarak. Üstü tamamen siyah, altı ise beyaz rengi ile kendini bana sevdiriyor. Ben de sevilmesine yardım ederek isteğine karşılık veriyorum. Sevimli yaratık erkek. Sol kolumun altında sessizce poz veriyoruz Ferdimen’in kamerasına. Mavi kot pantolon, beyaz tişört kısa kollu, lacivert yelek ve sarı kaskım güneş altında köpekle beraberim. Solda bisikletlerimiz park halinde tuvalettekilerin işini bitirmesini bekliyoruz kaldırıma oturmuş olarak.

Bu gün ilk olarak Atarneus antik kentini dolaşacağız. Yoldan sağa doğru saparak iç kısımdaki tepenin kıyısına geldik. Bisikletim KUZ önde park edilmiş olarak duruyor. Arkasında Antik kentin olduğu zeytin ağaçları ile kaplı tepe görünüyor.

Bulunduğumuz yerde koyun – keçi ağılı var. Aynı yerde su deposu ve çeşme de var. Hayvanlar içsin diye uzun bir yalak ta yapılmış çeşmenin altına. Çeşmenin arkasında çalılar ve büyük bir dut ağacı taze yaprakları ile yeşile bürünmüş. Ferdimen’in bisikleti park etmiş durumda sol tarafta. Resmi Ferdimen çekiyor kamerası ile.

Ferdimen mataralarını çeşmeden doldururken ben de olduğu gibi çeşme ile birlikte çekiyorum.

Daha önce planladığımız bir olay yapılacaktı. Gönüllülerimizden Mert ARDAR evlenmeye kesin karar vermişti. Bunu bildiğimizden Son akşam dikili kampında kına gecesi yapacağımızı karar vermiştik. Ama beklenmedik bir durumdan gelin adayı Eskişehir’e dönmesi gerektiğinden kına gecesi seremonisini Atarneus antik kentine çıkmadan yapmışlar. Ben gündüz zamanı yapılan kına gecesini kaçırdım. Zaten daha sonra evlenmekten vaz geçince kına gecesinin önemi de kalmadı. Kınayı gelin yerine damada yapıldı. Kırmızı tülbent damadın üzerinde, eli kınalı, ağzında da bir emzik, elinde kına tepsisi ve tepside mumlar. Gelinle beraber resim çekilmişler.

Dağın dibinde bisikletleri bırakıyoruz. Antik kente yürüyerek çıkacağız. Bisikletler park halinde, insanlar yukarıya çıkmak için son hazırlıklarını yapıyor.

Bazen beklenmedik sürprizler de başa geliyor. Katılımcılardan birisinin lastiği patlamış. Arka tekerleği yerinden söküp patlağı tamir etmeye çalışıyor. Bisiklet yerde yatık olarak durmakta.

Atarneus antik kenti savunma açısından yüksek bir tepenin üzerine kurulmuş. Doğal savunma sistemi olsa da tarih boyunca bir çok saldırı ile karşılaşmış. Yukarıya çıkan yol henüz keşfedilmediğinden yamaçta oluşan patikadan tek sıra çıkıyoruz. Önümde gidenleri tepe ile beraber Ferdimen çekiyor.

Keçiler diyarında olduğumuzdan keçi sürüsü ile karşılaştık. Keçiler genellikle ağaçların filizlerini yemeye bayılırlar. O yüzden bıraksalar ormanı yer bitirirler. Keçilerin olduğu yerde  orman pek yetişmez çünkü yeni yetişen bitkileri, fidanların filizlerini yiyerek büyümelerine olanak sağlamaz. Hatırlarım, eski Yugoslavya Tito döneminde Josef Broz Tito keçilerin ormanı yok ettiğini bildiğinden keçi beslenmesini yasaklamıştı. Haliyle Tito öldü mertlik bozuldu. Keçiler başında çoban ile otluyorlar, bir tane beyaz keçi de arka ayakları üzerine kalkmış küçük bir ağacın bahar ayında taze sürgün vermiş filizini yiyor.

Laleler açmış kırmızı gelinliği ile, böceğin biri de lale çiçeğinden nektarını almaya çalışıyor. Etraf çiğdem çiçekleri açmış bitkilerle dolu.

Keçiier her ağacı yemiyor, sevmedikleri ağaçlar da büyüyüp gelişerek koca bir ağaç olmuş. Bunlardan birisi çitlembik ağacı. Zaten buralarda çitlembik ağaçlarından başka bir ağaç ta göremezsin. Yamaçta kocaman gövdeli asırlık çitlembik ağacı ve keçi sürüsü.

Tepeye yaklaştık, şehrin surlarının duvarları göründü. Yamaçta çitlembik ağacı ve taş bloklarla örülü yer yer yıkılmış duvar.

Yukarıya bizden önce varmış olanlar oturulacak bir alanda yere oturarak rehberimizi dinlemeye hazırlar. Resmin üst kısmında incir ağacının bir dalı boydan boya geçmiş. Yaprakları tam olarak büyümemiş henüz.

Ferdimen hem sağ tarafta oturanları.

Hem sol tarafta oturanların resmini çekmiş. Kimi çimenlere uzanmış boylu boyunca.

Koca çitlembik ağacı da sessizce rehberi dinlemeye hazır.

Amatör tarih meraklısı Taylan Köken elinde notları Atarneus hakkında bizleri bilgilendiriyor. Etrafındakiler de onu pür dikkat dinliyorlar.

Anlattıklarının detayı: http://arkeodenemeler.blogspot.com/2012/01/atarneus-antik-kenti-i-izmir-aiolis.html

Taylan hoca anlatırken onu dinlemeye gelen sinekler de hem güneşleniyor hem de atalarının ataları neler yapmış burada onu öğreniyorlar. Bir zamanlar sinekler o kadar çoğalmışlar ki artık kentte yaşayamaz olmuş insanlar ve şehri terk ederek sineklerin olmadığı bir yere göç etmişler. Zambakgillerden bir bitkinin uzun yapraklarına konmuş bir kaç sinek hiç kımıldamadan güneşleniyorlar.

Yerde dağınık bulunan, belki de kaçak kazı yapanların etrafa saçtığı tarihi eser parçaları iki döneme ait. Kaçakçı mezar hırsızların değer vermediği bu parçalarından birisi altta kırmızı renkte pişmiş tuğla. Bunlar yakın döneme ait. Üstte ise geniş bir çömleğe ait ağız kısmının beşte biri kadar bir parçası gri renkte. Bu gri renkli çömlek daha eski dönemlere ait olmalı.

Bundan iki yıl önce yazdığım yazıda Atarneus hakkında daha detaylı okuyabilirsiniz. http://www.urimbaba.net/?p=7621

Atarneus antik kente ait anlatılanlar bitince aşağıya doğru iniş başladı. İniş geldiğimiz yoldan değil de Güney tarafından olacak.  İlk başlarda dağınık olarak düzensiz yürüyüş kollarında gruplar halinde yürüyoruz.

Yamaçtan aşağıya patikadan tek sıra olarak taşlı arazide dikkatlice inişe başladık. Buradan manzara süper. Tarlalar, bir kaç kapalı sera ve tepeler görünmekte.

Patika derken öyle patika yolu yok, taşların üzerinde sekerek iniyoruz.

Tarlalar, kimi yeşile bürünmüş, kimi yeni sürülüp ekim yapılmış. Bazı yerde seralar var. İzmir – Çanakkale yolu, yol boydan boya gidiyor. Sağ tarafta birisi bir şeyler yakmış, dumanı havaya doğru çıkıyor. Buradan rahatlıkla görebiliyorum.

Dikili buradan görünüyor bir parçası olsa da. İnişte antik kentin kalıntılarının üzerinde yürüyoruz.

Artık Dikili’nin tamamı görünüyor bulunduğum yerden deniz ile beraber.

Kaçak yapılan kazılardan birisi karşıma çıkıyor. Bir odaya benziyor, dört tarafı duvar örülü, yaklaşık 1.5 metre derinliğinde. Toprağın tazeliğine bakarak geceleri sürekli kaçak kazılar yapıldığı belli. Atarneus öyle zengin kentlerden biri değil. Burada sadece Aristoteles’in kurduğu felsefe okulu var ve mezar soyguncularının aradığı değerli şeyleri bulamayacakları kesin. Sadece düşünce, fikir ve teoriler bulabilirler toprak altında. Taşların oyuklarında sözcükler kalmıştır belki geçmişten.

İnişimiz devam ederken düz duvarlar karşımıza çıkıyor. Üstte bir yerden 20 cm civarı çıkıntı olarak yapılmış iki taş. Taş blokların hepsi aynı ölçüde ve düzgünce örülü 9 sıra olarak. Taş duvarı yandan çekiyorum.

Duvarı bir de karşıdan çekiyorum. Duvardaki taşların üzerinde liken denilen yosunlar yer yer yapışık olarak kendilerine yer bulmuş.

Bisikletlerin olduğu yere geldik, güneş havayı ısıtınca ve yürüyüşün etkisi ile iyice ısındık. O yüzden ağaçların gölgesine toplanmış bisikletçiler.

Tüm bisikletçiler bisikletlerini alıp yola çıkasıya kadar bekledim. En son olarak ben de yola çıkarak yakın olan Dikili kasabasına vardım. Kasabanın meydanında Atatürk ata binmiş halindeki heykelin önünde toplandık. At şaha kalkmış durumda, Atatürk subay elbisesi giymiş, sağ elini ileriye uzatarak “Ordular ilk hedefiniz Akdeniz’dir, ileri” emrini verdiği anı betimlemiş.

Herkes hazır olduktan sonra sahilden kamp yapacağımız yere geldik. Çadırlar kuruldu, yerleştik ve Güneşin henüz batmasına epey var. Solda çadırın bir kısmı, kıyıda kayaların üzerine çıkmış birisi denize bakıyor. Bir bisiklet kıyıda park halinde ve güneş sol tarafta parlak ışıklarını saçmaya devam ediyor.

Kamp alanı, çadırım ve diğer çadırla üç sıra halinde kurulmuş. Zemin çimen ekili yemyeşil. Üç kişi arkası bana dönük sohbet ediyorlar. Birisi yere çömelmiş durumda.

Henüz yemek zamanına epey var, hemen su donumu giyerek beni çağıran denize koşarak atlıyorum balıklama. Beni denize atlarken Ferdimen çekiyor yandan. Tam da havada uçarken ve henüz ıslanmadan. Biliyorsunuz deniz yaş, insanı ıslatır sırılsıklam yapar. Mavinin tutkusu aşık eder kendisine. Ben de dayanamam bu aşka ve kendimi henüz ısınmamış denize bırakırım. Sırılsıklam mavi bir aşk bu. Böylece deniz sezonunu açmış oluyorum.

Denizde bir süre yüzüp tuzlu su duşumu alıyorum. Su şahane ve serin su hücrelerimi uyandırıp kılcal damarlarımı harekete geçirip kan dolaşımı hızlanıyor. Hani aşık olduğun birisini görünce kalbin küt küt atar da hücrelerin atağa kalkar ya işte öyle maviye olan aşkım da beni bu duruma getiriyor. Denizden çıkıp üzerimi kuruladıktan sonra giyinerek yemek zamanını beklerken kıyıda dolaşmaya başladım. Geri dönüşte denize hafif burun yapmış olan yerde kocaman mermer bir blok var. Mermer blok içi oyulup kesilerek anlamadığım bir şekil yapılmış. İşte şu an güneşin mermer blokun arkasında kalması gerçeği görmeme neden oldu. Daha dikkatli bakınca kızıl renk arkada, oyuk olan yerde bir siluet görünmeye başladı. Kıyıda buluşmuş iki sevgili hasretle birbirine yaslanmış duruyor. Kadın erkeğe göre kısa boylu, erkeğin başı kadına doğru hafifçe eğilmiş durumda.  Bu durumun farkına vardığımda güneş daha da yukarıdaydı. Bir gözüm Güneşi takip ederek elektrik işlerini hallettikten sonra mermer blok hizasına gelerek resim çekmeye başladım.

Güneşin ışıkları parlak olunca cep telefonumdaki kamera siluetin içinde sanki alev topu varmış gibi çekiyor.

Güneş tepelerin üzerine gelince batmadan son ışıltıları ile daha belirgin bir resim çekiyorum.

Gürel Gürselp’in makinası profesyonel olduğundan daha kaliteli çekimler yaptı. Çekim yaparken ben de heykelin diğer tarafında oturarak iki sevgili silueti içinde altta benim siluetim de görünüyor.

Keşanlı üç kafadar kendi yeşil formaları ile elleri göğsüne kavuşturarak poz veriyor. Üçünde de güneş gözlükleri var. Ferdimen yandan çekmiş.

Yemek geliyor ve gönüllü dağıtıcılar kazanların başına geçip kepçelerle yemek dağıtmaya başladılar. Acıkan sıraya girip yemeğini aldı. Masaların üzerinde yemek kazanları, dağıtıcılar solda, sıradakiler sağda.

Gürel ile Olcay da Ferdimen’e poz vermişler. İkisi de kafalarını birbirlerine doğru hafifçe eğmişler.

Yemek masası olmayınca kimi duvarda, kimi yerde oturup karnını doyurmaya çalışıyor.

Zeynep Nuray Oymak dizinde yemek tepsisi, çalakaşık yemeğini yerken poz veriyor Ferdimen’e.

İlknur ile Gürel de çalakaşık bardakta çorbalarını bitirmeye çalışıyor.

Bu gün 24 Nisan, Olcay’ın doğum günü bu gün. O yüzden küçük bir çikolatalı pasta, üç mum ile yaş gününü kutluyoruz.

Yaş günü çocuğu mumları üfledikten sonra sevinçle ellerini çırparak resmi çeken Ferdimen’e dönerek poz veriyor.

ABAK Ateşini yaktık kazanda. İlk dansı da yaş günü çocuğu Olcay ve eşi Şeyma ile yaparak kutlamalar başladı. Ben de kahve takımlarımı çıkarıp bol bol kahve yaparak içenlere ikram ediyorum.

Henüz Nisan ayında olduğumuzdan akşam havalar serin oluyor. Ateş başında toplaşıp ısınmaya başladık. Delikli kazanda yanan odunların alevi hem etrafı aydınlatıyor hem de sohbetimizi ısıtıyor karanlıkta.

Eskişehir den katılan müzik Öğretmeni Burak Çardak yan flütü ile bizlere şarkılar türküler üflüyor dudaklarından. Ateşin etrafında toplananlar da türkülere eşlik ederek katılıyor.

Gitar ve yan flüt ateşe hükmederek daha çok ısı yaymasını sağlıyor. Çember giderek genişlemeye başladı.

Ferdimen beni ve ateşi bir karede resmediyor. Alevin kızıllığı yüzüme vurmuş. Ayağımın dibinde Urim Baba’nın kahvesi tabelası duruyor.

Bir tarafta gitar ve ateş,

Bir tarafta yan flüt bazen bizleri alıp uzaklara götürüyor dinlerken.

Gecenin ilerleyen saatlerine kadar  şarkılar, türküler eşliğinde güzel zaman geçirdik. Uyku kapının ardına gelmeye niyeti yok. Zaten kapı da yok ortalarda. Olan çadır kapısı ama bezden olunca sesi duyulmuyor uyku geldiğinde.

Bu gün yaptığımız yol 49 Kilometre civarı.

Aşağıda yaptığımız yolun haritası

Powered by Wikiloc

Bir İstanbul Masalı – Avrasya Maratonu 5. 6. Gün

18 Kasım 2016 Cuma

Yalova – Bursa

(Kör arkadaşlarım için resimlerde betimleme yapılmıştır.)

 

Ayışığı renginde kar,
keçe çizmeIerim ağır.
İçimde çaIınan ısIık
beni nereye çağırır?

MemIeket mi, yıIdızIar mı,
gençIiğim mi daha uzak?
KayınIarın arasında
bir pencere, sarı, sıcak.

Ben ordan geçerken biri :
“Amca, dese, gir içeri.”
Girip yerden seIâmIasam
hane içindekiIeri.

Eski takvim hesabıyIe
bu sabah başIadı bahar.
Geri geIdi Memed’ime
yoIIadığım oyuncakIar.

KuruImamış zembereği
küskün duruyor kamyonet,
yüzdüremedi Ieğende
beyaz kotrasını Memet.

Kar tertemiz, kar kabarık,
yürüyorum yumuşacık.
Dün gece on bir buçukta
öImüş Berut, tanışırdık.

Bende boz bir haIısı var
bir de kitabı, imzaIı.
EIden eIe geçer kitap,
daha yüz yıI yaşar haIı.

Yedi tepeIi şehrimde
bıraktım gonca güIümü.
Ne öIümden korkmak ayıp,
ne de düşünmek öIümü.

En acayip gücümüzdür,
kahramanIıktır yaşamak :
ÖIeceğimizi biIip
öIeceğimizi mutIak.

MemIeket mi, daha uzak,
gençIiğim mi, yıIdızIar mı?
BayramoğIu, BayramoğIu,
öIümden öte köy var mı?

GeceIeyin, karIı kayın
ormanında yürüyorum.
KaranIıkta etrafımı
gündüz gibi görüyorum.

Şimdi şurdan saptım mıydı,
şose, tirenyoIu, ova.
Yirmi beş kiIometreden
pırıI pırıIdır Moskova…

 Nazım Hikmet Ran

 

Öne çıkan görsel, bisikletim KUZ bariyer yanında park etmiş. Arkada dağ silsilesi uzayıp gidiyor.

Yeğenimin evinde kahve içerken üç kişi resim çekiliyoruz. Kocası tiyatro eğitmeni, Güldür Güldür Show oyuncularının hocası. Oyuncuları yetiştirmiş. Akrabası olan oyunculardan Aziz Aslan yanımıza gelince o da kahvemin tadına baktı. Urim Baba’nın kahvesinin patentini almak için sattığım havlulardan iki tane aldı, Kendisine desteği için teşekkür ederim

Yeğenimin evinde bir gece kaldım, ertesi gün Kağıthane dolaylarında oturan diğer yeğenime gitmek için yola düştüm. Yanımda sadece sırt çantası ve yeğenimin oğluna hediye olarak vereceğim tahta bisiklet var. Sırt çantamda da kahve takımı ve geceliklerim. Yoğurtçu parkından Kadıköy iskelesine kadar araç kullanmadan yürüyerek gittim. Zaten hangi araçla gideceğimi bilmiyorum. Kadıköy iskelesinden Beşiktaş vapuruna biniyorum. Beşiktaş iskelesinden inip az yürüyerek Kağıthane dolmuşuna bindim. Yeğenimin tarifine göre hareket ediyorum. Dolmuşun son durağında inip oturduğu apartmana gelip eve giriyorum. Yeğenim ve biri kız, biri oğlan, çocuklarla tanışıyorum. Henüz küçükler. Oğlan biraz yabani, yabancılara pek yanaşmıyor ama kız henüz bir yaşında. O farkında değil, sadece gülücükler dağıtıyor. Henüz yürümüyor, örümceği sayesinde evin içinde dört dönüyor. Yeğenimin oğluna hediyesini veriyorum, sevinçle tahta bisiklete biniyor. Yeğenimin evinde bir gece kaldım. Sabahın erken saatlerinde kalkıp kahvemi yaparak kitabımı okuma fırsatı yakalamışken biraz okuyorum. Ev halkı hala uyuyor.

Mutfağın masasının üzerinde kahve ocağım, kahve cezvesi üzerinde pişiyor. Yanında boş fincan ve kitabım. Binalar yüksek olunca manzarayı seyrettiğim yer de yüksek oluyor. Mutfağın penceresinden görünen manzara sadece binalar, apartmanlar ve devasa yükselmiş tek bir gökdelen. Nedense bulunduğum sitenin önü yeşil bir bayır, binalar henüz kaplamamış.

Artık dönüş yoluna geçmeliyim. Yeğenim ve çocukları ile vedalaşıp dolmuşa binerek Beşiktaş’a geldim. Beşiktaş iskelesinin önünde Ozan ile buluşacağım. Ozan’ı beklerken iskele önündeki meydanda anıt heykel ve eski topların resmini çekiyorum. Üç tane top çaprazlamasına art arda kaidelerin üzerine konmuş. Toplar büyük boyutta olmasına karşı sanırım Fatih Sultan Mehmet’in İstanbul’u alırken döktürdüğü toplar değil. Cumhuriyet anıt heykelinin yanlarında iki direkte Türk bayrakları dalgalanıyor.

Ozan geliyor, ilk önce iskelenin üstünde olan yerde birer çay içiyoruz boğaz manzaralı. Çay pek ahım şahım bir şey değil. Sonra yakınlarda olan Beşiktaş çarşısına giderek Ozan’ın istediği çadırı aldık. Hazır Beşiktaş’ın meşhur çarşısına geldik Beşiktaş’ın sembolü Karakartal heykelinin önünde bir hatıra resmi çekilmek gerek. Çarşıda iki Karakartal heykeli var. İlk önce modern heykeltraş örneği olan kartalın önünde resim çekiliyorum tek başıma. Ozan beni çekiyor. Kartal küçük bir meydanda, etrafında dükkanlar sıralanmış. Kartal heykeli kanatlarını iyice geride olarak yapılmış. Sadece kartalın başı ve geriye doğru olan kanatlarının bir kısmı anlaşılıyor. Pençeleri görünürde yok. Heykelin yanında da Kalp şeklinde büyük bir Beşiktaş arması var. Kalpte BJK, Türk bayrağı arması ve 1903 yazısı var. Yukarıdan aşağıya şerit halinde siyah, beyaz olarak boyanmış. Bu heykel yeni yapılmış.

Daha eski olan heykel çarşının başka bir meydanında. Bu heykel kartal görünümünde, kanatlarını açmış durumda, sağ pençesi şampiyonluk kupasının üzerine koymuş. Kartal yüksek bir kaidenin üzerinde. Ozan ile elçek resim çekiliyoruz, arkamızda kanatlarını açmış Karakartal.

Çarşıda bir süre gezip dolanıyoruz Ozan ile. Ozan beni iskeleye getirip uğurluyor. Vapurla Kadıköy’e geçip Sabiha Gökçen hava alanına giden belediye otobüsüne biniyorum. Uzun bir yolculuktan sonra hava alanının giriş kapısında iniyorum. Beni Dilek karşılamaya gelmiş. Ev yakın bir yerlerde o yüzden yürüyerek eve vardık. Akşam hoş beş sohbet ederek dönüş için plan yaptık. İstanbul’un bir köşesindeyiz, otobüs garajı diğer köşelerde ve gitmek bir dert, otobüse bisikleti bindirmek ayrı bir dert. Ne yapalım diye düşünürken aklıma Bursa’ya kadar bisikletle gitsem de oradan rahatça otobüse binsem daha iyi olur. Güzel ve mantıklı bir fikir. Hem daha ucuza gelecek. Çünkü İzmit körfezine yapılan köprü geçiş ücretleri astronomik. O yüzden otobüs ücretleri de ona göre iyice artmış. Akşamdan eşyalarımı çantalarıma yerleştirip hazırlandım. Ertesi sabah erkenden kalkıyorum. Hava sıfırın altına düşmüş geceleyin. Çimenlere bembeyaz kırağı yağmış. Hava soğuk, Pendik iskelesine Oğuz beni bırakıyor. Yalova’ya giden vapura binerek karşıya geçiyorum.

Vapurdan İzmit körfezinin üzerine vuran sabah Güneşinin ışıltılarını çekiyorum güverteden.

Yalova’ya varınca vapurdan inerek yola çıktım bisikletimle. Hava soğuk olmasına karşı açık ve güneşli. Benzin istasyonunun birinde üzerimdeki kalın giyecekleri çıkarıp kısa pantolonumu ve kısa kollu formamı giyiyorum. Üzerim hafif olunca daha rahat bisiklet sürüyorum. Zaten Yalova dan çıkışla beraber 12 Kilometrelik bir tırmanış var. Tırmanışta fazla efor sarf edeceğimden iyice ısınacağım. Kalın elbiseler içinde terlerim, inişte de soğuk rüzgar hasta eder. Ağır tempoda 12 Kilometrelik tırmanışı hiç mola vermeden zirveye çıktım. Zirve 332 metre yükseklikte. Zirveden uzaklar görünüyor, daha da uzakta Uludağ tüm haşmetiyle beyaz gelinliğini üzerine giymiş. Dün gece yağan kırağının nedeni belli oldu. Uludağ’a kar yağmış ve tamamıyla beyaza bürünmüş. Kar sıcak olan yerlere doğru soğuk rüzgarların esmesine neden oluyor. Zirvede soğuk rüzgar birden esmeye başlayınca hemen içime yeleği, üzerime de deri ceketi giyiyorum. Bir süre dinlenip biraz su içiyorum.

Rüzgar isimlerinin nereden geldiğini bilir misiniz? Türkiye’de daha çok Osmanlı döneminde ve Cumhuriyet döneminde denizcilik merkezi İstanbul olması nedeni ile denizcilik terimleri, isimleri, rüzgar isimleri İstanbul merkezli olarak verilmiştir. Türkiye’de denizcilerin kullandığı rüzgar isimleri ; Keşişleme, Kıble, Lodos, Karayel, Yıldız, Poyraz, Gündoğusu ve Günbatısı. https://www.tech-worm.com/kesisleme-kible-lodos-karayel-yildiz-poyraz-gundogusu-gunbatisi-nedir/

Şimdi bulunduğum yerden görünen Uludağ ve esen soğuk rüzgarın adı Keşişleme. İzmir’de esen Keşişleme rüzgarı soğuk esmez. Aksine ılık ve sıcak eser. Çünkü güney doğudan esen bu rüzgar bulunduğum yerde neden soğuk esiyor? Eskiden Uludağ‘ın ismi Keşiş Dağı olarak isimlendirilmiş. İstanbul konum itibarı ile güney doğudan esen bu rüzgara Keşiş dağı tarafından estiği için Keşişleme ismini kullanmış. Dün gece yağan yoğun kar Uludağ’ı tamamen beyaza boyadığı için iyice soğumuş. Uludağ’ın soğuk havası dört bir yanda olan sıcak hava taraflarına rüzgar olarak esmeye başlar. İstanbul’a Keşişleme esen rüzgar İzmir tarafına da aynı zamanda estiği için Poyraz rüzgarı olarak eser. Çünkü Poyraz soğuk eser.  Uludağ’a yağan kar çevresindeki geniş bir coğrafyayı iklim bakımdan bir süre etkiler. Bazen, çoğu zaman hava tahmincilerini yanıltır Keşiş Dağı yani Uludağ. Nedendir bilinmez hava tahmincileri Uludağ’a yağan karın yarattığı soğuk havayı pek dikkate almazlar o yüzden yanılma oranları hep yüksek olmuştur. Yağmur beklersiniz yağmaz, hava açık dersiniz yağmur gelir. Uludağ’ın o anki şartları ne ise çevresinde atmosfer olayları değişebilir. Kısaca özetlersek “Uludağ’ın kafasına göre.”

Yol kenarında bariyerlere yakın bisikletim KUZ ve arkasında sıra dağlar uzanmış. Daha da ilerde Uludağ bembeyaz olarak görünüyor. Bu resmi öne çıkan görsel olarak seçiyorum.

Yolda pek bisiklet üzerindeyken resim çekmedim. Zaten resim çekmek için herhangi bir şey de yok. Bildiğiniz duble karayolu, emniyet şeridinde rahat şekilde gidiyorum. Etrafta dağlar, kışa hazırlanmış ağaçlar yapraklarını dökmüş. Yaz güneşinde sararmış otların yerine yağmurların yağmasıyla çimenler çıkmış ve ortalık yeşile bürünmüş. Tırmanış uzun sürdü ama iniş çabuk oldu. Orhangazi’ye yaklaşınca karnım acıkmaya başladı. Orhangazi de durup öğle yemeği olarak kelle paça yiyorum bol ekmekle. Paça dizler için bulunmaz bir yiyecek. Hem karnımı doyuruyorum hem de dizlerdeki eklemlere jelatin takviyesi yapıyorum. Karnım doyunca tekrar yola çıkıyorum, Gemlik’te durmadan tırmanışa başladım.  Sadece ilgimi çeken bir tabelanın önünde durup resim çekiyorum. Köyün girişinde tabelasını görmemiştim, köyün çıkışında karşıma çıkınca duruyorum. Köyün ismi Kurtul, yani İstanbul ne kadar güzel olsa da aşırı kalabalıktan kurtulduğuma seviniyorum. Hem evime, İzmir’e kavuşacağım. O yüzden bir an önce Bursa’ya varmaya çabalıyorum.

Bu gün doğru dürüst sabah kahvesinden sonra hiç kahve içmediğimin farkına vardım Bursa giriş tabelasında. Yemekten sonra ikinci molamı Bursa şehrinin tabelasının dibinde veriyorum. Kendime şöyle okkalı, bol köpüklü bir kahve pişiriyorum. Kahve fincanından kahvemi keyifle içerken Bursa tabelasını çekiyorum. Bursa’ya varmanın sevinci var içimde. Kendi aracım olan bisikletimle, kendi gücümle buraya kadar geldim. Yanımda uyku tulumu, mat ve çadır olmadığı için İzmir’e kadar bisiklet süremeyeceğime üzülüyorum. Olsun başka sefere sürerek ve kamp yaparak giderim. Sağlık olsun.

Bursa tabelasında yazanlar; Bursa Nüfus : 2100000 Rakım : 155  Resimde sol elimde kahve fincanı.

Bursa’ya vardım ama otogar nerede diye aklımdan geçirirken henüz girişte olmamıza karşı otogara giden tabelayı görünce şaşırdım. Hemen haritayı açıp bakınca otogarın dibinde olduğumu gördüm. Buna çok sevindim, çünkü Bursa trafiği korkunç ve tehlikeli. Sürücüler de çok kaba. Arabaya binince yollar benim deyip kimseye saygı göstermiyorlar. Bunu biliyorum, sevincim o yüzden. Hemen otogarın içine girip Kamil Koç firmasından biletimi aldım. Bisikleti sorunsuzca otobüsün bagajına yerleştirip biniyorum. Otobüs hareket saati 17:00 de. 6 Saatlik bir yolculuk yaparak İzmir’e vardık.

Yolda kitap okuyarak ve İstanbul da yaşadığım günleri, dostları, yeni tanıştığım arkadaşları aklımdan geçiriyorum. Hazine torbama yeni insanlar, dostlar ve hikayeleri doldurdum. Yine de hazine torbam dolmak bilmedi. Bunun yanında hayallerimi gerçekleştirmenin mutluluğu var içimde kıpır kıpır. İçimdeki kıpırtılarla gecenin ilerleyen saatlerinde iyice azalan trafikte bisiklet sürerek Alsancak çimenlere vardım. Hava serin sadece üzerimde ceketim var, kısa pantolon üzerimde.

Alsancak ta vapur iskelesinin önünde İ harfi üzerindeki nokta merkezde kalacak şekilde nazar boncuklu İzmir yazısı önünde bisikletim KUZ ile resmini çekiyorum. Nazar boncuğun ortasındaki İ harfinin noktası lacivert renkli, kalın halkalar şeklinde dışa doğru sarı, beyaz, açık mavi ve en dışta lacivert renkte boyanmış. İzmir yazısı iki tümsek şeklinde kaidenin üzerine harfler lacivert renkte. Arkada yapraklarını dökmüş bir ağacın dalları sokak lambaları aydınlatmış. Daha akada geniş alanlar yeşil çim ekili. Kıyıları çiçek dikilmiş.

Bisiklet yolundan, trafikten uzakta aheste aheste gece serinliğinde eve vardım.

Bu gün yaptığım yol yaklaşık Yalova dan Bursa’ya kadar 61 Kilometre civarı. Toplamda 72 Kilometre.

Aşağıda yaptığım yolun haritası

Powered by Wikiloc

Antalya Manavgat – Mersin Bisiklet Festivali Sonrası 12 – 13. Gün

12 – 13  Ekim 2015

11 – 12. Gün

Festivaller sonrası Osmaniye – İskenderun

(Kör arkadaşlar için betimleme yapılmıştır)

 

Ey o büyük yolculukların ürperten heyecanı

Okyanus dalgalarının sesleriyle dol bu ömre

Ölüme ve aşka durmadan kement atan

Serüvenlerle geçsin yaşamak

Buz tutmuş bir dünya ortasında

Yollara düşerdi o hep aynı ıslıkla

Önünde dağlar, uçurumlar

Sarsılan gök, yarılan toprak

Ahmet Telli

 

Öne çıkan görsel, bisikletim KUZ solda, tüyü gidonda. Karşıda su kemeri, yol su kemerinin sonundan, bir göz sağda kalacak şekilde geçmiş.

Evde, yumuşak yatakta uyumanı verdiği rahatlık, yaşadığım şehirdeki gün doğumundan 31 dakika daha erken doğması beni sabahın seherinde uyandırıyor. Elbette sıcak duşun faydası da var. Erken uyanınca kahve takımlarını çıkarıp cezveyi ocağa sürüyorum. Doktor da erkenden uyanmış. Kahveyi içtikten sonra kahvaltıyı hazırlamaya başladık. İnsan uyumlu olunca kahvaltı hazırlamak ta o derece zevkli oluyor. Haliyle sohbet  te birbirimize hikayelerimiz, yaşantımızı, yaptıklarımızı anlatmakla geçti. Doktor nükleer karşıtı yaptığı yürüyüşü anlattı. Fikirlerini yazıya döküp birine mektuplar diye anlatıyor. Bu yazıları matbaada kitapçık biçiminde harfleri biraz küçük olsa da bastırmış. Gerçi ben okuyabiliyorum ama gözlüksüz okunması zor. Bana elindeki basılı bir kaç kitapçık veriyor okumam için. Sohbet zamanın hızlı geçmesini sağladı.

Bu gün Pazartesi ve çalışanlar da Pazartesi sendromu yaşıyor. Doktor da çalışıyor ve işe gitmesi gerek. Evde işe giderken pek uğurlamayan olmayınca ben kapıdan uğurlayıp hayırlı işler diledim. Ben evde bulaşıkları toplayıp bir süre kitap okuyarak zamanın akmasını sağladım. Saat 10 civarı evden çıkarak Doktorun tarif ettiği iş yerine doğru yürümeye başladım. Osmaniye küçük bir şehir, il olmuş sonradan ama fazla göç alan bir yer değil. Antalya’nın Manavgat ve Alanya ilçeleri Osmaniye den daha kalabalık nüfusa sahip. Osmaniye de en meşhur olan şey yer fıstığı üretimi. Doktorun çalıştığı yeri çabucak buldum. Bürosunda Öğlene kadar oturup çay içere oyalandım. Öğle yemeğini çarşıda beraber yedik. Yemekten sonra Doktor işine ben de Osmaniye caddelerinde dolaşmaya başladım.

Fazla kalabalık olmayan caddelerde eski bisikletler dikkatimi çekti. Çift kadrolu bisan bisikletler çoğunlukta. Orijinal sehpasında kaldırıma park etmişler üç bisiklet.

Ankara garında yaşanan insanlık dışı terör olayında 97 insan hayatını kaybetti. O yüzden ülkemizde 3 günlük yas ilan edildi. Osmaniye kent meydanındaki dev bayrak yarıya indirilmiş. Bir kez daha terörü lanetliyorum, yapanları ve yaptıranları.

Ana cadde, caddenin sağında solunda dükkanlar, bankalar. Dükkanın önünde üç tane bisiklet, Osmaniye spor bayrağı ve meydanda dev Türk bayrağı yarıya indirilmiş.

Osmaniye’ye kadar gelmişken yer fıstığı almamak olmaz. Taş yerinde ağırdır diyerek yarımşar kilo paket yaptırıp aldım. Yarım kilosu İskenderun da halama. Diğer yarım kilosu de eve götüreyim. Öğle yemeğini Doktor ile beraber yedikten sonra ben eve gidip biraz daha dinlenmek ve kitap okumak için döndüm. Tembellik olunca şekerleme yapmadan olmaz deyip biraz uyudum. Akşam mesai bitince doktor geldi, kapıyı ben açınca sevindi. Evde pek kapıyı açan olmayınca hep anahtarla açmak zor. Beraber akşam yemeği için hazırlıklar yapıp görev dağılımı ile nefis bir sofra çıktı ortaya.

Yemeğin üstüne de kırmızı Ürgüp şarabı sohbete derinlik kattı. Doktor ile çok ortak yanımız, dertlerimiz ve hayallerimiz varmış. Bunlardan birisi Doktorda çok kitap var, kütüphane kitap dolu ve sığmadığından yerlerde de istiflenmiş durumda. Doktor bu kadar kitabın hepsini okumuş ve kütüphanenin rafında öylece duruyor. Bu kitaplardan başkaları da yararlansın diye bir yer açıp kitapları bedava dağıtacak. Aynı zamanda başkalarının da kitaplığında atıl olan kitapları toplayıp ihtiyacı olana vermek. Bunlar beleş olacak, öyle para pul istemez. Benim de bu turda iyice olgunlaşan kahve olayı. Kafamda beliren düşünce bir mekan yada dükkan değil. Dükkan olmayacak çünkü kirası, vergisi algısı bir ton para ve uğraş. Zaten parayla pulla işim olmadığında kahve beleş olacak her zaman yaptığım gibi. Doktor ile ortak düşüncemiz bir yerde o kitaplarını verecek ben de kahve pişirip sunacağım. Dur bakalım ne olacak. Şarap ta nefis yani, biraz daha içsek dünyayı kurtaracağız sanki. Ama işin gerçeği kimse şarap içerek dünyayı kurtaramamış şimdiye kadar. Şarap sadece güzel fikirler verip düşüncelerimin olgunlaşmasını sağladı. Yeni bir dost ile sohbet etmesi gibi yok. Doktor bana kitaplığından bir kitap veriyor. Kitaptaki kahramanı bana benzetmiş. Kitabın ismi “Zen Kaçıkları” Yazarı Jak Kerouac. Kitabı okuduktan sonra karaman benden çok dengesiz arkadaşım İrfan Özden olduğuna karar verdim. Çünkü kitabın kahramanı  her ne kadar beni anımsatsa da dağcı ve ben henüz dağcılık yapmadım. Sadece gezgin bir bisikletçiyim, o kadar. Bana Mersin nükleer santralına karşı yaptığı yürüyüşü anlatıyor. Çok engelle karşılaşmış, yürüyüşün sadece Osmaniye den geçen etabını yapmamış. Çünkü yöneticilerin saldırılarına ve işinin geleceğine karşı saldırı yaparlar endişesi ile pas geçmiş. Yürüyüşünün büyük bir bölümünü hafta sonları tatillerinde kısım kısım yaparak tamamlamış.

Doktorun evi bahçe ortasında iki katlı. Bahçede zeytin ağacı, meyve ağaçları ve koca bir çam ağacı. Kendi doğal gübresini solucanlar ile yapıyor ama solucanlar şu an yaşamıyorlar. Yok olmasının sebebi belli değil. Çatıda terasta da toprak taşıyıp ayrı bir bahçe yapmış. Uğraşı çok anlaşılan.

Evin balkonunda cam yuvarlak masa, tahta kahverengi sandalyeler. Masada mantarlı kırmızı Ürgüp şarabı, iki kadeh, tabağın birinde kırmızı ve beyaz üzüm salkımı. Diğer tabakta iki şeftali, iki yeşil ekşi elma.

Şarap iyi uyuttu beni, deliksiz uyuyunca sabahın erken saatlerinde birden bire zımba gibi uyanıyorum. Daha gün ağarırken uyanınca kahve yapmak için takımları balkona çıkardım. Sürahide suyu da getirip iki bardak ile masada yerini alıyor.

Cam masada yarım dolu sürahi, iki bardak içi su dolu durumda. Kahve ocağım LPG’li, bakır cezve, iki fincan ve çakmak. Kahve yapmaya hazır bekliyorlar.

Kahveyi pişirip fincanlara köpüklü olarak döküyorum, içmeye hazır. Doktor da benim gibi erkenden uyanmış kahveyi bekliyor. Kahveler hazır olunca sesleniyorum. Kahve sabah aç karnına içilmeli.

Masada iki su bardağı dolu, iki fincanda köpüklü kahve. Ve bakır cezve.

Kahvaltıyı birlikte yapıp Doktoru işine uğurlarken vedalaşıyorum. Ben hazırlığımı yapıp yola çıkacağımdan bir süre daha evdeyim. Sevgili Doktor Umur Gürsoy ile vedalaşıyorum işe yolcu ettiğimde. İşe uğurlanmayı unutmuş olmalı ki duygulandı. Kendisine iki gün misafir ettiği için teşekkürlerimi belirtmeden edemedim. Yeni bir dost, yeni bir kapı hazine torbama girmiş oldu. Sevgili Doktoru uğurladıktan sonra zaman geçirmeden eşyalarımı bisikletime yükleyip hazırlığımı bitirdim. Kapıyı anahtar ile kilitleyip Doktorun gösterdiği yere anahtarı bıraktım. Ardından yola çıktım. Osmaniye küçük bir il olduğu için çabucak şehirden çıkıyorum.

Tabelada Osmaniye den çıkış yazısı ve kalabalık bir araç trafiğindeyim.

Tabelalar gideceğim yönü bana bildiriyor. Ama tabelaları boş verip cep telefonumdaki navigasyonu açıp rotamı belirledim. Navigasyondaki kadın şaşırmış olmalı ki beni üç defa geri çevirdi. Bir gittim yanlış dedi döndürdü, bir süre gittim tekrar döndürdü. Bir daha döndürünce navigasyonu kapatıp güneşe göre doğru yolu buldum.

Karşıma, sağ tarafımda bir tepe ovanın ortasına sanki toprak yığmışlar gibi. Tepenin yüksekliği 75 metre civarı ve üstüne bir kale yapılmış. Yol tek şeride düştü, düşük banket toprak ve  emniyet şeridi yok. Tren rayları yol ile beraber gidiyor. Osmanlı zamanında Almanlara yaptırılmış demir yolu günümüzde de kullanılmakta.

Ovanın ortasındaki tepe ve kalesini daha yakından görüyorum. Kaleye çıkıp yakından görmek için ileri bir tarihe bırakıyorum. Buralara bir daha gelip görmek için bir neden olması gerek.

Toprakkale

Kale ilkçağlarda Çukurova’yı Suriye’ye bağlayan  Amanos / Demirkapı geçidini kontrol altında tutmak amacıyla inşa edilmiştir. Ceyhan Osmaniye Dörtyol ayrımına ve güneyindeki geçide hakim 75 metre yüksekliğindeki bir kayalığın ve buna eklenen yığma bir tepenin üzerindedir.

Girişin batı yönündeki kayalığın üzerinde bulunması önceleri bu kayalık alanda sınırlı olduğunu düşündürtmektedir. Doğu ve kuzey yönlerinin toprak dolgu olması ise, bu kısımların daha sonraki dönemlerde inşa edilmiş olduğunu ve kalenin bu yığma tepeden almış olabileceğini akla getirmektedir.

Kalenin ilk konumlandığı batı yakasındaki kayalıkta daha önceki dönemlere ait yerleşme izleri bulunmuyor ise, kaleyi MÖ 2000’li yıllara Hitit dönemine ait olarak görebiliriz. Bu durumda inşa gerekçesi güneyden gelecek Asur akınları olmalıdır.

Kalenin etrafında savunma hendeği bulunmamaktadır. Güney ve güneydoğu yönünde ikinci bir surla tahkim edilmiştir. Surlar ve 14 adet burç, bazalt taşından örülmüştür. Batı yakasındaki düzlükteki yerleşme (Kınık kasabası) ile kale arasında inşa edilmiş merdivenli bir geçidin kalıntıları bulunmaktadır.  Kale içerisinde cephanelik, ambar, sarnıç, tuvalet, hamam ve şapel kalıntıları mevcuttur.

Kaynak: http://www.hayat-hikayeleri.com/haber_oku.asp?haber=461

Yamaçları ağaç kaplı kale tepesi.

Alabildiğine uzanan tarlalar ve tepelerin üzerine toplu konut inşaatları ufukta siluet olarak görünüyor.

Erzin yol kavşağına geldim. Erzin ilçesi sol tarafta kalıyor ve bu kavşakta tren istasyonu var. Aynı zamanda antik İssos kentine giden yol tabelası da ilgimi çekti. Antik kent tabelası nedeni ile durup haritadan yerini görünce bir ziyaret edeyim dedim.

Erzin tren istasyonunu gösterir TCDD mavi boyalı tabelası, istasyon binası ve rayları ikiye ayıran makas. İstasyonda iki hat yapılmış. Aynı zamanda elektrikli tren için elektrik direkleri ve telleri çekilmiş durumda. Demek ki elektrikli tren çalışıyor bu hatta.

Antik kentte giden yol toprak. Karşıma çıkan ilk yapı su kemerleri gözüme çarpıyor.

Bazı yerlerde yıkık olsa da  az bir kısmı ayakta duruyor. Su kemerleri 1–2 km. uzunluğunda, yüksekliği ise yer yer 7–8 m olan ve hâlâ ayakta kalmayı başaran su kemerleri bulunmaktadır. Bu su kanalları Akdeniz’e Cenevizli gemicilere Nur Dağlarının eteklerinden su iletme kapsamında yapılmıştır. Su kanalları başlangıç yeri ve bitiş yeri ev yapımı nedeni ile alınıp yok edilmiştir.

Su kemerlerinin devamı. Ayaklarının kimisi tahrip edilse de kesme blok taşlarla düzgün örülmüş.

Tarlalarda ürünler toplanıp sürülmüş bile. Yeni ekimlere hazır durumda. Tarlaların bazı yerlerinde beyaz taşlar gözüme ilişmekte.

Tarla sınırlarını belirleyen yerlerde beyaz mermer sütunlar var. Büyük bir olasılıkla sütunlar olduğu yerlerden taşınarak tarla temizlenip ekilmeye başlanmış.

Zeytin ağaçları dibinde sütun ayakları olduğu belli olan blok yuvarlak mermer parçaları öylece duruyor.

Uzaktan belli olmayan antik kenti sonunda buluyorum ve ilk kalıntıları görüyorum. Bisikletimi sehpasına kaldırıp park ederek gezintime başladım.

İssos antik kenti geniş bir alana yayılmış ve az bir kısmı toprak yüzeyinde. Sol tarafımda ki yapılara doğru gidiyorum.

İki tarla arasında sınırı sütun parçaları ile belirlemiş tarla sahipleri. Köylüler geçim derdinde olduğu için önemli olan toprağı ekip biçmek. O yüzden kalıntılar onlar için önemli değil. Önemli olan karın doyurmak. Sistem zaten köylülerin sadece ırgat gibi çalışıp zar zor geçimini sağlamak. Yoksa okul, tarih, sanat, tiyatro yada burada Pers orduları ile Makedon orduları arasında M.Ö. 333 yılında yapılan İssos savaşı umurlarında değil. Kanla sulanmış savaş alanında bereketli ürünler almaya çabalamakta.

Dikkatimi çeken sütun parçalarından bazıları kırmızı mermerden olması.

Tarla sınırındaki taşların bazıları siyah tüf, süngerimsi taşlar da daha da ilginç!

Toprak üstünde kalan yapılardan birisinin içindeyim. 1.5 metre genişliğinde, 2.5 metre yüksekliğinde taştan örülü koridor. Koridorun taş duvarının dibinde plastik bir meyve kasası. Kasanın üstünde de bir parça karton. Belli ki birileri oturmak için kullanmış. Sırtını da duvara yaslamış anlaşılan. Belki de kazı ekibinden birisi oturmuştur güneşin sıcağından korunmak için. Akdeniz’in nemli ve bunaltıcı sıcağı küçük bir taş koridorda taşların serinliği doğal bir klima etkisi ile serinlenebilir.

Toprağın üzerinde kalan yapının dibinde kazı çalışmaları yapılmakta ve yeni yapılar bulunmuş.

Şimdiye kadar yapılan kazıdan anlaşılan büyük bir uygarlık yaşanmış. Kalıntılar bunu gösteriyor. Ama burası yani İssos yada İssus hakkında pek bir bilgi yok. Sadece M.Ö. 333 yılında yapılan büyük savaş bilgilerine ulaşabildim. Pers kralı III. Darius ve Makedon kralı Büyük İskender orduları arasında yapılan savaş ve Makedon kralı Büyük İskender’in savaşı kazanıp imparatorluğunu Hindistan’a kadar genişletmesi hakkında bilgi var.

Yapılan kazıda odalardan oluşmuş bir alan ve bir metre yüksekliğinde taş duvarlar örülerek kare odalardan bir yapı.

Toprak üstünde kalan tonozlu yapılar epey yıpranmış. Toprakla örtül kalan yapı ise dokusunu bozmamış.

Kazısı tamamlanmış odaların resmini daha yakından çekiyorum.

Yapıların arasında sütunlar da dik olarak, sadece 1.5 metre kısmı ayakta kalmış.

Toprak yüzeyinde bir kısmı kazılmış bir kısmı hala toprak içinde sütun kirişi olduğu belli olan ince taş olma işçiliği örneği karşımda duruyor.

Sütun ayağı dibi işlenmiş desenler ve daha ilginç olanı ön kısmı olduğu anlaşılan 60 santim civarı sütun dibi ile birlikte işlenmiş bir parça. Yatay duran parça kıyıları yuvarlak çember biçiminde ortasına doğru incelerek işlenmiş. İlk defa böyle bir sütun taş işlemesi görüyorum. Sütunun altında temel taşı ise ayrı işlenip yontulmuş.

Daha kalın ve yuvarlak bir sütün ve yanındaki duvarlar sonradan yapıldığı anlaşılıyor. Bu yapılar toprak 1.5 – 2 metre civarı kazılarak ortaya çıkmış. Kazı çalışmaları hala devam ediyor. Bir çok yer toprakla örtülü durumda.

Henüz bir kısmı kazılmış çeyrek yuvarlağı görünen, diğer kısmı toprak altında. Anladığım kadarı ile kent meclisinin toplandığı yer. Yarım yuvarlak oturma yerlerinden anlaşılıyor. Yukarıda girişi olan bir geçit görünüyor.

Kazısı bittiğinde muhteşem bir kent ortaya çıkacağı kesin. 1.5 metre kazılmış toprak ve ortaya çıkan yarım yuvarlak oturma yerleri.

Yapının giriş kapısı üstü kemerli bir koridor. Uzun dikdörtgen taş bloklarla örülmüş iç duvar yapısı.

Sol taraftaki yapıları gezip resimlerini çektikten sonra diğer tarafa giderken bisikletim KUZ üzerindeki tripoddan otomatik 10 saniye ayarlayıp kendimi çekiyorum tarlanın ortasında. Aramda antik kentin toprak üstünde ayakta kalan yapıların kalıntıları. Etrafta ve antik kentte benden başka kimse yok. Tarlaların ortasında tek başınayım. Tişörtümde de İzmir yazısı nereden geldiğimi belli ediyor.

Şimdi de sağ taraftaki kalıntılara geldim. Burada da kazı çalışmaları yapılmakta. Henüz bazı yerler kazılmaya başlanmış ve kazılacak alan çok. Kazılar da öyle paldır küldür kazılmıyor. Dikkatli, yavaş ve bir o kadar önemle kazılmakta. Toprağın içindeki buluntulara zarar vermeden.

Burada ise bir amfi tiyatro var ve beyaz mermerleri düzgün. Üstlerde de kırık taş kütleleri gelişi güzel yayılmış.

Bir zamanlar gelişmiş bir uygarlığın yaşadığı bu kentte sanatçıların eserlerini sergiledikleri amfi tiyatronun merdivenlerine oturarak o zamanlarda oynanan oyunları düşündüm. Acaba nasıl seyrediliyordu ve kimler seyrediyordu oyunları. Şimdiki tiyatro salonlarının boş koltuklar gibi değildi sanırım. Halkın tek eğlencesi tiyatro seyretmekti ve koltukları boş olmadığını düşünüyorum. Bilgi çağında insanların oyalanabileceği bir çok araç var ve tiyatrolara kimse önem vermiyor ve salonlar boş.

Tiyatro merdivenlerinde elçek kendimi çekiyorum.

Beyaz mermer taş parçaları arasında siyah taş parçaları da burada gözüme ilişiyor.

Aynı siyah sütunlar da yerin 1.5 metre altında çukur biçiminde kazılmış yerde bir parçası görünüyor. Yanında da beyaz sütun altlığı.

Buraları belli bir döneme kadar yaşam sürmüş. Kazı zemininden epey yukarılarda 10 metrede duvar kalıntıları. Duvar kireçli harç yapılarak taşlarla örülmüş ama Roma dönemindeki gibi düzgün değil.

Duvar yüksekte olunca bir kısmı kazılmış amfi tiyatronun beyaz mermerleri olan yerin resmini çekiyorum.

Daha ileride ilk olarak gezdiğim yapılar var. Arada tarlalar ve tarlalar sürülmüş ekime hazır durumda. Daha ilerisinde yüksekçe yapılmış Ceyhan – İskenderun otobanı. Otoban antik kentin yanından geçiyor.

Resimleri çektikten sonra tekrar aşağı indim. Siyah, sünger gibi delikleri olan taşın üstünde kazıda çıkan kiremit ve benzeri buluntular serilmiş. Anlaşılan bunların değeri yok. O yüzden kimse alıp götürmemiş.

Gezilecek yer kalmayınca yoluma devam etmek için bisikletimin yanına gelerek tarlaların içinden geçip yola çıktım. Toprak yol su kemerleri arasından geçiyor ve bisikletim KUZ kemerler ile güzel bir görüntüye ortak oldu. Mersinde bulduğum kartal tüyü de ayrı bir desen olmuş. Bu resmi öne çıkan görsel olarak seçiyorum.

Küçük bir çayın üzerinden geçiyorum, çayda su var ve akıp gidiyor Akdeniz’e doğru. Dere kenarında sazlıklar kendine özgü tül çiçeklerini açmış. Bu çiçekleri koparıp evlerin salonunda vazoya konup dekor oluşturmakta.

Tren istasyonuna geliyorum, burası ve etraf kömür karası tozu ile kaplı. Etrafı incelerken bana biri seslendi. Yanıma gelerek “Hele gel bir çayımı iç” deyip durdurdu. Kömür taşımacılığı yapan bu yerde şantiye binasına benzer bir yerde tahta bankta oturup tanışıyoruz. İsmi Hanifi Tuygar. Bana kendi demledikleri çaydan bardak bardak ikram ediyor. Tam da çay içme zamanı ve Hanifi Hızır gibi karşıma çıktı. Beni antik kente giderken görmüş ve nasıl olsa geri dönecek diyerek beklemeye başlamış. Oradan geçerken de seslendi. Kendisi de bisikletçi ve bisikletle biniyor. Bir bisikletçi başka bir bisikletçiyi kolaylıkla görüyor. Samimi ve misafirperverliği ile sohbet ederek çaylarımızı içiyoruz. Bana Dörtyol da İlk kurşun müzesini görmemi söyledi. Ayrıca içmem için bir kaç paket sahlep, sıcak çikolata veriyor. Çaylar içildi, sohbet bitmiyor bitmez de. Artık yolcu yolunda gerek diyerek izin istiyorum Hanifi den. Beraber elçek ile resim çekiliyorum. Arkamızda dev kamyonlar. Kendisine teşekkür ederek vedalaşıp yola çıkıyorum.

Hazır gelmişken Erzin’e şöyle bir çıkıp görmeli. Kısa sürede Erzin’e gelerek sembolü olan üç portakal heykelini döner kavşağın ortasında çekiyorum. Portakallar birbirine değmiş durumda ve yuvarlak, geniş bir kulenin üstünde geniş bir tepsinin içinde. Burasının Erzin olduğunu belirtir bir de tabela yazısı var.

Kısa bir ziyaretin ardından ana yola çıkıp Dörtyol’a geldim. Dörtyol bayağı büyük bir ilçe, nüfusundan belli 116.000.

Deliçay’ın üzerinden, köprüden geçiyorum. Dedikleri gibi aktığı zaman deli gibi akıp gidiyormuş önüne ne katarsa.

Yatağından belli Deliçay’ın nasıl aktığı.

Yol kıyısında yön tabelaları var. Bir tanesi büyük, mavi boyalı. Düz olarak İskenderun – Antakya yönünü gösteriyor. Sol tarafa ise çerçeve içinde yeşil boyalı yerde ise İskenderun – Antakya – Adana otobanını yönlendirmiş. Bu tabela yurt içini gösterir bildiğimiz tabela. Bu tabelanın önünde ise sarı boyalı zeminde siyah yazılmış Antakya – Halep tabelası var. İlk defa böyle bir tabela gördüm. Savaş olmasa gitmeli Suriye’nin şehirlerinden Halep tarafına, ne güzel olurdu.

Dörtyol kasabasının merkezine çıkıyorum. Burada da meydanda kocaman portakal heykeli var. Buradaki portakal heykeli Erzin deki gibi yapılmamış. Portakallar daha ayrı duruyor. Burada da üç portakal var. Dörtyol belediyesi yaptırmış, tabelasından belli. Portakallar meydanın ortasına uç kısmı 1 metrekare den başlayan, 5 metrelik bir duvar. Uçtan ortaya doğru çeyrek bir yay biçiminde yükseliyor. Böyle duvar 4 taneden oluşup ortada birleşiyorlar. Portakallar da demir bir boruya üstten tutturulmuş dalı ve yaprağınla beraber.

Hedefim İlkkurşun müzesi, sora sora yerini buldum. Artık tabela bana yönümü gösteriyor.

İyi bir düzenleme ile park haline getirilmiş çimenli bir tümsek üzerine Fransızlara karşı atılan ilk kurşun heykeli. Park çeşitli ağaçlarla süslenmiş, Akdeniz’in bunaltıcı sıcağında insanların gelip gezebileceği yeşil bir alan olmuş. Heykeller üç kişiyi temsil ediyor. Biri tüfeği doğrultmuş düşmana ilk kurşunu atarken, diğeri tüfeği sağ eline almış yürürken, üçüncüsü ile elinde bir bomba pimini çekmiş işgal kuvvetlerine atmaya hazır. Adana ve yöresinde ilk direniş hareketleri böylece başlamış halk kahramanları ile.

Başka bir meydan ve ortasında su fıskiyesi ve üç portakal heykeli. Etrafında da 17 tane direk, direklerde de tarihte Türklerin şimdiye kadar kurdukları devletleri temsil eden bayraklar dalgalanmakta. Etrafta geniş caddeler boş, pek araç yok. Görünüm olarak benim için çok iyi.

Müzeyi sonunda buluyorum. Girişte Dörtyol ilçesini havadan gösterir resmini çekiyorum ilk önce.

Sonrasında yan yana duran iki resimden ilkinin resmini çekiyorum. Resimde iki buçuk katlı bir bina, yarım yuvarlak kiremitli, bakımsız sarı boyalı bir bina. Yol tarafında cumba çıkıntısı, bahçeye bakan tarafta ise daha çok balkon tipi açık bir biçimde yapılmış. Bahçe duvarı yüksek taş bir duvar ile kapatılmış durumda. Bahçede de küçük taş bir bina görünüyor. Resmin altında da “Dünden” yazıyor.

Diğer resimde ise şimdiki hali, yani restore edilerek müzeye dönüşmüş. Aslına uygun, alt katı tamamen taş dekorlu kaplama. Bahçe duvarı ile aynı. Üst tarafı da sıvalı sarı renge boyanmış. Resmin altında da “Bugüne” yazısı yazılmış.

Şimdiki halini de gördüğüm kadarı ile sokaktan çekiyorum. Hem sokak tarafında cumbaya asılmış Türk bayrağı, hem de müze giriş kapısı tarafı bahçeye bakan yanda bir Türk bayrağı asılmış. Bahçe duvarlarının üstü kırmızı renkte yarım yuvarlak kiremitle yağmurdan duvar üstleri korunmuş. Bayrağın yanında da bahçeye bakan bir cumba var.

Müzeye girip bahçenin bir köşesine bisikletimi bırakıyorum.

Bahçe epey geniş, çimen kaplı, yürüme yerleri demiryollarından sökülen ağaç travers döşeli.

Müzeye giriş yapıyorum. Giriş ücretsiz. Karşıma ilk olarak işgalci Fransız kuvvetlerine karşı ilk kurşunu atan ve dağlara çekilip ulusal direnişi örgütleyip savaşan dört kahramanın heykelleri. Soldan sağa Mehmet Kara, Kara Mustafa, Selim Çavuş ve Kara Hasan Paşa. Her heykelin altında da pirinç levhaya basılmış isimleri ve yaptıkları yazıyor.

Mehmet Kara 1894 – 1968

Kara Mustafa (Mustafa Girgeç) 1901 – 1978

Selim Çavuş (Selim Ergeri) 1884 – 1973

Kara Hasan Paşa 1891 – 1936

Başka bir köşede Milli Mücadele savaşıp düşman işgalinden kurtaran üç kişinin heykeli. Çifte tabancalı müftü Ali Rıza Yılmaz, Hacı Emin Hoca, Mustafa Deliağa.

Milli Mücadele kahramanlarından sonra diğer yerlere bakmaya başladım. Müze olunca İlkkurşun dışında çeşitli eşyaların sergilendiği bir yer olmuş. Elle çevrilen eski bir dikiş makinası. Kısa bacaklı tahta bir masanın üzerinde sergilenmiş.

Kurtuluş savaşında kullanılmış mavzerler cam bölmede sergileniyor.

Başka bir camlı bölmede yine mavzerler.

Mavzerler.

Uzun bir kama, el bombası, su matarası, alüminyum bardak, Türk bayrak işlenmiş bir tepsi. Bunların yanında neden konduğunu anlayamadığım biri küçük metal diğeri büyük taş İngiliz top gülleleri.

Devamında küçük bir Türk bayrağı ve alakası olmayan ekin biçmeye yarayan ellikler. Sapları keçi boynuzundan yapılmış.

Basma gömlek, boyuna çizgili, kısa kollu. 1900 yıllarına ait.

Küçük bir odada ise Türkmen yürüklerin dokuduğu kilim yerde serili. Saman duvar yastıkları ve minder. İki tane iki duvarda. Kilim ve minderler aynı renk tonları ve desenleri. Ortada semaver, duvarda saz ve rahle üzerinde açık Kuranı Kerim. Şark odasın benzetilmiş.

Başka bir cam bölmede bir kılıç, kamalar ve tabancalar sergilenmiş.

Tabancaların yanında mavzer mermileri beşli ve kütüklükte beşli olarak sıralanmış ceplere.

Pencere boşluklarına konulmuş elle taşınan fener.

Bakır bir sürahi, kapağı işlemeli.

Bu da değişik yapılmış bir sürahi.

Kurtuluş savaşında kullanılmış manyetolu telefon. Sağ tarafında kolu var ve kolu çevirip elektrik üreterek çağrı gönderip haberleşmeyi sağlıyorlarmış eskiden.

Eski, manyetolu telefon.

Tahta bir masa üzerinde eski bir daktilo ve büyükçe bir işlemeli heybe.

Adana, Dörtyol, İskenderun bölgesini gösterir Osmanlı haritası. Yazılar Osmanlıca. Türkçe yazıda 1320 (1904) yılına ait Adana vilayeti Cebel sancağı haritası.

Kurtuluş savaşında gazilere verilmiş İstiklal madalyaları. Madalyalarda kime ait olduğu yazıyor pirinç levhalarda.

Bir de camlı çerçevelenmiş İstiklal madalyası vesikası madalya ile beraber duvara asılmış. Madalya sahibinin vesikalık resmi de var. 24 Şubat 1969 yılında madalya verilip, vesika daktilo ile yazılmış.

Pencerenin birine koyacak bir şey bulamamışlar. Bir kare bükülmüş demin ne işe yaradığını anlayamadım ve yanında da bir orak.

Başka bir pencerede manyetolu eski bir telefon konuşmuş.

Evde pencere çok ve konacak eşya az olunca hapishaneden zincirli bir pranga sergilenmiş.

Eskiden evlerde dinlediğimiz ilk transistörlü radyo. Aynısından bende var. Rahmetli kayınpederden kaldı vitrinimde duruyor.

Evin içinde yukarı kata çıkan tahta merdiven. Kimi basamak eski orijinal tahta kimisi de çürüyüp dağılan basamak yenilenerek onarılmış. Eski ve yeni basamakların rengi değişik. Tahtalar cilalanmış pırıl pırıl.

Merdivenlerden üçüncü, yani buçuk kata çıkıyorum. Gözüme ilk ilişen duvarda asılı gaz lambası. Lamba gazdan arındırılıp elektrikli ampul takılmış. Gövdeden çıkan iki kıvrık lama ile lambanın şişesinin üst dar kısmında ortası delik ters bir kapak tutturulmuş. Belli ki lambadan çıkan ışığı aşağıya yansıtmak için konulmuş. Altta da Gizli Toplantı Odası yazılmış. Geceleri gaz lambası ışığında gizli toplantılar yapılmış kurtuluş mücadelesinde.

Odada dikdörtgen masa, masa örtüsü ile örtülmüş. Masanın üzerinde Türkiye haritası. Üç kişi toplantı yapıyor. Heykellerden birisi de Mustafa Kemal Atatürk. Mustafa Kemal’in burada toplantıya katıldığını sanmıyorum ama heykellerle canlandırılmış gizli toplantı anını. Belki de katılmıştır.

Eski Dörtyol iki katlı binaları. Bitişik binaların kimisi balkonlu, kimisi cumbalı. Balkon ve cumbalar alttan destekli. Resmin altında Dörtyol Konağı yazıyor.

Başka bir odada köy hayatı ve köy odalarında bulunan eşyalar. Duvarda asılı elekler, yerde küçük bir kilim. Yer minderi Türkmen dokuma işlemeli kırmızı renkli. Karşıda duvar dibinde ocak, ocakta bakraç. Altında odunlar konulmuş ama yanmıyor. Dört tane uzun sırık sıralanmış yerde. Yanında iki bakraç. Kapının girişinde ağaçtan yapılmış alt tarafı geniş, üstte doğru daralan 1.20 santim boyunda, tahtalar üç tane çember ile birbirine tutturularak oluşturmuş ayran yapımında kullanılan döğme yayık ayran fıçısı.

Köylü kadın heykeli döğme yayık ayran döğerken. Yer sofrası, üstünde küçük bir bakraç, bir sürahi ve üç bakır kap. Hepsi de kalaylanmış bir güzel. Dört yer minderi ve bir yastık dekoru tamamlamış. Ocağın üstünde ki çıkıntıda iki tane kahve değirmeni. Böyle bir yerde yaşamak ne de güzel olurdu. Taze mayalanmış yoğurdu yayık ayran döğerek mis gibi tereyağı toplamak. Yayık ayranı kabına soğuk su dökersen tereyağı daha çabuk çıkar üst kısma. Arada tereyağlarını toplamak gerek sarımtırak renginde. Bir taraftan akşam yemeği bakracın içinde odun ateşinde kaynamakta. Odanın içerisi az duman kokusu sarmış ama rahatsız edici değil. Akşam olunca sofra başında bakır sahanlarda mis gibi kokan yemek insana acıktığını hissettirir. Yemeğin üstüne de kahve değirmeninde taze çekilen kahve bakır cezvede köz üzerinde ağır ağır pişecek. Odaya yayılan kahve kokusu muhabbeti artırması içten bile değil.

Bu gün tarlada işlenen işler, toplanan sebzeler pazarda satılması. Yaylada taze otla beslenen ineklerin akşam sağılarak sütü ocakta bakraçta kaynatılıp ılıdıktan sonra yoğurt mayalanarak uyutulması. Ertesi güne yayıkta düğülerek tereyağı çıkarılacak. Tereyağının müşterisi hazır, hem iyi para bırakıyor. Ama artan mazot fiyatları çiftçinin belini bükmekte. Buna bir türlü çare bulamıyor, bulunamıyor. Bilinen en güzel muhabbet kokusu odanın içinde içilen fincanda saklı. Tadı ayrı bir lezzet.

Eskiden mutfaklarda dolap yoktu 40 – 45 yıl önceleri. Duvara asılı dört tahtadan yapılmış çerçeve. Ön kısımlarında ikişer çıta çakılarak, tabaklar, çanakların yatık durmasını sağlıyor. Bakır kaplar ve tabaklar sıralanmış. Metal bardaklar da alt dar rafta. En alt raf diğer raflara oranla daha dar. Burada bardaklar, fincanlar sıralanır. Raflar güzel görünsün diye uçları iğne dantel işlemeli örtülerle süslenmiş.

Pencere boşluğunda bir gaz lambası. Lambanın şişesi yok. İki tane de ispirtolu fener. Yanında da kömürlü demir ütü. O zamanlarda köylerde elektrik olmadığı için ütünün içine köz konularak ütü yapılırmış. İspirto fenerleri de haznesine ispirto konularak haznenin yanında bulunan küçük pompa ile pompalanıp basınçla iğne deliğinden geçirilerek yanan alev cam tüpün içinde parıldayarak etrafı aydınlatıyor. Bunlar eskiden çok değerliydi ve alınması zordu. Alınınca da bu işi yapacak yetişkin kişiler anca yakabiliyormuş fenerleri. Hele camını bulmak hiç te kolay değil. Camı kırılırsa pek işe yaramaz.

Sonunda müze gezim bitti. İçeride sanki çok uzun zaman geçirmişim gibi. Geçmişe zaman yolculuğu yaptım. Bunu dışarı çıkınca hissettim. Müzenin geniş bahçesinden müze binasını komple çekiyorum resmini.

Müzenin bahçesinde yeşil çimenler üzerinde bronz heykeller dikilmiş. Heykeller Kurtuluş savaşındaki kahramanları betimlemiş. Adana yöresine has şalvar pantolon, gömlek giydirilmiş. Üzerinde çapraz asılmış mermi fişekliği.  Ayağında körüklü çizme. Başında takke, alın kısmına bağlanmış poşu. Anlamadığım topuklardan biraz yukarıdan betona gömülü ayaklar. Ayaklar beton içinde kalmış.

Yol; yolda bir antik kent. Bir de müze gezisi öğleni buldu. Hatta öğleni bile geçti. Acıkmışım farkında değilim. Zaman yolculuğu uzun sürdü. Müze bahçesinde büfeden öğle için bir şeyler yaptırıp karnımı doyuruyorum. Yemekten sonra menüde gördüğüm ismi değişik makiato ısmarladım. Kosova da hep içerim. Gelen ise beni şaşırttı! Uzun bir cam bardak, yanında sapı var, özel yapılmış porselen tabla. İki kaşık, biri uzun paslanmaz metal kaşık. Diğeri de çikolatadan yapılmış kaşık. Kaşık rengi de kahverengi, çikolata renginde. Bardağın içinde aşağıdan yukarıya doğru görebildiğim kadarı ile en dipte kırmızı çilek renginde bir katman. Onun üstünde büyük bir olasılıkla kahvenin kendisi kalın bir katman. Onun üstü ise daha kalın köpük tabakası ve en üstte köpüğe gezdirilmiş çikolata. Neyse artık olan oldu, tadını çıkarmalı şimdiye kadar içmediğim bu içeceğin.

Müzeden ayrılıp yola çıktım. Sol tarafımda Nur dağlarının batı kısmı, dağ girintili çıkıntılı yapısı ilginç oluşumlar oluşturmuş. Yamaçtaki taş ocağı ise çirkin bir görünüme bürümüş manzarayı.

Şimdiye kadar sadece adını duyduğum ama ilk olarak gelip gördüğüm İskenderun demir çelik fabrikasına geldim. İlk göze çarpan fabrika bacaları uzun yapısı ile dikkati çekiyor. Kimisi dumanı salıyor ortalığa, kimisi de dumansız. Fabrika bölgesinde hava değişti birden bire. Hafif genzi yakan duman her nefes alışta kendini hissettiriyor. Temiz bir hava yok ortamda ve fabrika gürültüsü sessizliği bozuyor.

İskenderun Demir Çelik fabrikası ;

Türkiye`nin güneyinde İskenderun körfezinde bulunmaktadır. Tesisler İskenderun ilçesinin 17 km. kuzeyinde Yakacık yöresinde sosyal tesisleri ile birlikte toplam 16.757.238 m2 alan üzerine kurulmuştur. İsdemir Türkiye`nin kuruluş tarihi itibari ile üçüncü, uzun mamul üretimi açısından ise en büyük entegre tesisidir. Kuruluş çalışmalarına 1966 yılında başlanan İsdemir 25 Mart 1967 Tarihinde Sovyetler Birliği ile yapılan Teknik ve Ekonomik İşbirliği anlaşması kapsamında Tiajpromexprot firmasına projeler yaptırılmış, aynı firma ile 10 Ekim 1969 tarihinde fabrika kuruluş anlaşması gerçekleştirilmiştir. 1, 1 milyon ton/yıl blum kapasitesinde kurulması planlanan tesisin temeli 3 Ekim 1970 tarihinde atılmıştır. İnşaat ve montaj faaliyetlerinin tamamlanmasını müteakiben üretim üniteleri 1975 yılından itibaren kademeli olarak işletmeye alınmıştır. 1, 1 milyon ton/yıl kapasiteli tesislerin yapım faaliyetleri sürdürülürken 2, 2 milyon ton/yıl kapasiteye tevsi çalışmalarına başlanmış ve 24 Aralık 1972 tarihinde Sovyetler Birliği ile ikinci dilim kredi anlaşması imzalanmıştır. Tevsiat sonunda tamamlanan tesisler 1984 yılından itibaren kademeli olarak devreye alınarak kapasite 2, 2 milyon ton/yıl çelik bluma çıkarılmıştır.

https://www.turkcebilgi.com/iskenderun_demir_ve_%C3%A7elik_a.%C5%9F.

İskenderun Demir Çelik fabrikası içinde bir çok fabrika var. Her baca bir fabrika demek. Büyük bir kompleks olunca ana giriş kapısı iki tane. Kapılardan birisinin önünden geçiyorum. Kapının ismi İsmail Akçakmak Kapısı.

Fabrikanın cüruflarından da çimento üretiliyor. Bunlardan birisi Adana çimento fabrikası. Dağın yamacına kurulmuş ve bacasından çıkan dumanlar çevreye yayılıyor.

Az bir yolum kaldı, fabrika sahası henüz bitmedi. Yolun sağında, ileride kocaman uzun bir baca. Bacanın dumanı tütüyor, demek ki çalışma var.

Halamın oğlu İskenderun demir çelik fabrikasında çalışıyor. Fabrikanın lojmanlarında oturuyor. Lojman kapısına gelince yengem beni arabası ile kapıda karşılıyor. Kimlik bilgilerimi verip içeri giriş yaparak arabayı takip etmeye başladım. Lojman alanı bir kasaba gibi, ama yolları geniş, binalar birbirinden uzak ve fabrika kurulduğunda dikilen ağaçlar kocaman olmuş. Fabrikanın çıkardığı gürültü ve zehirli gazlar burada yok. Bir süre gidiyoruz yeşillikler arasında. Lojmana gelip eve bisikletimi yerleştiriyorum. Ev tek katlı, ağaçların arasında yeşil çimenlerle kocaman bir parkın içindeyim sanki. Halam ve torunları ile buluşuyorum yılların hasretiyle.

Bu gün yaptığım yol 61 Kilometre civarında.

Yaptığım yolun haritası aşağıda

Powered by Wikiloc