Etiket arşivi: mavi yengeç

İki Garip Bir Akdeniz 6. Gün

3 Ekim 2017 Salı

Kumluca Sahili – Finike – Demre

(Kör arkadaşlar için betimleme yapılmıştır)

 

Ölüm birden boşalmasıdır insanın kendisinden
Gizli titreşimler uçar belki boşlukta sesinden

Güneş vurunca parıldar görünmez ayak izleri ki
Beyhude korularda eski bir yaz gezmesinden

Solgun bir gülümseme hani ay büyürken görünür
Aynalarda bırakılmış nice yüz birikintisinden

Atilla İlhan

 

Öne çıkan görsel, yamacın kıyısında giden yol, sol taraf deniz, ilerisi dalyan lagünü.

Sabah uykumu almış olarak gözlerimi açıyorum. Tüm gece karaya vuran dip dalgası bana ninni gibi geldi. Henüz güneş doğmadı. Çadırımın fermuarını açıp kum ve sakin denizi izliyorum bir süre. Akdeniz’in dinginliği hissediliyor. Bu dinginlik bana da yansıdı. Engin deniz sakin ve huzur verici. Nasıl denizin ufuk çizgisi engin ve bilinmezse yolumuz da engin ve bilinmez. Sanki kaybolduk bu enginlikte. Kaybolmalı insan. Çadırımın tentesi var sadece, Mavi yağmur geçirmez kısmını üzerine atmadım. çadırın fermuarı açık, önümde geniş bir kumsal. Kumsalda okaliptüs ağaçlarının köklerinden yeni çıkmış fidanlar yayılmaya çalışıyor. Kumsalın arkası deniz engin ve göz alabildiğine.

Sabah dinlencesini bitirip çadırdan dışarı çıkıyorum. Hava açık ve güzel. Berbat bir ayakyolunda elimi yüzümü yıkayıp iyice açıldım. Burası Kumluca sahili. Adı üstünde epey uzun bir yer tamamen deniz kıyısı ince kumla kaplı. Denizin kumlarla buluştuğu yere gelip Güneşin doğuşunu izlemeye başladım. Güneş doğudan kendini yavaş yavaş göstermeye başladı. Birkaç dakika sonra tepelerin ardında çıkıp yükseldi. Yükseldikçe ışıkları giderek parlaklaşıp ortalığı ısıtarak canlıların yeni bir güne başlamasını sağlıyor. Solda ince kumsal, aralarda iri çakıl taşları, sağda deniz. Sakin dip dalgası kıyıya ulaşınca kabarıp köpürerek kumlara seriliyor. Karşıda tepeler ve parlak ışıkları ile güneş.

Cem ile sabah kahvesini aç karnına içtikten sonra kahvaltıyı yaparak karnımızı bir güzel doyurduk. Sonrasında eşyaları toplayıp bisikletin bagajına yükledik. Yola çıkmaya hazırız. Kumsalda duşlar konulmuş ama su akmıyor. Duş tepesindeki plastik borunun ucundaki dirseğin içinde örümcek ağ örerek içeriye girecek böceklerle karnını doyuracak. Ortam doğal olmasa da örümce bir şekilde ağını örüp beslenmesi gerek. Borunun içinde kalan bir parça suya elbette bir kaç böcek düşecek tuzağına. Örümceği ve boru ağzını yakından çekiyorum.

Zaman geçirmeden yola çıktık, Buradan öte yol kaymak gibi ve emniyet şeritli duble yol. Cem önünde emniyet şeridinde gidiyor. önümüzde yeni dağlar belirdi. Kıyısından köşesinden bir şekilde geçeceğiz. Sağda yazlık evler, bir kaç ağaç dikili yazlıkların önünde.

Portakalı ile ünlü Finike kasabasına geldik. Kasabanın girişinde simgesi olan dev bir Portakal kavşaktaki yuvarlağa kondurulmuş. Turuncu portakal üzerine beyaz renkte Finike yazılmış. Portakalın etrafı çiçeklerle süslenmiş. Geri kalan yer yemyeşil çimen ekili.

Finike de fazla durmadık, yol kıyısında fırından ekmek aldık sadece. Yolda ne olur ne olmaz, yanımızda bulunsun. Finike’nin içlerine doğru giden bir yol, ortasında beton bariyerler.

Finike çıkışında bir grup bisikletçi ile karşılaştık. Dört kişi kendilerince tur yapıyorlar bagajları yüklü olarak. Birbirimize selam verip aldık, aralarından bazıları beni bisiklet camiasından tanıyordu. Haliyle ben onları tanımanın olanağı yok. Ama yolda karşılaşıp selam vermek, bir süre birlikte pedallamak güzel. Onların tur amacı farklı, bizimki farklı. O yüzden bir süre birlikte sürdükten sonra siz kendi temponuzda devam edin diyerek uğurladık arkadaşları. Yol kıyısında dört kişi bisikletlerle dönemeçten önce karşı şeritten resimlerini çekiyorum. Finike den sonra yol tek şeride düşüyor. Yolun sağı 4 -5 metrelik kayalık, solda deniz.

Deniz mavi, masmavi. Rengini pırıl pırıl gökyüzünün mavisinden alıyor. Hava sakin, rüzgarsız. Dalga yok. Maviliğin ötesinde aştığımız Adrasan yarımadasının tepeleri.

Girintili, çıkıntılı koylar çıkmaya başladı karşıma. Her ne kadar Toros dağları Akdeniz’e paralel uzansa da kıyıya doğru uzanmış girintiler de var. Bu girintiler ve çıkıntılar henüz ulaşılmamış bakir koylar. Sadece tekneler gelip koyun güzelliklerinden yararlanıyor. Kıyıları tamamen kayalık olan dar ve uzun koyda bir tekne demirlemiş öylece duruyor.

Küçük koyların yanı sıra geniş koylar da görmek olası. Bunlardan biri karşımda duruyor. Yolun solunda, deniz tarafından durup güzel görünen koyu dağlarla beraber çekiyorum.

Koyun dibine gelince beyaz kumsalı işgal edilmiş olarak gördüm. Birileri bir şekilde tesis kurmuş buraya. Gölgelik olsun diye kumsalda iki sıra demir üzerini örtülmüş. Denize doğru U biçiminde plastik bidonlarla iskele konulmuş. U’nun açık tarafı kara tarafında. Herhalde çocuklara güvenli olsun diye böyle konulmuş olabilir. Kumsala giriş ücretlimi değil mi bilemiyorum.

Gittiğimiz yol D 400 karayolu. Türkiye’yi Akdeniz’e paralel olarak boydan boya giden dört ana yollardan sonuncusu. Toplam uzunluğu 2036 Kilometre civarı. Datça yarımadasının ucundan başlıyor ta Hakkari’nin Yüksekova ilçesindeki Esendere sınır kapısına kadar devam ediyor.  Yol yer yer duble, paralı otoban şeklinde. kimi yerler tek şerit, gidiş geliş. Araçlar bu yolu pek kullanmıyor şehirler arası ulaşımda. Akdeniz’in girintili çıkıntılı sahil yolu hem hız hem de zaman kaybı yüzünde Konya tarafındaki yolu, D 300 karayolundan gidiyorlar. O yüzden pek araç ta yok yollarda. Arazi sert granit kayalıklardan oluşmuş. Kayalıklar denize kadar ve denizin içinde. Kimi yerde dik kayalıklar, kimi yerde daha alçak. Bizim gittiğimiz yol batı tarafına doğru. Kayalık sağ tarafımda. Sol tarafımda Akdeniz’in maviliği. Yol kaymak gibi, sıcak asfalt döşeli ve geliş şeridi ile demir bariyerler arasında bisiklet sürecek kadar genişlik var. Ben de Finike’den sonra kayalıkları izleyeceğime denizi, güzel koyları sakin Akdeniz rüzgarları eşliğinde pedallıyorum. Önümden gelen araçları kontrol ederek gidiyorum güzel manzara eşliğinde. Böylece hem yol almış oluyorum, hem de güzel koyları ve denizi daha yakından görmüş oluyorum. Bir taşla bir çok kuş vurmuş oluyorum böylece.

Gidonumdaki kartal tüyü, uzayıp giden dönemeçli yol, yolun sol tarafında demir bariyerler ve deniz. İleride Cem dönemeçte kaybolmadan önce.

Ters yönde gitmenin avantajlarını yaşıyorum. Küçük bir koyda iri çakıl taşları arasında siyah bir köpek durmuş bana bakarken bir resmini çekiyorum.

İşte küçük koylardan birisi, kıyıda henüz ince kum tanesine ulaşmamış çakıllar, çakılların sudaki turkuaz rengi ve derinleştikçe maviden lacivert rengine dönen deniz. 8 ila 10 metre kadar kıyısı olan alan yanları sert kayalıklardan oluşmuş. İngilizler bunlara Rock diyorlar. Akdeniz’in güçlü dalgalarına dayanıyor şimdilik. Binlerce yıl sonra sahil genişleyip çakıl taşları ince kum tanelerine dönüşecek.

Cem önde ben arkada gidiyoruz. Cem de benim gibi sol şeride geçip deniz ve koyları izliyor. Önümde iki dağın birleşip deniz kıyısında oluşturduğu koy var.

Diğer bir koy daha küçük ve dar bir alanda. Kayalıklar kademe kademe. Yol koyun dibine kadar gidip dönüyor.

Akdeniz’in uçsuz bucaksız denizi ve Adrasan yarımadasını artık iyice uzakta kalmış silueti görünüyor.

Yolu kıyıdaki arazi yapısına göre bazen yükseliyor, bazen alçalıyor. Ama genelde S biçiminde girintiye girip çıkıyoruz. Yol normalden uzun oluyor böylece. Küçük bir koyda durmuş resim çekerken bulunduğum yer biraz yüksekte. Yol koyun dibine doğru alçalıp inişe devam ediyor. Eğimi buradan rahatça fark edebiliyorum.

Arada bisikletim KUZ da kareye girmeli. Turuncu çantalarımla bana poz veriyor.

Turkuaz renkli küçük bir koy epey derinde kalmış. Yol yüksekte kaldığından koya iniş neredeyse olanaksız. Yamaç çok dik.

İleride deniz kıyısının düzleştiğini görüyorum. Arkada Toros dağlarının yükseltileri. Geniş bir alan düz.

Küçük koylardan birisi sadece kayalıklardan oluşmuş. Kum, çakıl gibi bir oluşum yok.

Denizi ve koyları izlerken bazen de yolun kıyısına atılmış atıkları görüyorum. Teneke içecek kutuları yanında birisi bira şişesi renginden belli olan bira şişesi kırık durumda. Şişenin rengi kahverengi, o yüzden bira şişesi olduğunu anlıyorum. İşte araç kullananların çevreye verdiği zarar. Araç kullanan yoz insan içip dışarıya atmanın nesini sevdiğini anlayamıyorum bir türlü.

Yoldan biraz uzakta kalmış küçük bir koy derenin çakıl taşlarını getirip denize renk kattığını şimdi daha iyi anladım. Küçük, büyük vadilerden akan dereler çakıl taşlarını sürekli denize kavuşturuyor. Denizin hırçın dalgaları da gelen bu çakıl taşlarını kendince ufaltarak zamanla kum tanelerine dönüştürecek. Koyun burnunu oluşturan kayalık küt ve iri bir görünümü var.

Daha önce uzaktan gördüğüm düzlüğe iyice yaklaştım. Burada denize yakın göl yada gölet var. Aslında burası lagün olarak belirtilmiş. Önü dar bir kumsal ile kapatılmış durumda. Bu resmi öne çıkan görsel olarak seçiyorum.

Göletin olduğu yer Beymelek köyü, gölün adı da Beymelek. Köyün tabelası sağda.

Beymelek Lagünü, Türkiye’nin Akdeniz bölgesinin batı kıyılarındaki tek doğal lagündür. Finike Körfezi’nin batısında  yer alır. Lagün, doğusundaki Gülmez Dağı antiklinalinin yapısal alçalım alnını oluşturan bir koyun, Akdeniz’le doğrudan bağlantısının kesilmesi sonucu oluşmuştur. Koyun önünün kapanarak lagüne dönüşmesinde; batısından Akdeniz’e dökülen Demre Çayı’nın alüvyonlarının hakim yön olan güney rüzgarı, gel-git ve akıntılar tarafından taşınarak koy önüne set şeklinde yığılması etkili olmuştur. Yaklaşık 40 km2 lik alanın yüzey ve yeraltı sularını toplayan lagün gölünün yüzey alanı 255 ha’dır. İçerisinde iki küçük ada yer alır. Bu bölgeye has olarak bulunan ve yetiştirilen mavi yengeç ile ünlenmiş.

Lagün önündeki kumsal tarafında köprü yapılmadığı için mecburen gölün kıyısından gidiyoruz. Gölün kıyıları sazlıklarla ve çalılarla kaplı.

Cem, yol kıyısında ölmüş mavi yengeç buluyor. Yengeci bagajının üstüne koyup lastik ile tutturuyor.

Mavi yengeç pişiren bir restorana girip fiyat araştırması yaptım. Tanesine 10 Lira deyince çok pahalı geldi doğrusu. En az üç tane yesek anca dişimizin kovuğuna sığar. O da 30 Lira edince tadına bakmaktan vaz geçtik. Sadece derin bir kabın içinde temizlenmiş mavi yengeçlerin resmini çekmekle yetindim. Ekmeği resme  banar yerim artık istediğim zaman. Yengeçlerin karın kabukları temizlenip alınmış.

Restorandan çıkıp yola devam ediyoruz. Lagünü besleyen çaylardan birisinin üzerinden geçerken çayın gölete buluştuğu yerin resmini çektim. Önümde taze püsküllerini açmış sazlar var. Çay toprak yatak içinde akıyor.

Lagündeki küçük adanın resmini çekiyorum. Ada küçük bir tepeden oluşmuş. Kıyıda ise taşlık oluşturmuş durumda.

Lagünün dibinde çaydan gelen kumlar set gibi çayın ağzını kapatmış. Uzun bir kumlu ada gibi. İleride sazlık ve çalı bitkileri var.

Lagünün besleyen çaylardan birisi. Kıyıları sazlıklarla kaplı durumda. Vadiden geniş bir alanda lagüne doğru genişleyerek kavuşuyor.

Demre’ye geldik, kasabanın girişinde yol gidiş geliş bulvar şeklinde ayrılmış. Ortası yeşil alan ve ağaçlarla süslenmiş. Alın kısmında yeşil renkli Demre harfleri demirden yapılmış kocaman.

Demre de portakal bahçesinde palmiye ağaçlarının gövdeleri hiç tıraşlanmamış. Öylece büyümüş salkım saçak.

Demre çayı üzerindeyim, geniş bir yatağı olan çay Toros dağlarına yağan yağmur sularını buradan taşkın ve deli biçiminde akıyor görünüşe göre. Şimdilik yatak kuru görünüyor. Sadece küçük bir sazlık içinde inceden akıyor.

Yol tabelasında Kaş, Muğla düz olarak, sağa doğru ise Şehir merkezi ve kahverengi boyalı Myra antik kentine doğru gidileceğini gösteriyor. En üstte D.400 kara yolunu belirtmişler.

Şehrin en önemli yeri olan Hristiyanların Noel Baba dedikleri yer olan kilise tarafına doğru gidonu çevirdik. Tabela da yazan Aziz (St.) Nikolas anıt müzesi (Museum) ok işareti sağa doğru işaret ediyor.

İki katlı bir ev tamamen beyaz badana yapılmış, İki kapısı, pencere kenarları mavi renkte boyalı. Üst kattaki pencere çıkıntı olarak dikdörtgen ve iki küçük gözden yapılmış. Duvarda mavi boyalı saksılar üstte üç, altında iki saksı iki kez tekrarlanmış olarak sabitlenmiş. Her iki kapının yanında gövdesi kocaman, mavi boyalı saksılar konulmuş. İçinde bitkiler var. Her şey mavi ve beyaz.

Müzeye geliyoruz. Gişede Aziz (St.) Nikolas anıt müzesi parlak metal harflerle yazılmış pano tahtadan yapılı. Burada 50 Lira karşılığında müze kart çıkarıyorum kendime. Nasıl olsa bir çok müze var önümde, gerekli olabilir. Aslında Cem arkadaşımız Filiz öğretmenle görüşüp müze müdürü arkadaş aracılığı ile misafir olarak içeri alıyorlar. Ama ben yine de müze kartımı çıkarıyorum. Her zaman torpil olmaz.

Bisikletleri güvenli bir yere koyup içeri giriyoruz. Noel Baba’nın kilisesini Urim Baba olarak gezeceğim.

M.S. 3. yüzyılın ikinci yarısında Patara’da doğup Myra’da piskoposluk yapmış olan Aziz Nikolaos’ın saygın dini kişiliği öldükten sonra aziz mertebesine ulaşmasını sağlamış, başta eski Rusya Çarlığı olmak üzere Avrupa’nın birçok ülkesinin en popüler azizi olmuştur. M.S. 5. yüzyılda Myra’nın (Demre) Likya eyaletinin başkenti, Myra Başpiskoposunun da Anadolu’nun ikinci büyük din otoritesi olması, Aziz Nikolaos’un ölümünden sonraki yıllarda şehrin saygınlığının artmasında büyük rol oynamıştır. Myra halkı ölümünden sonra Aziz adına önce bir anıt, sonra da büyük bir bazilika inşa ettirmiştir.

Aziz Nikolaos Kilisesi mimari üslubu ve süslemesiyle Orta Bizans Dönemi’nin en seçkin örneğidir. Bugünkü kilisenin özgün temelleri üzerinde değişik zamanlarda yapılmış birçok yapı bulunur. Böylece kilise çeşitli dönemlerde inşa edilmiş bir kompleks görünümündedir. Bu kompleks ana hatlarıyla; avluya açılan iki narteks (iç avlu), iki yan koridorun arasında yer alan kubbeli bir orta mekanla (naos), bema ve önündeki syntranonlu (koro basamakları) apsisten ibarettir.

http://dosim.kulturturizm.gov.tr/muze/9

Merdivenlerden aşağı doğru inilen bir yerden Kilisenin yapısı görünüyor. Üzeri demir direklerle sabitlenip, örtülmüş yağmur ve güneşten korunmak için. Sol tarafta istinat duvarı taştan örülü. Üzerinde çam ağacı gövdesi tamamen kurumuş. Gövde kalın ve eğri büğrü.

Aziz (St.) Nikolas , bizim bildiğimiz Noel Baba bronz heykeli karşımda. Omuzunda torbasını arkaya doğru atmış sağ eliyle tutuyor. Üzerinde Papaz elbisesi, eteğinde de dört tane çocuk ile betimlenmiş. Bildiğiniz üzere Noel Baba yıl başlarında çocuklara hediyeler dağıtarak sevindirirmiş. Böylece yeni yıla çocuklar sevinçle ve mutlu olarak girerlermiş. Babamdan bana kalan miras ta tıpkı Nolel Baba gibi çocukları sevindirmek. Elimden geldiği kadar çocukları sevindirmeye çalışırım.

Kilise şimdiki zeminin altında kalmış yapısına merdivenlerden iniyorum. Kilisenin kalın duvarları ön kısmında bulunan yarım yuvarlak çıkıntı odaları restore edilmiş. Henüz çatısı yok ama üzeri kalın branda ile korunmakta.

Kilisenin ana giriş kapısında girerken kalın duvarlar, kemerli kocaman kapıdan geçiyorum. Girişte yüksek bir seki var, burayı iki basamakla çıkıp iniliyor.

Nişlerin içine Aziz Nikolas ve yardımcılarının freskleri renkli boyalarla yapılı. Uzun etekleri ve omuzlarında uzun şalları ile betimlenmiş. Aziz olduklarını belirtmek için başları turuncu renkli bir daire içine alınmış. Yüzleri böylece daha belirgin olarak görülmesi sağlanmış. Resimde üç kişi var, ortadakinin elinde İncil kitabı, diğerleri sanki İncil kitabını kutsuyorlarmış gibi.

Başka bir nişte biraz tahrip olmuş freskler var. Nişin dibinde iki sütunlu pencere var, dışarıdan içeriye ışık giriyor.

İç avluda kenarları kalın ve yüksek duvarla çevrelenmiş. İç tarafta kemerli kapılar birbiri ardında. Zemin mermerle kaplı, sağ tarafta altı köşeli kaldırım taşı ve ortasında kalın bir sütun. Bu sütun kısa, büyük bir olasılıkla çeşme olabilir.

İç kısımları birbirine kemerli koridorlarla bağlantılı. Zemin mermer kaplı ve parıldıyor. Bu parıltılar gelen ziyaretçilerinin ayakkabılarla dolaşmaları sonucu sanki cilalanmış gibi parıldıyor.

Üzeri kemerli kapı içinde dikdörtgen kapı. Kapının kenarları ve üstü kemerden ayrı kondurulmuş.

Koridorlar kemerli geçişlerle birbirine bağlı. Yan odalara girişler de kemerli. Kemerin üst yarım yuvarlak kısmı pişmiş, ince ve uzun tuğlalardan yapılı. Bir metre kadar iki sıra mermer blok üzerinden tuğla örülmeye başlanmış. En arkada küçük bir pencereden beyaz gün ışığı içeriye vuruyor. Koridora vuran ışık zemindeki mermeri parıldatıyor.

Kemerlerin bazı yerlerinde duvar, bazı yerinde kalın sütun üzerine kondurulmuş. Tavan mermer blok taşlarla kubbe biçiminde örülerek kapatılmış.

Ayin salonu girişindeki koridorda tavan sıvanarak fresk resimleri boyanmış. Kemerler onarıldığı için resimlerin bazı yerleri yok. Salona giriş kapısından içerisini görüntülüyorum. İçeride iki sütun, arkasında amfi oturma yerleri. Üç pencereden vuran ışık salonu aydınlatıp zemini parlatmış durumda.

Önümdeki kemerli kapıdan iç kısmındaki iç içe iki kemerli nişte bir mum yanıyor.

Dilek olarak yakılan mum taşları is yapıp karartmış ince çizgi gibi.

Üç pencereden vuran ışığın aydınlattığı amfi ve iki tarafta üçer sütun. Zeminde papazın kürsüsü mermer kalın bir blok tam amfinin merkezinde.

Zemindeki mermerler, basamaklar epeyce aşınmış ve iyice parıldamış durumda. Yerli ve yabancı ziyaretçiler burayı çokça ziyaret ettikleri mermerin aşınmasından belli. Zeminde ve basamaktaki mermerler birbirine benzemiyor ve renkleri farklı.

Ortasında krem renkli, beyaz damarları olan yuvarlak bir mermer. Etrafında içten dışa doğru renkli üçgen parçalar yan yana dizilerek çember şeklinde yapılmış. Üçgen boşlukları da beyaz üçgen parçalar ile doldurulup desen tamamlanmış. En içteki üçgenler küçük sonrasında üçgen parçaları büyüyerek 7 kat olarak yapılmış. Üçgen paçalarının sayısı her katta 59. Hem renkli üçgenler hem de beyaz üçgenlerin sayısı 59. Yapan usta bir amaç uğruna yaptığı belli. Daire bitiminde 5 santimlik mermer ile çerçevelenmiş. Sonrası dikdörtgen mermer ve karo plakalarla devam edilerek buranın kutsal bir yer olarak belirtilmiş.

Zemin, mermer ve mozaik taşlarla süslenerek yapılmış. Kahverengi, krem damarlı mermer, mozaik süslemeli karo taşları. beyaz mermerler döşenmiş rengarenk.

Bakır bir levha sütun ayağına kaplanmış. ortada Dünya yer küresi, kıtalar çizilmiş. Avrupa, Asya ve Afrika. Merkezi ise Anadolu. Dünyanın etrafı kabartma olarak işlenmiş levhanın. Altta ise renkli desenlerle sanki Dünya alevler içinde yanıyor gibi.

Aziz Nikolas Kilisesi ziyaretimiz bitti. Dışarı çıkıp Demre de bir güzel karnımızı doyurduk. Acelemiz yok, yemeği yedikten sonra hemen Demre’nin çıkışında bulunan Andriake antik kentine doğru gidiyoruz. Cem önde bisikletini sürerken yol tabelasında düz olarak Kaş, Muğla. Sol tarafa ise kahverengi çerçevede Çayağzı (Andriake), altında beyaz çerçevede Yat Limanı Yazılı. Düz giden yolu D.400 olduğunu da belirtmişler. Sağ tarafta üzeri naylonla örtülü seralar var.

Biz Antik kente doğru döndük karayolundan. Küçük bir tırmanıştan sonra kazı alanına geldik. Dış kısımlardaki antik kemerli duvar yapısını görüyorum. Karşımda kayalıklı yamaç, zeminde çay yatağı sazlar ve otlarla kaplı. Sağda bir iş kamyonu park etmiş durumda.

Antik kent girişindeyiz. Kahverengi boyalı tabelada “Andriake Örenyeri Likya uygarlıkları müzesi” yazılı. Sola doğru ok işareti ile belirtilmiş nereye gideceğimizi.

Andriake, Demre kent merkezinden nehir boyunca batıya uzanan asfalt yol üzerinde 5. km.de bulunan Çayağzı mevkiinde yer alır. Kent, Myra’nın limanı ve onun oluşturduğu bir yerleşim olarak bilinir. Ancak M.Ö 200 yıllarında Andriakos (Kokarçay) nehrinin ağzında Andriake isimli bir şehrin olduğu ve M.Ö. 197’de III. Antiokhos’un Antiokheia’dan çıkarak, Ptolemaioslar’ın elinde bulunan yerleri alarak, filosuyla Andriake’ye geldiği bilinmektedir. Livius’ta ise Andriake’nin ismi güney Lykia kentleri arasında sayılmaktadır. Part Savaşını planlayıp, Asia ve Lykia’ya gelen Traian, Myra’da konakladığında Lykia’nın güneyinde güzel bir limanın planlamasının yapılması gereğini belirtmiştir. Fakat planlama ve uygulama Hadrianus’a ve onun zamanına aittir. İ.S. 18’de Germanicus ve karısı Agrippa’nın Myra ziyareti, Andriake’ye dikilen heykellerle onurlandırılır. İ.S. 60’ta ise Kudüs’te huzursuzluk çıkardığı için Roma’ya hesap vermek üzere yola çıkan Aziz Paulos’un gemi değiştirmek üzere burada mola vermiş olması, Andriake tarihinin renkli sayfaları arasındadır. Andariake antik kentinin kalıntıları büyük ölçüde limanın güneyindeki tepenin eteğine yayılmıştır. Demre yönünden ilk karşılaşılan yapı, Andriake’ye tatlı su getiren aquadükt’tur. Kemerli girişi, içte nişli duvarları ile tipik bir Roma devri yapısı olan nymphaion, kentin doğusundadır. En önemli kalıntısı, 65*32 m. boyutlarında, sekiz odalı, dikdörtgen planlı Hadrian Dönemi (İ.S. 117-138 ) ( silo, tahıl ambarı ) Granariumu’dur. Cephede girişi sağlayan sekiz kapı bulunur ve her kapı bir odaya açılmaktadır. Ön cephe duvarında kapıların üstündeki pencereler iç kısmı ışıklandırmak için yapılmıştır. Ön cephede terasın iki yanında depo ile ilgili görevli odaları yer alır. Ortasındaki büyük giriş kapısının hemen yanında Roma imparatoru Hadrian ve karısı Sabina’ya ait aynı büyüklükte iki büst bulunmaktadır. Cepheye yerleştirilmiş aralarında grifon olan Serapis ve Pluton kabartması ise, yazıtında açıklandığı üzere granarium memurunun rüyası üzerine yapılmıştır. Granarium ile liman arasındaki alanda liman caddesi, caddenin önünde de üstleri yarıya kadar açık gemi barınakları bulunmaktadır. Kentin en büyük yapısı Plakoma adı verilen Pazaryeri veya agoradır. Agora’nın güney yönü hariç, üç tarafı dükkânlarla çevrili olup ortasında sarnıç bulunmaktadır. Agora’nın önündeki yükseltide ise ev kalıntıları yer alır. Gözetleme kulesi yamacın batısındadır. Limanın kuzey kısmı büyük ölçüde Lykia türü lahitlerin bulunduğu, bu arada iki Bizans dönemi kilisesinin kalıntılarına rastlanan nekropol alanıdır.

(Kaynakça: “Andriake” Dünden Bugüne Antalya [II. Cilt], Antalya İl Kültür ve Turizm Müdürlüğü, 2012, Antalya, 194.)

Aşağıda Andriake yerini anlatan yazı resmi.

Aşağıda çay ağzı, sazlık ve yakın dönemden kalan bina yıkıntıları.

Üç sütunu sağlam, bir sütun ortadan kırık, kare yapılı, sadece bir sıra duvar çevrili tapınak. Sütunların tepesinde işli başlıklar da sağlam duruyor.

Büyük mermer bloklardan yapılmış duvarı yandan çekiyorum. Yanda yürüme yolu Arnavut kaldırım taşı ile tren raylarından sökülmüş ağaç traversler ile yol haline getirilmiş.

Girişte iki sütun ve mermer bloklardan yapılmış bina giriş kapısı. Duvarları da kalın bloklardan yapılmış.

Binanın dibinde su kanalı var.

Yıllarca antik kentin üzerinde ekip biçmiş, hayvanlarını otlatmış Hasan bizim rehberimiz. Antik kentin olduğu yer Hasan’ın ailesine aitmiş. Kazı olayları başladığında istimlak edilmiş arazi. Şimdilerde Hasan işi gücü buraya gelen ziyaretçileri gezdirmek antik kenti. Uzamış sakalı beyazlaşmaya başlamış. Başındaki geniş açık renkli bez şapka kafasında güneşin yakıcı sıcağından koruyor Hasan’ı. Küçük kareli gömleği, esmer teni güneşten yanmış, uzamış sakalı ile sanırsın ki kazı başkanı Profesör Doktor Hasan. Görünümü öyle ama tatlı ve hoş sohbetli bir adam. Antik kenti gezerken güneşin yakıcı sıcağının etkisi ile biraz yorulunca oturup dinleniyoruz. Böylece Hasan, Cem ve ben elçek resim çekiyorum kendimizi bir poz. Güneş yüzümüze yansımış, yere oturmuşuz. Arkada antik kentin taş duvarları.

Epey geniş alana yayılmış olan antik kent bir zamanlarda ihtişamlı bir yaşam sürüldüğü yapılarda kullanılan taş bloklardan belli. Düzgün yontulmuş taşlar aynı titizlikle üst üste konularak sağlam yapılar meydana getirmişler. Bu yapı tahıl ambarı olarak kullanılmış. Odaları 65 X 45 metre boyutlarında, alanı 2300 m. Onca geçen zamana rağmen çatısı hariç duvarların çoğu ayakta ve sağlam. Uzun bir binanın bej renkli taş duvarı boydan boya. Arkada tepe ağaçlarla kaplı.

Geniş taş bloklarla kaplı zemin görüyorum. Tam ortasında bir kuyu var. Kuyu kare yapılı, yanlarda iki direk. Direğin üzerinde tambur ve kolu. Bu tambura ip bağlanıp kova ile kuyudan su çekiyorlarmış eskiden. Şimdi ise ip ve kova yok, öylece yapılı duruyor.

İlk önce kuyu olduğunu sandığım yer aslında yeraltı sarnıcı. Sarnıcın içine giren merdivenlerden aşağıya iniyorum. Merdivenin boşluk olan kıyılarında tahta korkuluk var.

Zeminde gördüğüm geniş taş blokları tutan kemerli yapı görüyorum. Kemerler kalın taş bloklarda sık olarak yapılmış. Kemerler 3 metre genişliğinde, bir adam boyundan biraz fazla. Zemin yürümek için tahta kaplanmış. 7 tane kemeri iç içe çekiyorum tam ortadan.

Arka tarafımdan da bir poz çekiyorum kemerleri. Dipte sarı renkli lambanın ışığı duvara yansımış. Solda tavandan gün ışığı içeriye girip aydınlatıyor ortamı.

Işığın geldiği yeri çekiyorum tavanda. Kemerli duvarların üzerine enlemesine geniş taş bloklar konulmuş. Onun üzerine de iki kemer arasını kapatacak kadar daha geniş taş plaka ile örtüldüğünü buradan görünce anlıyorum. Tavanda gün ışığının geldiği boşluk yukarıda gördüğüm kuyunun ağzı.

Kare kolon üzerinde kemerin başlangıç noktasını çekiyorum. İki yana doğru yarım daire biçiminde taş bloklarla yapılmış. Kendi ağırlığı kolon üzerine eşit olarak dağıtılıp tavan kısmını taşıyor. Kemer taşlarının üstü normal biçimde taşlarla örülüp doldurulmuş.

Bir zamanlar bu sarnıç su ile dolu imiş. Kanallarla uzaklardan su getirilip sarnıç içine akıtılarak binlerce ton su depolanıyormuş. Bu kadar büyük sarnıç yapılması burada yapılan mureks işliklerinde bol su kullanılması. Sarnıç’ın içine giren su oluklarında birisinin resmini çekiyorum yakından.

Kuyuyu daha yakından çekiyorum. Tek parça kare bloktan kuyu ağzı yapılmış, taş blokun yüksekliği 80 santim. Tahtadan iki direk, direklerin arasına da tambur yerleştirilmiş. Tamburun mili yanlardaki iki tahtadaki deliklere yerleştirilerek tahta bir kol tamburun bir ucunda. Bu kuyu yeni yapılmış. Taştaki çekiç izleri ve tahtaların yeni görünümü kahverengiye boyanması ile belli oluyor.

Mureks, bizdeki olta balıkçıların Madya olarak adlandırdığı deniz kabuklusu elde etmek kolay. Gel gelelim bu kabuklulardan mor boya elde etme hiç te öyle kolay değil. 12.000 kabukludan sadece 1.5 ila 1.7 gram boyar elde ediliyor. Böyle zor şartlarda ve az elde edilmesi antik dönemde mor rengin altından daha kıymetli olmasını sağlamış. Mor renkli boyalı kumaşları krallar ve soylular anca alıp giyebiliyormuş eski zamanlarda. Binlerce Mureks kabuklusundan elde edilen mor boya değerli olduğu kadar kötü kokusu kumaş boyası yapılan atölyelerin şehir dışına yapılmasına neden olmuş. Bu kadar çok kırık kabuklar nereye atılacak? Tabi ki işliklerin hemen yakınına. Metrelere yüksek tepeler oluşturmuş kırık kabuklar. Yapılan kazılarda bu kabuk tepeleri de ortaya çıkmış.

Artık neredeyse birbirine kaynamış olan kabukların yakından resmini çekiyorum.

Zeytin ağaçlarının gölgeleri kabuk tepelerine vurunca Hasan ve Cem tepenin üzerine oturup gölgede serinliyorlar.

Kazısı tamamlanmış su kanalları ortaya çıkmış. Mureks deniz kabuklarının işliklerinin su gereksinimini karşılıyor. Kanal L biçiminde zeminde. Başı ve sonu yok.

Su sarnıcında iki kuyu var, Sarnıcın etrafında dükkanların kalıntıları çevrelenmiş olarak duruyor.

Binanın çatısından akan su kanallarla sarnıca doğru akacak şekilde yapılmış. Düz ve yüksek bir duvar ve dibinde su kanalı.

Sarnıcın çevresindeki dükkanların birindeki taş blokların arasında zeytin ağacı çıkmış. Zeytin ağacının gövdesi kökleriyle birlikte duvar arasında kendine yer edip bir taş bloğu çepeçevre sıkıca kavrayıp yerinden oynatarak yaşamın gücünü bize gösteriyor.

Duvardaki taş bloklar o kadar düzgün yontulmuş ki taşların birleşim yerlerindeki boşluk yok denecek kadar az. Bazı bloklarda L biçiminde oyuklar yapılmış. Büyük bir olasılıkla tahtaların girinti yerleri olarak yapılmış.

Andriake çayının alüvyonlarla kapattığı liman ve limanda kullanılan ahşap vinçler.

Vinçleri daha yakından resmediyorum cep telefonum ile. Bu vinçler antik dönemden kalma değil, yakın zamanda yapılıp kahverengi ahşap boya ile boyanmış. Dört tekerlekli, ön ve arka dingilleri birleştiren iki kirişle bağlanmış. Arka kısmı ağırlık taşları konulsun diye uzatılmış. Önde ise vinç kaldırma kolu ileri ve yukarıya doğru uzatılarak kaldırma işlemini yapıyor.

Daha büyük bir vinç yapısı var karşımda. Arkada sabit kocaman bir tambur, tamburun miline ip dolanıp vincin ucuna getirilerek yük kolayca kaldırıyorlarmış.

Kocaman bir binanın önüne geldik. burası Likya uygarlıklar müzesi. Tabela müze binasının girişinde. Tabelada Müze, Likya uygarlıklar müzesi, Lycian civilization museum yazısı yazılmış.

Müzenin içine giriyoruz. İlk göze çarpan yazılar burasının tarihini anlatan tabelalar. ANDRİAKE diye başlık atılmış. Altında yukarılarda yazdığım tarihçesi yazılı.

Antik dönemde paralı Lidyalılar bulduktan sonra gelişen para basma işi her tarafa yayılmıştı. Burada da darphane olarak adlandırdığımız bir atölyenin resim çizilerek anlatılması betimlenmiş. Darphane de üç işçi çalışıyor, üzerlerinde işçi kıyafetleri giymişler. Karşıda ocak yanıyor, bir işçi elinde küçük bir potada erimiş madeni sıcağı sıcağına kalıba döküyor. Bir işçi de para büyüklüğünde dökülen metal üzerine çekiç ile zımbalayıp paraya şekil veriyor. Diğer işçi de basılmış metal parayı elinde tutup kalite kontrol yaparak parayı kontrol ediyor. Ocağın üstünde asılı demircilikte kullanılan aletler asılı. Sıcak metalleri tutmak için uzun saplı çeşitli maşalar, yerde kovanın içinde şişler, bir demirci makası. Bir kütük, üzerinde paraya şekil verilen zımba kalıbı. Burası küçük bir atölyede bir para basılan darphane.

Mermer plakaya yazılmış yazıt. Yazı Yunanca yazılmış, üste solda üç küçük dikdörtgen oyuk var, yazının başlangıç bölümünü bozmuşlar nedense. Ortada da bir oyuk açılmış.

Antik dönemden kalma pirinçten yapılmış 3 tane değişik boyutta olta iğneleri. Demek ki o zamanlarda olta balıkçıları varmış.

İki tane parmakları olan ayak uçları heykelin birinden kopup ayrı bir yerde bulunmuş olmalı. İki ayak ta sol ayak ucu. Gövdeler kim bilir nerde.

Üç çömlek yan yana, arkamdan vuran sarı renkli ışık taş duvarı aydınlatırken yürüyen bir adamın silueti görünüyor.

Antik dönemdeki tiyatrolarda kullanılmış mask örneği. Ağız ve gözleri oyuk. Mask kireç taşından yapılmış.

Duvara asılmış afişte yazanlar;

Mureks İşlikleri

Andriake’de en ilginç mekânlardan birisi de Plakoma’nın kuzey kapısının doğusunda 6.yy.’da faaliyet gösteren Mureks adındaki kabuklu deniz yumuşakçalarından elde edilen mor kumaş boyasının üretildiği işliklerdir. Kumaş boyamakta kullanılan renk, mureks türü deniz yumuşakçalarının salgı bezinde bulunan mukusun havaya bırakılarak oksitlendirilmesi ve fırınlanması ile elde edilmektedir. Aperlai de kullanılan murekslerin kabukları denize atılmışken, Andriake’de Agoranın doğu ve batı kısımlarına yığılmıştır. Yer yer 3 metreye varan tepeler biçimindeki bu yığınlar yaklaşık 400-800 metre küp arasında deniz kabuğu içermektedir. Bu atıklar kireç harcı ile karıştırılıp mureks harcı olarak yapılarda kullanılmıştır.

Renkli kalemle çizilmiş mureks kabukları. İçleri boş olan 5 tane kabukların dış kısmı çıkıntılı sarmal olarak çevrelenmiş.

Sunak taşı, dairesel olarak çiçekler oyularak şekillendirilmiş. Kötülüklerden ve kötü ruhlardan koruyucu olarak 3 gorgon kız kardeşlerden Medusa, bakışları ile karşısındakini taşa çeviren kesik baş betimlenmiş.

Müzenin içinden dışarıya çıkınca güneşin parlak ışıkları gözlerimi kamaştırıyor ilk önce. Müze içindeki lamba ışıkları loş ortamda yumuşak geliyor gözlere. Gözler güneş ışığına alıştıktan sonra gezimize devam ediyoruz. Küçük dikdörtgen tekne, sığ sularda uzun bir sopa ile hareket ettiriliyor su üzerinde.

Küçük teknenin kullanıldığı çayın ağzındaki sığ sular aşağıda görünüyor. Bir tane de ahşaptan yapılmış yelkenli gemi gözüme çarpıyor.

Müzenin dışında gölgelik bir yere oturup dinleniyoruz biraz. Ben, Cem ve rehberimiz Hasan. Müze dört bölümden oluşmuş koca bir hangar. İçeride çok sayıda eser sergilenmiş. Hepsinin resmini çeksem de burada çok yer kaplayacağından sadece bir kaç resim koydum. İsteyen gidip yerinde ziyaret edip görebilir.

Geminin olduğu yere doğru inmeye başladım. Altımda binanın taş duvarları bölüm bölüm, sanki limanda depo olarak kullanılmış gibi.

Dikdörtgen bir blok halinde yapılmış bina, üzeri taş plakalarla kapatılmış. Bekçi kulübesi kadar bir yapı, aşağısında da gemi ve çayın ağız kısmı.

Yerde kanalların izini görüyorum. Kanalın üzeri taş plakalarla örtülmüş. Sadece bir kapak yerinden çıkarılıp alınmış.

Ahşap geminin yanına geldim sonunda. Üzerine tahta merdivenlerden çıkılıyor. Geminin kaptan kamarası tam ortasına yapılmış. Ön kısmında uzun boyunlu bir kuğunun ahşaptan oyulmuş heykeli yapılmış.

Geminin uzun ahşap yelken direği. Tepesinden aşağı doğru inen  yelken ipleri.

Güvertenin üzeri tahtalar ile kaplanmış. Direkten aşağıya doğru inen halatlar küpeştelere ve ortadaki bağlantı yerlerine bağlamışlar.

Geminin ambar kısmına iniyorum. Burada amforalar yatık durumda sıralanmış. Amforaların dipleri sivri olduğundan dik olarak kullanılmıyor. Amfora içlerinde sıvı taşıdıklarından geminin sallantısından etkilenmemeleri için tavana asılıp dökülmeleri engellenmiş oluyor.

Geminin arka kısmında yanda dümen palası konulmuş. Uzun bir kalın sırık, sudaki bölüme kürek yapılmış. Küpeşteye demir bir halka ile bağlanmış durumda. Kürek kısmında ise iple yukarıdan sarkıtılarak bağlanmış. Yelkenle giderken gemiye yön veriliyor dümen ile.

Karada kullanılan ırgat. Irgat dedikleri tabanda iki uzun kalas üzerine dört ayak konulmuş, boyu 1 metre. Ayakların bitiminde küçük bir platform, ortası delik. Aşağısında da ortası delik mil yatağı. Dikine konulmuş 30 santim kalınlığında kalın bir mil. Milin üstünde iki delik 90 derecelik açıyla delinmiş.  Bu deliklere uzun sırık geçirilmiş. Mil gövdesine tutturulan halat  sırıkları ittirilerek milin dönmesini sağlayıp halat dolanarak ağır gemileri karaya çekmeye yarayan bir alet.

Liman ambarları olarak kullanılan depoların sokağındayım. Sokağın iki tarafında depolar ve giriş kapıları.

Sararıp düşmüş okaliptüs yaprakları yerde, arasından sadece beyaz, uçları hafif pembeleşmiş bir çiçek açmış.

Antik gezimiz de bitiyor ve bu arada Merve yanımıza geldi arabası ile. Onu kapıda karşılıyoruz.  Hasret giderdikten sonra kahve takımımı çıkarıp kahve pişirmeye başladım. Merve ile Eşpedal derneğinin düzenlediği Ege turunda tanışmıştık. Yanımızda da buranın arkeoloğu Ayşe de var. Hep birlikte oturup sohbet ediyoruz kahve pişerken. Elçek ile resmimizi çekiyorum.

Kahveleri afiyetle içtikten sonra bisikletleri arabanın taşıyıcısına yükledik. Eşyaları da bagaja yerleştirdikten sonra bizlere rehberlik eden Hasan ve Ayşe ile vedalaşıyoruz. Kendilerine bize gösterdikleri yakınlıktan dolayı teşekkür ederim.  Bu arada kendisi yolda olan dengesiz arkadaşım İrfan da Kaş’ta olduğunu öğreniyorum Merve ile görüşüp bizimle gelebileceğini onayını aldıktan sonra İrfan’ı arayıp bizi Kaş’ta beklemesini, oraya geleceğimizi söyledim. Arabaya binerek Kaş’a geldik. Akşam karanlığı bastırdı bu arada. İrfan ile buluştuktan sonra akşam yemeğini bir lokantada yiyoruz. Kaş’ta bisikleti ile gezen bir bisikletçi ile karşılaştık. O da bizimle beraber yemek yedi. Hesabı ödedikten sonra dışarıda elçek bir resim çekiliyoruz hep birlikte. Resmi ismini hatırlayamadığım arkadaş bizi elçek çekerken arkasında ben, Merve, Cem ve İrfan bisikletlerle.

Arkadaşla vedalaşıp İrfan’ın bisikletini arabaya yükleyip iyice bağladık. Bir süre deniz kıyısından gecenin karanlığında ilerliyoruz denizi görmeden ama iyot kokusu ortamda var. Her zaman resimlerde gördüğüm Kaputaj kumsalını görüp denizine girmek isterdim. Ama elimde olmayan nedenlerden araba ile seyahat ettiğimden bu güzelliği sokak lambaları ışında görüyorum. Kaputaj kumsalında durup kumsalı yüksekten izliyorum. Kumsal bir işletmeye verilmiş o yüzden şezlong ve Güneş şemsiyeleri düzgün sıralanmış sahilin belli yerinde. Denizin dip dalgaları köpürerek kumsala vuruyor usulca ve 4 sıra şezlonglar sarı renkli lamba ışıkları altında kum rengi olan bej renginde. Deniz karanlık sadece kıyıya vuran beyaz köpüklü dalga görünüyor.

Kalkan köyüne kadar sahil boyunca gittikten sonra Kalkan’dan Toros dağlarına doğru tırmandık. Merve’nin Öğretmenlik yaptığı köy olan Sütleğen’e geldik. Bu gece Merve’nin evinde kalacağız. Bisikletleri ve eşyaları arabadan indirip eve yerleştik. Önce sıcak bir duş ardından sohbet, muhabbet kahve içerek zamanın nasıl geçtiğini anlamadık bile. Gecenin geç zamanında yatıyoruz.

Bu gün yaptığımız yol yaklaşık 66 Kilometre civarı.

Aşağıda yaptığımız yolun haritası Kumluca –  Demre

Powered by Wikiloc