Etiket arşivi: muhlis dilmaç

10. Gökova Bisiklet Turu 3. Gün

19 Mayıs 2016 Perşembe

Aktur – Datça – Bodrum

( Kör arkadaşlar için betimleme yapılmıştır )

 

Kimin umurunda dedi ama kendimi inandıramadım buna da
Yakışmıyordum eski pencerelere yosunlu sulara
Ölür kalırdım belki de sokak aralarında bir kenarda
Uyandırılacak çocuklarım vardı uyuyorlardı uykularında

Arif Damar

 

Öne çıkan görsel, dört kişi, dar sokakta oturmuş kahve içiyoruz, Datça’nın taş evleri. Soldaki tahta kapı şair Can Yücel’in evi.

Gece boyu, sabahın ilk ışıklarına kadar dua ettim arkadaşım için. Bir yandan da evrene mesaj veriyordum; “Sen güçlüsün, iyileşip ayağa kalkacaksın. Yaşamın boyunca teslim olmamışsın, bu yaşama gücü seni iyileştirecek. Yine aramızda olup beraber bisiklet süreceğiz bilinmeyen yerlere. Yeni yerler keşfedeceğiz, yeni rotalar. Köylerde mola verirken çocukları sevindireceğiz dondurma ısmarlayıp. Sonra bisiklete bindirip köyü dolaştıracağız çocukları tek tek. Sen başaracaksın sevgili arkadaşım.” Böylece hiç uyumadan yattığım yerden kalkıyorum. Uyumasam da uzanıp dinlenmek bana yeter bu gün. Eşyalarımı ve çadırımı toplayıp bisikletime yükledim. Kahvaltının ardından piknik masasında toplaşan arkadaşlara kahve yapıyorum taze, köpüklü muhabbet ile birlikte. Resmi de Muhlis Dilmaç çekiyor.

Piknik masasında 4 kişi oturmuşuz, 3 kişi ayakta. Kahve cezvesi ocağa sürülmüş pişiyor. Bekir Kocamaz da elinde kahve değirmeni çekip duruyor. Kamp alanı çam ağaçları altında.

Sabahın erken saatlerinde doktor Serhat aradı, Şafak kritik durumu atlatmış, durumu iyiye gittiğinden ilaç tedavisine devam ediyorlar. Bu haber içime su serpti. Ettiğim dualar kabul oldu, Tanrıma binlerce şükürler ediyorum dualarımı kabul ettiği için. Akşam ve sabah yanında olan arkadaşlar da arayıp durumu bildiriyorlar. Artık iyice rahatım arkadaşımın hayata dönmesiyle.

Yola çıkma zamanı deyip yola çıkıyoruz hep birlikte. Önümüzde kısa bir yokuş var, kolayca çıkıyoruz. Dağlar, tepeler arasında yol sola doğru kıvrılmakta. Bu yol karayollarında D400 adıyla geçiyor. Datça yarımadasının ucundan başlıyor tüm Akdeniz kıyısından devam edip güney doğu Anadolu bölgesinden Hakkari’ye kadar gidiyor. Biz tersine buruna doğru gidiyoruz.

Yokuşu çıkıp inişe geçtik bile, önümüzde Emecik köyü var. Aşağıda deniz ile birlikte köy görünüyor.

Artık düzlükteyiz, yol tabelalarına dikkat etmek gerek. Kırmızı çerçeveli üçgen uyarı levhasında yaban domuzu resmi var. Demek ki karşımıza domuz çıkabilir. Bizler için tehlike yok ama arabalar hızlı gittikleri için yolun karşısına doğal olarak geçmeye çalışan domuza çarpabilir. Hızlı giden bir araç kaza yapar bir domuza çarparsa. Yoldaki çizgilerden de anlaşılacağı gibi sollama yasağı da uyarı levhasında bittiğini gösteriyor. Levhada yuvarlak ortası kalın çizgi ile ayrılmış, yanlarda iki araba resmi. Rengi de siyah baskıların.

Geldik Datça’ya, Datça şairlerin ilham alacağı bir yer konum itibarı ile. Bir tarafı Ege denizi, bir tarafı Akdeniz. Havası ve suyu insanı şair eder. Bir de sıcak yaz gecelerinde kıyıda içtiğin şarap. Kumsalda oturup kafayı buldun mu yıldızlar çoğalır gökyüzünde. Işıl ışıl parlar Samanyolu ile birlikte.  Akdeniz’in ılık rüzgarları iyot kokusu ile birlikte öyle sarhoş olursun ki ilham perileri denizden çıkıp kulağına fısıldar en güzel dizeleri. Sen de bağıra bağıra söylersin şiirini. Şiir yazıya dökülmez, dizeler havada asılı kalır. İpe dizilmeden;

Akdeniz yaraşıyor sana
Yıldızlar terler ya sen de terliyorsun
Aynı ıslak pırıltı burun kanatlarında
Hiç dinmiyor motorların gürültüsü
Köpekler havlıyor uzaktan
Demin bir çocuk ağladı
Fatmanım cumbadan çarşaf silkiyor yine
Ali Dumdum anasına sövüyor saatlerdir
Denizi tokmaklıyor balıkçılar
Bu sesler işte sessizliğini büyüten toprak
O senin sardunyalar gibi konuşkan sessizliğini
Hayatta yattık dün gece
Üstümüzde meltem
Kekik kokuyor ellerim hâlâ
Seninle yatmadım sanki
Dağları dolaştım
Ben senden öğrendim deniz yazmayı
Elimden düşmüyor mavi kalem
Bir tirandil çıkar gibi sefere
Okula gidiyor öğretmenim
Ben de ardından açılıyorum
Bir poyraz çizip deftere
Bir ada var sırf ebabil
Dönüyor dönüyor başımda
Senle yaşadığım günler
Gümüş bir çevre oldu ömrüm
Değişince güneşine
Neden sonra buldum o kaçakçı mağrasını
Gözlerim kamaşınca senden
Ölüm belki sularından kaçırdığım
O loş suda yıkanmaktır
Durdukça yosundan yeşil
Kulaç attıkça mavi
Ben düzde sanırdım yıkıntım
Örenim alkolik asarım
Mutun doruğundaymışım meğer
Senle çıkınca anladım
Eski Yunan atları var hani
Yeleleri büklümlü
Gün inerken de öyle
Ağaçtan iz düşümleriyle
Yürüyor Balan Tepeleri
Yürüyor bölük bölük can
Toplu bir güzelliğe doğru
Kadınım
Yaraşıyorsun sen Akdenize

Can Yücel

Can Yücelin büstü, altında camekan içinde yarım şişe Evin şarabı ve bir bardak. Bardakta yarım kalan şarap kurumuş, lekeli olarak kalmış. Notta da Can Baba’nın yarım kalan şarabı” yazısı el yazısı ile yazılmış.

Can Yücel kahvenin sahibi muhtar Orhan için yazdığını öngördüğüm bir şiiri çerçevelenip duvara asılmış. Şiir şöyle;

Orhan’a

Pisi pisi otların rüzgardan sağdan sola sallanışı,

Bizim muhtar Orhan’ın konuşuşu.

Fena adam değil.

Düşe düşe motosikletten yüzü boksör.

Adam muhtar değil bir muhtariyet.

Zahiti’de kadınlara klarnet çalmak istiyor,

Ama olmuyor iki kadın istiyor.

Kocaman büyüyen kavuçuk ağacıyla yetiniyor kahvesinde.

Can Yücel

Kahvenin Can Yücel köşesinde kocaman karakalem çizilmiş portresi duvarda asılı. Altında büstü, onun altında yarım kalmış şarap şişesi ve şarap bardağı camekanın içinde. Mavi örtü örtülmüş bir masanın üstünde duruyor. Yanındaki sandalyede ben oturup poz veriyorum. Kahve eski, tarih kokuyor. Bunu pencerelerin yapısından anlıyorum. Mavi boyalı çerçevesi, üst kısmı yarım daire üç tane üçgenden yapılmış. Altta pencere kanatları. Kapısı da mavi boyalı üstü basık bir daire tek cam bölmeli. Kapı önünde 4 basamaklı beton yapılı. Kapı ve pencere kapalı, yaza girildiğinden bahçeye oturuyor müşteriler.

Zaman geçirmeden Can Yücel’in evinin önüne gidiyoruz. Daha önceki Gökova bisiklet turunda şansıma içeriye girip Güler teyze ile tanışmış oturup sohbet etmiştim. Rahatsız etmemek için kapının önünde oturup kahve pişirmeye koyuldum. Solda 2 kişi Can Yücel’in evinin tahta kapısı. Sağda ise duvarın gölgesinde ben ve Sevil yanımda oturmuş. Sokak dar ve hafif bir yokuşu var. Bahçe duvarından kimi çiçek açmış ağaçlar sarkıyor. Bu resmi öne çıkan görsel olarak seçiyorum.

Poetika

Yalnızlığı sevmiyorum
Yalnız kim ola ki
Kendim…
Kendimin kendini sevmiyorum
Kediler hariç…
Kahve ocakçısı olacaktım ben
Tuttum kavlimi
Yazdıklarımsa hep nafile
Hep nişanlı angaje ısloganlı
Can, diyorlar, bir kahve yap şu dümenin ağzına
Kallavi olsun!
Bende yoksa kahve, yemişçiden tedariklenip
Ve cezveyi ateşe sürüp, üstüne yemeni, şekerini
Taşırmadan pişiriyorum
Biliyorum, bilmez miyim bu kahve ocağınnan
Ocağımızı bucağımızı
Isıtamayacağımı!
İşte onun içinde de içim titreyerek
Cezvenizi sürüyorum ateşe

Can Yücel

Taş duvarın dibinde gölgede bağdaş kurup oturmuşum bir güzel kahve pişiriyorum. Tam da benim için yazdığı Poetika şiirini düşünerek.

Can Yücel’in evi, giriş kapısında yaşadığı zamanlarda kendi eli ile yazdığı komik sorulu cevaplı ağaç yazı tahtasında şunlar yazılı;

Sorulu Cevaplı

Ne harika yer burası !

Nereden buldun bu Datça’yı

“Elimle koymuş gibi buldum”

Can Yücel

Şair Can Yücel bizlere bıraktığı şiirlerle anıp saygı ile andıktan sonra evinin önünde Bisikletim KUZ bana poz veriyor. Ben de onu kırmayıp evin kapısının önünde resmini çekiyorum.

Vasiyet

Beni kuzum Datça’ya gömün
Geçin Ankara’yı İstanbul’u!
Oralar ağzına kadar dolu
Alabildiğine de pahalı,
Örneğin Zincirlikuyu’da
Bir mezar 750 milyona
Burası nispeten ucuzluk
Ortada kalma tehlikesi de yok
Hayır dua da istemez,
Dediğim gibi beni Datça’ya gömün
Şu deniz gören mezarlığın orda,
Gömü sanıp deşerlerse karışmam ama!

CAn Yücel

Can Yüceli şereflendirmek için birer bira içmek gerek diye evini kahveye çevirmiş bahçeli bir yere oturduk. Biraları Sevil ısmarlayacak o yüzden endişelenmeye gerek yok. Bahçede ilginç tasarımlar var, bunlardan birisi misinalarla asılmış bir çok anahtar. Anahtarlar birbirine benzemiyor.

İçilen şarap mantarlarını toplayıp bir dikdörtgen iki kare çerçeve içine yüzelli tane kadar dizelemiş. Üstte dikdörtgen çerçevenin yanlarına birer asker oyuncak mantarları koruma nöbeti tutuyorlar. En üstte üç tane minnak bebek oyuncak, saçları dikine yukarıya doğru. Erkek oyuncak takım elbise giymiş, bir eli pantolonun cebinde, bir eli de havada sanki bana selam veriyor. Tüm bunları bağlayan bir keten ip sağdan sola ve yukarıdan aşağıya, ortada düğüm atılıp pencerenin demirine bağlanmış. Solda küçük bir fırdöndü tutturulmuş.

Muhlis dilmaç benim yüzümü çekiyor yakından. Boynumda yeşil buff, saçlarım omuzlarıma salınmış dururumda. Arkada mantar koleksiyonu, iki çam kozalağı ve iki alçı maske. İşletme sahibi kendine alçı kalıplarda çeşitli çalışmalar yapmış. Pencerenin alt sol köşesindeki renkli horozdan anlıyorum bunu.

Datça da öğle yemeği yedikten sonra yola çıkıp iskelenin olduğu yere geldik. Bisikletleri park ederek gemilere binmeyi bekliyoruz.

Yolda oluşan ekip olarak küçük olan gemiye bindik. Bisikletleri dip tarafa doğru yerleştiriyoruz. Teknenin ismi Fahri Kaptan 1. Üst güverteye çıkış merdivenleri var iki yanda da. Güvertede oturma sandalyeleri görünüyor.

Teknenin üst güvertesine çıkıp oturuyoruz hep birlikte. Sırtımı kaptan köşküne dayayıp yanıma aldığım çantamdan kahve takımlarını çıkarıp kahve yapmaya başladım. Deniz dalgalı ve dalga önden vurunca güverteye deniz suyu da geliyor biraz. Sudan kendimi sakınarak ve ocak ile cezveyi elim ile sıkıca tutarak bir sağa bir sola dalgaların sallamasına uyum sağlayarak kahveyi dökmeden pişirdim. Yemeğin üzerine iyi gitti bu kahve. Her dalga vuruşunda tekneyi şöyle bir kaldırıp indirerek Bodrum’a doğru gitmeye başladık. Muhlis Dilmaç kamerası ile elçek yaparak resmimizi çekiyor. Hepimiz de gülerek poz veriyoruz.

Kahve faslından sonra takımları toplayıp çantama yerleştirdim. Artık Bodrum’a yaklaştık sayılır. Dalgaların boyu da küçülünce sallantı durdu. Sandalyelere oturup sohbet ederek zaman geçiriyoruz.

Bodrum evleri ve kalesi görüldü. Açıkta bir kaç yelkenli demirlemiş. Bodrum evleri yamaçlara doğru beyaz kutu şeklinde sıralanmış. Giderek kalabalıklaşan Bodrum bir gün gelecek karşıda görünen tepeler tamamen evler ve beton binalarla kaplanacağı kesin.

Limanın dışına taşmış yelkenli tekneler yan yana demirlemişler. Yelkenli direkleri uzun. Küçük dalgaların etkisi ile bir sağa bir sola yatıp duruyorlar. Aşağılarda belli değil sallantıları ama direğin tepesinde gözle görünür bir salınım var.

Tekne limanda iskeleye yanaştı. Bisikletlerimizi alarak karaya çıktık. Karaya çıkmamızın hayrına birileri sanki lokma döktürüyor. Biz de nasibimizi alıp bir kaç tane yiyoruz sıcak pişmiş, şerbetli lokmalardan.  Lokma döken arabanın önünde kalabalık lokma almayı bekliyor.

Ara sıra Bodrumda yaşayan bisikletçi abimiz Erdal Sıral bizim geleceğimizi bildiğinden karşılamaya gelmiş. Erdal abiyi epeydir görmemiştim, hasretle kucaklaştık birbirimizi görmenin sevinci ile. Erdal abinin digital makinesi ile hatıra resmi çekiliyoruz. Solda Sevil Doğrugüven, Bekir Kocamaz, Levent Sevil, Muhlis Dilmaç, ben ve Erdal Sıral.

Ayrıca Erdal abi ile birlikte yan yana resim çekiliyoruz bisikletim KUZ önünde. Sağda tekneler kıyıya bağlanmış, direkleri uzun.

Kocaman bir köy olmuş Bodrum sokaklarında bisiklet sürerek Bitez yalısında ki karavan kamp alanına geldik. Çadırları kurup yerleşiyorum. Yemek faslından sonra oturup sohbet ediyoruz ve çaycımız Aydan Çelik elinde askı ile çıkageliyor çaylarla. Biz de afiyetle içiyoruz çayları.

Turizmin patlattığı aşırı kalabalık yerde olmak zorundayız. Her taraftan gelen gürültü kulaklarımı rahatsız ediyor. Gecenin ilerleyen saatlerinde çadıra girip yatıyorum ama uyumanın olanağı yok gürültüden. Bir yerlerden de sadece ritim sesi geliyor sürekli olarak. Daha önce de kalmıştım bu kampta, aynı duygularla yine kalmak zorundayım. Arkadaşlardan sürekli haber geliyor Şafak Omaç tan. Kendisi hala komada ama yaşamsal tehlikeyi atlatmış görünüyor. Elbette doktor Serhat’ın verdiği bilgiler ışığında arkadaşımın iyileşeceğine inanıyorum. Biraz moralim düzeldi, o yüzden dönmeyi düşünmedim İzmir’e. Turu tamamlamalıyım artık, gözüm arkada kalmadan. Bu düşüncelerle uykuya dalıyorum cıstak cıstaklar arasında.

Bu gün yaptığımız yol toplam olarak 35 Kilometre civarı

Aşağıda yaptığım yolun haritası

Powered by Wikiloc

Powered by Wikiloc

10. Gökova Bisiklet Turu 2. Gün

18 Mayıs 2016 Çarşamba

Marmaris – Çubucak – Aktur

( Kör arkadaşlar için betimleme yapılmıştır )

 

Kıraç mı kıraç toprakların üstüne
Güneşler açar yağmur kesilince
Çırılçıplak kayada yetişir incir ağacı
Dağların kuytusunda bir uslu çiçek
Dağıtır mevsimi kendi kendine
Gitme beraberlik içinde

Arif Damar

 

Öne çıkan görsel, Elimde kahve fincanı. Yüksekten Datça yarımadasının başlangıcı. Sol tarafta Ege denizi, sağ tarafta Akdeniz görünüyor.

Otellerde uyumaya devam ediyoruz, iki gecedir otelde kalıyorum. Çadırı kurmadığım için çabucak toplanıp aşağıya inerek bisikletin bagajına eşyalarımı yükledim. Bu gün tüm eşyalarım ve çantam yanımda. Kamyona vermeyeceğim, kendi yükümü kendim taşımaya niyetliyim. Sabahın erken saatleri olduğu için kahvaltıya başlanmamış o yüzden kahvemi pişirip içiyorum. Kahvaltı dağıtılmaya başlayınca sıraya girerek kahvaltımı yapıyorum. Katılımcılar fazla kalabalık olunca kahvaltı için epey kuyrukta zaman geçiyor beklerken. Kahvaltı faslı bitip herkes hazırlanınca yola çıkıyoruz. Marmaris belediyesinin yaptığı bisiklet yolundan bir süre gittik. Bisiklet yolu yol kıyısında bariyerle ayrılmış, dar bir yol. Anca tek bisikletli gidebiliyor. Neyse buna da şükür diyoruz. Daha sonra uzun kumsalı olan sahile çıkıp çam ağaçları gölgesinde, trafikten uzak, deniz ve yeşil ortamda bisiklet sürmeye başladık. Sahil neredeyse 5 Kilometre uzunluğunda. Bu sahili beğendim, yürüme yolu, bisiklet yolu ve fazla işgal edilmemiş kumsal.

Yürüme yolu deniz kıyısında, yer parke taş döşeli. Çam ağaçları kesilmemiş olduğu yerdeki haliyle gelişigüzel duruyor. Bir bisikletçi kadın bisikletini sürüyor bu yolda.

Jeolojik olarak sıkışmış olan Anadolu, kıvrımlı yükseltiler oluşturarak doğal güzellikler meydana getirmiş. Bu kıvrımlar deniz ile birlikte muhteşem bir görünüme kavuşmuş. Yalçın dağların dik yamaçları, koylar, bitki örtüsünün çoğunluğunu oluşturan çam ormanları deniz ile birleşmiş. Tabiat güzelliği bu olsa gerek.

Sahildeki bisiklet yolunda bizim haricimizde bir çok bisikletli gidip geliyor. Yerde bisiklet yolu gidiş geliş olmak üzere sarı şeritle belirtilmiş. Kumsal ve şezlonglar şemsiyelerle birlikte otellerin olmalı.

İki kara parçası ortasında küçük bir ada görünüyor karşımda. Soldaki keçi adası. Küçük adanın adı sanı yok.

Kıyı şeridi bitmek üzere, ana yola çıkmadan önce mola verilmiş. Burada su takviyesi yapılıyor. Ana yola çıkar çıkmaz yokuşlar başladığı için yanıma yeterli sayıda su şişesi alıp çantama yerleştiriyorum.

Ana yola çıktık ve yokuş başladı. Bisikletçiler vites düşürerek yokuşu çıkmaya başladılar. Yolun sağında üçgen uyarı levhasında “Dikkat Ceylan çıkabilir” anlamı taşıyan ceylan resmi var kırmızı çerçeve içinde.

Yokuş çıkmaya alışık olmayanlar sık sık mola verip dinleniyor. Ben de durup bisikletim KUZ ile resimlerini çekiyorum. Bisikletim de tüm çantalarım yüklü durumda.

Arkadan gelenler var daha, yokuşu çıkmaya çabalıyorlar.

Çam ormanı içinde meşe ağaçlarını da görmek olası, işte onlardan birisi. Açık yeşil canlı rengi ile ormana ayrı bir renk tonu oluşturmuş meşe ağacı. Önümde iki bisikletli gidiyor.

Tepeye ulaştık, tam önümde dönemeçte bir Türk bayrağı iple gerilmiş. Aşağıdan gelen rüzgar bayrağı dalgalandırıyor. Dönemecin sağ tarafı dik bir yamaç.

Zirveden aşağıya iniş keyifli ve çabuk oldu. Çay ve dinlenme molasını bir tesiste vermişler, ben de oraya girdim. Sıraya girip çay almaya çalışırken daha önce 1.5 Liraya verdikleri 1 bardak çayı kalabalığı görünce 2 Liraya çıkarınca sinirler tepeme çıktı birden bire. Böyle fırsatçı zihniyete verdim veriştirdim. Bir de turistler niye gelmiyor, tesisler boş kalıyor diye dert yanarlar. Beter olmalarını söyleye söyleye öfke ile oradan ayrıldım. Ben çayı içmem, onlar da benim paramı kazanmasınlar. Nedense bu taraflar insanları yolunacak kaz zannediyorlar ama benden zırnık  bile alamazlar. Ben enayi değilim ama başkaları enayi olup bu paraları veriyorlar maalesef. Eğer içiyorlarsa 1 bardak çayı 2 liraya kazıklanmayı hak ediyorlar bence. Bir süre bisiklet sürüp yol kıyısında şirin bir tostçuda durdum. İlk önce “Çay kaç Lira diye sordum?” Kadın “1 Lira” deyince hemen oturup duble bir çay ısmarladım. Arkasından bir duble çay daha. Afiyetle içtim normal fiyata satılan çayı.

Mavi boyalı tahta çit ile bahçe duvarı çevrilmiş tostçu çiçeklerle bezemiş her yanını. Burada mola vermiş benim gibi bir kaç bisikletçi var.

Çay molası iyi geldi ve biraz sakinledim. Yola çıkıyorum ve etraftaki çam ağaçlarını seyrederek yol alıyorum. Çam ağaçlarının uzun gövdeleri birbirine çok yakın, sık dikilmiş.

Denizin dibinden geçerken durup manzarayı seyrediyorum. Bisikletimi sehpası üzerine park edip Datça yarımadasını oluşturan kara parçasının dağ ve tepelerini seyrediyorum. Deniz de masmavi Akdeniz.

Çubucak tabiat parkına geldik, burada öğlen yemeği yiyeceğiz. Burası çam ağaçları ile kaplı kamp yeri ve deniz kıyısı. İsteyen denize girdi isteyen çam ağaçlarının gölgesinde dinlendi.

Ben tercihimi denize girmede kullandım. Su donumu giyip havlumu alarak tahta iskeleye geldim. Denize dalmadan önce Engin Elmalı arkadaşıma beni atlarken çekmesini söyledim. O da seri çekimle on kusur resim çekmiş ardı sıra. Onlardan üç tanesini paylaşıyorum.

İskelede birisi oturmuş denize bakarken ben de ayaklarım iskeleden ayrılmış havalanıyorum yukarıya doğru.

Sonrasında biraz bükülmüş olarak ileriye uçmaktayım. Denizde iki kişi bana bakıyor ne yapıyorum diye.

Havada fazla kalamadım. Yerçekimi  nedeni ile ilk önce ellerim denize değiyor. Sonrasını bilirsiniz, ıslandım.

Bir süre yüzdüm, sonra denizden çıkarak havlu ile kurulanıp giyinerek öğle yemeği için sıraya girdim. Öğle yemeğini yedik, çam ağaçlarının altında banklarda oturup dinlenirken kahvemi yapıp içtim, yanımda şanslı olan 3 kişi de bundan yararlandı. Bankta otururken çam ağacından bir kozalak pat diye kucağıma düştü. Hayırdır inşallah tam da öğle zamanı, o kadar kişinin arasında bula bula beni mi seçti. Madem beni seçti o zaman bisikletimin süsü olsun diye kamerayı koyduğum tripod demirine lastik ile tutturdum. O günden beridir hep orda durur çam kozalağı, bisikletim KUZ ile dolaşıp durur yollar boyu.

Bisikletim kadrosunda kamera tripod demirinde çam kozalağı.

Hareket verilince yola çıktık, çıkar çıkmaz da hafiften bir rampa başladı. Çam ormanları ve ilginç yapıda kahverengi kayalıklar gözüme çarpıyor.

Yol ilerledikçe kayalar şekilden şekle giriyor.

Yükseldiğimizi denize yukarıdan bakarak anlıyorum, Ege denizi tarafında, Gökova körfezinin girintili çıkıntılı koylarını görüyorum.

Balıkaşıran geçidine doğru çıkıyoruz, bazı yerlerin eğimi sert. Yol yukarıya doğru kıvrıntılı çıkmakta. Ben de 1. vitese takıp ağır ağır çıkacağım. Yüküm de yanımda olmak üzere.

Yollarımızda görmeye alıştığımız manzaralar burada da karşıma çıkıyor. Suyunu içen birisi plastik şişesini ezip iyice küçültmüş, asfalta atmış. Plastik şişe sanki küçülünce görünmeyecekmiş gibi ama görünüyor yine de.

Aynı şekilde yol kenarında çalıların arasına da plastik şişe atılmış. İnsanlar ne zaman doğayı, çevreyi koruyacaklar bilemiyorum.

Hala çıkıyoruz, zirveye ne kadar kaldığını bilmeden. Ama inişi çok güzel, kısa ve çabuk olacak onu biliyorum. Önümde bir kaç kişi pedallıyor.

Ve sonunda zirvedeyim, yolun kıyısında bisikletim KUZ bariyerlere dayalı. Bagajında çantalarım ile beraber. Aşağıda ise sol tarafta Ege denizi, sağ tarafta ise Akdeniz. İki denizi ayıran Datça yarımadasının en yüksek yerindeyim.

Ege ve Akdeniz kıyıları Balıkaşıran’da birbirine öyle yaklaşırmış ki, bir denizden sıçrayan balıklar karayı aşıp, öbür denize atlarmış. Balıkların bir denizden diğerine uçtuğunu söyleyenler de yok değilmiş. Datçalı balıkçıların deyişiyle; bir kıyıdan tutulan balıklar, kısa bir yürüyüşle diğer taraftaki kıyıdan denize bırakıldığında yaşamaya devam edermiş. Yöre halkı tarafından Kayıkaşıran olarak da anılan bölgede, nedense bir kıyının balığı diğerinden daha çok, daha bereketli olurmuş. Balıkçılar da yarımadayı bin bir zahmetle denizden dolaşmak yerine, kıstağın bu en dar yerinde sandallarını sırtlayarak diğer kıyıya taşırlar ve avın sonunda balıkla dolan sandallarını tekrar sırtlayarak geldikleri kıyıya geri dönerlermiş.

Tarihçilerin babası Herodot‘a göre; Pers ordularının istilasını önlemek isteyen Knidoslular, Balıkaşıran’ı kazarak, yarımadayı adaya dönüştürmeye karar verirler. Ancak hiçbir iş göründüğü kadar kolay değildir şüphesiz. Knidoslular kayaları parçalamak için uğraştıkça, savrulan keskin taşlar ellerini parçalar, yüzlerini, gözlerini yaralar. Kazıda çalıştırılan kölelerin boğuştuğu salgın hastalıklara bölgedeki şiddetli depremlerin yarattığı hasarlar da eklenince, Knidoslular derin bir hayal kırıklığına uğrar. Delphoi Tapınağı‘nın kahinlerine danışmaktan başka bir çözüm kalmaz. “Tanrılar eğer isteseydi, burayı zaten ada olarak yaratırdı” diyen kahinlerin sözünü dinleyen Knidos halkı, tanrıların gazabına uğramak yerine, kenti hiç savaşmadan Pers ordusuna teslim eder.

Savaş Tanrısı Ares‘e yüz vermeyen, yaşama ve barışa sevdalı Knidoslular, iki denizin buluştuğu yerde, Güneş Tanrısı Apollon ve “güzel yolculukları” muştulayan Aphrodite Euploia‘ya adadıkları görkemli tapınaklar inşa eder. İnsanlık tarihinin ilk ansiklopedisini yazan Plinius, Heykeltıraş Praxiteles‘in M.Ö.350’li yıllarda iki ayrı Aphrodite heykeli yaptığından söz eder. Praxiteles, biri örtülü diğeri çıplak olan her iki heykeli de satışa sunar. Öncelik hakkına sahip olan Kos halkı, iffetli kompozisyonu tercih edince, alışılmamış çıplaklığıyla ün salacak olan ikinci Aphrodite’i de Knidoslular satın alır. Bir saç bandı ve kolundaki bilezik dışında tamamen çıplak olduğu söylenen, muhteşem Knidos Aphrodite‘i, kentin her tarafından olduğu gibi, hem Akdeniz’den hem de Ege’den görülen, dairesel planlı bir tapınağa yerleştirilir. Paros mermerinin saf beyazlığıyla göz kamaştıran Aphrodite’in çıplak bedeninin güzelliği kulaktan kulağa yayılır ve Knidos, uzun deniz yolculuklarını göze alarak gelen tüccar ve gemicilerin akınına uğrar. Bithynia Kralı Nikomedes, heykeli satın almak ve karşılığında kentin tüm borçlarını silmek üzere, cömert bir teklifte bulunsa da, Knidosluları ikna edemez. Antik Çağ yontu sanatının zirvesini simgelediği düşünülen heykel, bazı kaynaklara göre, Bizans döneminde İstanbul’a götürülür ve burada kaybolur.

Üzerim çıplak, sadece şort pantolonum üzerimde iki kolumu da yana açarak poz verdim. Sağ kolum Ege denizi, sol kolum da Akdeniz’i gösteriyor. Ege’nin meltemi saçımı okşuyor adete.

Uranos‘un ak köpükten olma kızıyım ben: ‘Aphrodite.’

Güzelliği, aşkı ve arzuyu fısıldarım binlerce yıldır ölümlü kulaklara.

Praxiteles bembeyaz mermerden yontarken bedenimi,

ısıtıverdim buz gibi taşı eşsiz kıvrımlarımla.

Knidoslular yarımadanın en güzel terasına yerleştirdiler sessiz suretimi.

Akdeniz‘in ılık rüzgarı, Ege‘nin serin meltemine karıştı bacaklarımın arasında.

Mermerden olmasaydı eğer,

göğsümün ta içine çekmek isterdim

badem kokulu bu nefis esintiyi

ve eğer kaybolmasaydım,

anlatırdım taştan sessizliğimle.

http://www.kitaptansanattan.com/kose-yazilari/balikasiran-ozlem-kalkan-erenus-yazdi/

Elimde kahve fincanı, içinde kahve ve Balıkaşıran tepesinden iki denize doğru elimle tutup resmini çekiyorum. (Burada kahve içilmez mi?) Bu resmi öne çıkan görsel olarak seçiyorum.

Balıkaşıran geçidinden tam ayrılacağım sırada, cep telefonum çalmaya başladı. Arayan İzmir’den arkadaşım Şafak Omaç. Herhalde nerede olduğumu merak etmiştir diye telefonu açıyorum. Karşımda Şafak olduğunu düşünerek “Alo” diyorum. Telefondaki ses kadın sesi ve tanımadığım bir ses, titrek bir ses ile kendini tanıttıktan sonra Şafak Omaç’ın acil serviste yattığını, düşüp kafasını çarptıktan sonra acile getirdiklerini ve benim gelmemi istediğini söyleyince ilk önce şok oldum. İlk şoku atlattıktan sonra ne oldu, nasıl oldu, durumu nasıl diye sordum. Yoğun bakımda olduğunu ve gelmemi isteyince uzaklarda olduğumu söyleyerek şimdilik yardımcı olamayacağımı ama araştırıp dönerim diyerek konuşmamı bitirdim. Durup düşündüm ne yapabilirim diye. Hemen İzmir’e dönmenin olanağı yok ama arkadaşları arayıp bir haber almalarını sağlayabilirim. İlk önce Şerif Kılavuz’u aradım, durumu anlatıp hastaneye gidip bilgi almasını söyledim. Doktor arkadaşım Serhat aklıma geldi, onu aradım ama ulaşamadım ilk önce. Keyfim iyice kaçtı. Arkadaşımın durumu hakkında endişeliyim. Şimdilik beklemekten başka yapacak bir şey yok. Bakalım haber gelsin ona göre davranırım. Aklıma kötü şeyler getirmemeye çalışıyorum ama kafamda bin bir düşünce. Hayırlı haber alma umuduyla yola çıkmaya hazırlanıyorum. Aklıma öğle yemeğinden sonra kucağıma düşen çam kozalağı geldi. Demek ki aynı anlarda Şafak ta düşmüş. Bu bir haberdi sanki. Bundan 3 yıl önce Şafak ta aramızda olmak üzere bir grup olarak Gökova Bisiklet Turunda beraber bu yollarda pedal basmıştık birlikte.

Üç yıl önce Şafak ile beraber Gökova turunda çekildiğimiz resim. Karnımızdan yukarısı görünen, benim üzerim çıplak, kafamda kırmızı bandana. Bandanaya taktığım kaz tüyü beyaz. Şafak ta ise beyaz bir atlet ve başında siyah bir buff. İkimizin de saçları uzun. Şafak benden biraz uzun boylu, kolunu omuzuma atmış. Güneş gözlüklerini de takmışız artistler gibi.

Hayırlı haber gelmesi dileği ile yola çıkmaya hazırlanıyorum. Bisikletim KUZ Balıkaşıran Geçidi tabelası yanında duruyor. Tabelada buranın yüksekliğini 350 metre olarak belirtmiş.

Yolda Şerif Kılavuz beni arıyor cep telefonunla. Şafak acil serviste yoğun bakımda yattığını, komada, durumunun kritik olduğunu söyledi. Bu arada Doktor Serhat’a ulaştım. Evi hastaneye yakın, Şafak’ın durumunu anlattım gidip hastaneye kontrol etmesini söyledim. O da hemen gideceğini bildirdi. Hiç olmazsa bir doktor olarak bana sağlıklı bilgi verebilir.

Akşam olmadan kamp yapacağımız koya geldik. Solda yüksek bir tepe yarımadanın ucunda. Kara ile dar bir toprak parçası ile bağlantısı var. Deniz masmavi sakin görünüyor. Daha ileride Datça tepeleri. Resmi çektiğim yer çam ağaçları arası.

Aktur tatil sitesinde çadırları kurup yerleşiyorum. Henüz kamyon gelmediği için diğerleri çadır kuramadı. Kafama göre en güzel yerde, priz panosuna yakın ve tuvalet yanımda. Denize girip duşumu aldıktan sonra terli olan eşyalarımı yıkayıp çamaşır ipine asıyorum kuruması için. Çadırımı elektrik panosuna yakın yere kurdum. 10 metrelik uzatma kabloyu da çadırın içine kadar çektim telefon şarjı için. Kamyon geldikten sonra herkes çadırını kurdu.

Bisikletim KUZ, çadırım ve arkamda bir çok çadır kurulmuş durumda rengarenk. Elektrik panosu yanında da çeşme ve yeşil bir hortum kangal şeklinde. Çamaşır ipinde çamaşırlar asılmış kurumada.

Akşam yemeğinden sonra kurulan sahneye masalar sıralandı. Misafir olarak oturduk. Muhlis Dilmaç megafonu alarak sunuculuk yapmaya başladı. Ben de kahve takımlarımı kurarak kahve yapmaya başladım isteyene. Yanımda yazar – çizer Aydan Çelik oturuyor. Kahve pişirdim cezvede. Haliyle ilk önce kendime diğer üç fincanı da yanımdakilere verdim.

Fincanlar içildikten sonra yıkanıp önüme gelince tekrar pişirmeye başladım. Köpüren kahveyi cezveden fincanlara boşaltırken resmimi Bekir Kocamaz çekiyor. Fincanlardan birini ona veriyorum resmi çektiği için.

Söyleşide sunuculuğunu Muhlis Dilmaç’ın yaptığı panel başladı. Misafir olarak katılan bisiklet emektarları sahneye çıkıyor. Aydan Çelik, Bekir Kocamaz ve Gürcan Yılmaz anılarını anlatıyor. Konu bisiklet, Gökova Bisiklet Turu, anılar, anılar. Aslında benim de misafir olarak çıkıp bir şeyler anlatacaktım ama moralim o kadar bozuk ki çıkmak istemedim sahneye. Muhlis Dilmaç çağırdı ama çıkamayacağımı bildirdim. O da durumu bildiğinden ısrar etmedi.

Sahnede Gürcan Yılmaz Elinde megafon Türkiye de ilk olarak Muğla Bisiklet Derneğinin bisiklet turlarına başladığını. Bu yıl 10. bisiklet turu olarak gerçekleştirdiğimizi. İlk olarak başlayan Gökova Bisiklet Turu Türkiye’ye yayılarak bir çok şehirde turlar, festivaller yapıldığını. Muğla’nın bu konuda öncülük ettiğini anlatıyor bizlere. Yanında da Muhlis Dilmaç kelebek papyon takmış frak giymiş olarak duruyor. Gerçi frak değil tişörte baskı yapılmış. Mavi yeleği de ceketin içinde unutmamışlar.

Söyleşi boyunca sürekli kahve yaptım içmek isteyenlere. Söyleşi bitince dinleyicilerin iyice azaldığını gördüm. Birer ikişer ortalıktan kaybolmuşlar. Ben de kahve takımlarımı toplayıp çadıra çekildim. Bu arada sosyal medyada Şafak Omaç hakkında sağlık durumu için yazdığım yazı için bir çok arkadaşım beni aradı. Ben de durumu bildirdim bilebildiğim kadarı ile. Bazı arkadaşlar da hastaneye gidip kontrol etmişler. Beni arayıp durum hakkında bilgi veriyorlar. Doktor Serhat ta arayıp Şafak Omaç’ın yanında olduğunu, şimdilik ameliyata gerek olmadığını, ilaç ile tedaviye başladığını bildirdi. Bu gecenin kritik olduğunu, her an her şey olabileceğini söyledi. Sabaha kadar bekleyeceklerini söyledi. Bilinci kapalı olduğunu, kalmak isteyince takılı olan serum ve diğer aletleri sökmek isteyince yatağa bağlamışlar mecburen. Kuvvetli olduğundan zapt etmeleri güç, bu yüzden böyle bir uygulamaya gitmiş. Sonra hareket yapmaması gerek, hassas bir durumda olduğunu söyledi. Durum çok kritik, yarın bir şey olursa Bodrum dan otobüse binip İzmir’e gitmeli. Bildiğim tüm duaları edip sevgili arkadaşımın sağlığına kavuşmasını, bu geceyi atlatmasını diledim Tanrıdan. Uyumanın olanağı yok, sürekli düşünüp dua ediyorum. Bu sabaha kadar devam etti. Fiziği güçlü olan arkadaşımın bunu atlatacağına inancımı yitirmedim hiç bir zaman.

Bu gün yaptığımız yol toplam 51 Kilometre civarı.

Aşağıda yaptığımız yolun haritası

Powered by Wikiloc

10. Gökova Bisiklet Turu 1. Gün

17 Mayıs 2016 Salı

Muğla – Akyaka – Marmaris

( Kör arkadaşlarım için betimleme yapılmıştır )

 

Hissen yok bu akşamda senin
sen öğleden beri
bu renk renk
bu çeşit çeşit söylenen şarkının
artık haricindesin.

Arif Damar

 

Öne çıkan görsel, zakkum ağacının dalları, pembe çiçekleri ardında Gökova körfezi.

Eski ama yeni bir tur başlangıcı, daha önce gittiğim bir tura ikinci kez katılacağım. Aslında niyetim yoktu ama özel davet gelince kırmamak olmaz deyip hadi gideyim dedim.  Zaten hep Muhlis Dilmaç’ın başının altından kalkıyor ama yok ne yapayım. Muğla Bisiklet Derneği başkanı Levent Sevil bu yıl özel konuklar listesine beni de eklemiş sağ olsun. Zaten o sıralarda yapacak başka işlerim yoktu. Tur hazırlıklarına başladım. Her zamanki aldığım eşyaların yanına bu kez kahve takımlarımı, kahve değirmenimi ve kavrulmuş çekirdek aldım bolca. Akşamları kahve yapacağım elimden geldiği kadar. Zaten beni kahve için davet ettiler. Eh bende de kahve yapma gayreti içinde olunca seve seve yaparım dedim. Hazırlıkları bitirip gündüz vakti Muhlis Dilmaç ile buluşup oto gara kadar pedalladık. Otobüse bisikletleri sorunsuzca bindirdik. Muhlis Dilmaç’ın bisikleti elektrikli, onu biraz zahmetli sokabildik bagaja. ama sığdırabildik. İkimiz yan yana yolculuğumuza keyifli başladık. Hoş sohbetler bitince önümüzdeki ekranlardan kulaklıkları takıp filimler izlemeye başladık.

Arka kapının önünde ki koltukta, sehpası olan yerde Muhlis Dilmaç ve ben kafa kafaya sehpanın önünde elçek yaptık. Yüzlerimizin yansıması sehpanın parlak yüzeyine vurmuş. Kulaklıklar kulağımızda, benim yeşil, Muhlis Dilmaç’ın siyah bufları kafamızda.

Akşam olmadan Muğla’ya vardık, otobüsten bisikletleri ve eşyaları indirip bagaja yükledikten sonra ilk önce sevgili arkadaşım ve bisiklet turlarını Türkiye de başlatan sevgili Öğretmenim Serkan Taşdelen’in dükkanına uğradık. Dükkanın ismi Pedalla Bisiklet. Serkan Taşdelen ile sohbet ederken çayları da içiyoruz bu arada. Dükkanı açmıştı daha yenilerde ama ilk defa geliyorum dükkana, o yüzden bisikletime bir tek vuruşlu zil aldım siftah olarak. Serkan’ın dükkanından çıkıp kamp yerine doğru gittik. Katılımcılar kalabalık, herkes çadırını kurup yerleşme telaşında. Beni görenler hoş geldin Urim Baba diye selam veriyor. Ben de karşılık veriyorum hepsine. Çadırı kurmadan Muhlis beni aldı götürdü çarşıda bir restorana. Burada Muğla bisiklet derneği başkanı Levent Sevil ve derneğin diğer üyeleri oturmuşlar demleniyorlardı. Biz de masaya oturup onlara eşlik ettik kadehlerle. Şarkılar, türküler, sohbetler gırla gidiyor. Yemeğin sonunda sıra geldi kahve yapmaya. Takımları çıkarıp kahve pişirdim masadaki herkese. En son kahveler içildikten sonra ilk fincanım kırıldı yıkanırken. Muhlis Dilmaç fincanı yıkarken elinden yere düşürüp kırıldı. Eksik kalan bir fincanı restorandan alıp takımın içine tamamladım. Olur böyle vakalar dedik kalbimiz kırılmasın yeter ki. Gece geç olunca otele gidip orada yattık, sabah erkenden kalkıp kahvaltıyı yapıp kamp yerine geldik. Burada eşyaları kamyona veriyorlardı bisikletçiler. Ben de sadece çadır, mat ve uyku tulumunun olduğu sosis çantayı verdim araca. Oradan Menteşe Belediyesinin Konakaltı kültür evine geldik. Eski bir konak olan bu yer restore edilip yenilenerek kültür binasına dönüştürmüş belediye.

Resimde Menteşe belediyesi Konakaltı İskender Alper kültür merkezi tabelası asılmış konağın giriş kapısındayız. Tabelanın altında da 17 – 21 Mayıs 10. Gökova Bisiklet Turu pankartı asılmış. Rengi de turkuaz mavi. Kapı girişinde kırmızı beyaz balonlar ile süslenmiş. Kasklı bisikletçiler de konağın önündeki sokakta toplaşmışlar.

Konağın içinde geniş bir avlu, avluya girip bisikletleri park ediyoruz bir yerlere. Avluda kahvaltıyı yapıyoruz. Kahvaltı bitimi Muhlis Dilmaç hadi kahve yap bakalım daha zamanımız var diyerek bir masa ve sandalye alıp avlunun tam ortasına tezgahı kurduk. Tabelamı da yerleştirdim masaya. Kahve kutumda da kahve az olduğu için kahve değirmenine kahve koyup çekmeye başladım. Tam o sırada ilgilerini çekmiş olmalı ki Muğla valisi, Büyükşehir belediye başkanı ve yanındakiler önüme geldiler. Merakla bana bakıyorlar ne yapıyorum diye. Muhlis Dilmaç ta beni tanıtıp ilk önce kahve değirmenini valiye veriyor. “Öyle seyretmekle olmaz değirmeni çekmek gerek. Bedava kahve yok” deyip valiye çektiriyor biraz. Sonra belediye başkanı çekiyor. Ardından yardımcıları da elden ele çekip durdular. Kahve çekildikten sonra 4 kişilik kahveyi cezveye koyup pişirmeye başladım protokol önünde. Masanın yanında oturan Muğla’nın eski hakimlerinden bisikletçilerin duayeni oturuyor. En yaşlı bisikletçi olarak aramızda. 83 yaşında maşallah diyoruz. Vali de onunla sohbet ediyor kahve pişesiye kadar. Kahve pişince ikram ediyorum vali, belediye başkanı ve yanındakilere. Onlar da afiyetle içiyorlar.

Muhlis Dilmaç ta bizlerin halini elçek ile çekiyor telefonunla. Kendi başı en önde kocaman arkasında ben, yanımda emekli hakim oturuyor masa kenarında. Vali yardımcıları, vali ve belediye başkanı masanın önünde.

Aramızda küçük katılımcı bir grup var. Gruptakilerin hepsi de çocuk, kafalarında kaskları takılı, mavi tişortlarını giymişler. Ellerinde üç tane mavi karton var. Kartonlarda Mavi Bulut 1A Pedallıyor yazıları yazılmış ayrı ayrı. İlkokul 1. sınıf öğrencileri çok şirinler. Mavi tişört giymiş erkekler, sadece bir kız çocuğu pembe tişört gitmiş. Tıpkı mavi şirinlere benziyorlar. Sadece kafalarında kukuleta yok kask var.

Protokol ve turu düzenleyen Levent Sevil açılış konuşmasını yaptıktan sonra Muğla büyükşehir belediye başkanının start vermesi ile tur resmen başladı. Kalabalık, 300 kişilik bisiklet ordusu Muğla caddelerinde adeta gövde gösterisi yaparak geçtikten sonra Muğla üniversitesinin kampüsleri olan yokuşu bir çırpıda çıkıp aşağıya son sürat indik. İlk mola yerimiz Ula, burada su ve çay ikramlarını alıp dinleniyoruz biraz.

Belediyeye ait park yerinde bisikletleri park edip ağaçların altındaki masalara oturduk.

Molanın ardı yine yol ve hareket başladı. Ula çukurda kalıyor, daha önce indik. Yine çıkış başladı Sakar geçidine doğru.

Bisikletler önümde yolun sağ şeridine taşmış olarak araç trafiği ile beraber sürüş yapıyoruz.

Henüz yokuşun başındayız, arkadan gelen bisikletçilerin resmini çekiyorum.

Şimdilik yola çıktığımız yerin rakım yüksekliğine göre fazla tırmanmasak da Sakar geçidine çıktık.

Tabelada Sakar Geçidi Rakım 670 yazıyor. Bisikletim KUZ ile turuncu renkli çantalarımla beraber resmini çekiyorum. Yoluna devam eden bir kaç bisikletçi de kareye giriyor.

Sakar geçidinin sağ tarafında yamaç paraşüt pisti var. Buradan paraşütçüler uçurumdan kendilerini Gökova körfezinin eşsiz güzelliklerine bırakıyorlar. Henüz o tarafa gitmedim ama bir gün girmek gerek. Çam ormanlarından geçmek gerekecek.

İnişe başlamadan önce bizi durduruyorlar. Parça parça gruplar halinde inişe izin veriyor görevliler. Trafik polisleri de trafiği kontrol ediyor bizlere yardımcı olmak için.

Ve 9.5 Kilometrelik iniş başlıyor. İniş Gökova körfez manzarası eşliğinde oluyor. Bu manzarayı çekebilmek için kontrollü olarak orta refüje geçtim. Bisikletçiler kendilerini bırakmış pedal çevirmeden iniyorlar.

İniş sert ve virajlı, fren yapmak gerekiyor bazen. Yoksa durmak zor bu yokuşta. İnerken dikkatli iniyorum ve güzellikleri kaçırmamak gerek diyerek durup sarı çiçek açmış ok yapraklı çalıların manzarasını çekiyorum.

İndikçe manzara değişiyor. Gökova körfezinin dibi düz bir kıyısı var. Küçük bir kumsal şeridinden sonra tarlalar başlıyor. Karşıda Datça yarımadası Ege ve Akdeniz’e doğru uzayıp gitmiş. Burun görünmüyor. Gökova körfezi Ege denizi, yarımadanın diğer tarafı da Akdeniz.

Zakkum çiçeklerinin pembe rengi yeşil bitki örtüsü ve denizin masmavi rengi ile uyum içinde bir fon oluşturmuş. Hava açık ve bu fonun açık tonlarını oluşturmuş. Resmi çektiğim yer daha alçak bir yer. Bu resmi öne çıkan görsel olarak seçiyorum.

Sonunda Gökova körfezinin sahilinde kumsaldayım. Deniz dalgalı, beyaz köpükler saçarak kıyıya vuruyor belli aralıklarla.

Öğle yemeğini Akyaka da yiyoruz. Fazla zaman geçirmeden yola çıktık. Grup kalabalık olunca erken gelen yemeğini yiyip Marmaris’e doğru yola çıkmışlar. Sonradan gelenler yemek kuyruğunda bekleyip alasıya ve yiyesiye kadar zaman geçiyor. O yüzden bisikletçi grubun ucu bucağı belli değil. Ben kendi halimde etrafı seyrederek ve resimler çekerek yola çıktım. Belki de Dünyanın en kısa nehri olan Azmak çayı beni her zaman cezbetmiştir. Pırıl pırıl akan berrak sodalı suyu, içindeki rengarenk su yosunlarının akıntıya kendini bırakmış halini izlemek doyumsuz. Kıyılarda sazlıklar ve durgun akan su yüzeyinde yansımaları göze çarpıyor.

Gözlüksüz su içindeki yosunları ve taşları çok net görüyorum.

Kavak ve söğüt ağaçları arasından akan çay su içindeki yosunlarla beraber akıyor.

Azmak nehrinin çıktığı yer deniz kıyısından yaklaşık 2 Kilometre civarı olmasına rağmen denize ulaşasıya kadar nehir boyutunda bir debiye ulaşıyor. Suyun çıktığı yerde akış az miktarda akıyor. Kıyılarda ağaçlar tek tük çınar ve çam ağaçları.

Azmaktan akan su temiz ama sodalı olunca içme suyunu kümbet sarnıçlarda biriken yağmur sularından karşılanıyor. Önümde kubbeli bir sarnıç görünüyor. Taş ile örülerek yapılmış hem kubbesi hem de yan duvarları.

Kayalara oyulmuş kral mezarlarını görünce durup resimlerini çekiyorum. Mezar kısmı kapısı küçük bir dikdörtgen, kıyılarda iki sütun oyulmuş. Mezarın içi tamamen kaya içine oyulmuş durumda. O zamanlarda böyle bir mezara sahip olmak için ya kral olacaksın, ya ünlü bir komutan ya da çok zengin olacaksın. Bu kadar kaya kütlesini oymak için çok işçilik gerektirir.

Akyaka, doğal güzellikleri kadar yüzlerce yıllık tarihi kalıntılarıyla da öne çıkar. Yaklaşık 2500 yıllık geçmişi olan Antik Idyma kentine ev sahipliği yapan Akyaka’daki tarihi eserler arasında kaya mezarları ve bir oda mezarı bulunur.

Kaya Mezarları

Likya bölgesinin başta gelen mezar tiplerinden biri olan tapınak görünüşlü kaya mezarlarının benzerleri, Karya bölgesinin güney kesimlerinde de görülür. Akyaka ile Gökova arasında kalan Kaya Mezarları bunlara bir örnektir. Tapınak görünüşlü mezarlar İon düzeninde ve templum in antis planında yapılmıştır.

Mezarlardan biri bitirilememiştir. Küçük olduğu için iki değil de tek sütuna sahiptir. Bu sütun korunmamıştır.

Kaya mezarlarının kapısı özel olarak biçimlendirilmiş taş kapılarla kolaylıkla açılamayacak şekilde kapatılırdı. Bu tip mezarlar çoğu zaman sıvanır ve boyanırdı. Akyaka’daki mezarlarda hala sıva ve kırmızı boya izleri seçilebilmektedir. Kaya mezarları varlıklı kişilerce bir prestij sembolü olarak inşa edilirdi.

Oda Mezarı

2001 yılında Akyaka’da gerçekleştirilen altyapı çalışmaları sırasında bir oda mezarı keşfedildi. Roma Devri’ne ait olan mezar, Idyma kentinde şu ana kadar hiç soyulmadan bulunan ilk ve tek oda mezarıdır. Üç metreye iki metre boyutlarındaki mezarın üç tarafında ölülerin ve sunuların konulduğu klineler yer almaktadır. Mezar girişinin sağ yanındaki blok taş üzerinde M.Ö. 2. yüzyıla ait bir yazıt bulunmaktadır. Yazıtta şöyle yazmaktadır: “Eudoros’un kızı Symbra’lı(Symbris’li) sevgili Menias, elveda.”

Mezardan yedi farklı insanın iskeletinin yanında kandiller, kaseler, testiler, bronz sikkeler, bronz kilit, strigilisler, bronz takılar, cam kaplar ve altın küpe çıkarılmıştır. Mezardan ele geçen en erken eser M.Ö. 3. yüzyıla, en geç eser ise M.S. 3. yüzyıla tarihlidir. Yani bu Oda Mezarı yaklaşık 600 yıllık dönem içerisinde farklı zamanlarda kullanılmıştır.

Gökova köyünden geçip kavşağa geliyorum. Fethiye – Marmaris yol kavşağı. Biz Marmaris’e doğru gideceğiz ama yeni yoldan değil. Kısa bir süreliğine eşsiz yollardan birinde okaliptüs ağaçlarının arasından gideceğiz. Eski Marmaris yolunun iki kıyısında sıralı okaliptüs ağaçları dikilmiş. Ağaçlar zamanla büyüyüp kalın gövdeli kocaman olunca yol tamamen gölgede kalıyor. Bu yol şimdi araç trafiğine kapalı, sadece yayalar ve biz bisikletçiler girebiliyoruz. Ağaçların gövde kalınlığına bakarsak 200 – 300 yıllık olması olası. Zemin kilitli beton parke taşı döşemiş belediye. Bu yol 3000 metre civarında.

Bisikletim KUZ sehpasında park edilmiş yol kıyısında ağaçlı yolun resmini çekiyorum.

Belli bir yere kadar, Fethiye – Marmaris yol kavşağına kadar parke taş döşeli. Kavşaktan sonra eski asfalt yol, kimi yer dağılmış durumda. Ağaçların boyu neredeyse 20 metreye ulaşarak gökyüzünü kapatmış durumda. Üst dallar birbirine girmiş göğü görmek imkansız hale getirmiş. Benim gibi bu yolda bisiklet sürmek isteyenler de var. Aracın olmadığı yerde üstelik tamamen gölgelik yolda bisiklet sürmenin keyfini yaşıyoruz.

Muhlis Dilmaç ta bunlardan birisi. Elektrikli bisikleti ile bana poz veriyor. Kafasına da iki tane tüy takmış.

Okaliptüs ağaçlı yol bitince mecburen ana yola çıkmak zorunda kaldık. Sağ tarafta ağaçlı yol, önümde geliş yeni asfalt yol ve tam karşıda Sakar yokuşu ve dönemeçli yolu.

Gökova ovası düzlüğü bitti, yavaş yavaş yükseliyoruz.

Akyaka dan bizimle beraber gelen bu siyah köpek o kadar kovalamamıza rağmen bizi takip etmeye devam ediyor. Dili bir karış dışarıda, bu sıcak havada üstelik siyah tüyleri var, susuzluktan geberecek haberi yok. Ne yaptıksa ikna edemedik. Kimisi su verdi matarası ile. Üstelik yoruldu da ama geri dönmeye niyeti yok.

Yokuşta yorulan bisikletçi bisikletinden inmiş yürüyerek yokuşu çıkıyor. Bisikleti katlanır olduğu için zorlanıyor. Siyah köpek onun yanında gidiyor. Yürüme hızında birini bulunca koşturmaya gerek görmüyor anlaşılan.

Yükseldikçe Gökova körfezi ve ovası daha güzel görünmeye başladı. Sakar yokuşu ve dağ muazzam görünüyor.

Tam bir yıl önce (24 Mayıs 2015) burada Marmaris’e giden 59 yaşındaki Fransız bisikletçi  Christian Jean Auguste Niaffe emniyet şeridinde !!! giderken 48 SK 338 plakalı arabayı kullanan dangalak bir sürücünün arkadan çarpması sonucu yaşamını yitirmişti. Tam da kazanın olduğu yere bisikletçi arkadaşlar anısına çam ağacının gövdesine BİSİKLETÇİ ÖLÜMLERİ DURSUN yazısını asmışlar. Burada durup talihsiz bisikletçiyi anıp dua okudum ruhuna. Dangalak sürücülere eğitim versen de fark etmez yine dangalak olmaya devam edecektir. Ülkemizde adam öldürmek kolay ve öldüren de tutuksuz yargılandı. Adalet olmayan bir yerde mahkemenin verdiği karar ise şöyle ;

“Yaşanan olayın ardından Marmaris 4. Asliye Ceza Mahkemesi’nde açılan davanın karar duruşması geçtiğimiz günlerde yapıldı. Mahkeme sanık sürücüye önce, “taksirle adam öldürme” suçundan 5 yıl hapis cezası verdi. Ancak cezada indirime giden mahkeme, “Sanığın sosyal ilişkileriyle cezanın sanığın geleceği üzerindeki etkileri lehine” gerekçesiyle cezayı 4 yıl 2 aya indirdi.

Verdiği bu cezayı da para cezasına çeviren mahkeme, sanığa günlüğü 25 TL’den 38 bin TL para cezası verdi. Cezanın 24 eşit taksitle ödenmesine karar veren mahkeme, sanığın parayı ödememesi halinde cezasın, hapse dönüştürüleceğini kararında belirtti. Ayrıca sanığın ehliyetine de 1 yıl süre ile el koyuldu. Dava kapsamında mahkemeye ulaşan iki bilirkişi raporunda da sanık tam ve asli kusurlu bulunurken, Niaffe ise kusursuz bulunmuştu.”

Ülkemizdeki insanlara verilen bu değere yazıklar olsun, adalete de……

Kazanın olduğu yer, belki de ben de olabilirdim Fransız bisikletçinin yerinde. Bu olaya sebebiyet veren sürücü ne hapis yattı ne de cezasını çekti. Para ise komik, acaba vicdanı rahat bırakacak mı?, yoksa hiç vicdanı yok mu? Peki mahkemenin vicdanı??? kararı veren hakimin vicdanı?

Neyse yola devam ediyorum. Sağ tarafımda küçük bir çay akmakta, çınar ağaçları çayın etrafını kaplamış durumda.

Demin akarken gördüğüm çayın adı Gelibolu çayı imiş. Çanakkale deki Gelibolu’yu biliyordum sadece. Burada çaya aynı ismi vermeleri bir garip. Çayın üzerindeki köprüde Gelibolu tabelası konulmuş. Bu köprüde emniyet şeridi yok. Köprünün korkuluk demirleri ve siyah beyaz fosforlu dik bir tabela konulmuş. Fransız bisikletçiye emniyet şeridinde çarpan dangalak sürücü bu köprüde emniyet şeridinde gitseydi de köprüden aşağı uçup geberseydi daha iyi olurdu. Hiç olmazsa başkalarına zarar vermez, mahkemeler de adaletsiz karar vermek zorunda kalmazdı !!!

Dağın yalçın kayalarının yamacından gidiyoruz.

Kimi bisikletçi yorulmuş, beton duvara nalları dikip pistonları soğutmaya çalışıyor. Ben de bu pozu kaçırmıyorum.

Son yokuşu çıktım, zirveden Marmaris’i ve denizin küçük bir parçasını görüyorum. Artık inişe geçebilirim.

Tam inişe geçeceğim sırada arka lastik inmiş, bisiklet sağa sola yalpalamaya başlayınca bir de baktım ki arka lastik asfalta yapışmış. Hal böyle olunca durup bagaj çantalarımı çıkarıp tekerleği söktüm. Dış lastiği kontrol edip batan pıtrak dikenini çıkarıyorum ilk önce.

Yolun kıyısında sehpasının üzerinde KUZ öylece sakin olarak duruyor. İki turuncu renkte bagaj çantam yerde. İnişe geçtiğim için rüzgarlığımı giymiştim terli olduğum için. Mavi rüzgarlık ta çantanın üzerinde. Arka tekerleğim yerde, iç lastik sökülü altta. Yedek lastik de henüz açılmamış.

Lastiğimi takıp işi bitirdikten sonra inişe kaldığım yerden devam ederek Marmaris’e giriyorum. Bundan sonra hiç resim çekmemişim. Lastiğimin patlaması sonucu epey geride olduğumdan kalacağımız yeri bilmediğimden Muhlis Dilmaç’a konum atmasını söylüyorum. Atığı konuma göre haritadan takip ederek otele vardım. Otelin havuzu vardı ama su donum kamyona verdiğim çantada olduğundan havuzu sadece seyrettim içim giderek. Çünkü kamyon nedense çok geç geldi. Sosisi kamyona verdiğime pişman oldum ama yok ne yapayım. Yarın onu da bagajımda taşırım artık. Bu akşam otelde odalarda kalacağımızdan çadır kurmaya gerek yok. Yemeği yiyip kahvemi de içtikten sonra fazla geç olmadan odama çekilip erkenden yattım.

Bu gün yaptığımız yol yaklaşık olarak 70 Kilometre civarı.

Aşağıda yaptığımız yolun haritası

Powered by Wikiloc

Bisikletin Öyküsü

15 Ocak 2018 Pazartesi

(Kör arkadaşlar için betimleme yapılmıştır)

 

Evvel zaman içinde

Kalbur saman içinde

200 Yılıldır icat edildikten beri

Pedal çevirip

Tekerini döndürürken

Horozlar

Henüz yatmadan

Sevgili Muhlis Dilmaç ile

Çene çalar iken

Bisikletten in de gel

Bizim fabrikayı gez dolaş bi

Bak bakalım nasıl üretiliyor

Bi gör, gör bi,

Gör

 

Öne çıkan görsel, Accel fabrikasının ana binası. Öndeki yuvarlak meydanda altı kişilik tandem bisiklet duruyor. Meydan yeşil çimenlerle kaplı.

Dedikten sonra henüz soğumamış kış günlerinin Ocak ayının bir Pazartesi sabahın körü olmayan bir saatte, 8 civarı. Ortalık karanlık ama inler ve cinler top oynamayı bırakmış herkes Pazartesi sendromunu yaşamaya başlamış bile çoktan. Öğrenciler okula, işçiler işine, memurlar bürolara akın akın, otobüs, metro yada kendi arabası ile çoktan yollarda. Ben de yılların emektarı ECE adlı bisikletime atladım.

ECE’yi yeni boyatıp toplamıştım, o yüzden henüz ışıkları yok. Sokak lambalarının ışıkları yetiyor, hem kıyıdan, kaldırımlardan geldim Muhlis Dilmaç’ın evinin olduğu yere. ECE yeni boyandı dedim ya bu gün gideceğim Accel bisiklet fabrikasında yeniden boyandı ECE. Yani aynı fabrikada 2. kez boyanan ilk bisiklet olarak tarihe yazıldı. Kadro demirine de oğlumun ismi yazıldı BARIŞ BABACAN diye. 1995 Yılında oğlum için aldığım bu bisikletin markası Bianchi. Manisa da üretilmiş ve biz almıştık. Yıllar geçti emekli olduktan sonra bisiklet dünyasına girince ilk yıllarımda günlük turları ECE ile yapıyordum. Sonrasında tur için KUZ’u alınca ECE ev işlerinde, çarşı alış verişlerinde kullanmaya başlamıştım. ECE demirden yapılmış sağlam bir bisiklet, 26 inç tekerleklere sahip. Fabrikada boyandıktan sonra komponetleri ve jantları yenileyip daha aktif kullanmaya hazırladım.

Apartmanların arasında sadece yayaların geçtiği dar bir sokakta evlerin bahçelerinde yetişen sarmaşıklar yeşil ve doğal bir duvar şeklini almış. Sokak lambasının aydınlığında bisikletim ECE tek ayağına dayalı durumda. Muhlis Dilmaç’ın horozu henüz uyanmadığı için ötmeye başlamamış.

Bisikleti bahçeye bırakıp araba ile İzmir’in korkunç olmaya başlayan sabah trafiğinde boğuşarak uzun bir zaman sonra fabrikaya gelebildik. Pazartesi, sendromu yaşamadık ama araçların gürültüsü, yoğun trafik yetmişti. Şehirden çıkınca rahatlamış olarak yol alıp güzel bir pazartesi sabahında arabadan inerek fabrikanın girişinde resmimi Muhlis usta çekiyor.

Fabrikaya ait aracın yanında duruyorum. Aracın yan tarafında çizgi olarak bisiklete binen bir yarışçı ve ardında Carraro yazısı. Arkamda fabrikanın idari binası. Bina 2 katlı, ön cephesi kare biçiminde, yanlarda V biçiminde iki bina birleştirilmiş. Önde firmanın ismi Accel mavi renkli, soldaki binanın duvarında Carraro kırmızı, altında Bianchi yeşil. Soldaki binada ise Ghost kırmızı, altında Lapierre, onun altında da XLC  siyah renkte markaları yazılmış. binanın yanında ve önündeki meydanda yeşil çimen ve çit çalılarından ekilmiş.

Türkiye’nin en modern ve entegre bisiklet üretim tesislerinden birine sahip olan Accell Bisiklet, 18.743 metrekaresi kapalı alan olmak üzere, toplam 37.196 metrekare alan üzerindeki tesislerde, farklı kullanımlar için nitelikli bisikletler üretmeye devam eder. Yönetim birimi, montaj/boya ve kadro/maşa üretim işletmeleriyle merkezi Manisa’da bulunan Accell Bisiklet’in, İzmir, İstanbul ve Ankara’da da satış bölge müdürlükleri vardır. Türkiye  genelinde, yaklaşık 750 yetkili bayisi ve 450’yi geçen yetkili servisleriyle hizmetlerine devam eder. Sadece ürettiği bisikletlerin nihai tüketiciye ulaşmasını temin etmekle kalmayıp, satış sonrası hizmet organizasyonuyla da son kullanıcıların bisiklete binmelerinden keyif almalarını sağlar. Yaygın servis ağı ve rutin servis hizmetleri dışında, Accell bisiklet kullanıcılarına ücretsiz ilk bakım/ayar hizmeti de verir. Accell Bisiklet, “Kalite Yönetimi’nin insana saygıyla, çalışanların yaratıcı potansiyelinin harekete geçirilmesi için gerekli motivasyonla gerçekleşeceğine inanır. Çalışanların, hem yöneticilerle hem de kendi aralarında sağlıklı iletişim kurabilmeleri ve kollektif düşüncenin sinerjisinden yararlanabilmeyi teşvik eder. Bugün, 27 saniyede 1 dağ bisikleti üretilirken, 45 saniyede 1 şehir bisikleti yapılabilir durumdadır. Üretilen tüm bisikletler, profesyonel veya amatör kullanıcılardan gelen veriler ile tekrar değerlendirilir. Hız, güç, emniyet, ağırlık, kullanım şartları ve diğer tüm kriterleri kapsayan çalışmalarla bisiklet tasarımları yeniden şekillendirilir. Tesislerde üretilen tüm bisiklet modelleri, değişik çap, şekil ve formlardaki özel metal borulardan ve kalitesi onaylanmış tedarikçilerden temin edilen parçalardan yaratılır. Bisikletlerimizin tasarım ve görünümleri, Accell bisikletin kişiliğini yansıtır. Kullanılan renk yelpazesi, global trendler takip edilerek ünlü boya fabrikalarından seçilir. Otomotiv sektöründe de kullanıldığı gibi, çağdaş teknolojide kullanılan iyonize boya tercih edilir. Çevre ve insan sağlığı hep ön planda tutulduğundan, su bazlı boya kullanılır ve bisiklet üzerindeki tüm etiketler, su bazlı boyalarla üretilir. Ayrıca tüm bisikletlerimizde ünlü otomobil markalarının kullandığı toz vernik uygulaması vardır. Accell Bisiklet, bisiklete binmenin alışkanlık haline getirilecek kadar hayati bir öneme sahip olduğuna inanır; bu nedenle de “kaliteli üretim” prensibini benimser. Uygulanacak her yeni fikrin üretim sürecinde, her kademeden personel, ürün kalitesini istenilen seviyede tutma ve geliştirme konusunda doğrudan görev alır. Başlangıç seviyesinden, profesyonel bisikletlere kadar üretilen her tür bisiklet, belirlenmiş gereksinimleri karşılamak ve maksimum performansı sağlamak zorunluluğu taşır. Tüm test ve muayeneler, uluslararası standartlar doğrultusunda gerçekleştirilir. Bisikletlerin dayanma güçleri özel test cihazlarında sürüş şartları simüle edilerek denenir. Üretilen bütün bisikletler, hassas ayarları yapıldıktan, kaynak düzgünlüğü, boya yüzey pürüzsüzlüğü ve tüm fonksiyonların doğru çalışması incelenip onaylandıktan sonra satışa sunulur. Barkod tabanlı izlenebilirlik sistemi, üretimin başlangıç aşamasından itibaren, tek tek her bisikletin tanımlanmasını ve istenilen her türlü bilgiye, her şekilde ulaşılmasını sağlar. Bianchi, Carraro, Ghost, Lapierre ve Whistle Accell Sanayi ve Ticaret Anonim Şirketinin tescilli ticari markasıdır. Accell Bisiklet San ve Tic. A.Ş.

Accel bisiklet fabrıkasının idari binasının önü ve meydanı. Meydan yuvarlak bir alan, çim ekili. Çimlerin üstünde de 6 kişilik bir tandem bisiklet.  Her kişi tarafı değişik renkte boyanmış. Solda sürücü beyaza, sonrası kırmızı, yeşil, siyah, sarı, turuncu renkte. Bu resmi öne çıkan görsel olarak seçiyorum.

İdari binanın içine girerek Muhlıs Dilmaç’ın odasındayım. Kahve takımlarımı çıkarıp masanın bir köşesine tezgahı kuruyorum. Kahve kutusu boş o yüzden kahve değirmenini doldurup öğütmeye başladım.

Masanın üzerinde kahve takımlarım, sandalyede oturmuş değirmende kahve öğütüyorum.

Ben kahve öğütürken Muhlis Dilmaç cep telefonuyla elçek resmimizi çekiyor.

Kahve öğütüldükten sonra cezvede kahve pişti, fincanlara boşaltıldı bol köpüklü olarak. İçilmeye hazır, şanslı olan üç kişiyi bekliyor. Üç fincan yan odada fabrikanın genel müdürü Anıl Şakrak ve misafirine gitti, biri zaten benim.

Masanın üzerinde 4 fincan kahve dolu, cezve, kahve değirmeni, ocağım, şeker, kavanozda kahve çekirdekleri, metal kahve kutum, su dolu sürahi ve yarım dolu bir bardak. Masa takvimi üzerinde notlar tutturulmuş. Bir de masa telefonu.

İkinci parti kahve pişirmeye başladım, kahve pişince daha önceden tanıdığım isimler geliyor. Abidin Bali Uysallı ve Nazlı Ezgi Özkan. Nazlı ara sıra kahvemi içmeye gelmişti İnciraltı kent ormanına. Fabrikaya geldiğimi öğrenince koşarak geldiler. Elbette kahvenin de olacağını. Kahveleri sohbet ederek içiyoruz afiyetle. Nazlı elçek resmimizi çekiyor.

Urim Baba’nın kahvesini her yerde içebilirsiniz. Nerede olursanız olun, eğer şanslıysanız kahvenizi afiyetle içebilirsiniz. Bunun için para ödemenize gerek yoktur, sadece sohbet yeterli kahve içebilmek için. Bir tek fal bakılmaz çünkü fincanın tabağı yok. Sonra fincan içilince telvesi iz yapmaz.

Kahvesi içilmiş boş bir fincan parmakların ucunda. Yeni yaptırdığım Urim Baba’nın kahvesi logolu fincan. Logoda Bir bisiklet tekerleği, tekerleğin göbeğinde kuş tüyünün ucu, tüy dik olarak duruyor. Yanda kahve cezvesi, cezvenin sapı tekerleğin tam üstüne doğru duruyor. Cezve sapının başladığı yerde marka olan Urim Baba’nın markasını belirten yuvarlak daire içinde büyük R harfi. Altında da Urim Baba’nın Kahvesi yazısı.

Fabrikanın genel müdürü Anıl Şakrak’ın odasına giderek Urim Baba’nın Kahvesi işlemeli havlumdan bir tane hediye veriyorum. Havluyu verirken beraber poz veriyoruz kameraya.

Muhlis Dilmaç ile kahve içerken muhabbet sırasında bisiklet ile hikayeni anlatır mısın? diye sordum. O da kısaca bisikletle olan hikayesini anlatmaya başladı;

“Çocukluğumda bir çok bisikletim vardı, her gün onları silip pırıl pırıl yapıyordum. Ama hiç biri benim değildi bu bisikletlerin. Çünkü babamın bisiklet dükkanında babama boş günlerimde, yaz tatillerinde yardım ederek bisikletlerin temizliğini ve bakımını yaparak müşterilerin beğenmesine katkıda bulunuyordum. Hayalimdeki bisiklet kırmızı renkte olan bisikleti ayrı bir özenle saatlerce her tarafını en ince ayrıntısına kadar usulca silmekle geçiyordu zamanım.

Günlerden bir gün babam bana “Seç bir bisiklet bakalım” deyince havalara uçuverdim birden bire. Hayalimdeki bisiklete sonunda kavuşmuştum ve ilk sahip olduğum bisiklet kırmızı bisikletti. Özenle, her gün bakımını yapıp temizleyerek uzun yıllar kullandım kırmızı bisikletimi. Yıllar sonra kendi dükkanımı açıp bisiklet satmaya başladım.

O yıllarda bisiklet sadece bir karne hediyesi olarak görüldüğünden pek kazanç sağlamadığı için bisiklet fabrikasına girip çalışmaya başladım. Uzun yıllar yönetici olarak çalıştım ve işimi severek yaptım bıkmadan usanmadan.

Sadece bisiklet fabrikasında çalışmakla geçmedi yaşamım. Bisiklete binerek ve insanları bisiklete binmeye özendirerek bu günlere geldim. Bisiklete sadece gündüzleri değil gecenin serinliğinde binmek gerek diyerek gece turlarına başladım tek başıma. Sonra beni gören arkadaşlarımın katılımıyla çoğalmaya başlayınca “Perşembe Akşamı Bisikletçileri” grubunu kurdum. Amacım herkesin güvenle, keyif alacağı akşam turlarının yapılacağıydı. Akşam turlarında yediğimiz dondurmanın tadı bir başkaydı. Gel zaman git zaman o kadar çoğaldık ki Türkiye’nin bir çok yerinde, 40 tan fazla hatta Kosova’nın Prizren şehrinde bile her Perşembe aynı saatte bisiklete binilmeye başladı. Bu kadar çok bisikletçinin bir çok yerde bisiklete binmesi bana mutluluk veriyor.

Hala insanların bisiklete binmesine yardımcı oluyor, her türlü desteği vermeye çalışıyorum. Teknik konularda olsun, sürüş konusunda olsun hep desteğim sürece bundan sonra da. Artık aşırı yoğunlaşan trafik keşmekeşliğinden insanların kurtulması gerek. Çocuklarımıza iyi bir gelecek bırakacaksak bu bisiklet sayesinde olacak. Bisikleti hayatımızda çok önemli bir araç olarak görüyorum.  Bisiklet kullanıldığında; ekonomiye katkısı olan, sağlık kazandıran, stressiz çok kolay ulaşımı sağlayan ve oldukça keyifli bir araçtır.   Bisiklet bir oyundur, kültürdür, çok iyi kullanılmalıdır diye düşünüyor ve bu yolda çalışmalar yapıyorum.”

Muhlis Dilmaç’ı daha ilk bisiklete binmeye başladığımdan beri tanırım. Ve onun sayesinde bisikletin ne olduğunu, nasıl bir araç olduğunu kısa sürede öğrendim. Bir çok arkadaşım, dostum bisiklet sayesinde oldu. Beni de tanıyan çok oldu. Onun açtığı yolda birlikte bir çok proje gerçekleştirdik ve bu yolda devam edeceğiz. Tabi seven de var sevmeyen de. Ama Muhlis Dilmaç’ın yaptığı o kadar çok şey var bisiklet dünyasında onu takdir ile karşılıyorum her zaman.

İyi ki seni tanımışım.

Çalıma masasında Muhlis Dilmaç sandalyesine oturmuş. Kollarını göğsünde kavuşturmuş durumda. Gözünde güneş gözlüğü. Saçları sıfır numara traşlı, sakalları uzamış. Siyah bir kazak var üzerinde. Masanın üstünde lap top bilgisayarı açık, önünde kocaman neskafe bardağı, kalemlik, renkli kalemler, not kağıtları

Fabrikayı gezmeye başlamadan önce Bisikletçi arkadaşımız müzisyen Murat Gülersoy dan “İşte Bisiklet” şarkısı sizlere gelsin. Yazıyı sıkılmadan okumanız için.

Kahve faslı bitiyor, fabrikanın idari bölümü günlük toplantısını yaptıktan sonra Muhlis Dilmaç beni alıyor fabrikanın içinde üretim aşamalarını gezdirmeye başlıyor. Bundan sonra bir bisiklet nasıl yapılır bunları göreceğiz aşama aşama, bölüm bölüm anlatacağım. İdari binadan fabrikanın bölümlerine geçiyoruz labirent gibi yerlerden. Bisiklet üretimin başladığı yerden ham maddelerin olduğu depodayız. Bisikletin ana parçası olan borular paket halinde. Borular bir arada paket olunca altıgen görünümünde altı köşeli ve yüzeyli. Boru paketleri raflarda çaplarına göre istiflenmiş. Bu borular kalınları kadro için, inceleri maşaları oluşturacak.

Boru deposu, borular raflarda istiflenmiş.

Depodan alınan borular kesilmeye başlıyor kadro boyuna göre. Uçları da kaynak yapılacak şekilde makinada ağızlı biçimde kesilmiş. Kesilen borular tekerlekli kasalara konularak istenilen yere kolayca götürülüyorlar.

Fabrikadaki üretim bazı yerlerde robotlar devreye girmiş. Bunlardan biriside kaynak robotu. Tamamen kapalı alanda kalıba yerleştirilen maşa ve kadro boruları iç kısımda robot kollar kaynak yapıyor. Kaynak gazları ve kuvvetli ışıkları dışarıya sızmadığı için zararları pek olmuyor. Çevre ve insanlara yararlı bir aygıt. Normalde kaynak yapan işçiler zehirli kaynak dumanları soluması kaçınılmaz olarak zamanla akciğer kanserini tetiklemesi olası. Aynı zamanda kaynak sırasında kuvvetli ışıklar da deride yanıklar ve cilt kanserine davetiye çıkarıyor. Çağımızın hastalığı olan kanser insanlığın sanayi endüstrisi gereği evrimleşmesini sonucu oluşmakta. Bu kaynak robotu biraz da olsa bunun önüne geçmekte. Kanser için harcanan paraları bir düşünün. Buna harcanacağına insanlara faydalı robotlar üretimine harcansa daha az maliyeti olur kanımca.

Robotlar olunca  insanların da işsiz kalmasına neden oluyor. Düşünün tüm işleri makinaların yaptığını. Sonuç insanların ne olacağı belli değil. Doktorlar, hemşireler mükemmel robotlar olmuş hastalık teşhisinde anında yaptıkları analizlerde tedavi yöntemlerini anında yapıyor. Öğretmenler robot, bilgi bankası tüm bilgileri hafızasında. Her şeyi görsel olarak anlatıyor sabırla. Mühendisler robot, işlerini kusursuz hesaplayıp yapıyor. Bankalar şimdiden otomatik bankamatiklerden para işlerini hallediyorlar. İş makinaları robot, operatöre, kullanıcıya gerek yok. Yolları köprüleri yapıyorlar. Fabrikalar üretim yapıyor robot işçilerle. İnsanlar işsiz, para kazanamıyor ve alım gücü yok. Patronlar ürettikleri ürünleri kime satacak? Robotlara, yada makinalara mı? Zannetmem, robotlar yemez, içmez, yorulmaz, uyumaz, hastalanmaz. Arızalanınca yenisini yaparlar. Senelik izinleri olmaz. Sigara, çay içerek kaytarmazlar. Sizin anlayacağınız paraya pula ihtiyaçları olmaz. Ücretsiz çalışırlar. İşe gidip gelirken bisiklete yada arabaya ihtiyaçları olmaz. Zaten evleri de olmaz robotların. Fabrikada çalıştığı yerde devamlı üretim yaparlar. Üretilen bisikletleri kim alacak, işsiz parasız insanlar mı? Ürettiği ürünleri satamayan patron gün gelecek fabrikasını kapatacak. Kendi de işsizler kervanına katılacak.

İşte kapitalizmin sonu böyle olacak. Ama benim aklıma bir düşünce geliyor. Şimdiden yapay zeka üzerinde epey yol kat edilmiş durumda. Yapay zekalı robotlar kendisi düşünüp fikirler üretecek ona göre işleri yapacak. Öyle Amerikan filmlerindeki  gibi korkunç makinelerin dünyayı ele geçirme olayı olmayacak. Bence akıllı yapay zekalı robotlar yaşamı, doğayı, insanları ve hayvanların yaşamlarını devam ettirmeleri için işleri yoluna koyacak. Yapay zeka mantıklı düşünecek. Cennet belki olmayacak ama ona yakın olacak. İnsanlar ve doğa hiç bir zaman zararlı olaylara karşı karşıya kalmayacak. Yapay zeka ilk başta kapitali yani parayı kaldıracak, patronlar olmayacak. Gerektiği kadar üretim yapılıp ona göre tüketim olacak. İnsanlar sağlıklı biçimde spor yaparak, kültür ve sanat işlerinle zaman geçirecekler. Kısacası kapitalizmin korkunç para kazanma hırsı olmadan yaşanılabilir bir dünya savaşsız sömürüsüz olacak.

Kapalı makinanın gözetleme penceresinden robot kolu kaynak yaparken. Kıvılcımlar ve gazların dumanı görünüyor. Gözetleme camının rengi şeffaf kırmızı renkte. Gözetleyen için kaynak ışığından zarar görmesin diye konulmuş.

Makinadan çıkan kaynaklı parçalar sıralı olarak tekerlekli aracın askı demirlerine diziliyorlar. Bu parçalar arka tekerleğin olduğu maşa kısmı.

İşçilerin kaynak yapması için kadro demirleri birbirine punta kaynağı ile tutturuluyor. Punta makinasında çalışan bir işçi parçaları düzgünce yerleştirmeye çalışırken.

Bir işçinin kaynak tezgahı, tezgahta demir kalıplar. Kalıplara kadro parçaları yerleştirilip kaynak yapılacak. Tezgahın üst kısımda kadro boruları rafta istiflenmiş. İçi boş yarım bir varili buraya da diğer kaynayacak parçalar konuluyor. Kaynak pensesi yerine asılmış. Solda kaynak makinası. Kaynak yaparken gazları çeken aspiratör boruları.

Kaynak yapılmış kadrolar askıda dizelenmiş.

Kadro borularını birbirine kaynatan işçi. Elde yapılan kaynak kuvvetli ışınları etrafa direk dağılıyor. Çıkan ışığa direk bakamıyorsun, gözlere zarar veriyor. Sürekli bakarsan kör edebilir insanı. Aynı zamanda kaynak yaparken gerekli olan duman da etrafa yayılıyor. Gerçi üstte aspiratör borusu gazları çekiyor ama ne kadarını belli değil. Kaynak yapan işçinin koruyucu olarak kaynak maskesi var. Maske hem ışınlardan hem de zararlı gazlardan bir miktar koruyor. Elinde deri eldivenler de derisini kaynak ışınlarından ve sıçrayan kıvılcımlardan koruyor.

Tezgahta oturarak kaynak yapan bir işçi, iş elbisesi ve koruyucu kaynak maskesi. Deri işçi eldiveni elinde. Kadroyu kaynak yapıyor. Kaynak sırasında kuvvetli ışıklar etrafa yayılıyor. Tezgahın önünde kaynak sarı tel demeti. Aspiratör borusu üstte. Sağda kaynak yapılan kadrolar üst üste istiflenmiş.

Kaynak yapılmış onlarca kadro tekerlekli sehpalarda diğer işlemlerin yapılması için beklemede.

Kadro gövdesine arka kısmı kaynatan işçi tezgahta kaynak yaparken. İşçinin koruyucu malzemeleri ve önünde aspiratör borusu.

Kadronun alt kısmında bulunan pedal göbek borusunu kaynatan başka bir işçi. Her tezgahta değişik parçalar kaynak yapılıyor. Her işçi tek bir parça kaynak yapıyor tezgahında.

Kaynak yapılmış ön tekerleğin maşaları askılara dizen bir işçi.

Kaynak yapılan kadrolar haliyle kaynak sırasında oluşan ısı ile gönyesinden kaçıyor. Son olarak ölçülü kalıba göre kadro kaçışlarını düzelten iki işçi tezgahta kaçıkları insan gücü ile düzeltiyor.

Kadro ayarları düzeltildikten sonra boyahaneye girmeden kaynak çapaklarını bir güzel temizleniyor. Kadro pürüzsüz bir hale geliyor.

Sıra geldi boyahaneye, boyalar temiz ve kapalı ayrı bir bölümde hazırlanıyor. Kullanılan boya iyonize su bazlı, insan sağlığına zarar veren boyalar değil. İstenilen renk karışımları laboratuvar ölçülerinde hazırlanıyor. İçeriye sadece çalışanlar girebiliyor. En ufak toz tanesi bile girmesine izin yok. Kapının camlı bölmesinden boya hazırlama yerini çekiyorum.

Boya laboratuvarında hazırlanan boyalar boyahanede hazır olan kadrolar boyanmayacak yerler izole edildikten sonra askıya asılıp boyanmaya gidiyor.

Bir kişi sandalyede oturmuş pedal göbeğini boyanmasın diye izole ediyor.

Kadrolar boyanıp fırında bir süre piştikten sonra çıkarılıyor. Günün rengi beyaz bisikletler.

Askıda olan kadrolar yavaşça hareketli telde diğer bölüme doğru gidiyor.

Aynı şekilde maşalar da hareketli askıda asılmış durumda. Maşalar siyah renge boyanmış. Bir işçi de boyanmış olan maşaları elle, göz ile kontrol ediyor.

Boyanmış kadrolar tek tek alınıp kadın işçiler tarafından marka etiketleri ve süsler kadroya özenle yapıştırılıyor.

Etiketleme işleminden sonra vernik toz boya ile kaplanıp tekrar fırınlanarak son işlemden geçtikten sonra iki katlı özel raflara diziliyorlar. Burada siyah, siyah – kırmızı ve turkuaz yeşil renkli kadrolar raflarda.

Beyaz ve siyah maşalar raflara dizilmiş hazır durumda. Siyah maşalarda yanlarda kırmızı şerit olarak etiketlenmiş.

Raflar siyah ve beyaz boyalı kadro ile sıralanmış dolu olarak. Montaj sırasını bekliyorlar.

Ayrı bir bölüm olan jant atölyesine geliyorum. Alüminyum alaşımlı özel yapılmış 6 metre uzunluğunda profiller tezgahta. Profil çift karlı olarak yapılmış, yanlarda iki delik. Üst kısmı bombeli, iç kısmı içeriye doğru girintili. Bu kısım lastik tarafı. Rafta paket halinde profil, yanında da paket açılmış sadece 4 tane profil kalmış. Karşıda profili çember yapan makina. Solda bir işçi çember olmuş olanları makinede kesiyor.

Jant profili makinede kalıpta çember haline geliyor. Bir profilden üç tane jant olarak sipral biçiminde makinenin üzerindeki kolda yapılmış durumda. Solda da çember olan jantlar kalıpta kesiliyor. Her makina ve her tezgahta olduğu gibi burada da uyarı sarı levha ve makinaları kullanabilecek işçilerin bilgileri çerçeve içinde asılmış.

Spiral hale gelmiş çember ölçülü kalıpta düzgün durumda sıkıştırıldıktan sonra yukarıdan aşağı doğru hareket eden daire testere ile kesiliyor. Bir profil çemberinden üç jant çıkıyor. Uçlarda 10 cm civarında fire kalıyor sadece.

Kesilen jant özel kalıpta iki tarafı çentikli kama ile sıkıştırılarak birleştiriliyor. Jant ek yeri düzgün bir biçimde pürüzsüz ve çıkmayacak şekilde perçinlenmiş oluyor.

Hazır olan jantlar ayarlı makinada jant teli delikleri deliniyor. Bir jant için normal standartlarda 36 delik deliniyor. Bazı jantlar daha az delikli olabiliyor.

Kırmızı renkte jantlar delikleri delinmiş olarak hazırlanıp uzun bir demir kola asılmış durumda. Birer düzine yani on ikişer tane üst üste konularak paket bandı ile bağlanıyor.

Şimdi ise montaj bölümüne geliyorum. Burada hazırlanan kadro ve jantlar diğer komponentlerle montajlanacak. Jantlar aşağı eğimli U boru içinde dik olarak yerleştirilip tel ve göbeğin takılmasını bekliyor. Jant alındıkça aşağı doğru kendiliğinden gidiyor.

Jant göbek deliklerine jant tellerini bir ters bir düz takılıyor el gücü ile. Bunu işçiler tek tek yapıp yanına istifleniyor.

Göbek ile jant çemberinin birleşme anı. Makinada ayarlanıp sabitlenen jant tel somun başlarını otomatik takıp belirli ölçüde sıkıyor.

Hazır olan jantlar özel kapalı bir makinaya giriyor sırayla. Makinanın ön kısmı mavi şeffaf bir koruyucu ile kaplanmış.

Makinanın içinde jant tellerinin tansiyon ayarları yapılıyor. Gerginlikleri ölçülerek ona göre ayar yapılıyor tellerde. Aynı zamanda jant yalpaları düzeltiliyor büyük bir titizlikle. Tekerlek döndürülerek balans ayarı da yapılıyor ayrıca. Kapalı camekanlı makina içinde jant ayarları yapılırken. Burada insan eli yok, makina otomatik çalışıyor.

Hazır olan jantlara iç ve dış lastikleri takılıp hava ile şişiriliyor belirli basınçta.

Boyanmış kadrolar raflara dizilmiş olarak montaj bölümüne getirilip bırakılmış yüzlerce. Kırmızı ve siyah renkte. Raflar tekerlekli, istenilen yere rahatlıkla götürülüyor. Boşalan raflar tekrar doldurulmak üzere boya bölümüne gidiyor.

Aynı şekilde tekerlekler de lastikleri takılıp tekerlekli raflarda sıralanmış montaj edilmelerini bekliyor.

Montaj edilecek beyaz boyalı çamurluklar hazır durumda.

Vites kolları, fren kolları, telleri, fren pabuçları, pedallar, ön ve arka aktarıcılar, zincir ve diğer aksesuarlar kutuların içinde montajı bekliyor. Fabrikada aksesuarlar ve komponentler üretilmiyor. Aksesuarlar ve komponent malzemelerin üretimi başka bir fabrika gerektirir. Zaten en büyük üretici Shimano kendi kalitesinde piyasayı kapmış durumda. Bu malzemeler ithal ediliyor yurt dışından.

Bazı parçalar örneğin ön çark göbeği tezgahlarda işçiler tarafından tek tek takılıp montajlanıyor. Bisiklet kadrosuna ilk montaj burada başlıyor.

İkinci montaj ise ön maşa kadroya bağlanmaya başlıyor.

Bundan sonra kadrolar montaj bandına konularak sırası ile diğer parçaları takıyorlar. Her işçi sadece bir parça takıp diğer parçayı takması için yana gönderiyor. Arkada kasaların içinde parçalar raflarda duruyor. Bir kişi sürekli olarak boşalan kasanın yerine dolusunu koyuyor.

Sıra geliyor tekerlekleri takmaya. İşçiler sürekli aynı parçaları takmaktan otomatikleşen elleri hızlıca kısa sürede monte ediyor.

Montaj bandında vites ön ve arka aktarıcılar, fren gövdeleri ve pabuçları, fren kolları, vites kolları takılıyor birer birer. Montajda çalışan işçilerden bazıları beni tanıyıp “Merhaba Urim Baba” diye selam veriyorlar. Ben de selamlarını alıp “kolay gelsin” diyerek karşılık veriyorum. Beni tanıyorlar ama ben onları pek tanıdığımı söyleyemem. Ama karşılaşınca seviniyorum tanıdıklarına. Montaj sürekli olduğundan işlerinin başından ayrılıp yanıma gelemiyorlar. Ben de üretim kısmına girmiyorum. Zaten yere sarı şeritler çekilerek uyarı verilmiş.

Yeni montaj yapılıp tamamlanmış bir bisiklet. Bu günkü üretim modeli ve rengi siyah ve pembe. Sadece sele ve pedalları takılmamış.

Montajı biten bisikletler son olarak garanti belgeleri, servis ve kullanım broşürleri konuluyor. Bandın sonunda bisikletler ters durumda sele borusu bir demire takılı durumda. Bisikletin selesi ve pedalları naylon poşette kadroya asılıyor. Bir de ön tekerlek takılı değil, bisikletin orta kısmında yanda tutturulmuş. Böylece ambalaj kutusunun boyutları biraz daha küçülmüş oluyor.

Bandın sonunda bir işçi garanti belgesi ve kullanım broşürlerini takarken. Son olarak ta bir işçi montajı ve evrakları tamamlanmış bisikleti banttan alarak diğer tarafta hareketli askıya takıp koli bölümüne gönderecek.

Sondaki işçi bisikleti omuzlamış hareketli askıya doğru asmaya götürüyor.

Askıya asılan bisiklet kolileme bölümüne geliyor. Buradaki işçiler askıdaki bisikleti alıp koliye özenle yerleştiriyor. Askıda iki bisiklet var. Bir işçi de almak üzere. Üst kısımda elektronik tabelada saati ve üretilen bisiklet sayısını gösteriyor. Saat 11:00 altta üretilen bisiklet sayısı 812 adet.

Koliye konulan bisiklet, koli kapakları kapatılıp zımbalanıyor.

Ambalajlanan bisiklet kolisi ambarda yan yana istifleniyor. Kutular dik olarak konulması gerek, hiç bir zaman yan yatırılmamalı. Ambar bisiklet kolileri ile dolu. Bisikletler gideceği saati bekliyor. Etiketlerine göre istiflenmiş koliler tırlara yüklenecek ve büyük bir çoğunluğu limana gidip gemilere yüklenip dışsatım yapılacak. Koliler tır kasası yanaşacak yükseklikte platformda duruyor.

Demir bir borudan aşama aşama işlenerek bisiklet haline geliyor, bunu sırası ile gezerek gördüm. Fabrikada temiz ve titiz bir şekilde üretim yapılmakta. İşçi sağlığı ve güvenliği üst sırada. Her işçi sadece bir parça montaj yaparak bant sisteminde hızlı bir biçimde yani 45 saniyede bir bisiklet hazır hale geliyor. Fabrikada sadece işçiler yok. Model çizen, tasarı yapan, test yapan, ürün geliştiren çalışanlar da var. Ayrıca yönetici kadro da işlerini ve fabrikanın üretimi için kafa patlatıyorlar. Bir bisiklet tek bir kişinin elinden değil kocaman bir ekip ile birlikte kullanıcıya ulaşıyor.

Çocukluğumda ki HAYALİMDEKİ BİSİKLET aklıma geliyor. O zamanlarda hayalimde olan bisikletlerin nasıl yapıldığını görünce bir çok kişinin emeğini gördüm. Şimdi ise hayallerim daha da büyüdü. Bisiklete binmeye başladığımdan beri Muhlis Dilmaç’ı tanıyorum. Onun sayesinde bisiklet ile ilgili çok şey öğrendim ve beraber bir çok festival, tur ve gezi yaptık. Bunları yaparken bisikletin görünür olması ve herkesin bisiklete güvenle binebilmesi için destek ve yardımcı olmaya çalıştık ve daha da çalışmaya devam ediyoruz. Bunu yaparken de hiç bir kimseden hiç bir şey beklemiyoruz. Gönülden yapılan şeyler değerlidir

Accel bisiklet fabrikasının yönetimine, çalışan işçilere, ve beni fabrikaya getirip gezdiren Muhlis Dilmaç’a teşekkür ederim.

Hakkımda

Hakkımda

(Kör arkadaşlar için betimleme yapılmıştır)

 

Yaz ! Dedi uzun saçlı adam…
Kalem yoktu o zamanlar ve kağıt da.
Kalemi tutan el de yoktu
ve emektar bir bisikletin tekeri altında
aşkla ezilmemişti daha toprak.
Yaz ! Dedi uzun saçlı adam
Ocağa sürülürken kahve cezvesi…

Emine Gözde Özgürel

 

Öne çıkmış olan görsel, Bağdaş kurmuş halde, önümde kahve takımları. Arkamda çalılık yamaç.

39

Ben: Urim BABACAN

Şubat 1961 Kosova’nın Prizren kentinde dünyaya gelmişim. 1969 yılının Aralık ayında henüz 9 yaşına ramak kala ailemle birlikte Türkiye,  İzmir’e göç ettik.

İlk okula Prizren de Türkçe eğitime başladım, Türkiye’ye göç edince eğitimim kaldığı yerden İzmir de devam etti.

İlk okul 2. sınıfta çekilen bir resim. Ben alt sırada ortada çömelmiş olarak duruyorum. Yanımda kız ve erkek öğrenciler. Üstte iki sıra basamaklarda ayakta. Tam ortada genç Öğretmenimiz Mürvet Karahoda duruyor.

Ben küçükken 8 yaşındaydım…

1

Meslek Lisesini Elektrikçi olarak bitirdim. Demir çelik fabrikasında Elektrikçi olarak çalışarak Emekli oldum.

Emekli olduktan sonra bisiklet dünyasına girince hayatım ve yaşantım değişti. Bisiklet dünyasına internetten İzmir Bisiklet Derneği’ni bulup takip etmekle başladı. Daha sonra hafta sonu turlara katılarak dernek içinde aktif olarak görev almaya başladım. Sonrasında yönetimde yedek üye sıfatı ile destek olmaya devam ettim. Hala da dernekteyim.

http://izmirbisiklet.org/

Kahve ile birlikle başlayan turlarım bir çok yeri kendi gücümle görüp tanıma, yeni dostlarla tanışma fırsatı oldu.

Hep insanları dinlerim, kendilerine göre hikayeleri vardır ve biri ile paylaşmak ister. Ben de bu hikayeleri dinlerim.

Turlarda hep arkadan gelirim, arkada kalma nedenim doğayı, ormanın sesini dinlemek. Sonra yaşadığım, gördüğüm hikayeleri yazmak için resim çekerim. Resim not tutmaktan daha iyi gelir benim için. Aradan zaman geçse de resim her şeyi anlatır bana. Önemli olan görmek, görebilmek.

Hep arkada kaldığımdan bisiklet turlarında artçı olarak görev alırım. Kurt sürüsü tek sıra gider, en arkada en güçlü olan sürünün lideri olur. En önde de en zayıf olanlardır. Herhangi bir saldırıda sürünün korumasını yapar böylece. Turlarda da en arkada herhangi bir sorunla karşılaşana yardım eder, yolda bırakmam kimseyi.

Kendi web sitemde bisiklet turlarımı ve deneyimlerimi paylaşırım.

http://www.urimbaba.net

http://www.urimbaba.com

Güneşin doğuşunu seyretmeyi severim. Güneş doğmadan kalkar, kahvemi pişirir güneşin ilk ışıklarını beklemeye başlarım. Güneş yavaş yavaş doğar, içimi ısıtır, Dünyaya olduğu gibi bana da hayat verir. Hep Tanrıya şükrederim bu güzellikleri gördüğüm için. Manavgat nehrinin kıyısında, Güneş henüz ilk ışıklarını saçarken saçlarım salınık kahvemi içiyorum.

24

Hafta sonu bisiklet turlarına başladığım zamanlarda Bisikletçi arkadaşım Kutlu Özütemiz benim öyle bir resmimi çekti ki o zamandan beri profil resmi olarak kullanıyorum. Saçlarım daha yeni uzamaya başlamış bir durumdayım. Önde semaverde çaydanlık, arkada ben.

2

Bisiklete başladıktan sonra günü birlik turlar yetmemeye başladığından uzun turlara başladım. Tura uygun donanımlar olan çadır, uyku tulumu, mat, tencere – tava ocak gibi malzemeleri elde ederek başladım. Her turda yeni bir yer keşfettim, yeni dostlar ile tanıştım. Elbette deneyimlerim de giderek arttı bu turlarda.

Bir turda dostum Şafak Omaç benim yolda giderken resmimi çekti. Resim siyah – beyaz. Solda ağaçlar, bisiklet yolunda gidiyorum.

3

Her zaman tur da olmuyor, İzmir de Süslü Kadınlar Bisiklet Turunu başlatan Sema Gür kadınların da bisiklete süslü kıyafetleriyle binebileceğini gösterdi. Erkekler olarak bizler de tura destek vererek bir farkındalık oluşturduk. Takım elbiseli ve kravatlı resmim. Uzun saçların ve güneş gözlüğü gözümde.

4

Bisiklete binmenin en büyük etkenlerinden biri de kuşkusuz Perşembe Akşamı Bisikletçileri, kısaca PAB. Artık sadece bisiklete gündüz değil gece de bisiklete binebiliyoruz. PAB turlarını İzmir de başlatan dostumuz Muhlis Dilmaç tüm Türkiye’ye yaygınlaşmasına neden oldu.

Ay ışığı altında bisiklete binmek dünyada bir ayrıcalık olmalı. Yakınlaştırılmış dolunay, altta bisiklet süren bisikletçi.

5

Turlarda her zaman dostlarım vardır, onlarla tur yapmak beni her zaman mutlu etmiştir. Üç işi yüklü bisikletlerle asfalt yolda kameraya gelirken.

6

Evim evim güzel evim, dört duvarı olmayan evim. Kaplumbağa misali sırtımda taşıdığım evim. Mavi çadırımın kapısında sadece uzun saçlarımla başım görünüyor.

7

Denize dalmayı severim, nerde olursa olsun. Heyecan verici olan da havada bir an asılı kalmak. Bunu yakalayan bilir. Deniz üstünde balıklama uçarken.

8

Kahve içmeyi severim, pişirmesini de, en önemlisi taze olmalı benim için. Kahve değirmeni hep baş ucumda. Kahve bitti mi hemen çekerim taze taze, ezilen kahve çekirdeğinden çıkan kahve kokusu beni mest eder.

Kahve önemlidir, öyle aceleye gelmez. Değirmende ağır ağır çekeceksin, çekirdekleri yakmadan. Sonrasında cezveyi ocağa sürünce ocağın ateşi az olacak, yavaş yavaş pişireceksin. Kahve sabır ister. Bana sabrın ne olduğunu öğretir kahve. Pirinç kahve değirmeni ve kahve takımım.

9

Mesela kahveyi ulu orta içmeyeceksin, kahve güzel insanlarla güzel yerde içilmeli. İçilirken kahve dostluğu pekiştirir Ege denizinde, Dilek yarımadası, Samson dağında. Dengesiz İrfan ile sırtımız dönük oturmuşuz karşımızdaki Sisam adasına bakıyoruz. Ocakta kahve pişiyor.

10

Mutluluğu paylaştıktan sonra yakalarım, hele bir de çocuklar olunca mutluluk kat be kat artar. Az bilinen antik kentler bisiklet turunda, Yunt dağı Köseler köyünde 23 Nisan Çocuk bayramı kutlamalarında. Ben ortada, solda Şafak Omaç, sağda Olcay Ormankıran. Arkamızda köylü kadınları ve bisikletçi arkadaşlar.

11

Bazen kırmızı başlıklı kız gibi olurum. Başımda kırmızı buff.

12

Akan su gördüm mü dayanamam, nerede olursa olsun, su soğukmuş aldırmam. Kılcal damarlarım bile harekete geçer, gençleştiğimi hissederim damarlarımda dolaşan kandan. Kaz dağlarında, Ayazma şelalesinde buz gibi su üzerimden köpürerek akarken.

13

Kitap okumayı severim, sessiz, sakin, dingin. Yaprak bile düşmez dalından. Elbette kahve de olmalı kitabın yanında. Okuduğun hikayelere tat vermeli. Masa üzerinde kahve fincanı, kitap ve saksı, önde ağaçlar ve yeşil çimenler.

14

Bir göl kenarı düşünün, çevresi beyaz mı beyaz kumlarla çevrili olsun. Turkuaz renkli kıyılarda kahve pişer, şanslı olan üç kişi vardır yanımda. Zaten onlar dostlarımdır. Kahvemi paylaşırım karşılık beklemeden. Salda gölü kıyısında, beyaz kumsalda kahve cezvesi ocağın üstünde.

15

Hamama giren terler ama ben terlemeden girerim hamama. Roma hamamı havuzunda sırt üstü su içindeyim.

16

Soğuk bir kış günü olsa da ateşin alevi ısıtır içimi. Çoban ateşi keyfime keyif katar. Sohbet etmeyi severim ateşin başında bir dost ile. Kızıl alevler arkasında bisikletim KUZ.

17

Uzun turlarda yeni insanlarla tanışırım, kahve içerim. Kahvenin hatırı o kadar olur ki yüz kilometre daha pedal basar bir daha kahve içmek için. İşte özgürlük bu benim için. Bisikletim KUZ, römorkum kıytırık, ben nereye gidersem onlar da beni taşır eşyalarımla birlikte. Kısaca evimi taşırlar.

18

Uçmayı severim, hem de denizin üstünde. Kısa sürse de uçmak gibisi yok.

19

Yağmur yağsa da bardaktan boşanırcasına bisiklete binmekten zevk alırım. Üzerimde sarı yağmurluk, pantolon ve çizmelerle bisiklet sürüyorum yağmur altında.

20

Başkasının gözünden görmeye çalışırım dünyayı. Prizren kalesinde kahve içen Muhlis Dilmaç, gözünde sarımtırak gözlükte yansıyan kahve fincanı.

21

Urim Baba’nın kahvesi her yerde. Kahve tabelam gidonda asılı, çimenlerde oturmuş kahve pişiriyorum.

23

İçimde hep bir kahve açmak istemişimdir, sonunda istediğim bir kahve açtım. Kahvenin duvarları yok, tavanı da yok. Boya – badana, kira, elektrik, su derdi yok. Zaten kahve bedava, para ile satmıyorum. Bazen para çıkarıp vermek isteyen oluyor. İşte orda dur diyorum, benim kahvem satılık değildir, parayla içemezsin ki. Dört tabure, bir sehpa, üzerinde kahve takımı. Arkada bisikletim KUZ ve arkasında römorkum kıytırık. Kahve yaptığım yer deniz kıyısı.

25

Her daim dalarım denize, uçmak bir harika. Havada asılı kalmış haldeyim.

26

Yüzümdeki çizgiler derindir, kolay çizilmemiştir. Silinmezler de.

27

Su damlaları kar tanelerinden suya dönüşüp üzerimden aksa da içimi ısıtır. Üşümem hiç bir zaman, su damlacıklarını düşünürüm. Durmaksızın, devinim içinde. Göllerde, denizde buhar olur. Bulut bırakır su damlacıklarını. Bazen de her biri benzersiz kristal tanelerine dönüşür. Dağlara yağar, birikir. Yaz güneşi yavaşça eritir kar tanelerini. Tekrar göle, denize kavuşmak için usulca akmaya başlar, bazen coşar. Coşkun zamanında üzerimden akıp gider. Ve beni her damla saflaştırıp arındırır.

29

Kitap okumak sessizlik ister. Sadece deniz sesi ve martıların çığlığı rahatsız etmez. Onlar doğanın müziğidir. Ruhumun derinliklerine işler. Taburede oturmuş, sırtım ağaca dayalı kitap okurken.

30

Acelem yok, henüz kışa girmeye başlasak ta güneşli bir günde sanki kış olmadan bahara girmiş gibi günün tadını çıkarırım. Kahve cezvesi ocağa sürülür. Yerde bağdaş kurmuş, önümde kahve takımı, cezvede kahve pişiriyorum. Güneş ışınları başımın üstünden yere doğru hüzme şeklinde vuruyor.

31

Herkes hatıra resmini çektirir cinatı hatırasında. Belki cinatı çarpmıştır. Sırtım yerde, yukarıda bisikletimi sürer halde. Duvarda “cinatı hatırası” yazılı.

32

Kar taneleri düşerken çocukluğumda, düş görür gibi sokaklarda yürür, çocukluğumu ararım. Hamam çatıları kar kaplamış, tıpkı başımdaki bereye biriken kar taneleri gibi.

33

Saçlarımı suda tararım, hiç bir tarak su gibi taramaz. Saçlarımı ipek gibi tel tel, yumuşacık yapar. Berrak dere içinde, üzerimden sular geçiyor.

34

Akdeniz’in ufkuna bakarak kahve içerim. Teknenin güvertesinde kahve içiyorum. Başımda mavi buff var.

35

Bisikletim KUZ ile dünyaları sırtımda taşırım Titan Atlas gibi. Sırtım yerde, bisiklet üstte ters haldeyim.

36

Kalenin dibinde bir taş olaydım

Gelene geçene yoldaş olaydım

Yoğurtçu kalesi ve öndeki taş üstünde kahve fincanı.

37

Dağlar benim meskenimdir, ruhum tazelenir dağlarda. Yerde bağdaş kurmuş kahve pişirirken.

38

Yolda giderken yoldaşımın canı kahve istedi mi hiç üşenmeden oturup kahve pişiririm. Söz ağızdan bir kere çıkar, buna dikkat ederim. Bağdaş kurmuş halde önümde kahve takımı. Kahve pişiriyorum. Arkadaki yamaçta çalılar var. Bu resmi öne çıkan görsel olarak seçiyorum.

39

Gönlümde, yüreğimde her zaman yeri vardır. İmzasını bir kere atmıştır. K. Atatürk imzalı  üç fincan ve bakır kahve cezvesi.

40

Benim, yani Urim Baba’nın kahvesini herkes içebilir. Yeter ki isteyin, üşenmem hiç bir zaman. Maksat Muhabbet. Arkadaşım Olcay Ormankıran’ın yaptığı tabela. Üzerinde bağdaş kurmuş halde kahve pişirirken çekilmiş resmim. Yazı ile; Urim Baba’nın kahvesi, maksat muhabbet. Solda Atatürk portresi.

41

Güneşin batışını da kaçırmam, kalbim ışığını her zaman saklar. Güneş batarken durup batmasını seyrederim, bilirim yarın tekrar doğacak.

270920134087

Yazdı ! Uzun saçlı adam…
Kalem vardı elinde beyaz bir kağıt ta.
Eli kalemi tuttu
ve emektar bisikletine bindi iki tekeri altında

toprağı aşkla ezdi.
Yazdı !  Uzun saçlı adam…
Ocağa sürülürken kahve cezvesi…

Sevgili sinemacı arkadaşım Uğur Cuya benden habersiz belgesel niteliğinde video hazırlamış. Ellerine sağlık Uğur Cuya. Videosu aşağıdaki linkten izleyebilirsiniz.

Bu video da belgeselimi çeken Adem Giliz eseri, video linki aşağıda

https://youtu.be/8nHDzmCZk5o

İşte ben buyum….