Etiket arşivi: okaliptus

Suyun Kaynağına Yolculuk Küçük Menderes 1. Gün

25 Nisan 2016 Pazartesi

1.Gün Pamucak – Tire

(Kör arkadaşlar için betimleme yapılmıştır.)

 

DAVET

Dörtnala gelip Uzak Asya’dan

Akdeniz’e bir kısrak başı gibi uzanan

bu memleket, bizim.

Bilekler kan içinde, dişler kenetli, ayaklar çıplak

ve ipek bir halıya benziyen toprak,

bu cehennem, bu cennet bizim.

Kapansın el kapıları, bir daha açılmasın,

yok edin insanın insana kulluğunu,

bu dâvet bizim….

Yaşamak bir ağaç gibi tek ve hür

ve bir orman gibi kardeşçesine,

bu hasret bizim…

Nazım Hikmet RAN

 

Öne çıkan görsel, 11 bisikletçi, yüklü bisikletleriyle yolda giderken çekilmiş resmi.

Sabah güneş doğmadan gözlerimi açıyorum yeni bir güne. İçimde ayrı bir heyecan var bu sabah. Yeni gün yeni bir turun başlangıcı. Az bilinen antik kentler turunu kazasız belasız sadece küçük bir düşme dışında önemli bir olay olmadan turu başarıyla tamamlamıştık. Az da olsa ufak bir kırgınlığın bir parçası duruyor yüreğimde sızı olarak. Artık Az bilinen antik turunda olmayacağıma karar vermiştim. Şimdi bunları düşünmeye gerek yok diyerek Suyun kaynağına yolculuk turuna odaklanmalıyım. Uyku tulumundan çıkmadan bir süre tembellik hakkımı kullanarak düşünceler kafamda dolanıp durdu. Artık kalkmalıyım diyerek doğruluyorum yattığım yerden. İlk olarak çadırın fermuarını açarak dışarının resmini içeriden çekiyorum. Okaliptüs ağaçlarında kuşlar çoktan uyanmış bir o yana bir buyana cıvıltılarla uçuşuyorlar. Bir süre dışarısını izliyorum.

Çadırın içinden dışarısı. Önümde iki çadır, biri yeşilimtırak mavi diğeri haki renginde. Bir bisiklet ve okaliptüs ağaçları manzaram.

Henüz uyanmayan var, uyananlar da sabah kahvaltısı için hazırlık yapmaktalar. İlk iş olarak gidip parkın lambalarını kapatmak oluyor, enerji boşa gitmesin. Sonrasında elimi yüzümü yıkayıp çadırımın yanına geliyorum.

Okaliptüs ağaçları altında çadırlar gelişi güzel kurulmuş durumda. Bazı yerlerde yeşil çimenler, kısım kısım çakıl taşları. Okaliptüs yaprakları da yerlerde. Solda bir iğde ağacı yan yatmış durumda.

Üçer beşer gruplar, kimisi kendi başına kahvaltısını hazırlıyor. Çaydanlığı olanlar çay demliyor. İzmir den arabası ile gelen İsmail piknik tüpü, su ve kocaman çaydanlık ile bizlere sınırsız çay ikramında bulunuyor. Gruplar arası ikramlar oluyor birbirlerine. Salatalık, domates, zeytin, çay, yumurta elden ele dolaşıyor. Neşe içinde kahvaltımızı yapıyoruz. Kahvaltının ardından toparlanmaya başladık. Eşyalar ve çadırlar hızlıca toplanıp bisiklet bagajlarına yükleniyor. El birliği ile etrafta bize ait olan olmayan bütün çöpleri topluyoruz. Bulduğumuzdan daha temiz bıraktık park alanında çadır kurduğumuz yeri. Her kez hazır olunca bisikletimdeki tripoda cep telefonumu takıp 10 saniye zaman ayarı ile topluca bir anı resmi çekiyorum.

Toplam 29 kişi, 15 kişi ayakta, diğerleri yere çömelmiş durumda Ben ve Cem ayaklarımızı öne doğru uzatıp yere yatar durumdayız.

Herkes hazır durumda, son kontrolleri yapıyoruz. Bir ara Olcay ile konuşuyorum. Artık Az bilinen antik kentler turunda olmayacağımı söyledim. O da bir şey demedi, demek ki durumun farkında. Neyse son kalan kumanyaların bir kısmını ve artan sulardan Olcay bize veriyor. İki de telsiz veriyor turda kullanmamız için. Biri bende biri Şafak Omaç’ta.  Aramızda bölüşüyoruz kumanyaları. Suları da bir yerlere sıkıştırdık çantalara. Son kontroller yapıldıktan sonra hep birlikte harekete geçerek parktan çıkıyoruz. Çıkarken bekçiye anahtarları teslim edip yardımları için teşekkürlerimi sunuyorum.

Parkın içi, yol parke döşeli. Kıyıları kaldırım ile toprak zeminden ayrılmış durumda. Okaliptüs ağaçları gölge yapmış yere.  Tek sıra üç bisikletli bagajları yüklü.

Konvoy halinde asfalt yola çıktık ilerliyoruz. Ben öne geçerek grubun resmini çekiyorum.

Arkadan gelenleri bekleyip onların da resimlerini çekiyorum. Kavşağa yakınız, bu kavşakta iki gruba ayrılacağız.

Kavşakta hepimiz durup vedalaşıyoruz birbirimizle. İki grup ta birbirlerine iyi turlar diliyor. Olcay Az bilinen antik kentler turunun devamını yapacak. Yanında da ona katılacaklar var. Yıllarca bir türlü Torbalı yakınlarında, Sağlık mahallesinde bulunan Metropolis antik kentine gidilmemişti. Hep turu Selçuk ta bitirmek zorunda kalmıştık. Son gün Pazar olunca Pazartesi işe başlayacaklar mecburen dönmek durumundaydılar. Bu kez yine aynı durumda çoğu Pazar akşamı evine gitti. Sadece işi olmayan ya da izni devam edenler kaldı, o da 15 kişi. Metropolis antik kentine gidecekler Selçuk yönüne düz devam ettiler. Suyun kaynağına yolculuğa katılanlar da kavşaktan sola döndük. Bulunduğumuz yer Küçük Menderes nehrinin zamanla doğal erozyon sonucu oluşmuş bereketli ovası. Dün geldiğimiz yolun tersine doğru gidiyoruz. Biraz kalabalık gibiyiz gibi sanki. Bir süre gittikten sonra yanımızda Olcaylarla Metropolis antik kentine gideceklerin olduğunu fark ediyorum. Pan dağcılıktan tanıdığım arkadaşlarımdan Aytekin, Itır ve Hakan kavşakta bizim peşimize takılmışlar farkında olmadan. Durum anlaşılınca kahkahalarla gülüyoruz bu olaya. Olcay’ı telefonla arayıp yanlışlıkla bize katılanlar olduğunu, Selçuk ta beklemelerini söylüyorum. Yanlışlıkla gelenler geri dönerek yollarına devam ettiler.

Bir grup bisikletçi sıralı olarak yol kıyısında bisiklet sürüyor. Etraf yeşil sazlıklar ve otlarla kaplı. Hava parçalı bulutlu.

Bu yoldan defalarca geçtim yıllarca. Bir türlü karşıma bir ceylan çıkmadı, umutla bekliyorum çıkmasını. Elbet bir gün çıkacak bir ceylan. Şimdiye kadar ceylan çıkmadı ama öküz bolca çıkıyor karşıma. İşte onlardan birisini yaptığı öküzlük. Ceylan çıkabilir tabelasına arabası ile çarpıp yere yapıştırmış. Uyarı tabelası yol kıyısında otlara yatmış durumda. Direği de çarpmanın şiddeti ile yamulmuş.

Solda yol, kıyısında beyaz çizgi. otların arasında üçgen uyarı levhası yerde yatıyor. Üçgenin içinde ceylan resmi. Solda ise bataklık yerlerde yetişen ılgın (Tamarix) çalıları.

Geçtiğimiz yıl yani 2015 yılının Mayıs ayının bahar günlerinde bu topraklardan geçerken Küçük Menderes nehrinin bu bereketli ovasında bisiklet sürüyordum. Nehrin karşısına köprüden geçtiğimde nehrin suları simsiyah akıyordu. Böyle kirli akan nehir neden ve nasıl kirleniyordu. Köprünün altından akan kirli sulara bakarak düşüncelere daldım bir süre. Biliyordum ki Dünya’nın en bereketli ovasına sahip olan Küçük Menderes havzası tarih boyunca bir çok kültüre, medeniyetler kurmuş şehirlere, insanlara bereketini sunmuştur. Binlerce yılda doğal erozyon sonucu bereketli toprakları taşıyan nehir burada tarım yapan köylülerin geçim kaynağı olmuştur. Bu ovada yetişen ürünler pazar tezgahına gelip satın aldığımız meyve ve sebzeler ne kadar temiz ve sağlıklı? Yavaş yavaş zehirleniyor muşuz gibi hissediyorum.

Bunun için bir şeyler yapmalı, geleceğimizi zehirlemeli kirli akan nehrin suladığı ovaya. Nehrin kıyısından geçen yollarda bisiklet sürerken nehrin giderek daha temiz olduğunu görünce demek ki suyun kaynaklı kirli değil. Sanayi bölgelerinde ki fabrikalar kirli sularını arıtmadan kolayca nehre boşaltmaktalar. Madem suyun kaynağından çıkan sular temiz ve denize kadar kirleniyor bu durumu tersine çevirmek gerek diyerek aklıma bir fikir geldi. Deniz kıyısında kirlenmiş toprağı alıp suyun kaynağına taşıyarak farkındalık yaratmak gerek. Suyun kaynağında dökeceğimiz kirli toprak tekrar denize akarken bir daha kirlenmemesi için mücadele etmeli. İnsanlara ve nehri kirletenlere çocuklarımıza temiz ve sağlıklı bir gelecek bırakmamız gerektiğini kulaklarına fısıldamak gerek.

Bu düşüncelerin ışığında İzmir’e dönünce arkadaşım ve bir çok turda beraber bisiklet sürdüğüm Şafak Omaç ile konuştuğumda  o da aynı düşünceleri olduğunu ama tersini yapmayı  planlıyormuş. Benim fikrimin daha iyi olduğunu söyleyerek buna hemen başlayalım dedi. İlk önce facebook ta bir grup kurduk. Grubun adı Suyun Kaynağına Yolculuk” olarak belirledik.

https://www.facebook.com/groups/suyunkaynaginayolculuk/

Bisikletçi arkadaşları gruba ekledik. İlk yapacağımız nehir de ikimizin aklına Küçük Menderes nehri. Fikir bu nehirde oluşmuştu. Bir kaç keşif turunu araba ve bisikletle yaptıktan sonra rota ve kamp yerlerini belirledik. Sonrasında etkinliği açtık sosyal medyada. İlgilenen arkadaşlar ile iletişime geçip kesin gelecekleri kaydettik. Tur başlangıcı da Az bilinen antik kentler turunun devamında olacaktı. Tur da Küçük Menderes deltasında bittiğinden böylece bir taşla iki kuş vuracaktık. Kamp yerleri için Tire belediyesi, Bayındır spor müdürü Erdal İnce ve Beydağ da bisikletçi arkadaş ile görüşüp kamp yerlerini ayarladık.

Rotamız ise başlangıç yeri Pamucak ta Selçuk belediye tesisleri. Oradan nehrin deniz ile kavuştuğu yere gidip birer avuç toprak alıp heybeye koymak. Nehir kıyısındaki yollardan önce Zeytinköy, yakınlarındaki Gebekirse gölü ve Çatal gölü kıyısından geçip Tire – Beydağ. Oradan nehrin ana kollarından olan Kiraz kasabası tarafında Çatak vadisine gidip heybemizde taşıdığımız insanların kirlettiği toprağı suyun kaynağına bırakmak. Çatak vadisinde bir gece kalıp dönüş yoluna geçerek Bayındır da bir gece konakladıktan sonra Torbalı da metroya binip eve döneceğiz.

Bir süre asfalt yolda gidip köprüye ulaşınca yanından nehrin kıyısına indik. Artık toprak yoldayız ve bisikletlerimizin tekerlekleri iz bırakıyor.

Nehrin kıyısındaki toprak yolda gidiyoruz. Bu yol artık bahçelere dönüşmüş arazide herkes kendine parsellediği yere götürüyor. Bisikletlilerin arkasından tek sıra giderken Gürel çekiyor.

Buraları henüz bahçelik olmamış, etrafı ılgın ağaçları kaplamış durumda. Zemin de iyice milli toprak olmaya başladı. Tekerleklerimiz hafiften batmaya başladı ama zorlanmıyoruz giderken.

Şafak Omaç daha önce yaptığı bisikletli keşifte toprağı alacağımız alana geldik. En son ben giriyorum alana. Bisikletim KUZ ve arkasında römorkum kıytırık. Sağda yürüyen Şafak gülerek poz veriyor. Ferdimen beni çekiyor.

Alana gelince bisikletimi park ediyorum. Nehir kıyısına gelerek resim çekmeye başladım. Nehir gerçekten çok kirli, rengi bulanık ve kötü kokuyor. Bu kadar kirli olmasına rağmen sazlıklar ve ılgın ağaçları kıyılarda inadına yaşamakta.

Şimdi sizlere insan eliyle yapılan doğal felaketin insanları nasıl ilkel yaşama döndürdüğünü anlatacağım. Yazıyı Ferdi Kızıl’ın web sitesin GGYISS kaynak olarak aldım. http://www.ggyiss.com/

Paskalya Adası, dünyanın en ücra bölgelerinden birisidir. Sadece 390 km² bir alanı kaplayan bu Pasifik adası, Güney Amerika’nın batı sahiline 3700 km, en yakın yaşanabilir adaya 2300 km uzaklıktadır.

Hollandalılar, adayı 1722 yılında ilk batılılar olarak ziyaret ettiklerinde, kulübelerde ve mağaralarda yaşayan, sürekli savaş halinde olan ve Ada’daki besin kaynaklarının yetersizliği yüzünden umutsuzca yamyamlığa yönelen 3000 kişilik ilkel bir toplum buldular.

Avrupalı ziyaretçileri en fazla şaşırtan ve ilgilendiren olay ise, bütün bu sefalet ve barbarlığın arasında, bir dönemin gösterişli ve gelişmiş bir toplumuna ait, Ada’nın çeşitli yerlerinde yükseklikleri altı metreyi aşan 600’den fazla yekpare taş anıt olmasıydı. Toplumsal açıdan gelişmiş ve teknolojik açıdan karmaşık bir iş olan heykellerin yontulması, taş ocaklarından başka yerlere taşınması ve dikilmesinin bu ilkel toplum tarafından gerçekleştirilmiş olması olanaksız görünüyordu. Paskalya Adası’nın geçmişi, kayıp uygarlıklarla ya da gizemli bilgilerle dolu bir tarih değildir. Bu tarih insanın çevreye olan bağımlığını ve bu çevreyi düzeltilemeyecek biçimde bozmasının sonuçlarını gösteren çarpıcı bir örnektir.

MS 5. yy.’da adaya batıdan 20 – 30 Polinezyalı göçmen geldi. Adanın çok zengin olmayan bir bitki örtüsü vardı ve hiç memeli hayvan yoktu. Evcil hayvanları tavuk ve Polinezya faresinden ibaretti; temel ekinleri tatlı patatesti. Yeterli derecede besleyici olmasına karşın tekdüze seyreden bir beslenme biçiminin tek yararı, tatlı patates ekiminin zor olmaması nedeniyle başka etkinliklere ayıracak zamanlarının kalmasıydı. Temel toplumsal birimler geniş ailelerden oluşan, aralarında her konuda rekabet olan klanlardı ve her klanın kendine ait tören alanları vardı.

Buralarda ahu denilen dev heykellerin dikildiği atalara tapınma platformları vardı. Bu heykeller bir taş ocağında yapılıyordu ve daha sonra adanın değişik yerlerindeki tören alanlarına, yük hayvanları olmadığı için ağaç gövdeleri kızak olarak kullanılıp insan gücüyle götürülmek zorundaydı. 1550 yılında ada nüfusu 7000 kişiyle doruk noktasına ulaşmıştı. Zamanla klan sayıları artmış yüzlerce ahu ve 600’den fazla dev taş heykel vardı. Sonra bu uygarlık birdenbire yıkıldı. Anıt heykellerin bir kısmı deniz kenarında, sahilde konuklara adeta “Hoş geldiniz” diyor… Taş ocağında yarım bırakılmış heykeller kaldı. Bu yıkımın nedeni, Paskalya Adası’ndaki “gizemi” çözmenin anahtarı, bütün adanın ormansızlaşmasının getirdiği çevresel bozulmaydı:

Göçmenler adaya ilk geldiğinde adada büyük ormanlar vardı. Nüfus arttıkça, tarım alanı açmak, ısınma ve yemek pişirme, ev aletleri, direkler ve sazdan ev yapımı için malzeme elde etmek ve balık avlayabilmek için tekne yapmak amacıyla ağaçlar kesilmeye başlandı: En çok da kızak yapımı için kesiliyordu. 1600 yılında ada tamamen çıplak kalmıştı. Heykel yapımı durdu. Ev yapılamadığı için mağaralarda yaşamaya başladılar. Artık tekne yapamadıkları için balık avlayamıyorlardı ve uzun yolculuklara çıkamıyorlardı. Erozyon topraklarını zayıflatıldığından yiyecek üretiminde ciddi sıkıntı yaşıyorlardı. 7000 kişiyi beslemek olanaksız hale geldi ve nüfus hızla azalmaya başladı. Dünyanın bu ücra köşesinde kapana kısılan ada halkı azalan kaynaklar üzerindeki tartışmalar sonucu neredeyse sürekli savaş halindeydi. Kölelik arttı ve alınabilecek protein miktarı düştükçe yamyamlık yaygınlaştı. Savaşların temel amacı rakip klanın ahularını yıkmaktı. 1830’larda neredeyse bu dev heykellerin tamamı yıkıldı. Adaya gelen ziyaretçiler bu heykellerin nasıl taşındığını sorduklarında adanın ilkel sakinleri, atalarının neler yaptığını artık hatırlamıyordu; yalnızca, bu dev figürlerin adanın öteki tarafından ‘yürüyerek’ geldiğini söyleyebildiler. Dünyanın öteki bölgelerinden neredeyse tamamen kopmuş olduklarını bilen Paskalya halkı, varlıklarının bu küçük adadaki sınırlı kaynaklara bağlı olduğunu anlamış olmalıydı. Taş ocağının yakınında tamamlanmamış birçok heykel bulunması, adada ne kadar ağaç kaldığının hiç düşünülmediğini, artan nüfusun ve ada halkının kültürel hırslarının, ellerindeki kaynaklardan çok güçlü olduğunu akla getirmektedir.

Kaynak: ClivePonting, Dünyanın Yeşil Tarihi – Çevre ve Uygarlıkların Çöküşü,

Çeviren: Ayşe Başcı- Sander,Sabancı Üniversitesi Yayınevi,s.1-7, 2000.

Özgün Basım: A GreenHistory of The World – The Environment andTheCollapse of Great Civilizations,PenguinBooks, 1991.

Ilgın ağaçları arasından kirli akan Küçük Menderes nehri.

Suyun rengi o kadar bulanık ki sadece yüzeyi görebiliyoruz. Burada canlı yaşıyor mu acaba? Bunu bilemiyorum. Sudaki oksijen oranı canlı yaşaması için yeterli olmayabilir.

Nehrin kokusu rahatsız edici, bir an önce toprağı alıp buradan uzaklaşmak gerek. Hemen yerden bir avuç toprak alarak, naylon torbaya koyup ağzını sıkıca bağladım. Gürel beni toprak alırken resmimi çekiyor. Etrafımda arkadaşlar toplanmış bana bakıyorlar.

Toprak dolu torbayı heybemin içine yerleştirdikten sonra geriye doğru gitmeye başladık. Giderken de izimizi bırakıyoruz toprak yola.

Küçük Menderes Deltası

Alan Tanımı:

Kuşadası Körfezinde, Selçuk ilçesinin kuzeybatısında, Küçük Menderes Nehrinin denize döküldüğü yerde oluşmuş bir deltadır. Çoğunluğu tarım alanına dönüştürülmüş deltada, kumullar, sazlıklar, geniş bataklıklar (Elaman ve Akgöl bataklıkları), bir tatlı su gölü (Çakal Gölü) ve hafif tuzlu bir göl (Gebekirse Gölü) bulunur.

Küçük Menderes Nehri’nin oluşturduğu alüvyal ova zengin bir kıyı sulak alanıdır. Deltadaki Çakal Gölü, 0.74 km2 büyüklüğünde ve 4 m derinliğinde; Gebekirse Gölü, 0.75 kmbüyüklüğünde ve 5 m derinliğindedir. Deltadaki Elaman ve Akgöl bataklıkları dışında Cevaşir Bataklığı, sadece kış aylarında sular altında kalır. Göllerin kenarı sazlıklarla (Phragmites) kaplıdır. Bataklıkların büyük bölümünde ise ılgın (Tamarix) hakim türdür. Deniz suyu nehir boyunca 4 km içeri sokulur, ancak sadece Gebekirse Gölü’nü etkiler.
Alanın ortasından geniş bir karayolu geçer. Bölgedeki en önemli turistik merkezlerden biri olan Efes antik kentinin yakınında küçük bir havaalanı vardır.

Fauna:

Selçuk Kuş Cenneti olarak da bilinen alanda 38 familyaya ait 92 kuş türü tespit edilmiştir. Göç sırasında önemli sayılarda küçük karabatak bölgede konaklar. Nesli bölgesel düzeyde tehlikede olan mahmuzlu kızkuşu alanda üremekte; küresel ölçekte nesli tehlikede olan fare kuyruklu yediuyur burada yaşamaktadır. Benekli kaplumbağa, tosbağa ve ev yılanı özel doğa alanı kriterlerini sağlayan sürüngen türleridir. Alan, iç su balıkları açısından da oldukça önemlidir. Ülkemize endemik ‘büyük esmer’ alanda yaşayan koruma öncelikli kelebek türüdür.

Flora:

Deltada kumullar, geniş sazlıklara sahip bataklıklar, tatlı ve hafif tuzlu su gölleri ile tarım alanları ana habitatları oluşturur. Çevredeki yüksek araziler makilikler, tarlalar, söğüt ve zeytinliklerle kaplıdır. Ovada ise başlıca tarım ürünü pamuktur.

Küçük Menderes Deltası, uygun iklim şartları ve deltanın güneyinde yer alan Efes Antik Kenti ve Bülbül Dağındaki Meryem Ana Evi dolayısıyla turizm aktivitelerinin yoğun olduğu bir bölgedir.

Deltada ana geçim kaynağı tarımdır. Ovadaki başlıca tarım ürünü de pamuktur. İki gölde toplam on iki tür balık bulunur, ancak ticari balıkçılık sadece Gebekirse Gölünde yapılır. 1995’te 10 ton balık yakalanmıştır. Nehrin denize döküldüğü yerde yavru balık toplanır.

İZSU, Ege Bölgesinin yıllık su ihtiyacının bir kısmını Küçük Menderes Nehrinden sağlar. Sulama ihtiyaçları için nehre 4 adet baraj yapılması planlanmaktadır.

1984’te özel koruma alanı içinde 10 km2’lik bir alan Yaban Hayatı Koruma Sahası ilan edilmiş, 1991’de deltanın tümüne SİT Alanı statüsü verilmiştir.

Tarihin ilk çağlarından beri insanoğlunun dikkatini çekmiş olan 125 km uzunluğundaki Küçük Menderes Nehri ve vadisindeki verimli topraklar, 1930’lardan başlayarak yoğun olarak kullanılmıştır. Sıtmayla mücadele amacıyla başlatılan kampanyalar kapsamında büyük çaplı kurutma çalışmaları yürütülmüş, sonuçta tüm Küçük Menderes Havzasında 260 km2 geçici ya da sürekli sulak alan yok edilmiş, nehir ağzından yaklaşık 50 km içeriye kadar çok sayıda göl kurutulmuştur. (Cellat, Akarca ve Nohut gölleri gibi). Bunun yanı sıra nehir yatağı değiştirilmiş, suyun Selçuk ilçesinin kuzeyinden düz bir hat üzerinden denize ulaşması sağlanmıştır. Geriye, eskiden daha büyük bir alan kaplayan ve taşkın dönemlerindeki tek bir göl haline gelen iki göl kalmıştır.

Geriye kalan 15 km2 sulak alanın bugün güvencede olduğunu söylemek mümkün değildir. Devlet Su İşleri yukarı havzada on binlerce hektar alanı sulamak için, nehir ve kolları üzerinde dört adet baraj inşaatı öngörmektedir. Bu barajlar ve sulamalar nehir debisini büyük oranda düşürecek, Akgöl ve Elaman bataklıklarının kurumasına sebep olabilecektir.

Kıyı boyunca kuzeyden ve özellikle güneydeki Kuşadası’ndan bölgeye doğru gelişen otel ve yazlık inşaatları alanı tehdit etmektedir. Deltanın güneyindeki kıyı çayırları üzerine golf sahası yapılması planlanmaktadır. Bölgede kaçak avcılık yapılmaktadır.

Küçük Menderes Havzasında bulunan ilçe ve beldelerde faaliyet gösteren sanayi kuruluşlarının kimyasal atıkları ve bu yerlerdeki evsel atıklar hiçbir arıtma yapılmadan Küçük Menderes nehrine boşaltılmaktadır. Bu da nehir ve deltada aşırı kirlenmeye ve biyolojik çeşitliliğin zarar görmesine sebep olmaktadır.

Alanın bugün eski ornitolojik zenginliğinin çok uzağında olduğu açıktır. Geriye kalan sulak alanların kuşlar ile diğer canlılar göz önüne alınarak korunması gerekir. Hava alanı sık kullanılmamakla birlikte, alan üzerindeki etkileri araştırılmalıdır.

http://www.turkiyesulakalanlari.com/kucuk-menderes-deltasi-izmir/

Kısa sürede yola çıkıyoruz. Yol zeminden yüksekte, bir süre gittikten sonra Zeytinköy kavşağına geldik. Kavşak biraz daha yüksekte. Toprağı aldığımız alanın resmini çekiyorum. Nehir yatağı sazlık ve ılgın ağaçlarından görünmüyor. Sadece küçük bir su parçası görünür durumda. Bu alanda bazı yerler bahçeye dönüşmüş. Bahçelerde nar ağaçları dikilmiş durumda.

Küçük Menderes ovası, aşağıda yakın yerde nar bahçesi. Ağaçlar sıralı dikilmiş Solda küçük bir kayalık düz alandan fışkırmış gibi. Ovanın büyük bölümü ılgın ağaçları ile kaplı. Karşıda Dilek yarımadası, üzerinde beyaz bulutlar.

Ana yoldan Zeytinköy yoluna saptık. Selçuk tan bisikletçi arkadaşım Özer Çatori bizim buralarda olduğumuzu öğrenmiş. Hazır yolumuzun üstünde diyerek evine çay içmeye davet etti. Onu kırmadık ama evi vadinin diplerinde, yolumuzun ters tarafında. Bu kadar uzak olduğunu bilseydim çay molasını Zeytinköy de verirdik. Bu bize biraz zaman kaybettirdi ama geliyoruz diye bildirince sözümüzden dönemedik. Özer telefon ile oturduğu evi tarif etti. Evine vardık, ev vadinin bitiminde mandalina bahçesinin içinde güzel bir yerde. Bahçe girişinde üzüm çardağı ve ceviz ağacı gölgelik yapıyor.

Bahçe girişi, demir çardak maviye boyanmış. Üzüm asması ve ağaçlar baharın yeşilliği ile sarıp sarmalamış çardağı. Bisikletlerimizi duvar diplerinde park etmiş durumda.

Evin balkonuna oturup demli çayları içmeye başladık.

Haliyle balkonda hepimize oturacak yer yok. Bir kısmımız balkonda, diğerleri bahçede oturup çay içtik.  Bir sıra duvar dibinde 5 kişi, 2 kişi de balkon demiri tarafında.

Bahçede mandalina ağaçları yenilenmiş taze yaprakları ve çiçekleri ile bahar kokuları yayıyor etrafa.

Özer Çatori ve annesine çaylar için teşekkür edip tekrar yola çıktık. Zeytinköy’e geri gelip bir süre ana yoldan gittikten sonra Gebekirse göl yoluna girdik. Yolun bir kısmı toprak, bu yol kestirme bir yol. Tarlaların arasından gidiyor. Aramızda olan Şerif Kılavuz fazla zorlanmamasını söyleyerek düz gitmesini söyledik. Önümüzde tepeler var, çıkması biraz uzun sürecek. Düz gidip ileride bizi bekleyecek.

Gebekirse gölüne ulaşmak için alçak bir beli geçmek gerekli olunca çıkıyoruz haliyle. Etrafta çalılar, bodur ağaçlar arasında göl göründü.

Gölün kenarları geniş nar bahçeleri ile kaplı. Arazi düz. Az ileride göl görünüyor birazcık olsa da.

Gebekirse gölünün kıyısına geliyoruz, uygun bir alanda, göl kıyısında durduk. Burada kahve molası vereceğiz. Gölün tam kıyısında okaliptüs ağaçları dikilmiş. Bisikletleri ağaçların gölgesinde park ederek kahve takımlarımı çantalarımdan çıkarmaya başladım.

Kahve takımlarımı yere serip yanına bağdaş kurarak oturdum.  Hemen cezveye 4  kişilik kahve pişirmeye başladım. Gölün kıyısında sazlar henüz büyümeye başlamış. Kıytırığın arkasında bayrak çubuklarına iki tane Türk bayrağı rüzgardan hafif dalgalanıyor.

Kahve cezvede  pişerken sabırla bekliyorum taşmaması için. 4 Fincan kahvenin pişmesini bekliyor yan yana.

Ferdimen ve Gürel kahve pişerken etrafta resim çekiyor. Ferdimen’in göl kıyısında, suyun içinde bir kurbağayı kadrajında yakalamış. Kurbağa kendini fotoğraf makinesi ile resmini çeken uzun saçlı adamın niyetini anlamaya çalışıyor. Kurbağanın yüz ifadesi böyle.

Gölün kıyısında 3 güzel yan yana oturmuş ayaklarını suya sokarak zamanı değerlendiriyorlar. Oturduğu yerden başlarını resmi çeken Gürel’e döndürüp poz vermişler. Kurbağayı görmemiş olacaklar, yoksa prensine kavuşmak için öpmeye çalışabilirlerdi.

Bir posta pişirip 4 kişiye veriyorum. Zaman geçirmeden ikinci kez pişirmeye başladım. Kahveyi içenler de gölün suyunda fincanları yıkayıp yanıma bırakıyorlar. Kahve pişirirken bisikletin ön tekerleğinin arkasından resmimi çekiyor Gürel. Jant telleri, jant ve lastik güzel bir dekor oluşturmuş.

Üç kez kahve pişirerek herkesin içmesini sağlıyorum. Sonrasında kahve takımlarımı toparlayıp heybeme yerleştirdikten sonra yola çıktık. İki göl arasında tarlaların arasından geçerken arkadaşlar yerde kendi halinde yürüyen bukalemun görüyorlar. Aysel de bukalemunu eline alıp resim çektirmiş. Bukalemun bulunduğu ortama göre neyin üzerinde ise onun rengini alan bir hayvan. Şu an ki rengi yeşil, orijinal renginde. Ön ve arkada olmak üzere iki tırnaklı pençeleri ile parmakları kavramış, iki gözü de ayrı yönlere bakıp döndürebilen tek hayvan olarak etrafındaki insanları iki gözüyle ayrı ayrı inceliyor. Bu insanlardan birisi Şafak Omaç, arkada Figen Gülgör. Bukalemunu elinde tutan da Aysel Ataş.

Gebekirse gölü ile Çakal gölü arasındaki yol biraz yükseltili. Bunu aşmak bizim için kolay oluyor. Göl seviyesinde meyve bahçeleri düzlük alanda. Yamaçlar ise zeytin ağaçlarına ayrılmış. Yukarı, tepelere çıkan yol aşağıdan kıvrımlı görünüyor. Tırmanışa geçen bisikletliler arasında mesafe var. Herkes aynı performansı gösteremiyor.

Ben en arkada Ferdimen ve Gürel ile birlikte tırmanışa geçtik. Yol kıvrımlı, hafiften yukarıya doğru yükselmekte. Sol taraftaki yamaçta zeytin ağaçları. Önümüzde sadece Ferdimen var. Resmi Gürel çekiyor kamerası ile.

Tepeye varınca Çakal gölü manzarası eşliğinde bisikletim KUZ ve kıytırık ile bir poz hak ediyor. Göl zeytin ağaçları arasında yarım görüntüsü ve daha önce nehrin getirdiği toprak gölün yanında geniş bereketli ovaya dönüştürmüş.

Çakal gölünden ayrılıp ovaya iniyoruz. Artık Tireye kadar yolumuz düz. Küçük Menderes nehri kıyısındaki yolda ilerliyoruz.

Yol nehrin kıyısından giderken bazen karşı tarafa geçmek gerek. Köprüden geçerken arkadaşlara seslenip durmalarını söylüyorum. İlk önce dijital zom ile yakınlaştırılmış olarak çekiyorum ağaçların dalları arasından. Köprünün mavi boyalı demir korkulukları ardında bana el sallıyor arkadaşlar.

Bu da normal görüntü. Aramızda epey mesafe var. Solda bir zeytin ağacı ve şeftali bahçesi tamamen yaprak açarak meyvelerini olgunlaştırıyor.

Ben köprüye gelmeden önce Gürel kamerası ile elçek resim çekiyor. Arkadaşlar köprünün diğer tarafında toplaşmış. Kendisi diğer taraftan sadece portresi görünüyor. Köprü biraz yüksekte, meyve bahçeleri aşağıda kalmış. Köprünün ucunda dut ağacı top şeklinde. Köprünün korkuluk demirleri mavi boyalı. Sadece ortadaki uzun demir sarıya boyalı.

Araç trafiğinin olmadığı nehir kenarında sakince gidiyoruz sarı çiçek açmış otların arasından. Karşımızda kayalık dağlar yeşil otların arasından görünüyor. Demir örgülü elektrik direği de manzaraya girmiş. Ferdimen grup halinde giden bisikletçilerin arkasından resimlerini çekmiş.

Ben de arkalarından tek başıma doğada olmanın verdiği mutlulukla içime sindire sindire yol alıyorum. Yol kıyısında sarı çiçekler açmış otlar arasında insan boyundan büyük şerbetçi otları fışkırmış durumda.

Nehir yatağından akan su o kadar kirli ki hem görünümünden hem de kokusundan belli oluyor. Siyaha yakın yeşil rengi olmasına karşın söğüt ağaçları ve otlar kıyıları bürümüş. Nehirde sadece canlı olarak su kaplumbağalarını görüyorum. Onlar da kabukları siyaha yakın renge yani nehrin suları gibi olmuş. Bu kirli sularda nasıl yaşadıklarını anlamış değilim. Kaplumbağalar pek evrim geçirmeden milyonlarca yıl aynı kalmış bir canlı türü. Şekli değişmese de kirli sular pek etkilememiş görünüyor.

Nehirde su ilkbahar olmasına rağmen çok az akmakta. Köprünün üzerinden karşıya geçerken nehrin resmini çekiyorum. Su az da olsa akıyor simsiyah. Söğüt ağaçları kıyı boyunca sıralanmış. Sol tarafta bir tepe, ön tarafında kavak ağaçları grup olarak dikilmiş.

Kavak ağacı nedir bilir misiniz? Kavak ağacı evlilik ağacıdır. Çocuk doğduğu zaman babası bir grup kavak ağacı diker, fidan olarak sulak bir yerde. Kavak çocukla beraber büyür. 20 yıl sonra evlilik çağı gelince baba çocuğu için diktiği kavağı keserek satar ve elde ettiği para ile çocuğunun düğün masraflarını karşılar. Evini yuvasını kurarmış kavak ağacı ile. Kavak ağacı daha çok kibrit, ambalaj ve mobilya yapımında kullanılır. Gerçi şimdiki zamanda kibrit gazlı çakmaklara yenilmiş durumdadır.

Yeni sürülmüş tarlaların yanından topluca bisiklet sürüyoruz. Gürel de uzaktan optik zom yaparak harika bir resim çekiyor. Resimde 11 kişi bisiklet sürerken görünmekte. Bu resmi öne çıkan görsel olarak seçiyorum.

Ben biraz gerilerden gelince tek başına beni ayrı çekiyor. Kıytırığın arkasında iki Türk bayrağı rüzgarın etkisi ile dalgalanıyor. Yolun iki tarafında tarla yeni sürülmüş.

Belevi’ye vardık bile, burada öğle yemeği yiyeceğiz. Daha önce işletmeci ile konuşmuştuk geleceğimizi. Bizler gelince köfte siparişlerini veriyoruz ve hemen mangalda köfteler pişmeye başladı. Köftelerin pişmesini beklerken bahçede elimizi yüzümüzü çeşmede yıkayıp paklanıyoruz. Yıkanırken kara dut ağacını görünce acıkan karnımızı biraz bastırmak için karadutları mideye indirmeden edemedik. Yeni kararmaya başlayan dutlar nefis. Dutların çoğu kırmızı olgunlaşmamış. Kimisi yarısı kırmızı yarısı kara. Biz de iyice olgunlaşmış olan kara dutları yiyoruz. Dutları dalında yaprakları ile beraber yakından bir resmini çekiyorum.

Belevi’nde aramıza 2 kişi daha katıldı, Sadun abi ve Hüseyin. Üç masayı birleştirip oturduk. Köftelerin pişmesini bekliyoruz sohbet ederek.

Bisikletler park edilmiş, bizler de masalara oturarak bekliyoruz. İşletmenin adı Belevi çöp şiş ayran. Mavi tabelasında yazıyor.

Sevil köfte ve şiş pişirirken ocak başında.

Sevil ocağın başında köfteleri pişirirken işletmeci de domatesleri söğüş dilimler halinde kesip tabaklara diziyor.

Pişen köfteleri bir çırpıda yiyip bitiriyoruz, çok acıkmışız. En son olarak Sevil kendine pişirip yiyor köftelerini. Biz de boş durmayıp yemeğin üstüne çayları yudumluyoruz. Masanın üstünde kocaman bir saksı, saksıda da beyaz üzeri mor çiçekler açmış. Binanın duvarında ay – yıldız yapıştırılmış. Türk bayrağı da  çatıya asılıp sarkıtılmış.

Yemeğin ardından tekrar yola çıkıyoruz. Yolumuz yine nehri takip eden yollarda. Tarlaların önünden geçiyoruz. Tarlayı otlar bürümüş. Herhalde nadasa bırakılmış.

Kimi tarla da sürülüp ekilmiş bile. Araları 1.5 metre genişliğinde düz bir çizgide fidanlar dikilmiş. Fidanların da yanında boylu boyunca damlama için hortum döşenmiş. Geniş tarlada yan yana fidanlar ekili. Her şey düzgün ve güzel görünüyor görünmesine de tarlada fazla olan bazı şeyler var. O da fidanlar üretim yerinde çimlendirilirken köpük fidelikler ile buraya geliyor. Fidanlar dikildikten sonra boşalan köpük kasalar toprağın üzerine öylece atılmış. Toplayıp geri dönüşüme yada çöpe atılmamış. Nehrin kirliliği buradan başlıyor. Petrol ürünü olan köpük fidelikler çevreyi hem görüntü olarak hem de kimyasal olarak kirletmekte.

Yolculuğumuz güzel yerlerden devam ediyor. Bağlar, bahçeler, tarlalar arasından. Buralarda yollar da toprak. Arada geride kalanları beklerken bisikletten inip bekliyorum. Bisikletim park halinde, toprak yolda geriden gelenler ve yol kıyısında otlar ve sazlık.

Yolumuz nehrin kıyısında olunca bazen sol tarafında, bazen de sağ tarafında gidiyoruz. Karşı tarafa da köprüden geçiyoruz. Yine böyle bir köprüden geçerken Gürel tura katılan herkesi nehir ile beraber elçek yaparak resmimizi çekiyor.

Tura katılanların isimleri :  Ahmet Nail Yavuz, Aysel Ataş, Bahadır Özer, Cem Koç, Ferdi Kızıl, Figen Gülgör, Gökay Terzi, Gürel Gürselp, Hasan Ata, Hüseyin Dölçek, Kaya Palancılar,  Kemal Lale, Sadi Bilguvar, Salih Gülbahar, Sevil Gülgün, Şafak Omaç, Serif Kılavuz, Urim Babacan

Nehirde aşağıda gördüğümüz yerden daha fazla su akıyor ama hala kirlilik var. Burada nehir yatağı daha dar ve söğüt ağaçları neredeyse nehrin üzerini örtmüş durumda.

Bağ bahçe yolu böyle olur, toz toprak. Üstüne üstlük kum gibi milli bir toprak olursa bisikletteki yükle birlikte gitmek zorlaşıyor. Gerçi arkamızdan bıraktığımız izler derin ve anlamlı. Birincisi bisikletlerimiz yüklü ve ağır, daha belirgin iz bırakıyoruz. İkincisi ise anlamlı yük. Bu yük taşıdığımız eşyalarda daha çok ağır. İnsan eliyle yapılan erozyona ve kirliliğe dikkat çekmek için bisiklet sürüyoruz. Temiz bir çevre ve geleceğe, çocuklarımıza temiz bir gelecek bırakmak için yollardayız. Bunun ağırlığı ölçülemez. Üçüncüsü de nehrin deniz ile buluştuğu yerden aldığımız toprak. İnsan eliyle kirletilen nehirde taşınan toprak ağır metaller içeriyor. Kirli topraklarda yapılan tarım bizleri zehirlediği gibi çocuklarımızı da tehdit ediyor. Suyun kaynağına bırakacağımız kirli toprak nehirlerin temiz akması umudunu taşıyoruz. Bu hepsinden ağır ve izler daha da derinleşiyor. Hem sonra arkamızda iz bırakmamız gerek. Öyle gösteriş için, lay lay lom turu değil. Yarış ta yapmıyoruz. Hem spor yapıyoruz hem de doğayı ve çevreyi bir nebze olsun koruma amacı güdüyoruz.

Yol kumlu toprak, toprakta bisikletlerimizin tekerlek izleri. Sol tarafta nehir yatağı, sağda ise tarlalar.. Yolun her iki yakasında da otlar ve sazlar toza bulanmış durumda.

Topraklı tarla yolları bitti, asfalt yola çıkıyoruz. Yol kıyısında sadece  Hamidiye camisinin minaresini görüyoruz. İzmir ili, Tire ilçesi, Tire-İzmir yolu üzerinde bulunan Hamidiye Camii, daha çok Rahmanlar Camii adıyla bilinmektedir. Hamidiye Camii, Sultan II. Abdülhamit tarafından 1894 tarihinde yaptırılmış olan külliyeye aittir.
Külliye içinde yer alan okul, çeşme ve havuz, İzmir, Tire yol çalışmaları sırasında yıkılmış, külliyeden günümüze sadece minaresi ulaşabilmiştir.

Yolda beni bisikletimle beraber minareyi de çeken Gürel. Minarenin yanında beton elektrik direği. Yol hafif sırt yapmış, inişe geçmiş olan Ferdimen’in yarısı görünüyor.

Bereketli topraklarda yaz için sürülüp ekilmiş tarlalar uçsuz bucaksız ta Bozdağlara kadar gidiyor.

su1-1-044

Ovada sadece tarla, bahçe yok. Milli zengin toprakta fidan yetiştiriciliği ve çim yetiştiriciliği de yapılıyor. Belki de 10 futbol sahasını kaplayacak kadar yere çim ekilmiş bir alanı görüyorum.  Boylu boyunca plastik borular ellişer metre aralıkla döşeli. Bu borular çimleri sulamak için. Doğal gübreli toprakta çabuk yetişiyor çimler.

Bülbüldere ve Göllüce köylerini geçerek Yeniçiftlik köyünde mola veriyoruz. Çay, soda ve atıştırmalıkları sundurmanın altında masalarda yiyerek biraz dinlenip güç topluyoruz.

Sundurmanın altında masalar, köylüler oturmuş çay içiyorlar. Bahadır bisikletine binmiş, kafasını arkadaki kameraya çevirmiş durumda.  Gökhan daha ilerde bisikletine bir şeyler yapıyor. Kıytırığın bir kısmı bayraklarla beraber sol tarafta görünüyor.

Moladan sonra yola çıktık, en arkada ben gidiyorum. Yanımda da bizim huysuz ihtiyar Şerif Kılavuz var. Arkadaşlar basıp gitti Tire’ye doğru. Huysuz ihtiyar geçen yıl kalbine pil takılmıştı. Pek bisiklette zorlanamıyor. Tura gelmeye de çok hevesliydi ve aramıza katıldı. Huysuz ihtiyarı kırmak olmaz, gönlü ne istiyorsa yapmak gerek. Artık iyice yavaşladı ve sık sık mola vermeye başladık. Bana sen git ben arkandan gelirim dese de pek aldırış etmedim. Geçen yıl yalnız bırakmıştık bilmeden kalp krizi geçirirken. Bir daha asla yalnız bırakmam diyerek sabırla bekliyorum. Bir yudum su içip biraz nefeslendikten sonra yola devam ediyoruz. Gittikçe molalar sıklaştıkça Şafak’ı cep telefonumla arayıp durumu bildirdim. Yolun karşısına geçip otobüse bindirmeye çalıştımsa da otobüsler bisikleti almadı. Gerçi Midibüs ve bisikleti koyacak bagajı bile yok. Nasıl alsın ki. Tire de evi olan arkadaşımız Birol Önal’a gelip Şerif’i almasını söyledim Şafak’a. Arkadaşlar Tire’ye varmıştı ve bizim daha 10 Km yolumuz daha var. Şerif’e oturup Birol’u beklemesini söyleyip pedala bastım. Birol arabası ile Şerif ve bisikletini alarak Tire’ye getirdi. Beni Tire girişinde benzinlikte Ferdimen bekliyordu. Ben de gelince birlikte Tire belediyesinin bizi konaklayacağı spor salonuna sora sora geldik.

Birol Önal’ın arabasının arkasında bisiklet taşıyıcısı var. Birol ve Şerif bisikleti arabadan indirirken.

Kapalı olan spor salonunun içine bisikletlerimiz ile girerek yerleşiyoruz. Sıcak duşumuzu da alarak, aklanıp paklanıyoruz bir güzel. Terli formaları yıkayıp yerine temiz eşyaları giyiyoruz.

Spor salonunun girişi geniş bir salon. Salon yüksek tavanlı, kıyılarda balkon var. Üst bölümde odalar var ve yukarı çıkan merdiven görünüyor. Aşağıda bisikletler, arkadaşlar toplaşmış kendi aralarında konuşuyor. Sağ alt tarafta pinpon masası var.

Akşam yemeğini Birol Önal yaptırmış bile. Pide ayran ile karnımızı doyurduk. Kendisine ayrıca teşekkür ederim bize ev sahipliği için ve misafirperverliği için. Akşam bastırdı, duşumuzu aldık, karnımız doydu. Bunun üstüne kahve gider diyerek kahve takımlarımı çıkarıp cezveyi ocağa sürüyorum. Akşam serinliğinde kahvelerimizi afiyetle içerek günün değerlendirmesini yaptık.

Gaz ocağım yanar durumda, cezvede taşan köpükleri fincanlara dökerken. Resim biraz bulanık çıkmış Ferdimen çekerken kahvenin kokusundan heyecanlanıp eli titremiş olmalı deklanşöre basarken.

Bir süre sohbet ettikten sonra günün yorgunluğu üzerimize uyku olarak çökmeye başladı. Her kes kendine yatacak yeri belirlemişti çoktan. Ben de koridorun birine matımı serip hazırlamıştım. Yarın Salı günü, Tire’nin pazarı kuruluyor. Hem de büyük bir pazar. İlk önce pazarı gezeceğiz. Yarın güzel bir gün bizi bekliyor ve uyku tulumuna mutlu girerek derin bir uykuya dalıyorum.

Bu gün yaptığımız yol yaklaşık 76 Kilometre civarı

Aşağıda yaptığımız yolun haritası

Powered by Wikiloc

V. Az Bilinen Antik Kentler Turu 2. Gün

5. Az Bilinen Antik Kentler Turu 2. Gün

22 Nisan 2016 Cumartesi

Urla içmeler – Urla İskele – Sığacık.

(Kör arkadaşlar için betimleme yapılmıştır)

(Bazı resimler Gürel Gürselp ve Ferdi Kızıl’a aittir)

 

Dövüşmek ancak ona yakışırdı

Ona yakışırdı aşklar ve yolculuklar

Yoktu bağlandığı herhangi bir şey

Bulutlar gibi çekilip giderdi seslerin arasından

Ne bilir ömrün değerini bir çılgın

Yalnızca kendini yaşamayı nereden bilebilir

Ve başarısız eylemler çağında o

Kaçabilir mi binlerce kez ölmekten

Ahmet Telli

 

Öne çıkan görsel, bin yıllık zeytin ağacının gözdesi etrafında el ele tutuşmuş bisikletçiler.

Güzel bir uykunun ardı güne iyi başlamaktır. Güneşin ilk ışıkları kamp alanına vurunca gece esen rüzgarın dindiğini anlıyorum. Kalkar kalkmaz eşyaları toplayıp kıytırığa yükledim. Sabah kahvaltısı da hazırlanıyor bu arada. Rüzgar var diye gece binaların arasına çadırları kurduk. Yemek masaları da burada. Kahvaltıyı afiyetle yiyoruz ve hemen eşyalar bisikletlere yüklenmeye başladı bile. Turda destek aracı yok o yüzden herkes kendi eşyasını kendi taşıyor.

Okaliptüs ağaçları etrafta, ortada masalar. Kimisi masada oturmuş kimi ayakta sohbet ediyor. Güneş bahçeye vurmuş iyice aydınlık ortalık.

Ben de bu arada fincanlarımı çıkarıp kahve pişirmeye koyuldum.

Dört kahve fincanı ve dört kahve tabağı.

Beni mutlu eden Mustafa Güven’e tekrar teşekkürler. Bunu kahve içerek kutlamalıydık. Şanslı olan iki kişi daha aramıza katıldı, Fırat Okutucu ve Doktorlarımızdan Burcu Koçay. Böylece yeni fincanlarımızla ilk kahvemizi kuytu bir köşede içmiş olduk. İlk defa fincan tabaklı kahve içtik ama fala bakmadık, Urim Baba’nın kahvesinde fal bakılmaz.

Tesisin odalarının arka tarafında dört kişi oturmuşuz elimizde fincanlar kahve içerken. Kıytırığın üçgen turuncu ve sarı bayrakları da resmin sol tarafında.

Herkes hazır olunca gönüllü ekip ile masa ve sandalyeleri işletmenin deposuna kaldırdık el birliği ile.

Üstü kapalı yarım yuvarlak bir baraka, iki yanı da açık. Masaları söküp yerleştiriyoruz. Okaliptüs ağaçları burada da var.

Artık tura başlanmalı diyerek yola çıktı grubumuz. İlk durak eskiden karayolu olan deniz kıyısındaki tarihi İskender köprüsü. Burada resim çekilmeden olmaz deyip pankartımızla resim çekiliyoruz hep birlikte.

Köprü taştan yapılmış, iki tarafı da yıkıldığından biraz yüksekte. Köprünün yüksekliği bir adam boyu, uzunluğu da 15 metre civarı. Üç tane gözü var, ortadaki büyük, yanlardaki küçük kemerli göz. 70 kusur kişi kimi köprünün üstünde ayakta, kimisi kıyılara oturmuş. Kimisi de köprünün önünde. Az bilinen antik kentler turunun pankartı önde.

Biz artçılar olarak Doktor Mete ile ayrıca kendi resmimizi çekiliyoruz. İkimizde birer kolumuzu kaldırmış selam veriyoruz. Solda bisiklet canavarı Enes bisikleti ile uğraşırken. Köprünün ardı deniz, önü ise kumsal. Köprü üç gözlü yapılmış.

Ana yoldan Urla kavşağına kadar gelip biraz geri gittikten sonra ara bir yoldan Urla İskele mahallesine geliyoruz. Burada grubu ikiye ayırdık. Bir grup Klazomenai antik kenti gezecek, diğer grup ta tarihi gemi yapım atölyesini gezecek. Ben antik kenti gezen gruba katıldım. Antik kentte kazılar devam ediyor bir yandan. Sadece burası değil başka yerlerde de kazılar yapılıyor bölüm bölüm.

Yerde çakıl taşları dökülmüş yürümek için, karşıda saz çatılı bir yapı görünüyor. Bu yapı zeytin yağı işliği. Solda tarla, tarlada otlar biçilmiş, balya halinde duruyor bir kaç tane.

Çatısı sazlardan yapılmış iki yapı var alanda. Birisi yağ işliği, diğeri kuyunun üstünü örtüyor. Ahşap iskeletin üzerine demetler halinde kalın bir tabaka bağlanmış. Yağmur, sıcak, soğuk geçirmeme özelliği var. Yalnız işçilik önemli, işi ve işçiliği iyi yapmak gerek.

Saz çatının yakından çekimi, ahşap iskelet ve yandan saz demetleri çatıyı örtmüş.

Saz çatının anlı böyle kesilmiş, sazların kalınlığı 8 mm olacak. Sıkı demetler halinde bağlanacak ki üstten yağan yağmur alttaki sazdan aşağı kayıp gitmeli. Saz tabakasının kalınlığı 40 – 50 cm civarı.

Klazomenai (Antik Yunanca: Κλαζομεναί), İzmir körfezi’nin güney sahil şeridi üzerinde, İzmir’in 38 km batısında, Urla belediyesi sınırları içinde bulunan tarihi İyonya kenti. Oniki İyonya kenti arasında anılır. Urla’nın doğusunda uzanan sahil şeridi için kullanılan Kilizman ismi, bu antik kentten kaynaklanmaktadır.

Klazomenai kentinin kalıntıları bugün Urla ilçesinin İskele Mahallesi’nde, denize komşu tarlalarda ve kıyıya yakın Karantina Adası üzerinde bulunmaktadır. İskele Mahallesi’nin antik çağda bir Yarımada oluşturduğuna dair bulgular mevcuttur. Kazıları Ege Üniversitesi adına 1981’den günümüze yürütülmekte olup, tarihi MÖ 4000 yıllarına kadar uzanan ve günümüzde kazıları ayrı bir organizasyon içinde sürdürülmekte olan Limantepe Höyüğü’nün komşusudur.

Nüfus olarak nispeten küçük bir yerleşim merkezi olmakla birlikte, Klazomenai, çoğu kuruluşunun ilk dönemi olan MÖ 7. yüzyıldan kalma ve günümüzde kentin adıyla anılan terrakotta lahitleri ve yine kentin adı ile anılan siyah figürlü yerli seramikleri (Kuzey İyonia kentlerinin kendilerine özgü yaban keçisi stilindeki seramik dahil) ile ün kazanmış olup, önemli bir seramik üretim merkezi olduğu kabul edilmektedir.

Klazomenai ayrıca zeytinyağı ticaretinde isim yapmıştır. Kalıntıları arasında yer alan ve MÖ 6. yüzyıla tarihlenen zeytinyağı işliği tanımlanabilen en eski zeytinyağı üretim tesisidir ve bu tesiste 2004-2005 yılında Ege Üniversitesi koordinasyonunda restorasyon ve yeniden inşa çalışmaları gerçekleştirilmiştir. Sitte aynı tarihlerden kalma ve zeytinyağı işliği ile bağlantılı bir demirci işliği de bulunmaktadır. Mayıs 2007 de deniz yatağının altında MS 7. yüzyıl sonuna tarihlenen çıpa ve diğer buluntular ortaya çıkarılmıştır. Bu çıpayı da keşfedilen en eski gemi çıpası olarak anan kaynaklar mevcuttur.

Pausanais’a göre Klazomenai ve Phokaia’da birer eski Yunan kolonisinin kuruluşu Ege Denizi kıyılarındaki diğer İyon kolonilerine göre daha geç tarihlidir. Klazomenai’de İyon göçmenlerine ait olan arkeolojik izler şimdilik en erken MÖ 10. yüzyılın ortalarına, bir başka deyiş ile geç protogeometrik döneme aittir. Akropol yer alması muhtemel kutsal alanın da MÖ 8. yüzyıl sonlarından itibaren etkin olduğu söylenebilmektedir. Bu durum Pausanias’ın, Klazomenai’nin diğer İon kentlerine göre daha geç bir yerleşim olduğu hakkında vermekte olduğu bilgilerle uyumlu görünmektedir. Pausanias ayrıca, Klazomenai ve Phokaia’nın İyonlar Asya’ya gelmeden önce yerleşime sahne olmadıkları bilgisini vermektedir ki, bu bilginin yanlışlığı Limantepe ve Panaztepe höyüklerinin keşfedilmesiyle anlaşılmıştır.

Klazomenai kuruluşunun ilk evrelerinde Kimmerlerin Frigya Krallığı yıkan saldırılarından payını almış, daha sonra da Lidya devlerinin kuşatmasına maruz kalmıştır. Trakya’da Nestos nehrinin (Türkçe’de Karasu) bereketli alüvyon ovasında ilk kuruluşu MÖ 650 civarında Klazomenai tarafından gerçekleştirilen Abdera kolonisi, buna yakın bir tarihte Miletos’la birlikte yine Trakya’nın Karadeniz sahilinde kurulan Kardia kolonisi, Klazomenai kaynaklı kolonizasyon hareketinin bilinen ilk örnekleridir. Miletos önderliğinde Marmara Denizi ve Karadeniz kıyılarında kurulan ve sayıları 70’e ulaşan kolonilerin birçoğunun kuruluşuna, diğer İyonia kentlerinin yanı sıra Klazomenai’nin de katıldığı anlaşılmaktadır. Herodot’un aktardığı, MÖ 7. yüzyılda İyonya kentlerinin Firavun Psammetikhos döneminden itibaren Mısır’la paralı askerlikle başlayan ilişkilerine Klazomenai de katılmıştır. Arkaik dönem yerleşimi Pers imparatorluğu işgaliyle birlikte MÖ 546 civarında kesintiye uğramış, ve kent alanı 20-25 yıl terkedilmiştir.

MÖ 6. yüzyılın son çeyreğinden itibaren ise, Klazomenai’de özellikle zeytinyağı ihracatına dayanan canlı sanayi ve ticaret faaliyetleri belirmektedir. MÖ 499-494 arasında İyonya kentlerinin Perslere karşı ilk isyanının başarısızlıkla sonuçlanması sonrasında Perslerin ılımlı politikalarının sona ermesinden Klazomenai de etkilenmiştir. Şehir sakinleri anakaradaki topraklarını terketmişler, Pausanias’ın aktardığı şekilde “Pers korkusu yüzünden adaya geçmişlerdir”. Kent MÖ 487’den itibaren Atina tarafından kurulan Attik Delos Birliği’ne düzenli olarak vergi ödemiştir. Peloponez Savaşı esnasında Klazomenai önce Atina’nın yanında yer almış, ancak Atina’nın MÖ 413’de Sicilya’da Sparta’ya karşı bozguna uğraması sonrasında Sparta saflarına geçerek, anakarada yer alan Polikhne’yi (Balıklıova) tahkim etme denemesinde bulunmuşlardır. Atina hakimiyetini kısa sürede yeniden kurmuş, ayaklanmanın önderleri Daphnus isimli yerleşmeye kaçmışlardır. MÖ 405’de Spartalı komutan Lysandros’un kısa ömürlü Anadolu’da egemenlik kurma girişimi esnasında da, Klazomenai’den bir kesimin isyan teşebbüslerini tekrarlayarak anakarada adaya yakın Khytron adlı bölgede bir kent kurdukları anlaşılmaktadır. Adadaki Klazomenai ile anakaradaki Khytron arasındaki savaş hali uzun süre devam etmiş, Klazomenai bu dönemde İzmir Körfezi kuzeyindeki, Gediz nehri’nin eski deltası yakınındaki arazilerde küçük bir kolonizasyon hareketine girişerek, günümüzde Üçtepeler, eski kayıtlarda Kilazmanı olarak anılan bölgede Leukai kolonisini kurmuştur. Büyük İskender, Anadolu’da Pers egemenliğine son vermesi sonrasında Klazomenai’nin üzerinde yer aldığı adayı (Karantina adası) bir yol ile karaya bağlamıştır. Roma İmparatorluğu döneminde MÖ 188 tarihli Apameia barışı sonrasında Klazomenai Romalılar tarafından özgür bırakılan kentler arasında yer almaktadır ve Drymoussa (Uzunada) adasının da kent topraklarına katılmasına izin verilmiştir. 5. yüzyılda adadaki kentin terkedildiği anlaşılmaktadır.

Kazı çalışmasının yapıldığı alan. Yuvarlak taş örülü bir kuyu, üzerinde demir ızgara ile kapatılmış girilmesin diye. Kazılarda ortaya çıkmış üç tane kocaman yağ saklama küpü. Üzerleri tahta kapak ile kapatılmış. Daha ileride demir profil ile yapılmış üstü kapalı kazı alanı. Eski evlerin dikdörtgen duvar kalıntıları kazıda ortaya çıkmış durumda.

Yağ işliği içine giriyoruz, içerisi loş bir aydınlık ama görebiliyoruz neler var. Bazı yerlerde hala kullanılan kocaman bir taş çanak ve iki değirmen taşı. Taşlar ortadan delinip bir metrelik bir dingil ile dikdörtgen dik kalın bir direğe tutturulmuş. Dik duran direk döndürülünce iki değirmen taşı direğin ekseni etrafında çanakta zeytinleri ezme işini yapıyor.

Değirmen taşlarının yanında geniş ağızlı bir kulplu küp duruyor.

Bir başka zeytin yağı çıkarma yöntemi. Presle sızma zeytin yağ üretim aracı. Altta keçe bir örtü, 10 metre uzunluğunda kalın iki direk. Ucunda yine keçe, arada zeytin taneleri konuyor çuvalların içinde. Direklerin diğer uzunda iplerle ağırlık taş bağlanmış. Ezilecek yere yakın olarak destek konulmuş, destek en uçta. Kaldıraç örneğinde olduğu gibi.

Ağırlık taşı ve buna ek olarak iplerle çark sistemi kurulup daha da sıkıştırmak için mekanizma kurulmuş. Kalın yuvarlak bir mile ip dolanmış yukarıda direğe bağlı. Milin ucunda delikler, bu deliklere levye sokularak mili döndürmeye çalışılıyor. Mil geriye kaçmasın diye destekler var.

Taştan oyulmuş lahitler, çevrede kazılarda bulunup buraya koruma amaçlı getirilip sergileniyor. Kimi kapaksız, kiminde kapak var.

Bizim grup yağ işliği gezisini bitirip dışarı çıkmaya başladık. Diğer grup çıkmamızı bekliyor kapı girişinde.

Girişte büyük bir havuz var, havuzun içinde de kırmızı balıklar yüzüp duruyor usulca. Aralarında tek tük beyaz renkli siyah lekeli balıklar da var.

Havuzun en güzel yanı nilüfer çiçekleri, tam da yeni açmış, kimisi tomurcuk halinde açmaya hazır. Kökleri havuzun dibinde, gövdesi su yüzeyine yükselerek çıkmış. Kocaman tabak gibi yayvan yaprakları su yüzeyini kaplamış durumda. Çok az bir alan kalmış su yüzeyi, neredeyse tamamen örtülü yapraklarla. Yaprakların üstünde kolayca küçük böcekler suya değmeden gezinebilirler. Bahar ayının getirdiği güzellikler kendini belli ediyor. Nilüfer çiçekleri havuzun tabanından uzanan sapları ucunda dört çanak yaprak, yaprakların arasından fışkırarak bize güzelliğini sergiliyor. Beyaz renkli, iç içe üç sıra taç yaprakları bir gelinlik gibi. Ortasında üreme organları davetkar kokusu ve parlak sarı renkleri ile döllenmeyi yapacak böcekleri kendine çekiyor. Ödül olarak ta çiçek özü ve polenler oluyor böceklerin.

Havuzun bir kıyısında sazlar ince yeşil gövdeleri ile sudan yarım metre yukarı çıkmış.

Saz demeti havuzun kenarında ayrı bir görsellik katmış. Kamışların ucunda püsküllü çiçekleri açmış durumda ama çiçekler yeşil renkte, salkım saçak. Havuzun ötesinde kazı evi, önünde teras. Terasın üzeri kargılardan yapılmış örtü ile gölgelik yapıyor.

Bahçenin küçük serin evinde,

Amberlerin ve okaliptüslerin altında

İçinde tek bir kırmızı balığın bulunduğu

Sarı havuza yakın

Sepetçi söğüdü kokan serin evde

Bir deniz pusulası buldum

Zamanın ne göstereceğini ondan öğrendim.

Giorgos Sepheris

Nilüfer çiçekleri altında bir tane kırmızı balık yüzüyor usulca.

Deniz kıyısındaki geçmişte kullanılan gemi yapım atölye ve müzesine geldik. Bisikletleri park edip içeriye giriyoruz. Girişte ilk olarak Uluburun batığı olan gemi karşılıyor. Batık geminin kopyası yapılıp burada sergileniyor.

Müzenin etrafı tel çitlerle çevrilmiş, giriş için ücret ödenmiyor. Girişte pankart asılmış, pankartta Ankara Üniversitesi Mustafa V. Koç Deniz Arkeoloji Müzesi yazılmış. Burası deniz kıyısında.

Ahşaptan yapılmış teknenin ön kısmında bulunan 1.5 metre uzunluğunda kare biçiminde teknenin altından gelip önden çıkan direk. Su içinde kalan bu direk teknenin sağa sola sapmadan doğru gitmesini sağlıyor.

Resmi tam direğin önünden çekiyorum, gövdenin aynası burnu oluşturuyor. Yanlardan hafif genişlemesi tam simetrik görünümünde. Tekne takozların üzerine oturtulmuş. Yerde yeşil otlar bitişerek çakıl taşlarını örtmüş durumda.

Aynı teknenin iç kısmı kürek çekenlerin oturma yerleri arkaya doğru sıralanmış. 12 Sıra görünüyor, yelkeni ve direği yok. Kürek çekerek hareket ediyor denizlerde. Gövde tahtaları birbirine kalın iplerle çapraz bağ ile birleştirilmiş.  Gövde yanları ve taban dahil bütün birleşim yerleri aynı iplerle örülmüş. Kürekler de küçük tek kişinin yandan denizde çekecek biçimde. Bir kaç kürek sıraların üzerinde duruyor.

Rehberimiz bize geçmişte kullanılan tekneleri ve yapım tekniklerini anlatıyor. Bizlerde dinliyoruz can kulağıyla. Başımızda bu senenin buffları var yeşil renkte.

Başka büyük ahşap bir tekne. Bu tekne yelkenli ve rüzgarın olmadığı havalarda kürek ile de gidebiliyor. Teknenin çoğu yer boyasız, sadece ön kısmı kahverengiye boyanmış. Balığa benzer bir göz beyaz renkte boyanarak teknenin daha güzel görünmesine neden olmuş.

Bir zamanlar denizin dibini gözlemlemek için kullanılan altı geniş üstü dar tahta bir fıçı. Bir tane yuvarlak cam üst kısımlara doğru sekiz civata ile tutturulmuş. Üstte, altta ve cam bölmenin altında demir çember ile sağlamlaştırılmış. Üstte ve altta artı biçiminde tahtalar konulup dört tane ip ile bağlanmış.

Sazdan yapılmış büyük bir tekne. Tam ortada alt kısmı açık, üstte birleşen iki direk. Yedi tahta yatay konularak merdiven gibi olmuş. Yukarıdan aşağı iki taraftan halatlar bağlamış. Teknenin gövdesi sazlardan yapılarak birbirine bağlanmış.

Yarım yuvarlak yapılmış branda kaplı bir atölyenin dışarıdan içerisi, branda aralığından görüntüsü. İçeride marangoz makineleri, planya, bıçkı makinesi, tekneler, tezgahlar ve keresteler görünüyor. Burada arkeologlar ve marangoz ustaları tarihte yapılmış gemileri araştırılıp bire bir kopyasını yaparak günümüzde de kullanılabileceğini gösteriyor. Ayrıca yapılan gemileri bire bir görmemizi de sağlamış oluyorlar.

İki tane sıpa üzerinde küçük bir teknenin yapımı sürüyor. Tekne henüz bitmemiş.

Tekne ve gemi yapımında kullanılan ağaç malzemeler çeşit çeşit atölyenin kenarında duruyor. Bunların arasında bir tane gemilerde bulunan ağaçtan top dikkatimi çekti. Eskiden ticaret gemilerine deniz korsanları sık sık saldırıp talan ederlermiş. Bunlara önlem olarak gemilerde topa benzer ağaçtan yapılarak konulurmuş. Korsanlar bunu gerçek sanıp saldırmaktan vaz geçerlermiş. Bu atölyede bir çok top örneği var irili ufaklı.

Uzun yelken direği İki sehpa üzerinde boylu boyunca uzatmışlar denize doğru. Önde de kalın bir halat dolanmış.

İp örgülü benze başka bir teknenin içi. Bunda da 12 sıra oturma yerleri var. Tekne kürekle gidiyor. Deniz masmavi laciverte kayan bir rengi ile arkada fonu oluşturmuş. Bir kaç küçük ada da serpiştirilmiş denizin ortasına.

Masallarımı gemilerde öğrendim ben

Yolculardan değil, denizcilerden de değil

Ceplerinde sigara arayıp duran

İskelede bekleyen daimi işsizlerde de değil.

Gemi simaları dünyama yerleştirmiştir benim,

Kimisi Kyklops gibi tek gözle bakar

Hareketsizce deniz aynasına

Kimisi karınca gibi davranır, kimisi kelebek,

Kimisi uykuda gezer gibi ilerler tehlike saçarak

Ve kimisi uyuyakalmıştır denizin derinliklerinde.

Tahtalar, halatlar zincirler.

Giorgos Sepheris

Tekneni halat dolama iki kalın çubuğu, ip örgülü teknenin oturma sıraları ve yandaki teknenin üçgen merdiven yelken direği.

Sadece ön tarafı boyanmış teknenin yandan görünüşü, tekne takozların ve varillerin üzerine oturtulmuş. Yanlardan destek direkleri ile düzgün duruyor. 10 Tane kürek deliği yanda delinmiş. Yelken direği ve seren direği aşağıda yana doğru çevrilmiş durumda.

Ulu burun batığı ve deniz altı gözleme şamandırası önünde toplanıyoruz.

İp örgülü teknenin yanlarında yuvarlak delikten içerisinin resmini çekiyorum. Teknenin diğer yanında aynı delikten bir tane daha var. İçeride üç sıra çapraz bağlı iplerle tutturulmuş yan gövde tahtaları. Oturma sıraları üzerine konulmuş kürekler görünüyor.

Az Bilinen Antik Kentler Turu pankartını elimize geçirip bir resim çekiliyoruz artçı grubu olarak. Soldan sağa doğru; Zeynep Nuray oymak, artçı değil ama aramıza aldık öylesine, kafasında kaskını çıkarmamış. Doktorlarımızdan Burcu Koçay, gerçi pek arkada durmuyor ama elinde okul zilini alınca aramıza alıyoruz mecburen. Kamp ateşinden sorumlu Şafak Omaç, ara sıra yardımcı da oluyor artçı olarak. Kafasında çöl şapkası. Ortada ben ve yanımda Doktorlarımızdan Mete Güney, Mete de kasklı. Kaskını çok seviyor anlaşılan. Artçılardan Ferdi Kızıl, namı diğer Ferdimen oturmuş sadece burnundan yukarısı görünüyor. Bir elinle sol gözünü kapatmış. Güneşe bakamıyor anladığım kadarıyla. Solda da Bodrumdan gelen Ebru Uçurum. Ebru daha önceki turda fren pabucu sürte sürte gelmişti ilk günde. Gidemediğinden neredeyse ağlayacaktı. Ertesi gün neden gidemediğini anlamıştık ve fren pabuçlarını ayarladıktan sonra kızı tutamamıştık. Hepimiz pankartın bir ucundan tutup poz verdik kameraya doğru.

Gemi yapım müze ve atölyesini bitirip dışarıya çıkarak Ünlü şarkıcılarımızdan Tanju Okan’ın heykelinin bulunduğu parka geliyorum. Heykel dikdörtgen bir kaidenin üzerine konulmuş. Tanju Okan sol elini pantolonunun cebine sokmuş, sağ eli ise dirsekten 90 derece kırarak avucu yukarı bakacak şekilde ileri uzatmış durumda heykeli yapılmış.

Tanju Okan

Parkta Yatıyorum

Yıldızlardan yapılmış bir yorgan örttüm üstüme

Yaslamışım başımı o güleç yüzlü mehtaba

Tıkamışım kulaklarımı şehrin keşmekeşine

Sarılmışım geceye bir sevgili niyetine

Ben mekanımı çoktan seçmişim

Ne ev sahibi ne pul ne senet

Ne suyun derdi ne de elektrik

Ben artık parkta yatıyorum

Ben artık parkta yaşıyorum

Ben mekanımı çoktan seçmişim

Ne çatı katının merdiveni

Ne de bodrum katının hücresi

Ben artık parkta yatıyorum

Ben artık parkta yaşıyorum

Yıldızlardan yapılmış bir yorgan örttüm üstüme

Uzanmışım yeşil çimenlere boylu boyunca

Derin derin çekmişim sıcak geceyi içime 

Yaşamanın tadını çıkarıyorum böylece

Ben mekanımı çoktan seçmişim

Ne mutfak derdi ne de kapıcı

Ne konu komşu ne çoluk çocuk

Ben artık parkta yatıyorum

Ben artık parkta yaşıyorum

Ben mekanımı çoktan seçmişim

Ne kasap ne de bakkal hesabı

Ne borcum var ne de alacaklım

Ben artık parkta yatıyorum

Ben artık parkta yaşıyorum

Ben mekanımı çoktan seçmişim

Ne ev sahibi ne pul ne senet

Ne suyun derdi ne de elektrik

Ben artık parkta yatıyorum

Ben artık parkta yaşıyorum

Söz: Mehmet Teoman

Tanju Okan parkında heykelinin önünde topluca resim çekiliyoruz.

Tanju Okan parkından Yunanlı şair Yorgo Seferis’in evine geliyoruz. 1900 yılında doğduğu bu evde çocukluğunu yaşamış ama burada yaşayamayacağını anlayan babası 1914 yılında Yunanistan’a göç eder ailesi ile birlikte. Belki de doğduğu yeri görememenin hasreti ile şair olmuştur. Hasret şairliği Yorgo Seferis’e 1963 yılında Nobel edebiyat ödülünü kazandırmıştır.

Yorgo Seferis’in evinin olduğu yer yıkılıp yeniden yapılmıştır. Burası butik otel ve cafe Yorgo Seferis olarak işletilmektedir. Ahşap döşeli tavanda karpuz lamba aydınlatması iki tane konulmuş. Tahta çıtalardan yapılmış Yorgo Seferis yazısı. Dışarıda küçük iki Yunan bayrağı ortada bir Türk bayrağı asılmış.

Nasıl ki
kalkar, doğup büyüdüğün şehre
gidersin bir gece
ve bakarsın temelinden yıkılıp yeniden
kurulmuş o şehir
ve yakalamaya çalışırsın geçen yılları
onları yeniden bulmanın umudu içinde.

Yorgo Seferis

Masa avizesi, lambası yanıyor. Altında işletmeni kitapçıkları dikine sıralanmış. Üzerinde Boutique Hotel Residence Yorgo Seferis yazısı var.

“Ben büyümeye başladığımda ağaçlar hiç

bırakmadı yakamı,

neden gülümsüyorsunuz? Yoksa çocuklara hiç acımayan

ilkyazı mı düşündünüz?

Yeşil yapraklara bayılırdım

sanırım sırf sıramdaki kurutma kağıdı yeşildi diye

birşeyler öğrendim okulda.

Ağaçların kökleriydi yakamı bırakmayan; kışın ılıklığında

gelip sararlardı gövdeme.

Başka düşlerim yoktu çocukluğumda.

Kendi gövdemi işte böyle tanıdım.”

Giorgios Sepheris

Öğretmenlerimizden sevgili Ayşe Kuş bizlere Yorgo Seferis hakkında kısa bir bilgi veriyor. Elinde notları, dinleyiciler pür dikkat dinliyor konuşmacıyı. Kahverengiye boyanmış ahşap tavanın kalın kalasları taş duvarlara tutturulmuş. İçerisi loş karanlık olduğundan bir kaç avize lambaları yanar durumda ortalığı aydınlatıyor.

Nazım Seferis için bir dize yazmayı ihmal etmemiştir.

Biz de sevgili Seferis biz de
güdük bir yaşam benimsedik sonunda
güdük ve tekdüze.

Nazım Hikmet RAN

Çerçevelenmiş gazete küpürü, Yorgo Seferis başlığı altında yazı ve resimlerle anlatılmış.

Öğle yemeğimizi yedikten sonra belirlenen saatte grup toplanınca harekete geçiyoruz. Ana yoldan Urla merkezine sorunsuzca gittik. Urla belediyesi kendi tesislerinde bizlere çay ikram ederek yorgunluğumuzu aldı bir nebze.

Fazla kalabalık olmasın diye yine iki gruba ayrıldık. Yarımız ilk önce yazarlarımızdan Necati Cumalı’nın müze evini ziyarete gitti. Diğer yarımız da çarşıda oyalandık. Urla’nın sanat sokağında bir süre zaman geçirip Necati Cumalı müzesine doğru yürümeye başladık.

Urla’nın Sanat Sokağını belirtir ahşap tabela beyaz renkte büyük harflerle yazılmış. Sokakta tek yada iki katlı evler, evlerin altı dükkanlar sıralanmış. Sanatçılar ürünlerini, sanatlarını burada sergiliyor.

Necati Cumalı’nın iki katlı taş binasına geldik. Bahçe duvarları taş ile örülmüş geniş bir bahçe. Ortasında bina, bahçe yeşil çim ekili. Bir buçuk kat yüksekliğinde beyaz bir bayrak direği ve rüzgardan dalgalanan Türk bayrağı Gökyüzü mavi, ince bulut tabakası az beyaza boyamış mavi gökyüzünü. Taş binasına giriş küçük bir avlu, avluya giriş kapısı. Çatısı kiremit ile kaplanmış. Bacaları tuğladan örülmüş iki tane. Evin yanında bitişik, avlu tarafından tek katlı daha küçük bir bina var. Üst ve alt katlarda pencereler dar ve uzun, pencere kapakları demir sac tan yapılmış pembe boyalı açık durumda.

Müze içine giriş yapıyoruz.

Necati Cumalı ( 1921 – 2001 )

Necati Cumalı 1921 yılında, bugün Yunanistan sınırları içinde bulunan Florina’da doğmuştur. İzmir Atatürk Lisesi’nden mezun olduktan sonra 1941 yılında başladığı Ankara Üniversitesi Hukuk Fakültesini bitirmiştir. Ankara’da Milli Eğitim Bakanlığı Güzel Sanatlar Genel Müdürlüğü’nde çalışan sanatçı, daha sonra 1950-1957 yılları arasında İzmir ve Urla’da avukatlık yapmıştır. İstanbul Radyosu’nda redaktörlük yapmış olan yazar, Paris Basın Ataşeliğinde de bir süre memur olarak çalışmıştır. Eşinin Dışişlerindeki görevi nedeniyle İsrail’de ve Paris’te de bulunan Necati Cumalı, geri dönüşünde İstanbul’a yerleşmiş ve 10 Ocak 2001’de İstanbul’da yaşamını yitirmiştir.

Edebi Kişiliği:

  • Edebiyata şiirle başladığını söyleyen sanatçının şiirleri aşk şiirleri, savaş karşıtı şiirler, yaşama sevincinin yüklü olduğu şiirler; haksızlıklara başkaldıran, memleketin dertlerinin, Anadolu insanının çaresizliklerinin anlatıldığı şiirler gibi gruplara ayrılabilir. Sanatçı şiir türüne “sevdiği insana sevdiğini söylemek ihtiyacı ile” gönül verdiğini söylemektedir.
  • Şiirlerinin yanı sıra roman, hikâye, oyun türlerinde de eserler vermiş olan Cumalı’nın bazı hikâyeleri filme de aktarılmıştır. Cinsellikle ilgili davranışların bol olduğu hikâyelerinde suça eğilimli insanları fazlaca anlatması da yazarın avukatlık mesleğinin bir getirişidir. Şiirlerinde anlattığı Ege Bölgesi’nin kasaba ve kırsal kesim insanlarına hikâyelerinde de yer vermiştir.
  • Hikâye türünden tiyatroya geçen Necati Cumalı, tiyatrolarda da yaşama sevinciyle yüklü günlük izlenimlerin güzelliklerini, Anadolu insanının çaresizliklerini, aşk ve sevgi konularını işlemiştir.
  • “Dil benim çalgımdır.” diyen Cumalı duru, güzel bir Türkçe kullanmış; süssüz, mecazsız, iç ve dış gözlemleri ustalıkla yansıttığı bir üslup oluşturmuştur.
  • Şiirlerinde belirli bir dönem Garipçilerin etkisinde kalmıştır

İlk önce Necati Cumalı’nın vesikalık resmi karşılıyor bizleri. Altında da ziyaretçilerin yazacağı anı defteri açık durumda.

Anı defterine bizlerin adına Doktor Serhat yazıyor el yazısı ile.

“Değerli Necati Cumalı Müzesi

Yetkilileri

Az Bilinen Antik Kentler Turu bağlamında

120 bisikletçiyle müzeyi gezme fırsatı

buldu. Necati Cumalı’yı Hülya

Hanım’ın güzel sunumuyla rehberliği-

nde gezdik. Bu güzel ziyaret

fırsatını sunan konuya emeği

geçmiş herkese teşekkür ederiz.

Saygılarımla

Az Bilinen Antik Kentler Bisiklet

Turu Adına

Dr. Serhat Değimli

22.04.2016″

Eserleri:

  • Şiir: Kızılçullu Yolu, Harbe Gidenin Şarkısı, Mayıs Ayı Notları, Yağmurlu Deniz, Denizin İlk Yükselişi, İmbatla Gelen, Güneş Çizgisi, Ceylan Ağıtı, Tufandan Önce, Güzel Aydınlık, Bozkırda Bir Atlı, Yarasın Beyler, Aşklar Yalnızlıklar, Kısmeti Kapalı Gençlik
  • Öykü: Susuz Yaz, Yalnız Kadın, Ay Büyürken Uyumam, Değişik Gözle, Makedonya 1900, Dila Hanım, Yakup’un Koyunları, Uzun Bir Gece, Aylı Bıçak, Revizyonist, Kente İnen Kaplanlar
  • Roman: Tütün Zamanı, Acı Tütün, Aşk da Gezer, Viran Dağlar, Yağmurlar ve Topraklar, Uç Minik Serçem
  • Oyun: Oyunlar 1 (Boş Beşik, Vur Emri, Ezik Otlar); Oyunlar 2 (Susuz Yaz, Tehlikeli Güvercin, Yeni Çıkan Şarkılar); Oyunlar 3 (Nalınlar, Masalar, Kaynana Ciğeri); Oyunlar 4 (Derya Gülü, Aşk Duvarı, Zorla İspanyol); Oyunlar 5 (Gömü, Bakanı Bekliyoruz, Kristof Kolomb’un Yumurtası ); Oyunlar 6 (Mine, Yürüyen Geceyi Dinle, İş Karar Vermekte).

Müze rehberinin anlatımıyla müzeyi gezmeye başladık. Devlet Tiyatroları’nın afişi;

Necati Cumalı

BOŞ BEŞİK

Oyun 2 Bölüm

Ucu kıvrık dal deseni pençeleriyle kartal Türkmen kilim motifli beşiği kapmış durumda. Yanında da ayakta baştan sona örtülü kadın siuleti.

En altta açılış nedeniyle oyun 7 Ekim 1987

Boş Beşik Necati Cumalı’nın yazdığı tiyatro oyunu.

Tiyatro Afişi;

Devlet Tiyatroları

Necati Cumalı

Deve Tabanı

Komedi 2 Bölüm

Yöneten : Ekmel Hürol

Dekor : Orhan Alparslan

Kostüm : Yıldız İpekoğlu

Işık : Işık Tunççekiç

Afişte resim, desen yok. Kıyıları çerçeve gri çizilmiş.

Tiyatro Afişi;

Devlet Tiyatroları

Necati Cumalı

NALINLAR

Oyun 2 Bölüm

Yöneten Mahir Canova

Dekor : Hüseyin Mumcu

Kostüm : Sevinç Gürlük

Işık : Nuri Özakyol

Necati Cumalı’nın yazı masası, masanın üzerinde kavun içi renkli muşamba örtü. Daktilo tam ortada kenarlarda porselen iki tabak dikine ayaklar üzerinde duruyor. Karpuz gibi yuvarlak cam kavanoz, içinde ıhlamur çiçekleri. Camdan yapılmış ödül kaidesi, yanıda kapaklı dikdörtgen küçük bir kutu. Kalemlik, Necati Cumalı yazan isimlik ve bir fotoğraf makinesi eskilerden. Masanın arkasında deri bir oturma koltuğu. Pencerenin altında küçük bir sehpa üzerinde kapaklı bir pikap duruyor.

Tiyatro Afişi;

Yugoslavya’nın Makedonya cumhuriyeti Üsküp şehri

Türk ve Şiptar Halklar Tiyatrosu Üsküp

Necati Cumalı

NALINLAR

(Fars 2 perde, 4 tablo)

Sahneye koyan : Kemal Lila

Sahneyi çizen : Doğan Aksel

Lektör : Necati Zekeriya

ŞAHISLAR

Osman Yavaş – – – – – – – – – – – Selaettin Bilal

Muhtar – – – – – – – – – – – – – – – Lütfü Seyfullah

Döndü Karalıkuş – – – – – – – – – Müşerref Prekiç

Ömer Akkuzulu – – – – – – – – – -Cemail Maksut

Esma Akkuzulu – – – – – – – – – -Nezaket Ali

Seher Akkuzulu – – – – – – – – –  Süzan Maksut

Ali Kınalı – – – – – – – – – – – – – – Mehdi Bayraktar

Klarinetçi – – – – – – – – – – – – –  Fehmi Grubi

İspirient:

Enver Behçet

Süflör :

Emine Yaşar

Temsil Tam Saat————————Başlar

Tiyatro Afişi;

Bakırköy imar eğitim kültür ve sosyal hizmetler vakfı

Bakırköy Belediye Tiyatrosu

Necati Cumalı

MİNE

Yöneten: Zeliha Berksoy

Çevre düzeni: Gürel Yontan

Kostüm: Gönül Sipahioğlu

Oyuncular: Münir Akça, Erdoğan Akduman, Orhan Aydın, Cihan Bıkmaz, Mihriban Çelikel, Ayşe Demirel, Burak Karaman, Bora Kaya,

Şefik Kıran, Aytekin Özen, Sait Seçkin, Alptekin Serdengeçti, Aydoğan Temel, Nefrin Tokyay, Doğan Turan, Ali Yaylı, Levend Yılmaz

Adile Naşit kültür merkezi – İncirli Bakırköy

Tiyatro Afişi

Antalya büyükşehir belediye tiyatrosu

DeRya ( R harfi ters yazılmış )

Gülü

Necati Cumalı’nın anısına saygıyla…

Yazının solunda Necati Cumalı’nın portresi

Yazan: Necati Cumalı Yöneten: Cenap Aydınoğlu Özgün müzik: İhsan Kılavuz Işık tasarım: Seyfi Ezilmez

Oyuncular: Hanife Özgür, Cenap Aydınoğlu, Mehmet Özgür

Altta denizin üstünde yelken direkli küçük bir tekne yelkeni yok, kıç tarafında teknenin içinde ayakta durmuş bir adam. Beyaz siluet olarak görünüyor.

Tiyatro Afişi İngilizce

The Oldvic International Season 928 – 7616

May 29 – June 3

The International Turkish Players in

THE TURKİSH

CLOGS

Necati Cumalı Çeviri: Nüvit Özdoğru

Direktor by: Haldun Dormen

with: Yıldız Kenter, Nüvit Özdoğru, Göksel Kortay, Nevra Serezli, Yüksel Gözen, Kerem Yılmazer, Erol Ertan

Altta Türkmen Yörük kadını, yazması önünde boncuklar sarkıyor. yazmanın aşağıya sarkan iki yanında sarmaşık dalı motifleri yapılmış.

Tiyatro Afişi yabancı dilde hazırlanmış

Sadece afişteki resmi çekiyorum, yazılar yok resimde. Mavi boyalı bir teknenin ön kısmı. Teknenin ucuna bağlı bir ip teknenin içine bırakılmış. Teknenin küpeştesine konulmuş kırmızı bir gül fidanı. Resmin alt köşesinde oyunun adı;

LA ROSE DEL MERS

Necati Cumalı müze gezimiz bitince toplanma yerinde buluşuyoruz. Herkesin hazır olduğunu gördükten sonra Urla’nın dar sokaklarında gitmeye başladık. Bir süre sonra kasabanın dış mahallesine geldik. Yol burada genişliyor, ikili sıra halinde gidiyoruz yaya geçidi tabelası yanından.

Ara yollardan Seferihisar’ın Sığacık mahallesine geldik. Zaman geçirmeden Teos antik kentine vararak Az bilinen antik kentler gezimizin bu günkü 2. antik kenti gezmeye başladık.

Duvar kalıntıları üç sıra taş örülü. Üst kademeye çıkmak için tahta bir rampa yapılarak üst tarafa çıkıyoruz. Ağaçlar ve çimenler yemyeşil antik kentin kalıntıları arasından kendini gösteriyor. Çitlembik ağaçları kocaman olmuş.

Amfi tiyatro, götürebildiklerini götürmüşler oturma yerlerinden. Üst kısımlarda oturma yerleri hiç yok. Alt kısımlarda kalanlar ise toprak altında kalmış olan sağlam oturma taşları. Kazı yapıldıktan sonra ortaya yarım bir tiyatro yeri meydana çıkmış. Buradan alınan taşlar Sığacık kalesinde kullanılmış, ayrıca camiler ve evlerin yapımında da kullanılmış. Tiyatronun üst kısmında ise yarım kemer şeklinde odalar görünüyor.

Teos
İzmir İli, Seferihisar İlçesi, Sığacık Mahallesi’nde yer alan antik liman kenti Teos, İzmir’in yaklaşık 50 km güneybatısında yer almaktadır.
Geleneğe göre, yerli halkını Karlar’ın oluşturduğu kente önce Boiotia, sonra da Atina’dan gelen göçmenler yerleşmiştir (Pausanias VII 3,6). Pherekydes kentin kurucusu olarak Boiotia kralı Athamas’ı göstermektedir.
Yaklaşık M.Ö. 600 yıllarında Thales, on iki İon kentinin merkezi olarak Teos’un seçilmesini önermiştir. Ancak Thales’in önerisi kabul görmemiştir. Teos, deniz ticaretinden dolayı hızlı bir şekilde gelişmiş ve çok geçmeden halkının büyük bir bölümünü Phokaia’ya ve Ephesos’a gönderecek duruma gelmiştir.
Teos antik kenti çok erken bir dönemde coğrafik konumundan dolayı büyük bir ticari önem kazanmıştır. M.Ö. 6. yüzyılda bu önemli ticari ilişkilerin izleri, Eski Mısır’a kadar takip edilebilmektedir. Kent, ticari amaçla Nil Deltası’nda yer alan Naukratis kentinin kurulmasında rol oynamıştır. M.Ö. 545 yılından sonra kent, Pers komutanı Harpagos’un eline geçmiştir. Teos, İon birliğinin bir üyesidir. Ancak bu dini ve politik birliğin Pers Kralı II. Kyros’un Batı Anadolu’daki Eski Yunan şehirleri üzerindeki baskısını kıramaması sonucu, birçok Teos’lu M.Ö. 543 yılında kenti terk etmiş ve Trakya Bölgesi’ndeki Nestos deltasında yer alan ve daha sonra önemli bir koloni şehri olan Abdera kentini (günümüzde İskeçe yakınında) kurmuşlardır. Abdera M.Ö. 5. yüzyılda yaşamış ünlü filozof Protagoras ile Demokritos’un vatanıdır. Bazı yazıtlar aracılığı ile iki kentin arasındaki ilişkinin çok yakın olduğunu ve Teos’ta alınan yasal kararların Abdera’da da geçerli olduğunu bilmekteyiz. Teoslular, Abdera’nın dışında M.Ö. 544 civarında Kuzey Karadeniz kıyısında Phanagoria kentini de kurmuşlardır.
Söz konusu göçe rağmen Perslere karşı sürdürülen M.Ö. 494 yılındaki Lade Deniz Savaşı’nda Teos, İon donanmasına 17 gemiyle sayı bakımından en büyük desteği veren kentlerden birisidir. İon Ayaklanması’nın Persler tarafından bastırılmasından sonra Teos, tekrar Pers yönetimi altına girmiştir. Ancak Teos, M.Ö. 479 yılında Mykale Deniz Savaşı’nda Eski Yunan Donanması’nın galip gelmesiyle Pers yönetiminden kurtulabilmiştir. O zamandan itibaren Teos, Attika-Delos Deniz Birliği’nin bir üyesidir ve bu birliğe 6 talent gibi yüksek bir vergi ödeyecek kadar varlıklıdır.
Peloponnesos Savaşları’nın son 8 yılı süresince Atina ve Sparta söz konusu bu zengin şehri oldukça zarara uğratmışlardır. Spartalıların Pers desteğiyle zafere ulaşmasından sonra, Anadolu’daki diğer Eski Yunan şehirleri ve Teos gibi, Spartalılar da Pers Büyük Kralı’nın iktidar isteğine karşı gelmişlerdir. Fakat M.Ö. 387/6 yılındaki Antaldikas Barışı ile Teos tekrar Pers yönetimi altına girmiş, ancak kent Büyük İskender (M.Ö. 334) ile birlikte tekrar özgürlüğüne kavuşmuştur. Büyük İskender Teos’u bir kanalla İzmir Körfezi’ne bağlamayı tasarlamıştı.
M.Ö. 304 yılında tüm İonia Bölgesi’nde etkin olan deprem sonucu olasılıkla Antigonos Monophthalmos Lebedos ile Teos kentlerini synoikismos ile birleştirmeyi planlamış ancak söz konusu bu plan uygulanamamıştır. I. Attalos yönetimi altında Teos, Pergamon Krallığı’na bağlanmıştır. M.Ö. 3. yüzyıldan 2. yüzyıla geçişte Teos kenti, artık Pergamon Krallığı’na bağlı değil, ancak görünüşte III. Antiokhos’un yönetimi altındadır. Çünkü Teoslular’ın tapınakları için sığınma hakkı ayrıcalığına ilişkin ricaları bir Seleukos elçisi tarafından Roma Senatosu’na iletilmiştir. Ancak M.Ö. 192-188 yıllarındaki Suriye Savaşı’nda Teos, Roma ve Pergamon Krallığı’na karşı yer almıştır ve bu yüzden de Apam sonra tekrar Pergamon Krallığı’na bağlanmıştır. M.Ö. 133’de III. Attalos’un vasiyet yoluyla topraklarını Roma’ya bırakmasıyla birlikte Teos, Roma topraklarına dâhil edilmiş ve M.Ö. 129 yılında Roma’nın Asia Eyaleti düzenlemesi ile bu eyalet içerisinde yer almıştır. Teos antik kentinin Roma Dönemi’nde de önemini sürdürdüğü antik kentteki mimari faaliyetlerden anlaşılmaktadır. Hıristiyanlık Dönemi’nde Ephesos metropolitliğine bağlı bir piskoposluk merkezidir.
Sadece yazıtlar aracılığı ile bildiğimiz Dionysos Sanatçılar Birliği, Teos’da çok önemli bir rol oynamıştır. Devamlı bir huzursuzluk kaynağı olarak görülen bu sanatçılar topluluğu M.Ö. 2. yüzyılın ortalarında Teos’dan Ephesos’a sürülmüşlerdir. Ünlü ozanlar Anakreon (M.Ö. 572), Antimachos ve Epikürcü Nausiphanes Teoslu’dur.
Teos Arkeoloji Kazısı 2010 yılından itibaren Ankara Üniversitesi Dil ve Tarih-Coğrafya Fakültesi Arkeoloji Bölümü, Klasik Arkeoloji Anabilim Dalı Öğretim Üyesi Prof. Dr. Musa KADIOĞLU başkanlığında yürütülmektedir.
Tiyatronun seyirci bölümünde oturup pankartımızla birlikte resim çekiliyoruz.
Teos antik kenti hakkında bilgileri Arkeolog Selen Kanat ve bir kısmını da Olcay Ormankıran anlatıyor, biz de dinliyoruz. Bizleri binlerce yıl ötesine götürüyor, şarap tanrısı Dionysos ve ona adanan kurbanlar. Dinlerken aklımıza neler gelmiyor ki !

Binlerce yıl öncesinden günümüze dönüyoruz. Ve düşünüyoruz ki bu yıl Tanrılara, özellikle şarap Tanrısı Dionysos’a kimi kurban edelim. Her yıl zavallı Fırat Okutucu’yu kurban etmekten bıkmıştık. Adam ufak tefek, pek Tanrıların dikkate aldığı da yok zaten. Kış aylarında tur için toplantılar yaparken benim aklıma hep Fırat Okutucu kurban ediliyor, bu yıl da bizim canavar-ül velosipet Enes’i kurban etsek ne olur dedim. Senaryo da kafamda hazırdı. Enes ve Fırat hep turlarda birbirleri ile didişirdi. Her zaman yaptığımız gibi Fırat’ı kurban etmeye hazırlanırken birden bire habersiz olan Enes’e hücum ederek yere yatırıp kurban ritüelini gerçekleştirelim. Arkadaşlar da bu önerimi kabul ettiler ve keşif turunda simülasyonunu yaptık. Nerede, nasıl, ne şekilde Enes’e nasıl çullanacağımızı yerinde test ettik.

Artık sıra geldi bu yıl ki kurban merasimine. Tiyatrodan çıkarken Enes’ kamerayı hazırlamasını söyledik. Fırat’ı kurban edeceğiz diyerek yavaşça Fırat’ın etrafını sardık. Enes kamera ile çekim yaparken birden bire üzerine çullandık. Yere yatırdığımız gibi karga tulumba sunağa doğru taşımaya başladık. Enes’in elinde kamera hala çekim yapmakta. Nedense çektiği görüntüleri hala seyredemedik.

Kollarından ve bacaklarından yakalamışız, kıpırdamasına olanak yok. Allahuekber nidaları ile kurban merasimini gerçekleştirdik.

Fazla çırpınmasın diye hala tutuyoruz kollarından, bacaklarından. Bu olaya en çok sevinen de Fırat oluyor. Yıllardır didişerek geçen ömründe bir gün intikamı alırım diye sabırla bekledi. Sonunda Tanrılar dualarını kabul etti ve canavar Enes ten intikamını almış oldu. Kurban ayaklarımızın altında zafer kazanmış askerler gibi poz veriyoruz. Tanrılara sunduğumuz bu canavar-ül velosipet Enes kabul edilir de bundan sonra bisiklet turlarında yolumuz hep açık olsun.

Kurban merasimi bitti, bisikletleri alarak antik kentin diğer yerlerine doğru elde bisikletler yürümeye başladık.

Burada tarihi bir zeytin ağacı var. Teos antik kentini görmese de yaşı 1000 yıllık olduğu söyleniyor ve bu ağaçtan çıkan zeytin yağının 1 kilosu 1000 Lira dan açık artırmayla satılıyor. 2016 yılında Litresi 1.250 Liradan satılmış. Zeytin ağacı etrafında el ele tutuşarak çember oluşturup dönüyoruz. Ağaca sevgimizi aktarıp enerjimiz ile binlerce yıl daha yaşasın. İnsanlara ve kuşlara zeytin versin diye. 8 Kişi anca ağacın etrafını sarabiliyoruz. Bu resmi öne çıkan görsel olarak seçiyorum.

1000 Yıllık zeytin ağacı önünde pankartımız ile resim çekiliyoruz hep birlikte.

Herkes çekildikten sonra bisikletim KUZ ve kıytırık Zeytin ağacının önüne getirip resim çekiyorum. Ne de olsa bunu hak ediyorlar beni ve yükümü taşımakla.

Sevgili artçı Doktorum Mete Güney bisikletimin yanına gelerek onu da kareye alıyorum bir poz.

Antik kent içinde yürümek için iki metre yürüme yolu yapılmış. Yola Arnavut kaldırımı döşenip kenarlarına beton kaldırım dökülmüş. Yağmurlu havalarda çamurlara batmayalım diye böyle bir yol yapmışlar iyi de olmuş. Yokuş olduğu için bisikletler elde yürüyerek yukarı doğru yavaşça çıkıyorlar. Kimisi bisiklete binmiş düşük vitese çıkmaya çalışıyor. Bisikletlerin bagajlarında yükler olunca sürmek hele arazide zor biraz.

Yukarılarda Tapınak var oraya gelince bisikletleri düz araziye park ediyoruz. Etrafta bir çok zeytin ağacı var.

Çoğu yıkıntı taş yığını haline gelmiş şarap Tanrısı Dionysos tapınağına doğru gidiyoruz.

İyonya da şarap Tanrısı Dionysos’a yapılmış en büyük tapınak burada. Sütunların hepsi yıkık, kırık dökük olsa da etrafa saçılmış durumda. Tabi ki çoğu işe yarayan taşlar çoktan götürülmüş başka yere. Artık olanların olduğu yerde toplanıp Arkeolog Selen Kanat ve Olcay bizlere şarap Tanrısı Dionysos ve Teos hakkında bilgileri sırayla anlatıyor. Herkes oturmuş pür dikkat anlatılanları dinliyoruz. Doktor Mete’nin başının yanından oturanların resmini çekiyorum.

Antik kent turumuz bitiyor ve yola çıkıyoruz. Arkada süpürücü olarak kimsenin kalmadığına emin olduktan sonra artçı ekibi ile peşlerinden yola çıktık. Önümüzde biraz yokuş var, yavaş yavaş çıkıp tepeyi aştıktan sonra deniz manzarası önümüze seriliyor. Mavi bayraklı kumsalı olan Akkum ve çıkıntısı olan küçük bir burun, yazlık evler, oteller kıyıda manzarayı oluşturmuş. Çalılar, ağaçlar beton çirkinliği bir derece olsun örtmüş. Karşı tarafta dağlar, tepeler Çeşme yarımadasını oluşturuyor. Arada deniz sakin görünüyor bu gün. Burada rüzgar sörfü yapılıyor devamlı. İnce bir bulut tabakası gökyüzünü kaplamış durumda.

Bu gece konaklayacağımız Akkum’a vardık. İlk önce belediyenin bizim için getirttiği masaları gönüllü arkadaşlarla kurup düzenlemeye başladık. Turumuzun amaçlarından birisi de tüm katılımcıların gönüllülük esasına dayanarak yapılacak işlerde el birliği ile katılmak, katkı sağlamak. Herkes yorgun argın olabilir ama işin elinden tutmak gerek. Böylece daha iyi kaynaşma olur katılımcıların arasında. Biz buna inanıyoruz.

Yerde kilitli taş döşeli, plastik masaları sıralıyor bir kişi.

Yemeğimizi yedikten sonra çadırımı kurup eşyaları içine yerleştirdim. Kahve takımlarımı çıkarıp az olan çekilmiş kahve kutumu doldurmak için değirmene çekirdek kahve koydum. Değirmeni de kahveyi hak eden bazı gerekli eşyaları ve ateş yakacağımız varili kamp yerlerine ulaştıran şöferin eline veriyorum. Ben bu arada deniz şortumu giyip denize bu yılın siftahını yapıp geliyorum. Kurulanıp giyindikten sonra kahve pişirdim.

Çadırlar kurulu, benim çadırım mavi renkte. Deni şortum ve peştemalim ipe serilmiş durumda, kuruması lazım. Çadırımın yanında bisikletim KUZ ve kıytırık. Kıytırığın bayrak çubuklarına Urim Baba’nın kahvesi tabelamı da asıyorum. Çadırın önünde de küçük tabureme şöfer arkadaş oturmuş değirmendi çekip duruyor. Önünde fincan kutusu ve kahve çekirdeği olan kese kağıdı var. Diğer çadırlar arkada. Yanlarında bisikletler.

Akşam karanlığı çökünce sıra geldi kamp ateşini yakmaya. Yani ABAK ateşi her yerde yanmalı. Kamp ateşinden sorumlu Şafak o işi hemen hallediyor ve ABAK ateşi içimizi ısıtmaya başladı bile.

İnce bulutların arasından ay kendini gösteriyor ve etrafı aydınlatmaya başladı. Ayın beyaz yüzü, ateşin kızıl rengi yüzümüze vuruyor. Şarkılar, türküler, muhabbet, kahkahalar kumsaldan denize doğru yayılıyor.

Gökyüzünde ay puslu bulutların arasından beyaz ışıklarını yansıtmış. Varilde yanan odunlar kızıl alevler içinde etrafında toplanan bizleri aydınlatmış. İğde ağaçlarının silueti karanlıkta gölge gibi.

Gecenin ilerleyen saatine kadar muhabbet devam etti. Artık yatma zamanı diyerek birer ikişer çadırlara çekilmeye başlayınca ben de izin isteyerek çadırıma çekiliyorum. En son kalana ateşi söndürüp öyle yatmasını söyledim. Güzel bir günün ardından yorgunluktan ve denize girmenin verdiği hazla uykuya daldım.

Canavar-ül velosipet Enes Şensoy’un çektiği video görüntüsü.

Bu gün yaptığımız yol 52 Kilometre civarı.

Aşağıda yaptığımız yolun haritası.

Powered by Wikiloc

Gökova Bisiklet Turu 10. Gün

25 Haziran 2013 Salı

Akyaka – Köyceğiz

Üç Dengesizin Bisiklet Maceraları.

(Kör arkadaşlar için betimleme yapılmıştır)

 

Herkesin , gidebileceği bir yeri olmalı

Çünkü öyle bir an olur ki , insanın mutlaka bir yere

Gitmesi gerekir

Tyodor Dostoyevski

Öne çıkmış olan görsel, iki yanda dev okaliptus ağaçlarının gölgesinde giden bisikletçiler.

190620132685-300x225

Sabah erken kalkıyoruz yeğenim 08:00 de  minibüsüne binmesi gerek Denizli’ye gidecek. Kahvaltıyı hazırlayıp yiyoruz bir güzel. Yeğeni gönderip ardından el sallıyoruz. Bulaşıkları yıkayıp ardından birer sabah kahvesi. Yıldızın ön lastiği dün geceden inikti, söküp yamadıktan sonra eşyalarımızı toplayıp bisikletlere yüklüyoruz ve köpeklerle vedalaşmayı da  ihmal etmiyoruz. Koko ve Sonya çok sevimliler, hep oyun oynamak istiyorlar. Yolcu yolunda deyip evden çıkıyoruz. Ana caddeye inince Yıldızı’n bisikletinin bu sefer arka lastiği patlıyor. Sabah sabah hayırdır deyip lastiği onarmaya başlıyoruz. Yapacak bir şey yok, bisikletçinin kaderi. Benim arka tekerlek sakat onun için sevgili arkadaşım Serkan Taşdelen’i arıyorum. Kendisi Muğla’da yaşıyor, yakın zamanda bisikletçi dükkanı açmıştı. Serkan’dan dış lastik temin edebilir miyiz diye soruyorum,  şu an bisiklet turunda Tokat dolaylarında pedal bastığını, yardımcı olamayacağını bildiriyor. Ben de sağlık olsun diyorum.

Serkan Taşdelen tüm Türkiye’yi hemen hemen il ve ilçelerini bisikleti ile dolaşmış ve dolaştığı yerleri resimli roman gibi anlatarak bisikletçilerle paylaşan çok değerli bir insan. www.pedalla.com Sitesinde maceralarını okuyabilirsiniz. Aynı zamanda benim hocamda sayılır, bana bisikletle gezgin virüsünü bulaştıran Serkan’dır. Kendisi  Türkiye de ilk defa katlanır bisikletleri buluşturup festival yapan birisidir. Ayrıca Kaunos bisiklet buluşması adlı bisiklet turunu da yapıyor. Eylülde 2. sini düzenleyecek bu yıl. Umarım katılabilirim.

Serkan Taşdelen cep telefonu ile bisiklet sürerken elçek resim çekiyor. Kendi yüzü ve arkasında ben bisiklet sürerken.

DSCN74681-300x168

Yıldızın lastiğini onarıp Akyaka’dan ayrılıyoruz. Gökova’da eski yolda Okaliptus ağaçlarının gölgesinde ilerliyoruz, keşke bütün yollar böyle olsa. Bu yol  Marmaris yolu. Yolun iki yanında dev okaliptus ağaçları var, üç bisikletli yolda gidiyor.

190620132685-300x225

Köyceğiz yoluna doğru dönüyoruz. Yol düz ve ovalık, yer yer yol yapım çalışmaları var. Tabelada Köyceğiz – Antalya düz olarak gittiğini belirtmiş. Sola doğru Ula -Kale yolunu gösteriyor. Bizim gittiğimiz yol D – 400 ana karayolu. 400 Metre sonra yolun daralacağını işaret eden tabela konulmuş. Yol kıyısında İrfan gidiyor.

250620132811

Arka lastik sorun çıkarmadan gidiyor şimdilik problem çıkarmayacak anlaşılan. Kızılyaka köyünü gösterir tabela önünde durup nefesleniyorum. Yol yeni asfalt ile kaplanmış.

250620132810

Yolumuz bu gün az, 35 km civarı, fazla sıcağa kalmadan Köyceğiz’e vardık. Köyceğiz tabelasında yazdığı kadarı ile Nüfus: 8900. Köyceğiz deresinin üzerindeki köprüde resim çekiyorum. Dere akmıyor şimdilik, her halde yağmur yağdığı zamanda akıyor.

250620132812

Köyceğiz’e hep gelmeyi düşünürdüm, hep sanal ortamda resimlerde gördüğüm yeri şimdi gözlerimle bakıyorum. Resimlerde gördüğüm gibi gerçekten güzel bir ilçe, binaları bahçeli evleri gayet düzenli ve bakımlı. Yüksek bina pek görünmüyor, adı gibi köy olarak kalmış evleri. Ana yoldan şehir merkezine doğru girince ilk meydanda Tarkan bisiklet hemen önümüze geliyor, kimseye sormadan. Tarkan’la hoş geldin beş gittin muhabbetinden sonra derdimizi anlatıp lastiğimizi değiştirmesini söyleyip çayları içiyoruz. Lastik derken bakıyoruz ki jantı firen papuçları iyice aşındırmış, yanaklarda derin izler var her an yolda bırakabilir.  Göbeğe bakıyoruz o da gidici, zaten telin biri Bozburun’a giderken kopmuştu, eee hadi onu da değiştirelim. Allahtan kaset dişliyi yeni değiştirmiştim, neredeyse arka tekerlek komple değişti. Fren papuçlarını da değiştiriyoruz. Tarkan’da hadi şuna iki ayak sehpa takalım diyor, ben de olur mu deyince olur olur diyerek takıyor.  Benim bisikletime olacağını bilseydim daha önce taktırırdım. Tarkan arka dış lastiği zırhlı olarak takıyor. Ön lastiği yeni değiştirmiştim gelirken Milas’ta. Yedek olarak bir iç lastik ve yama takımı alıyorum oh gel keyfim yani. Jant komple değiştiği için akort ayarı biraz uzun sürüyor ve biz de acıkıyoruz. Yan tarafta ev yemeği yapıyorlar. Biz de melemen ısmarlıyoruz fakat Yıldız acı biber koyma deyince kadıncağız menemeni bibersiz pişiriyor mecburen öyle yemek zorunda kalıyoruz. Yemeği yedikten sonra Yıldız da coşuyor gidonu kelebek gidonla değiştiriyor, tam tur bisikletçisi oldu, bir de dış lastiklerini de değiştirince orada akşamı ediyoruz. İrfan sadece dikiz aynası taktırıyor. Bu arada ben de merkeze gidip bankada işlerimi halledip geliyorum. Köyceğiz’li bisikletçiler Tarkan bisiklette buluşuyorlar, burada bisikletçilerle tanışıp çay içiyoruz.

Dükkan önünde Tarkan ile dördümüz resim çekiliyoruz.

260620132818-300x225

Nasıl olsa burada akşamı yaptık yakın bir yerlerde kamp atarız diye Tarkan’a ve Köyceğizli arkadaşlara danışıyoruz. Onlarda bize Yuvarlak çaya gidin orası güzel diyor. Akşam yemeği için marketten alışveriş yapıyoruz. Yıldızın kilometresi çalışmıyor bu yüzden kilometreyi Tarkan’a tamir etmesi için bırakıp Yuvarlak çaya doğru yola koyuluyoruz.

Hafif rampa çıkarak  gidiyoruz. Bir müddet gittikten sonra hafif iniş ve çıkış olan bir yerde İrfan toprakta lastiği kayıp düşüyor ve hemen ayağa kalkıyor bayağı çevikmiş. Biraz yara bere var ufak tefek, hemen ilk yardım çantalarını çıkarıp gerekli müdahaleyi yapıyoruz.  Aracın biri hastaneye götüreyim diyor! ( insanlık ölmemiş ), bizde olur deyip İrfan’ı bisikletine beraber arabaya yükleyip Köyceğiz’e yolluyoruz. Yıldızla ben Köyceğiz’e dönüyoruz. Hastaneye gelince bakıyoruz İrfan dışarıda, gerekli müdahaleyi yapıp filmini bile çekmişler. Neyse kırık çıkık  ve önemli bir şey olmadığını öğrenince rahatlıyoruz. İrfanı getiren araç para istemiş İrfan da 1o lira vermiş. ( İnsanlık ölmüş )

Hastane bahçesinde oturup konuşuyoruz ne yapalım diye. İrfana turu burada bitirip otobüsle İzmir’e dönelim diyoruz. İrfan da hayır kendimi iyi hissediyorum tura devam edelim diyor, ne olacak Dengesiz! ne de olsa. Köyceğiz’den arkadaşım Asuman Şen’i arayıp kalacak bir yer soruyoruz o da bize göl kıyısında kamp alanı var belediyeye ait orada kalabilirsiniz diyor. Hava da karardı bu arada. Belediye kamp alanını buluyoruz, içeride kamp görevlisi bizden ücret isteyince orada kalmak istemediğimizden dışarıya çıkıp göl kıyısında çeşmeye yakın bir yerde oturup ilk önce yemeğimizi pişirip karnımızı doyuruyoruz. Çay keyfimizi de yaptıktan sonra kafeteryada çalışan arkadaşa plajda kalabilir miyiz diye soruyoruz, o da kalabilirsiniz deyince hemen uygun bir yere çadırlarımızı kurup yerleşiyoruz. Daha sonra kafeteryadan biralarımızı alıp kumsalda oturup Dolunayın göle güzelliğini yansıtmasını seyrederek Köyceğiz göl gecesinin keyfini çıkarıyoruz.

Gece karanlık, Dolunay tüm güzelliğini göl yüzeyine yansıtıyor. Solda Köyceğiz sahilindeki lambaların sarı ışıkları göle yansıyor.

250620132813

Göl yüzeyine vuran Dolunayın ışığı hafif dalgalı su yüzeyinde kıvrımlı patika oluşturmuş.

250620132814

Göl kıyısında akşam keyfimizi sonuna kadar yaşıyoruz, hava sakin, göl sakin. biz de bu sakinliğe ayak uydurup dinliyoruz sakinliği. İrfan yaraları açıkta olarak çadırına girip yatıyor. Biz de yatıyoruz çadırlarımıza girip.

Bu gün yaptığımız yol yaklaşık olarak 56 Kilometre civarı.

Bu günkü yol haritamız

Powered by Wikiloc