Etiket arşivi: tahtalı dağı

İki Garip Bir Akdeniz 3. Gün

30 Eylül 2017 Cumartesi

(Kör arkadaşlar için betimleme yapılmıştır)

 

An gelir
Paldır küldür yıkılır bulutlar
Gökyüzünde anlaşılmaz bir heybet
O eski heyecan ölür
An gelir biter muhabbet
Çalgılar susar heves kalmaz
Şatârâbân ölür

Atilla İlhan

 

Öne çıkan görsel, altı kişi oturmuş, bir kişi ayakta. Dilek önde, bisikleti ile poz vermiş oturarak.

Nedense Antalya da güneşin erken doğması yaşadığım İzmir’e göre sabah kalma saati daha da erken oluyor. Sabahın körü derler ya, işte o kadar erkenden kalkıyorum. Havasından mıdır, suyundan mıdır, güneşinden midir bilemedim ama yakınlarda öten horozlarla beraber uyanıyorum. Horozlar öterken ben henüz tuvaletlerde kuyruk oluşmadan işimi hallediyorum. İşte benim gibi İzmir de yaşayan Tolga Tunalı da erkenden uyanmış saçı başı dağınık biçimde çadırının içinden kafasın çıkararak şaşkın şaşkın bakıyor. Tabi ki alışkın değil bu kadar erken uyanmalara ama burası Antalya. Akdeniz’in incisi, güneş burada da doğudan doğuyor ama bir farkı var. Bir kıyıdan doğup diğer kıyıdan batıyor her gün.

Tolga Tunalı tünel biçimindeki çadırın fermuarını sadece üstten açıp kafası görünüyor sadece. Uzun saçları yastıkla beraber dağılmış durumda. Tolga’nın çadırı diğer çadırlara göre daha alçak seviyede. Arkada görünen çadırlar kendi çadırının boyundan yukarıda. Çadırın altına ayakkabı ve terliğini sokuşturmuş.

Kahvaltıyı yapıp bu günkü tura hazırlanıyoruz. Hareket saati belli, görevli arkadaşlar da son dakikalarda katılımcıları uyarıyor. Hazır olan kamp alanına sapan yolun başına gelerek beklemeye başlıyor hareket saatini. Ben her zaman olduğu gibi pratik olarak çabuk hazırlanırım yola çıkmaya. O yüzden beklerken çevrenin resimlerini çekiyorum. Bu sabah Olimpos dağının başı dumanlı. Güneş ışıklarını çoktan vurmaya başlamış bile. Önümdeki arazinin girişi parmaklık kapı ile kapatılmış. Kapının ardında küçük bir dere var. Sazlardan anlıyorum orada dere olduğunu. Elektrik direği ve teller havada. manzarayı bozuyor.

Tahtalı dağı, eski adıyla Olimpos dağının devamı olan Beydağları uzaktan üç sivri tepeleri ile kendini gösteriyor.

Hareket saatini bekleyen bisikletliler toplanmış. Hava parçalı bulutlu olduğundan güneş vurmuyor bisikletlilere. Asfaltta festivalin amblemi ve ok işareti duruyor.

Hareket saati değil de son kalanlar toparlanıp geldikten sonra yola çıktık. Tekirova içinden geçerek ana yola geldik. Bu gün sol tarafa doğru gideceğiz. Tabi ki yola çıkar çıkmaz yokuş başladı. Herkes kendi gücüne göre serbest sürüyor. Önümde dağlar, solda çay yatağı ve yolda giden bisikletliler.

Tırmanırken sağda mola noktasını görüyorum. Mola yerinde yüksek kayalıklar, dibinde akan çayın çınar ağaçları ile örtülmüş durumda. Burası daha çok arabaların yoldan geçerken dinlenmeleri için yapılan bir tesis. Yapan da Orman bakanlığı. Tabelada “Beydağları sahil milli parkı Yarıkpınar mola noktası” diye yazılmış.

Biraz daha tırmandıktan sonra kaybettiğimiz suyu takviye etmek için solda mola yeri ayarlamışlar. Görevli arkadaşlardan birisi de yolun durumuna göre bisikletiler sol şeride yönlendirip mola yerine gitmelerini sağlıyor. Önümde bir kişi sol şeridin solundan gidiyor. Ben de sol şeritteyim.

Mola yerinde su, soda ve muz dağıtımı yapılıyor. Burası kalabalıktan ana baba günü gibi görünüyor. Bayağı kalabalıkmışız. Mola yeri mıcır dökülmüş düz ve geniş bir alan. Etraf, yamaçlar çam ağaçları ile kaplı.

Bulunduğumuz yer aynı zamanda yürüyüş rotalarının olduğu yer. Sarı tabelalar direğe takılıp gidilecek yerleri ve kilometresi yazıyor. Sol tarafı gösteren iki tabela var. Üstekinde; Tekirova 7 Km, 4 Saat. Alttakinde Tekirova Bükü 5 Km, 4 Saat yazılı. Nedense biri 5 biri 7 Km olmasına karşın ikisine de yürüyerek 4 Saatte gidilebilmesi biraz tuhaf! Sol tarafa ise Beycik 3 Km 1.30 dk yazılı. Yani 1 saat 30 dakikada yürüyerek ulaşabilirsiniz. İki tarafa da 18 yazılmış. Herhalde yürüyüş rotasının numarası olsa gerek.

Mola bitiminde tekrar tırmanışa geçtik. Eğim biraz fazla ve sürekli olunca ikinci bir su molası daha vermek zorunda kaldık. Bu kez sağ tarafta, yol ayrımında araçlar durmuş gelenlere su veriyor. Ben de onları çekiyorum. Asfaltta sağa ok işareti, bisiklet resmi ve MOLA olarak boyanmış. Ok ve bisiklet beyaz renkte, mola mavi renkte. İleride iki araba ve su alan bisikletliler.

Hava parçalı bulutlu demiştim daha önce. Bulutlar daha çok dağların tepesinde. Dağlar bulutları başında toplayıp rüzgarın etkisi ile parçalanıp üzerimizden geçiyor. İşte karşımda dağlardan kopup gelen parçalı bulutlar masmavi Akdeniz gökyüzünü beyaza boyuyorlar ressamın fırçası değmiş gibi. Yeryüzünü ise yeşile boyamış ağaç biçiminde. Ressam sıkılmayalım diye ağaçların tonlarını değiştirmiş. Bununla beraber boylarını da uzatmış gökyüzüne. Çam ağaçlarının açık tondaki yeşili, aralarında uzun servilerin koyu tonda yeşili desenleri görselliği tamamlamış. Bunun yanında kesilen ağaç gövdeleri dere yatağında karşıdan karşıya köprü olarak konulmuş. Kesilen ağaçların dalları, yaprakları kahverengi olarak tabloda yerini almış durumda. Ağaçlar birbirine girmiş sık bir orman görünümünde. Ormancılar da aralarda kalınlaşmış ağaçları ayıklayıp ormanı gençleştiriyor. Gövdeler taşınıp kereste olacağı yere götürülecek.

Yaklaşık 10 kilometre kadar, biraz fazlası tırmandıktan sonra bir süre yayladaki gibi düz giderek Çıralı kavşağına geldik. Çıralı yolun solunda kalıyor. Kahverengi renkli tabelada; Çıralı, Yanartaş (Chimaera) 7 yazısı var. Yani 7 Kilometre deniz kıyısına kadar safi iniş olacak.

İniş başlarken dağların arasından görünen bir parça Akdeniz’i çekiyorum manzara eşliğinde. Ağaçlar ve otlar önümde.

İniş dik ve tehlikeli olan yerlerde görevli arkadaşlar yerleştirilmiş uyarı için. Bir kadın, elinde beyaz renkli festival bayrağını sallayıp inen bisikletçiyi uyarıyor, tehlikeli viraj var diye. Ben de bayrağı sallarken resmini çekiyorum. Etraf çam ağaçları, otlar sararmış.

Daha aşağıda bir görevli yolun ortasına bayrağı taşlar yardımı ile dikmiş. Kendisi 15 metre aşağıdaki sert virajın başında duruyor. İnen bir kadın bisikletçi bunu görerek yavaşlıyor. Asfalta da mavi renkli sprey boya ile KESKİN VİRAJ yazılmış.

Başka bir arkadaş ise yolun sağında çam ağacı gölgesine sığınmış tek ayağı yerde, diğerini dolamış. Elinde bayrak, kafasında da şapka yerine henüz poşetinden çıkarılmamış tişört duruyor.

Aşağılarda kadın görevli, o da sağda çam ağaçlarının gölgesine sığınmış. Elinde bayrak ile bizleri uyarıyor.

Gültekin abi de sarı tişörtünü giymiş elinde bayrakla gülerek bana yavaşlamamı söylüyor. Yerde 1 rakamı boyanmış mavi renkte. Demek ki tehlikeli iniş azaldı.

Son virajda da gülümseyen biri bayrağını iyice yukarı kaldırmış. Antalyalıları seviyorum. Hepsi güleç, sıcakkanlı Akdeniz insanı. Akdeniz insanı sevimli ve güleç yapıyor demek ki.

Tehlikeli iniş ve sert virajlar bitiyor ve yol düzleşiyor birden bire. Vadinin içinde giden yol uzayıp gitmiş. Solda iki bisikletli durmuş çam ağacının altında. Çam ağacının gövdesi kalın, asırlık.

Solda kayaçlar tepeler sert görünümlü. Sert kayaların çatlaklarında yer yer çam ağaçları kendine yaşam alanları oluşturmaya başlamış bile.

Sonunda Çıralı olarak anılan yere geldik. Burası turistlik belde. Cafeler, resoranlar, pansiyonlar, oteller kaplamış buraları. İşin ilginç yanı hem Yörük hem de cafe, bir de resaurant patlatmış . Al sana Avrupabesk. Turistlik olunca sokaklar kilitli beton taş ile kaplamış belediye. Şehrin girişinde bayrağını sallayan oto  yarışçıları gibi Cem Salih Altın karşılıyor. Bizi hem yönlendiriyor hem de artık inişiniz bitti, geldik diyerek yavaşlamamızı istiyor Cem. Arabası ile gelen Tolga kapısını açmış ayakta Cem’in bayrak sallayışını izliyor.

Kıyıda, kumsalın başladığı yerdeki işletmede durduk. Burada hem denize gireceğiz hem de öğle yemeği yenilecek. Bisikletçilerin androidi Gökay kendine oyalanacak iş bulmuş. Bisikletin birini ters çevirmiş tamiratını yapıyor. Yanında da bisikletin sahibi üstü çıplak çömelmiş Gökay’a bakıyor. Gökay her işten anlıyor, anlamadığı, bilmediği iş yok. Becerikli elleri ile bisikletin üstesinden geliyor. İki kişi bisikletin başında çömelmiş. Yeşil renkli bahçe hortumu da yerde.

Bisikletim KUZ her zaman çantalı olur. Bu gün sadece bir çanta takılı. Ona da; tamir takımları, pompa, kahve takımları, deniz donu ve havlu koymuştum. Çıralı’nın denizi, kumsalı çok güzel, bunu bildiğimden gelir gelmez hemen su donumu giyiyorum. Yemekten önce denizin tadını çıkarmak gerek. Bisikletim KUZ ve diğer bisikletler park etmiş durumda. Kumsalda hasır şemsiyeler ve deniz.

Denizin tadını çıkarıyorum bir süre. Harika bir günde harika bir denizdeyim. Deniz keyfimi çıkardıktan sonra kurulanıp kuru elbiselerimi giyerek yemeğimi aldım. Karnımı doyuruyorum bir güzel. Kahveyi burada içmiyorum. Olimpos antik kentinde içmeye karar verdim. Yemeği yer yemez bisikletimi alıp yürümeye başladım. Çünkü gideceğimiz yere doğru herhangi bir yol yok. Sahilde, çakıl taşlarından bisikletleri elde Olimpos’a doğru gitmeye başladık. Sahilde bisikleti ile yürüyenler, karşıda kocaman bir dağ. Yalçın kayalıkları ile korkunç bir devi hatırlatıyor. Sanki yere yatmış Olimpos şehrini koruyor gibi. Sahilin bitiminde sağ tarafta vadi görünüyor. Olimpos antik kenti burada. Denizde bir tekne demirlemiş durumda.

Kumsal bitmek üzere. Vadiye girmeden üs tarafındaki kayalıklar sivri sivri, ilginç bir görünüm sergiliyor. Ben de resim çekerek anılarıma katıyorum. Kumsalda plastik bir baraka duruyor öylece, içi boş.

Beraber yürüdüğümüz arkadaşlarla çakıllar üstünde birlikte resim çekiliyoruz. Cep telefonumu bizi çekmesi için bir arkadaştan rica ettim. O da kırmayıp çekti. Soldaki arkadaşın ismini bilmiyorum. Yanında Nafiz Sağdur, ben, Cem ve Dilek Koçyiğit. Ellerimizde bisikletler, arkada çayın ağzı olan azmak su birikintisi. Üzerimizde festivalin formaları var.

Antik kente giriyoruz. Burada yukarılardan gelen su kaynağı var. Suyu görünce kaynağına kadar gidip sularımı tazelemeyi düşündüm. Su birikintisinin etrafı antik kente ait duvar kalıntıları var.

Dar bir yoldan yürümeye başladım içeriye doğru. Taş duvar kalıntıları arası, 30 santim duvar örülmüş. Etrafı ağaçlar kaplamış, gölgelik.

Yüksek duvarlı taş binalar, kapısına tahta çit konulmuş. İçeride taş lahit var. Kapağı üstünde duruyor mezarın. Alın ve yan kısmında ay ve içinde yıldızı belirtir yuvarlak desen yapılmış.

Suyun kaynağına geldim. Mataramı ve 1.5 Litrelik pet şişedeki suları boşaltım. Kahveyi taze sudan pişireceğim. Nafiz sularımı doldururken beni çekiyor. Karşımda bir ağaç gövdesi, bana doğru gelen dalı kesmişler.

Suları doldurup geri dönüyorum. Daha önce buraları görmemiştim. Resim çeke çeke ve de iyice görerek yürüyorum. Buralar yoğun olarak evlerin yapıldığı yer. Duvar kalıntıları bunu gösteriyor.

Taş duvarlar, kemerli yapılar, birbirine geçişi sağlayan kapılar. Bu demektir ki şehirdeki evler birbirine bağlı. Herhangi bir saldırıda kolay kolay ele geçirilemiyormuş. Komşudan komşuya geçitler sayesinde iyi bir savunma ile kendilerini koruyorlarmış.

Pek eski olmadığı taş duvarların yapısı, kemerde kullanılan taşların özensiz örülmesinden anlaşılıyor. Özensiz seçilen taşlar yontulmadan öylece örülmüş. Bu demektir ki yakın zamana kadar burada insanlar yaşamış.

İki bina arası dar bir yol burada insanların, silahlı atların geçişini zorlaştırmışlar. Sadece yürüyerek geçilebilecek kadar. Anca iki kişi yan yana yürüyebilir. Duvarlar yüksek.

Dar yolda Nafiz durmuş sağ tarafa bakıyor. Duvar yüksek olmasına rağmen üzerini ağaç dalları örtmüş durumda. Binanın kapısından gelen güneş ışınları Nafiz’i nur içinde bırakmış.

Nafiz’in baktığı yere ben de gelip bakıyorum. Bir kaidenin üzerinde lahit mezar var. İşlemeli olan taş lahit mezar soyguncularının vahşice hışmına uğramış. Bir iki altın için acımadan tarihi güzellikleri tahrip etmekten çekinmiyor mezar hırsızları. Kapağı kırılıp parçalansa da birleştirip sandukanın üzerine konulmuş. Sandukanın yanında ise kocaman bir delik delinerek parçalanmış. İçerisi karanlık görünüyor. Arkeologlar kazıda buldukları bu lahitin parçalarını birleştirerek buraya, binanın içine konuşmuş. Gelenler insanların ne kadar acımasız olduğunu görsünler diye sergileniyor. (Bu resim 2017 de çekildi. Aradan iki yıl geçti ve 2019 yılında basit bir ağaç kesme yüzünden kazı yardımcısı bıçaklanarak katledildi. Gerçekten insanlar çok acımasız. Her şeyi, yaşamı yok ediyorlar. Ölen arkeoloğu rahmetle yeri gelmişken anıyorum.)

Lahidin yan kısmından resim çekiyorum. Kapağın yanında çıkıntılar var. Sanduka tarafında yanlarda simetri biçimde bir vazo ve yukarıya doğru uzamış sarmaşık oyulmuş, Ortada iki dikdörtgen çerçevenin birinde ay yıldız kabartması var. Diğer çerçevenin içi boş.

İleride, ağaçların arasında yüksek bir binanın epeyce yüksek kalın duvarı göğe yükselmiş. Duvarın köşesinde altıdan fazla delik bırakılmış. Duvarın sol tarafı düzgün ve bozulmamış, sağ taraf ise çoğu yıkık durumda.

Kaynaktan çıkan su artarak akmaya devam ediyor sık ağaçların arasından. Dere yatağı antik kentin yıkılmış taşlarından oluşmuş.

Dere akıp gitsin diye taşlar kanal biçiminde örülmüş. Ağaç dalları arasından süzülen güneş ışıkları akan derenin suyuna vuruyor. Taşların bazıları kahverengi renginde.

Kent kayalığa kadar gidiyor ve kayalığın üzerinde kale surları yapılmış. Kent savunmasında yardımcı oluyor surlar.

Yerlerde yatan, henüz kazılmamış halde duran sütunlar, işlenmiş kiriş taşları yarı toprak içinde. Sararıp kurumuş, kahverengiye dönmüş yapraklar ise gri renkli mermer parçalarının arasında renk uyumu oluşturmuş.

Dere kenarından patikaya ulaştım. Az ileride kemerli duvarları olan yapının önündeki geniş alanda oturuyoruz. Burası ağaçların gölgesi. Kahveyi burada pişireceğim suyun kaynağından aldığım taze su ile. Bisikletler park etmiş gölgede. Denizli den arkadaşım Halil İbrahim Kurt elinde bisikleti ile bana gülümsüyor. Hüseyin’i kahve içmeye davet ediyorum.

Neyse 30 santimlik bir yükselti duvara oturduk. Kahve takımlarımı çıkarıyorum. Taze doldurduğum sudan biraz içeyim dedim mataramdan. O da ne su içilmeyecek kadar acı. Tüh tüm sular acı, ne yapacağız kahve için. Şişe ve mataramı boşaltıyorum, içilecek gibi değil. Arkadaşların mataralarından su alıp kahveleri pişiriyorum. Yanımda 7 kişi var. İki kez kahve pişirerek içiyoruz muhabbet eşliğinde. Oturanlar soldan Halil İbrahim Kurt, Cem Tabanlı, ben, İlhan Balkan , Nafiz Sağdur ve Ali Kırbaş. aramızda tek kadın Dilek Koçyiğit ise aşağıda yerde oturuyor. Turuncu renk ile süslenmiş bisiklet önde duruyor. Bu bisiklet Dilek’in, turuncu rengini çok sever. Toplam sekiz kişiyiz. Bu resmi öne çıkan görsel olarak seçiyorum.

Uzun saçlarımı salmışım omuzlarımdan aşağı. Önümde cezve, içinde kahve pişiyor ocakta. Dört fincan ve kahve kutu üzeri düz olan bir taşın üzerinde Saçlarım kumral, keçi sakalım neredeyse beyaza bürünmüş, siyah çok az. Saçlarımda ise beyaz yok.

Kahve molasını bitirip fincanları ve cezveyi yıkatıp toparlanıyorum. Yola çıkıyoruz, kavşakta bekleyen şeker portakalı gülümsemesi ile Halil Şenel bizleri karşılıyor elinde bir kasa armut ile. Bize yiyin yiyebildiğiniz kadar deyip kasayı uzatıyor. Mide hepsini almaz, sadece iki tane armut alıyorum. Elbette içlerinden en iri olanlardan seçiyorum. Halil’in kafasında kırmızı renkli bandana, tepesinden yukarı fışkırmış kıvırcık saçları ve uzamış siyah sakalı, güneş gözlüğü ile bana poz veriyor. Yüzünde deri parçası çok az görünüyor. Her tarafı kıl. Arkada takviyesini yapıp yola çıkanlar var.

Armut aldıktan sonra su takviyesi yapıyorum. Mataram ve su şişesini içindeki acı suyu temizlemek için tatlı su ile iyice çalkalayıp dolduruyorum. Önümüzde yine sıkı bir rampa var. Yanımda su olmalı. Takviyemi yaptıktan sonra yola çıkıyorum. Henüz rampa başlamadan solda bir deve heykeli görünce durup resmini çekiyorum. Devenin üzerinde bedevi bağdaş kurup oturmuş. İlginç olanı ise devenin kulaklarında kulaklık takılmış. Yani kulaklığından müzik dinleyerek yürüyen deveyi betimlemişler. Deveye kamp reklamı tabelası asılmış iple. Arkada çam ağaçları.

Tırmanış başladı, ağır tempoda tırmanırken bir çeşme görüyorum. Duvar yazıcıları çeşmenin aynasını yazı ile donatmışlar renkli sprey boyalarla. Yazılar üst üste, en son yazanın yazısı en üstte. Renkli yazılar çok olmasına karşın çeşmeden bir damla bile su akmıyor. Soldan plastik borular çeşmeye kadar gelmiş ama suyun kaynağında su yok demek ki. Çeşme kayanın dibine yapılmış, etraf çalılar ile kaplı.

Yavaş yavaş, tıngır mıngır çıkıyoruz, yolda yürüklerin işlettiği gözleme yerinde çay içiyoruz. Çay ucuz, kimisi acıkmış gözleme ısmarlıyor. Sonrasında tırmanmaya devam ediyoruz. Bahçenin birinde tel çitten taşmış üzümlerden koparmak için duran arkadaşları görünce ben de duruyorum. Arkadaşlar da Nafiz Sağdur ve Cem Tabanlı. Üzüm koparırken Nafizin bir ayağı birden bire toprağa gömülüyor. Ayağı boşa gidince kendini koruyup yere oturuyor öylece. Çok komik bir durum, hem Nafiz kendi haline gülüyor hem de biz gülüyoruz. Bir üzüm uğruna neredeyse ayağını kıracaktı Nafiz. Neyse ki biraz sıyrıkla atlattı. Üzeri naylon ile örtülüp toprakla kapatılmış çukur 40 santim civarında bir derinliğe sahip. Gizli bir tuzak gibi. Belki de bahçe sahibi böyle tuzaklar yapmıştır üzüm koparanlar için. Bilemiyorum, aklıma bu gibi düşünceler geliyor. Bu duruma epeyce gülüyoruz. Nafiz’in bir ayağı dizine kadar çukurun içinde. Kendisi de yola oturmuş durumda. Arkada bahçenin çit telleri ve üzerinde asma yaprakları.

Nafiz ayağını çukurdan çıkarırken çekiyorum bir poz.

Çukurdan ayak çıkınca kontrol ediyoruz. Bu arada ayakkabı ve çorap ta çıkıyor. Burnumuzu tutarak kokan ayağı inceliyoruz. Neyse ki bir şey yok. İri gövdesi ve uzun boyu ile kapı gibi olan Nafiz dengeli oturunca ayağına bir şey olmadı. Ağır gövdesi yana doğru devrilseydi ayak kırılırdı. Nafiz bizle beraber hala gülüyor. Yerde kopardığı üzüm salkımı duruyor. Düşerken elinden düşürmüş olmalı.

Ayağında bir şey olmadığını anlayınca çorap ve ayakkabısını giyerek ayağa kalkıyor Nafiz. Alt tarafı bir – iki salkım üzüm ne hale getirdi bizi. Neyse ki neşeli insanlar olduğumuz için gülerek atlattık bu durumu. Allah beterinden korusun. Cem’in elinde bir salkım siyah üzüm Nafiz ile bir poz çekiyorum. İkisi de gülüyor resim çekilirken. Arkada çit tellerine sarılmış asma üzümü, bahçede nar ağacı, narlar kırmızı renkte henüz koparılmamış.

Yola devam ediyoruz, ana yolda bize greyfurt suyunu buz gibi ikram ediyorlar. Zorlu tırmanıştan sonra bunu hak ettik. Mehmet Ali Akyüz bize çubuk dondurma ikram ediyor. Çikolatalı dondurmaları yiyoruz. Nafiz iki taneden fazla yiyor. Anca doyuyor mübarek. Artık zirvedeyiz ve bundan sonra 7 Kilometreden fazla sadece ineceğiz. O yüzden üzerime rüzgarlığımı giyiyorum ve kendimi bırakıyorum yer çekiminin kuvvetine. Zaman zaman 60 Kilometre hızı geçiyorum inerken. Hız yüksek olunca kısa sürede Tekirova’ya gelip kamp alanına vardım. Hemen su donumu giyerek denizde yıkanıp duşumu aldım. Kuru elbiseleri giyip akşam yemeğini beklemeye başladık çadır alanında. Nafiz de çiğ köfte ısmarlamış bir tabak. Çiğ köfteyi hep birlikte yiyoruz. Cem Tabanlı da çok leziz diyerek yiyor çiğ köftelerini, üzerine limon sıkarak marul yaprağı ile beraber. Nafiz çaktırmadı, sonra söyledi çiğ köfte et ile yapılmış diye. Cem Tabanlı vejeteryan olduğu için et yemiyor. Uzun süredir et ve et ürünlerini yemediği için ağzına leziz geldi çiğ köftedeki et. Neyse ki et yemese de bizler için ve Cem  için bir anı olarak kaldı.

Akşam yemeğini yedikten sonra kamp alanındaki sahnede dans gösterileri başladı. Masalara oturup izliyoruz dans gösterisi yapan grubu. Sahnede kadınlar önde, erkekler arkada dans figürleri yapıyor. Kimileri cep telefonu ile video çekiyor dans edenleri. Sahnenin altında Kemer Belediyesi yazan pankart var.

Dans gösterileri bir süre devam ediyor. Bittikten sonra festivali düzenleyen arkadaşları tanıtıp tek tek sahneye davet ediyorlar. Hepsi sahneye çıkınca el ele tutuşup oynuyorlar. Toplam 12 kişiler.

Gecenin ilerleyen saatlerine kadar eğleniyoruz. Zamanla birer ikişer çadırlarına çekilenler ortalığı sakinleştiriyor. Ben de uykum gelince çadırıma çekilip uyku tulumunun içine girerek tatlı bir uykuya dalıyorum. Uyumak gibisi yok

Bu gün toplam 52 Kilometre civarı yol yaptık. Zorlu çıkışlar ve bir o kadar inişlerle.
Aşağıda yaptığımız yolun haritası

Powered by Wikiloc

5. Antalya Kemer Bisiklet Festivali 2. Gün

1 Ekim 2016 Cumartesi

Tekirova – Çıralı -Olimpos – Tekirova

( Kör arkadaşlarım için resimlerde betimleme yapılmıştır )

 

Beşikler vermişim Nuh’a
Salıncaklar, hamaklar,
Havva Ana’n dünkü çocuk sayılır,
Anadoluyum ben,
Tanıyor musun?

Ahmed Arif

 

Öne çıkan görsel, çayın denize dökülen ağzı. kıyılar sazlık ve çam ormanı, suyun sol tarafında taş lahit var.

Çam ağaçları altında uyumak sabahın erken saatlerinde uyanmaya neden oluyor. Neden derseniz ağaçlar da gece boyu fotosentez olayını bırakıp bizler gibi oksijen ayıp karbondioksit vermeye başlıyorlar. Sabaha karşı gün ağarmaya başlar başlamaz ilk ışık yapraklara düşünce durum değişiyor. Tekrar karbondioksit alıp temiz oksijen vermeye başlıyorlar. Yani fotosentez dediğimiz olay başlıyor. İşte bu olay başlangıcında aldığımız oksijen bize hayat veriyor ve vücudumuz erkenden uyanıyor temiz havada. Kısa sürede ciğerlerin aldığı ilk oksijenler hücreleri harekete geçirip canlanmamıza neden oluyor. Tabi atalarımızın dediği gibi her ağacın altında uyunmaz. Örneğin ceviz ağacının altında uyumak tehlikeli biz canlılar için. Çünkü ceviz ağacının yapısı gereği sülfür gazı salgılar. Bu gaz da havadan ağır olduğu için dibe çöker ve canlılara zarar verir. Çam ağaçları altında böyle bir tehlike yok şimdilik.

Erkenden uyanmak güzel, kahve içmek daha da güzel deyip çadırımın olduğu yerde çardağın tahta basamaklarında kahvemi pişiriyorum. Kahve ocağı, cezve, dört fincan kahve dolu. Arkada çadırım ve Bisikletim KUZ turuncu çantaları ile.

Mavi çadırımın yanında kahve kutum ve şeker dolu şişem. Alt basamakta fincan kutusu, turuncu ocak kutusu ve dört tane içi kahve dolu fincan. Onun altındaki basamakta tüplü ocağım ve cezve. Sağdaki tahta direkte Urim Baba’nın Kahvesi tabelam asılı. Ortada çam ağacının kalın gövdesi.

Pişen kahveyi çadır komşularımla paylaşıyorum.

Kahvemi içerken gözüme ilişen saksağan kuşunun uçarak gelip okaliptüs ağacının tepesine konması. Güneşin ışıkları ağacın ve saksağan kuşunun üzerine vuruyor. Ben de digital zoom yaparak pek net olmasa da resmini çekiyorum.

Kahvaltı olayını bitirdikten sonra hazırlanıp bu günkü tur için yola çıkmak için toplandık. Bu sabah sanki daha kalabalığız gibi. Kamp kapısında yola kadar bisikletli dolu. Karşıda Güneş vurmuş tahtalı dağı, solda çam ağaçları ve sağda gelen bisikletçilerin arabaları park etmiş durumda.

Başlama işareti verildikten sonra yola çıkıyoruz. İlk önce Tekirova içinden yukarıya, ana yola çıkıp sola doğru döndük. Döner dönmez de yokuş başladı. Çam ağaçlı manzarada ana yolda gidiyoruz düşük vitesle. Önümde bisikletliler gidiyor. Yolun iki tarafında sollama işaretti bitti anlamına gelen tabela var. Beyaz daire içinde sağdan sola doğru yanlamasına siyah şerit. Bisikletliler de performansına göre sollama yapıyorlar.

Yokuş bitmek bilmiyor, yolun sağından birer ikişer sıralı bisiklet konvoyu uzamış yukarıya doğru. Yolun duvar gibi yamacında orman genel müdürlüğünün yaptığı OGM ALO 177 yazısı. Bu orman yangınları için telefon numarası. Herhangi bir orman yangını görürseniz cep telefonunda ücretsiz 177’yi arayarak en kısa sürede haber verin.

Çam ağaçları sivri kayalıkların her tarafındı sarmış durumda. Kayaların çatlaklarını kökleriyle daha da yarıp kendilerine yaşama alanı sağlıyor çam ağaçları.

Sağımda bir dere yatağı görünüyor, akmasa da dibinde genç çınar fidanları fışkırmış büyümekte.

Çıkmaya devam ediyoruz tek sıra uzun bir kuyruk gibi yukarıya doğru. Karşıda dağların tepeleri görünüyor.

Biraz sert olan yokuş zorlasa da ağır ağır çıkıyorum. Sonunda mola yerine varmak üzereyim. Asfaltta sola ok işareti ve mola yazısı az ileride mola verdiklerini belirtiyor. Zaten solda olduklarını görebiliyorum bisikletçileri.

Aralarına karışmada toplaşmış bir çok bisikletçiyi uzaktan mola yerinde resmini çekiyorum.

Meyve suyu, soda ve su ile ısınan bedenimizi bir an olsun serinletiyoruz. Su içerek su kaybını tamamladık. Soda içerek kaybettiğimiz mineralleri yerine koyduktan sonra meyve suyu ile biraz vitamin takviyesi ve çikolatalı gofret ile enerji depoladık. Artık bizi kimse tutamaz. Kimisinin enerjisi bitmemiş ki çalan müzik eşliğinde oyun oynuyor göbek atarak.

Tekirova dan beri bizi takip eden tarçın renkli bir köpek dili bir karış dışarıda “Ben ne yapıyorum bunların arasında, ne işim var koşturup duruyorum. Dilim damağım kurudu, zor nefes alıyorum, dilim bir karış dışarıda” diyerek içinden geçiriyor sanki. Bir arkadaşımız da köpeğe su vermeye çalışıyor.

Mola yerinde topluca resmimizi çekiyorlar, içlerinde var mıyım yok muyum belli değil. Kendimi göremedim.

Mola bitiminde tekrar yokuşa dinlenmiş olarak çıkmaya başladık. Önümde bisikletçiler. Bir süre daha yokuş çıkmak bizleri susatacağını bilen görevliler tam yerinde su molası için sağda durmuşlar. Asfaltta yine ok işareti bu kez sağa yönü. Okun üstünde su yazısı ve altta bisiklet resmi.

Yokuş bitmek bilmiyor, yolu kontrol ederek en sola geçip yokuşu çıkan bisikletçilerin resmini çekiyorum. Yolun sağı – solu çam ağaçları ile adeta duvar gibi.

20161001_095345_HDR

Resmi çektiğim yerin altında odun yığını görüyorum. Birer metrelik kesilmiş odunların gövdeleri kimi kızıl, kimi gri renkte. İki ağaç türü kesilip karışık olarak yığın yapılmış. Renk dağılımı bir yağlı boya tablosu gibi.

Sonunda yokuş bitti ve zirvedeyiz. Buradan çıralı tarafına ineceğiz. Buralara ilk defa geldiğimden yeni yerleri görmenin heyecanı içerisindeyim. Burada bir süre soluklanıp nefesimin normale dönmesini bekledim.  Sağ tarafı gösteren kahverengi boyalı tabelada ; Çıralı 7 Yanartaş (Chimaera) yazıyor.

Çıktığımız yolun yorgunluğunu pedal çevirmeden dinlenerek aşağı iniyoruz. İnerken keskin dönemeçler var, o yüzden dikkatli inmek gerek. Yola bisiklet resmi ve kocaman harflerle KESKİN VİRAJ yazısı bizleri uyarıyor.

Başka bir dönemeçte ise yine bisiklet resmi, altında İVANA SERT VİRAJ yazısı ile gönderme yapmışlar.

Yol ile beraber aşağıya giden küçük bir derenin yatağında kocaman çınar ağaçları ve gölgesinde dinlenen inekler.

Yol kıyısında restaurant olan bir yerde bisikletçiler durmuş çay içiyorlar. Beni de çaya davet edince durup içiyorum ısmarladıkları çayı. Burada gözleme de yapılıyor, pankart asmışlar. İşletmenin yanında bir çok bisiklet park etmiş durumda.

20161001_103332_HDR

Denizden topladığı süt beyaz renkli deniz salyangoz kabuklarını ipe dizip soldan sağa ve bir ip aşağıya sarkıtılmış dizi olarak.

Çayı yapan buranın yörükleri, semaver de odun ateşinde iki demlikte pişirilen çayın tadı nefis. Semaverin yanında kocaman bir çoban köpeği kafasını bana çevirmiş dişlerini göstererek poz veriyor. Sanki “yalnız yakalarsam gösteririm” edası ile. Semaver iri bir kütüğün üzerinde duruyor. Yanlarında da birer küçük kütük var.

Güneşin ışıltılarını parıldayarak akan çayın yansıması ve suyun berraklığı göz kamaştırıyor. Çam ağaçlarının yaprakları arasında süzülüp gelen ışın demetleri bir perde gibi su yüzeyine doğru gelmiş.

Vadi aşağıya doğru alçalmakta, iki yamacı da çam ağaçları kaplamış. Yol dar bir yerde vadinin dibinde. Bisikletim KUZ yol kıyısında sadece solda turuncu çanta ile duruyor.

20161001_105534_HDR

Çayın yatağı bazı yerlerde genişlemiş, karşıdaki kıyıda olan evlere ulaşmak için dar, tahtalardan yapılmış köprü benzeri bir şey yola bağlanmış. Kuvvetli bir yağmurda köprüyü azgın sular alıp götürür bence.

Bazı yerlerde kayalıklar yerden fışkırmış çayın kenarında. Çay zaten kayalıklara bir şey yapamadığından yanından kendine yol açıp denize doğru akmakta.

Deniz kıyısına indik ve bisikletleri yol kıyılarına park ederek öğlen molası yapmaya başladık. Yemek dağıtılmaya henüz başlanmadı o yüzden ter kokusunu atmak gerek. Su donumu ve havlu’mu alarak denize girip çıkıyorum çar çabuk. Oh dünya varmış, yıkanmak gibisi yok, gözeneklerim açılıyor ve fazla oksijen almaya başladım.

Deniz kıyısında toprak yol, iki kıyısında da bisikletler park etmiş. Solda deniz, sağda yemek yiyeceğimiz yer. Ağaçlar ve karşıda kocaman bir dağ kütlesi.

Yemek dağıtılmaya başladı, sıraya girip yemek almayı bekliyoruz. Yemek dağıtan biri aşçı, diğerleri gönüllü dağıtıcılar ellerinde kepçe, önünde yemek kapları sırayla dağıtıyor kuyruktakilere. Sırada bekleyenler, kimisi denizden çıkmış üzerinde bir şey giymeden kuyrukta. Dağıtılan yer üstü kapalı bir yer.

Yemekten sonra bir kahve gider diyerek kahve takımını çıkarıp kahve pişirdim. Şanslı olanlar yanımda masada olanlar. Kızı ile beraber katılan kadın da yanımda kahvesini afiyetle içiyor. Elimizde fincanlar resim çeken Fatih Özdemir’e poz veriyoruz. Arkamızda dut ağacı, gölgesinde oturmuşuz.

İçtiği kahvenin hatırını ve hakkını ödemek için Fatih Özdemir hafif sola dönük sadece başımı çekiyor yakından. Elimde fincan ağzıma götürürken. Başımda buff, üzerimde festival forması mavi beyaz ağırlıklı renklerden yapılmış.

Yemek dinlencesi bitip harekete geçtik. İleride Olimpos antik kentinde toplanacağız. Bisikletleri park ettiğimiz yer toprak ve bisikletlerin toprakta bıraktığı tekerlek izleri görülmeye değer. Yüzlerce tekerlek izi, her biri ayrı desende.

Yol fazla değil sahilde bitiyor ve çakıl kayalıklara kadar. Bizler de elimizde bisikletler çakıl taşlarında ittirerek ilerlemeye çalışıyoruz. Çakıllı yer bitiminde sarp kayalıklar duvar gibi set oluşturmuş.

Ben kıyıya yakın yerden gidiyorum, kimisi kayalıklara yakın yerden gidiyor. Aralıklı dört bisikletçi elinde bisiklet gitmeye çalışıyor çakıllı zeminde. Kayalıkların üstü sivri direk gibi kaya kütleleri güzel bir siluet oluşturmuş. Kayalıkların üstü çalı ve çam ağaçları sarıp sarmalamış.

Ardıma şöyle bir dönüp bakınca yüzlerce bisikletçi iki konvoy halinde, biri dağa yakın, biri denize. Tahtalı dağının muhteşem zirvesi buradan da görünüyor.

Olimpos antik kentinin deniz tarafındaki giriş yerine geldik. Burada çayın azmağı geniş bir alanda tatlı su birikintisi oluşturmuş. Suyun kıyısında, sağ taraftan elde bisikletlerle yürümeye devam ediyoruz. Gölet geniş bir alanı kaplamış ve karşıda yalçın kayalıklı dağlar.

Su olunca ördekler eksik olmaz. Tam da ördeklerin sevdiği yer. Dört tane ördek suda yüzüyor bize meraklı bakışlar atarak.

Taşlı topraklı patikada bisikletler elde yürüyoruz. Ağaçlar ve çalılar yürüdüğümüz patikayı gölge içinde bırakmış. Güneşte fazla yanmadan gölgede gitmek güzel.

Suyun ortasında antik dönemden kalma duvar kalıntısı heykel gibi duruyor. Bir zamanlar burada köprü iki yakayı birbirine bağlıyormuş ama sadece ortada bir duvar olarak kalmış. Sazlıklar su kenarında uzamış göğe doğru.

Çayın karşı yakasında beş gözü kalmış kemerli bir bina kalıntısı çam ormanının bitiminde. Su birikintilerine güneş ışıkları vurup parıldıyor.

Olimpos antik kentinin denize bakan tarafı dar bir boğaz. Azmakta burada denize kavuşuyor. Azmağın kıyılarında sazlıklar ve çam ağaçlarının su yüzeyine yansıması insanı dinlendiriyor. Bu resmi öne çıkan görsel olarak seçiyorum.

İlk olarak antik kente ulaşan bisikletliler diğerlerinin gelmesini bekliyor çam ağaçlarının gölgesinde.

Ben de bu durumdan faydalanıp antik kentin yıkıntılarını resim çekmeye başladım. İlk olarak büyük bir yapının kalıntılarını çekiyorum. Çepeçevre duvarlarla çevrilmiş, içinde iki kat yüksekliğinde tek duvar kalmış. Duvar yıkılmasın diye çelik demirlerle bağlanmış.

Yüksek duvarlı yapının iç kısmı çeşitli odalar, nişli, kemerli kalıntılar ve geniş bir avlusu. Sanırım burası bir kilise yada manastır yapısına benziyor.

Taş duvar yıkıntıları.

Yıkıntılar içinde sağlam bir kapı başka bir yere çıkıyor. Kapı çerçevesi kalın taş bloklardan yapılmış.

Kimi yapının duvarları sağlam ve düzgün taşlar yontularak yapılmış. Günümüze karar sadece tek bir duvar olarak kalmış. Duvarın ortasında kocaman bir kapı sağlam dikmeleri ve kirişi ile dikkati çekiyor.

Kapının yakınına gelerek alttan resmini çekiyorum. Kirişi işlemeli ince işçilikle süslenmiş. Kolon kıyıları da işlemeli. Duvar taşları düzgün yontulup örülerek muhteşem bir yapının parçası olmuş.

Duvarın arka görünümü sade, işlenmemiş. Ortada kapı var.

Başka bir yıkıntı, arasında iki çam ağacı çıkmış. İki tane birer buçuk metre yüksekliğinde taş blok ve bir metre yüksekliğinde taş duvar örülü. Bu duvarı sanırım ortalığı toparlamak için arkeologlar örmüş olmalı. Az ilerde bisikletliler elde gidiyorlar.

Kemer gözlü bir duvarın yanındayım. Kemer içinde tahta kalaslarla içeriden desteklenmiş yıkılmasın diye. İki tane kemerli kapı var.

Binanın giriş kapısı da tahta destekli kemeri tutuyor. İçeride duvar yıkıntıları.

Güneşin parlak ışık hüzmesi bir demet gibi dal ve yapraklardan süzülerek önümde yere süzülmüş. Taş duvar kıyısında bisikletleri park etmişler. Az ileride bir grup bisikletçi toplanmış. Ben de onların yanına gidiyorum ışık hüzmesi altında.

Edebiyatçı sevgili Gözde Emine bizlere Olimpos antik kenti ile ilgili tarihi bilgi veriyor. Gözde Emine elindeki notları okuyup anlatıyor geçmişi. Yanında da fotoğrafçı Ömer resim çekiyor.

Antalya’nın güney sahillerinde Phaselis’ten sonra ikinci önemli liman kenti Olympos’tur. Şehir adını, 16. km. kuzeyindeki Torosların batı uzantılarından biri olan 2375 m. yüksekliğe sahip Tahtalı Dağından alır. Beydağları-OIympos Milli Parkı sınırları içinde yer alan şehre ulaşım, Antalya – Kumluca karayolundan güneye ayrılan iki sapaktan da mümkün olup, gerek plajı gerekse ormanlık alanları ile Antalya’nın beğenilen günübirlik tatil alanlarından biridir. Kesin kuruluş tarihi bilinmemekle birlikte İ.Ö.167-168 yıllarında basılan Likya Birlik sikkelerinde adı geçen Olympos, Likya Birliği’nde üç oy hakkına sahip 6 şehirden biridir. Birlik’te Likya’nın doğusunu temsil etmiştir. Kentin günümüze ulaşmış kalıntılarının çoğu orman içinde ağaç ve çalılarla örtülü olup, Helenistik, Roma Bizans dönemlerine aittir.
Olympos Limanı tarihte korsan yatağı olarak bilinir. Kilikyalı korsanların başı Zeniketes şehri üs olarak kullanmış, bu sayede “Mitras Kültü” de şehre yerleşmiştir ki bu doğu kökenli yaratıcı Işık Tanrısı kültüdür. Şehirdeki korsan egemenliği İ.Ö. 67’ye dek sürmüş, İ.S. 43’te kesin Roma egemenliği, yeni parlak bir dönemin de başlangıcı olmuştur. Onarılan veya yeniden inşa edilen birçok yapı, demirci Tanrı Hephaistos (Vulcano) adına yapılan kutlamalar, İmparator Hadrianus’un (İ.S. 130) ziyareti, şehir tarihinin Roma dönemine ait renkli sayfalarıdır. Erken Hiristiyanlık döneminde önemini koruyan şehrin Piskoposu Methodius, adından en çok bahsedilen kişidir. Olympos, 4. yy.dan itibaren yeniden korsan hücumlarına uğramışsa da 5. yy.da Efes ve İstanbul konsüllerine katıldığı yazılı kayıtlardan anlaşılmaktadır. Geç Hıristiyanlık döneminde önemini yitirmeye başlayan Olympos, 11. ve 12. yy.da Venedikli ve Cenevizli tüccarların ticari merkezi olmuş, ancak bu aktivite 15. yy.daki Osmanlı deniz üstünlüğüyle son bulmuştur. Olympos’un günümüze kadar ulaşmış kalıntıları genellikle doğudan batıya doğru hızla denize akan bir ırmağın ağzında ve her iki yakasında yer alır. Antik dönemde kenti ikiye bölen nehir yatağı bir kanal içine alınarak her iki yakası da iskele olarak kullanılmış ve köprü ile birbirine bağlanmıştır. Bugün köprünün bir ayağı yerinde durmaktadır. Güney kıyıda, Hellenistik dönemin çokgen örgülü duvarı ile yanındaki Roma ve Bizans onarımlarını işaret eden bölümü görülmektedir. Nehir ağzına yakın bir yerde küçük ve dik akropolde geç dönemlerden kalan yapı kalıntıları yer alır. Irmağın güney kıyısındaki Hellenistik temelli ve Roma onarımlı küçük tiyatro oldukça harap olup, girişin bir yanı iyi korunmuş durumdadır. Şehrin görülebilir diğer önemli yapısı ise ırmak ağzının 150 m. batısında yer alan tapınak kapısıdır. İon düzeninde küçük bir tapınağa ait olduğu mimari parçalardan, Roma imparatoru Marcus Aurellius (İ.S. 172-173) adına yapıldığı da kapı önündeki heykel kaidesinden anlaşılmaktadır.

Kalıntılar arasında en ilginci Antalya Müzesince yürütülen kazılarla gün ışığına çıkarılmış olan “Kaptan Eudomus’un lahdidir”. Nehir ağzının hemen yanında kayalığın oyuğunda yer alan lahit hem duygu dolu şiirsel ithaf yazıtında kaptanın adını vermesi, hem de uzun kenarındaki gemi kabartmasında gemisinin şeklini vermesi açısından da büyük önem göstermektedir.

Olympos’un doğusunda, sahilden 300 m ilerde Caretta’ların yumurta bıraktığı muhteşem kumsalı ve pek çok bitkinin yaşadığı sahil kumulları ile ünlü, Çıralı yerleşimi yer alır. Kentin birkaç kilometre güneybatısındaki Çakaltepe olarak anılan yükseltinin güney yamacından devamlı olarak alev çıkar. Özellikle geceleri çok etkileyici olan bu doğa olayı metan gazının asırlardır aynı noktadan yeryüzüne ulaşmasından başka bir şey değildir. Bu doğa olayı Likya’da yaşayan ve soluğundan ateş püskürdüğüne inanılan Khimaira canavarı ile özdeşleşmiş ve bu sayede Olympos, Bellerophontes efsanesine ev sahipliği yapmıştır. Zamanla demirci Tanrı Hephaistos’un kült merkezi, Roma ve Bizans dönemlerinde de dini merkez olarak kullanılan alanda yer yer orijinal blokları görülebilen kutsal yol ile alevlerin etrafındaki bir takım yapıların temellerini görmek mümkündür, iç duvarları yer yer freskolarla süslü Bizans Kilisesi ise alandaki en anıtsal kalıntı dır.

http://www.antalyamuzesi.gov.tr/tr/olympos-orenyeri

Ağaçların gölgesinde yere oturarak Edebiyatçı sevgili Gözde Emine’nin yukarıda yazılanları anlatırken Ömer de beni bisikletim KUZ ile birlikte çekiyor. Sarı mataram, lacivert nazar boncuğum gidon boğazında bağlı. Sarı – siyah kaskım gidonda asılı olarak duruyor. Kaskım da yapışık düz olarak bakınca 099, ters olarak bakarsan 660 olarak görünen rakam var. Alt demir boruda da ismim yazılı URİM BABA’CAN diye. Ön tekerleğin arkasında ben oturuyorum.

Sanırım kaçak yapılmış bir bina, üç katlı. İçinde kimse yok ve sarmaşıklar binayı sarıp yok etmek üzereler.

Olimpos antik kentine ulaşan çayın yatağı dağlara gidiyor. Bu resim yola çıktıktan sonra yol kavşağından çekiyorum. Çay yatağı çam ormanı ortasından geçiyor. Karşıda dağların tepeleri.

Sert yokuşlar başladı, ana yol yukarılarda bir yerlerde. Kimisi bu sert yokuşlarda bisikleti elinde yürüyerek çıkıyor. Dört kişi bisiklet sürerken bir kişi yürüyor. Yol sağa doğru kıvrılarak çıkıyor çam ormanı içinde.

Oh sonunda yokuş bitti diye seviniyorum, sağa dönen yol bunu gösteriyor.

Sağa dönünce yokuşun devam ettiğini görüyorum ve hayal kırıklığına uğrasam da çam ormanında bisiklet sürmenin getirdiği moralle çıkmaya devam. Belki son yokuştur, belli mi olur.

Üzerimden geçen yüksek gerilim tellerinden anlıyorum ki son yokuşu çıkmak üzereyim. Buradan öyle görünüyor. Karşıda Tahtalı dağı güneşin son ışıklarını tepesine toplamış.

Yolda bir çeşme görüyorum ama çeşmede su yok, o yüzden sularımı tazeleyemedim.  Çeşmenin duvarına grafiticiler pembe, mavi yeşil ve kenarları siyah boya ile şekiller çizmiş anlamını bilmediğim.

Sonunda yokuşun başındayım ve durup dinleniyorum biraz. Burada sıkma meyve suyu dağıtıyorlar buz gibi. Meyve suyu içimi biraz ferahlatıyor. Denize doğru şöyle bir bakıyorum da epey yükseğe çıkmışız. Dağlar tepeler aşağıda kalmış, denizin küçük bir kısmını gösteriyor bana. Güneşin son ışıkları tepelerin üstlerine vurmuş.

Üzerim terli, hemen rüzgarlığımı giyiyorum. İnişimiz uzun sürecek ve soğuk almamak gerek. Tahtalı dağının olduğu yerin hizasına kadar gideceğiz. Bu da epey yol demek. Aşağıya giden yol görünüyor. Bir bisikletçi de kırmızı rüzgarlığını giymiş harekete hazır.

İnişimiz çabuk oldu ve kamp alanına kısa sürede vardık. Hemen su donumu giyip denizde bir süre yüzdükten sonra duşumu alıp temiz olan giysileri giyiyorum. Akşamları biraz serin oluyor o yüzden uzun kollu olanlar üzerimde. Yemek yendikten sonra sahnenin önünde toplanıp gösterileri izleyeceğiz. Sahneye Afrika dan gelen dans grubu akrobasi hareketler yapmaya başladı. Kadın ve erkekler hoplayıp zıplayıp perendelerle birbirlerinin üzerine çıkıyorlar. Sahneye vuran ışıklar pembe elbise giymiş göstericilerin üzerine vurmuş. Elbisedeki pullar da ışıldayıp yansımalar yapıyor.

Aralarına da Başkan Şirin Baba da katılıyor. Onlar kadar hareket yapamasa da şirinliği yeter. Sarı tişörtü pembe giyinmiş göstericiler arasında sırıtıyor. Şirin baba bikinili zenci kadının yanında bizi selamlıyor.

Göstericiler beş kadın, beş erkek. Erkekler altta kadınlar üstte figür yapıyorlar. Ortadaki erkek dik durup omuzlarında bir kadın ellerini açmış yukarıya doğru. Yanlarındakiler bacaklarını açmış iki yana doğru, kadınlar omuzunda. En sondaki kadınlar erkeklerin bacaklarında duruyor. Geniş bir piramit oluşturdular. Arkada da az ışık alan ağaçların kocaman gövdeleri ve dalları siluet olarak fon oluşturmuş.

Gösteri bittikten sonra bu festivali yapan kişileri tek tek sahneye davet ediliyorlar alkışlarla. 20 kusur kişi aynı anda sahneyi dolduruyorlar. Hepsinin üzerinde sarı tişört ve boyunlarında tanıtım kartı asılı. En güzel festivallerden birini yapıyorlar ve içeriği zengin. Günlük rotalar hepsi birbirinde ayrı ve güzel, mesafelerde gidilebilecek uzunlukta. Fazla zorlanmadık, ayrıca deniz keyfini de doyasıya yaptık. Sanki tatile gelmiş gibi ağırladılar. Yemekler doyurucu ve güzel, aç kalmadık yani. Yorulduğumuz yerde enerji takviyesi, su molaları gerektiği yerde verildi. Yollarda yönlendirmeler ve dikkat edin keskin dönemeç uyarılarını hep gülümseyerek yaptılar. Kısacası çok güzel bir organizasyonu başarı ile yapıyorlar. Çoğu yıllardır tanıdığım arkadaşlarım. Beni davet edip misafir olarak ağırladıkları için hepsine ayrı ayrı çok teşekkür ederim. İyi ki varsınız dostlarım. Perşembe Akşamı Bisikletçileri Antalya ve Antalya Bisiklet Festivali.

Yatma zamanı gelip de yatmamak olur mu deyip dinlenmek üzere çadırıma çekiliyorum. Organların dinlenmeye ihtiyacı olmazsa muhabbetler bırakılmaz. Bu gün gördüğüm güzellikleri düşüme taşıyarak uykuya dalıyorum.

Bu gün yaptığımız yol yaklaşık olarak 52 Kilometre civarı.

Aşağıda yaptığımız yolun haritası

Powered by Wikiloc