Etiket arşivi: tekirova

İki Garip Bir Akdeniz 5. Gün

2 Ekim 2017 Pazartesi

Tekirova – Adrasan – Kumluca Sahil

(Kör arkadaşlar için betimleme yapılmıştır)

 

Artık hiç olmasa da sonbahar penceresinde o
Camların buğulanması her akşam nefesinden

Kimsesiz bahçelerde besbelli yalnız dolaştığı

Rüzgârsız akşamüstleri yaprakların ürpermesinden

Duyulur ardında bıraktığı hayallerin gürültüsü
Sinsi bir deprem gibi camları titretmesinden

Atilla İlhan

 

Öne çıkan görsel, güneş yolun ucunda, çamların ardında batarken.

Bu gece daha rahat uyudum. Kamptakilerin çoğu gitmiş ve ortalık sessizliğe bürünmüştü. O yüzden fazla gürültü olmadı gece boyu. Uyandığımda etraf sessiz, bizim gibi bir kaç çadır haricinde kimse yoktu. Elimi yüzümü yıkayıp zaman geçirmeden çadırı topluyorum. 4 Gündür çadır sabit olarak durduğundan altı ıslanmıştı. Kuruması için ipe asıyorum hem çadırı hem de altına serdiğim brandayı. Yerde kırmızı şeritli yol kalmış, bisikletim KUZ, yanında topladığım eşyalar, Cem’in bisikleti solda, KUZ sağda, yerde eşyalarım ve ipe asılmış çadır ve branda.

Bizim gibi festivali düzenleyen Antalyalı Perşembe akşamı bisikletçileri ekibi de bu gece buradaydı. Hep birlikte kahvaltıyı yaptık, ardından veda kahvesini içtik. Beni festivale davet ettikleri için hepsine ayrı ayrı teşekkür ediyorum. Birlikte olmasak ta güzel bir kaç gün yaşadık. Onlar görevleri icabı festivale katılanları yönlendirip, yeme, içme, yol, konaklama, eğlence işleri ile uğraştıkları için pek bir arada olma fırsatı olmamıştı. Bu eksikliği kahvaltıda ve kahve içerken sohbet ederek giderdik sayılır. Festival ekibi gayet başarılı bir şekilde sorunsuz olarak bitirmenin yorgunluğu ve sonrasında rahatlamanın etkisi yüzlerine yansımış. Hepsi de arkadaşım, birlikte bir çok yerde beraber bisiklet sürdük. Akdeniz’in sıcakkanlılığı hepsinin içinde. Bizler de bunun etkisini festivalde yaşadık. Güleç yüzleri hiç eksik olmadı. Teşekkürler, iyi ki sizin gibi dostlarım var.

Cem ile uzun bir yolculuğumuz var. Buradan İzmir’e kadar bisikletle gitme planımızı gerçekleştireceğiz. İkimizin bisikletleri yüklü durumda. Antalyalı arkadaşlarla vedalaşıp birlikte hatıra resmi çekiliyoruz. Önde iki bisiklet yüklü  ve 11 kişi ve solda resmi çeken kişinin parmağının bir kısmı.

Bisiklete başladığım ilk zamanlarda işim olmamasına rağmen katıldığım festivallerden hep eve dönme telaşı yaşamıştım. Festivalden sonra yola devam eden arkadaşları imrenmişimdir her zaman. Şimdi ise festival sonrası tura devam etmenin sevincini yaşıyorum. Bu heyecanla kamp alanından arkadaşla vedalaşıp yola çıktık. Henüz Tekirova içine olduğumuzdan yolluk olarak marketten alış verişi yapıyoruz Cem ile. Gerekli olanları alıp paylaşarak çantalara yerleştirdik. Ara sokaklarda ilerlerken karşıma bir ağaç çıktı. Bu ağacı sarmaşıklar öyle bir sarmıştı ki aklıma Yunan mitolojisindeki yarı tanrı Herakles geldi.

Herakles’in o muhteşem gücü olmasına rağmen ölümüne bir şey yapamaması, sonu bu ağaç gibi hüzün ve acıyla bitmesi beni çok etkilemişti. Olay mitlerde şöyle yazar;

Herakles’in kıskanç karısı Deianeira kocasının metresi İole ile aldatmasına karşın Nessos’un kendisine aşk iksiri diye verdiği iksiri kullanmaya karar verir. Herakles Zeus için adadığı kurban kesme törenlerinde giyeceği kazağı alması için elçisini gönderir. Deianeira Aşk iksiri diye bildiği şeyi yün ile kazağa sürer. Ardından bir sandığa kilitleyip elçiye bunu açmamasını ve güneş görmemesi için sıkı sıkıya tembih eder ve gönderir. Elçi yoldayken iksiri bulaştırdığı yünü güneş altında bir kayanın üzerine koyar. Güneş ışığı altında olan yün parçası kayayı eritip toz haline getirmişti çoktan. Bunu gören Deianeira iksir konusunda aldatıldığını anlar ve pişman olur. Arkasından haberci gönderse de Herakles kazağı çoktan giymiş ve sunağa döktüğü şarabı alevlendirdikten sonra ışığı gören zehirli iksir etkisini göstermeye başlar. Kazak ışık altında Herakles’in vücuduna yapışıp etlerini eritmeye başlar. İş işten geçmiş acı ve ıstırap içinde ölür Herakles. Bilmeyerek yaptığı şeyden dolayı Deianeira intihar eder. Zeus oğlunu tanrılar katına alıp ölümsüzleştirir.

Çam ağacını kaplayan sarmaşık aynı Herakles’in giydiği kazağa benzettim. Tüm gövdeyi kaplamış durumda ve çam ağacını yavaş yavaş yok ediyor.

Çiçeklerle bezenmiş Tekirova girişindeki kavşağa geldik. Pembe çiçekler açmış begonvil, ana yola çıkan Cem. Kumluca, Finike, Muğla tabelası solu işaret etmiş. Sağı ise Kemer, Antalya olarak belirtilmiş. Biz Kumluca tarafına doğru gideceğiz. Cem de o yöne doğru yönelmiş.

Ana yola çıkınca yokuş başladı, ağır tempoda daha önce çıktığımız yeri tekrar çıkmaya başladık. Yalnız bu kez yüklü olarak. Yarıkpınar dinlenme yerine geldik. Burada daha önce durmadığımdan çeşmeden sularımı tazeliyorum. Çeşme mermer kaplı, çatısının solunda Yarıkpınar içme suyudur. Sağında da araç yıkamak yasaktır yazısı yazılmış büyük harflerle. Aynasında çeşmeyi yaptıranın ismi; Gülüzar ve Münir Solumaz hayratı yazılı.

Burada araçlar mola veriyor, çeşmede su akıyor bedava. Dinlenme tesisleri çınar ağaçları altında gölgelik yerde. Burayı Orman bakanlığı yaptırmış. İki oduna tabelasını yerleştirerek burasının Beydağları sahil milli parkı Yarıkpınar mola noktası olarak yazıp belirtmişler.

Yola yeni çıktığımızdan burada mola vermiyoruz. Sadece suları çeşmeden doldurdum. Ardından yokuşu tırmanmaya devam ederken yerde gördüğüm arabalar tarafından ezilmiş bir yengeç görünce duruyorum. Yakınlarda akan bir çay olmalı. Bu cesur yengeç macera aramak için çaydan uzaklaşıp asfalta çıkınca beklenmedik son ile hayatı bitiyor. Macera arayan cesur yengeci saygı ile selamlayıp elimle yerden alarak çalılıkların içine doğaya karışması için bırakıyorum.

Çay boyu yukarı çıkıyoruz, daha önce mola verdiğimiz yerde duruyorum. Burada da küçük bir çeşme var. Bisikletim KUZ ile birlikte resmini çekiyorum çeşmenin. Çınar ağaçları arkada ve yürüyüş rotalarını belirten tabela direği solda.

İkinci mola yerine geldik. Yerde sağa ok işareti, bisiklet figürü ve Mola yazısını asfaltta görünce biraz dinlenmek için duruyorum. Cem benden önde olduğu için burada durup bisikletini park etmiş.

Bu dinlenme yerinde mavi boyalı bir tabela var. Yapıştırma harfler güneşin etkisi ile kalkıp bozulmaya başlamış. Tabelada yazan; Beycik köyü ( 6 km ) 6 Rakamı yerinden kalkmış, sadece güneşten dolayı izi kalmış. Tahtalı ( Olimpos ) dağı ( 2366 m ) Laodikeia, Likya yolu, Üç oluk yaylası. Altta yemek, yatak, kahve, market ve antik olduğunu belirtir işaretler yapılmış her biri ayrı kare içinde.

Burada çeşme var ama suyu akmıyor. Havuzunun duvarında bisiklet figürü yapılmış. Etrafta geçen günde su molası verdiğimizde dağıtılan plastik su şişelerini görüp üzülüyorum. Bisikletçi olsak ta bazı arkadaşlar nedense doğayı sevmiyorlar. Bu şişeleri atanlar eğer tekrar buraya gelseler gördükleri manzara karşısında ne diyeceklerini biliyorum. “İnsanlar niye bu şişeleri buraya atmış?” diye söyleneceklerini gayet iyi biliyorum. Kendi pisliklerini tanımazlar ve ukalalık yapmaktan da çekinmezler. Su şişeleri sararmış çınar yaprakları üzerinde. Yapraklar bir yıla kalmaz çürüyüp gider de plastik şişeler ne kadar zamanda yok olacak? Kim bilir?

Ağır tempo olsa da tırmanışı bitirip zirveye vardık. Ana yol düz devam ediyor Kumluca’ya doğru. Biz Çıralı’ya doğru gideceğiz ama buradan değil az ileriden sola sapacağız. Gerçi Kumluca tarafına doğru gitmemiz gerek ama sahilden gideceğimizden bu yolu tercih ettik. Hem sahilde Adrasan var görülmesi gereken yer. Tabelada düz olarak Kumluca, Muğla yönü belirtilmiş. Sağa ise Çıralı, Yanartaş (Chimaera) kahverengi olarak tarihi yer olduğunu belirtmiş. Bu yol karayollarının D 400 olarak numaralandırdığı yol olarak belirtilmiş.

Sola gireceğimiz az ilerdeki kavşağa geldik Tabelada kahverengi olarak Olimpos 11 (Antik kenti) yazan yerden sola sapıyoruz.

Buradan sıkı bir iniş yapacağız 7 Kilometre civarı. 394 metrelik yüksekteyiz. Altımızda dağlar ve Akdeniz lacivert olarak görünüyor manzarada.

İniş başlar başlamaz daha önce ana yola çıkmak için kestirme dediğimiz toprak yolu görünce durup resmini çektim. Kestirme diye saptığımız yol çok dik, ellerimizle kan ter içinde çıkmıştık bir zamanlar. Aslında böyle kestirme yol diye bir kaç kez girmiştim ama çok zorluklar yaşamıştım çıkarken. Atalarımızın dediği “Bildiğin yol en kestirme yoldur” sözü kulağıma küpe olmasını diliyorum burayı görünce. (Gerçi zorlukları, bilinmeyenleri keşfetme arzusu beni yine böyle yollara sokacağına eminim. Huy değişmez.) Yolun üstünde tek katlı bir ev var. Ardında kayalıklı dağlar.

İnişte gözlemecide duruyoruz. Çay içeceğiz ama önceden pazarlık yapıyoruz yörüklerle çay kaç para diye. Daha önce bisikletçilere verdikleri fiyatta anlaşıp oturduk. Bir tane de gözleme yap dedik peynirli, otlu. Cem ile yarı yarıya bölüşeceğiz. Bisikletim KUZ önde park etmiş, arkada bölümlü oturma yerleri. Minderler, yastıklar yörük işi. Cem minderlere oturmuş ayakkabılarını çıkarıyor. Solda bir adam heykeli, üzerine uzun kollu kareli mintan giydirilmiş. Yörük evi gözleme pankartı asılmış. Pankartta burada gözleme yemiş ünlülerin resimleri basılı.

Minderlere oturup semaverde odun ateşinde demlenen çayları içiyoruz afiyetle. Elçek resim çekiyorum Cem ile beraber. Tepside iki çay duruyor. Arkada bisikletim KUZ ve semaver. Semaverin üzerinde iki mavi renkli emaye çaydanlık var.

Yorgunluğumuzu çay , atıştırmalık bir şeyler ve bir gözlemeyi ikiye bölerek giderdikten sonra kendimizi yokuşun inen kısmında bırakıyoruz aşağıya doğru. Neredeyse hiç pedal çevirmedik desem yeridir. Düzlüğe inince karşıma evini sürekli taşıyan kaplumbağa çıktı. Yolun karşı tarafına doğru seyahat ediyor. Yeni yerler görecek, oradaki otların tadına bakacak. Hiç acelesi yok, karnını doyurmak için her taraf yiyecek dolu. Öyle bizim gibi marketten alış veriş yapmasına gerek yok. Dünyanın en yavaş hayvanı en uzun yaşayan hayvanı olmasını insanlar bir türlü kavrayamadan hızlı biçimde yaşıyorlar. Her şey bir an önce olsun, hemen varayım. Tokyo da kahvaltı, öğlen Paris te ıstakoz yemeğine yetişmeli. Akşam da New York ta baloya katılmak gibi hızlı yaşamaya çalışmak ömrü kısaltır. O kadar hızlı yaşarlar ki! Ömürlerinin nasıl bittiğini anlamadan ölüp gider. Kaplumbağanın öyle bir derdi olmadığı için acele etmeden hedefine varır. Nerde akşam orda sabah yaşayıp gider. Tıpkı bizim şu an yaptığımız tur gibi. Evimiz bagajda yolculuk yapıyoruz. Nerde akşam orda sabah yapa yapa gideceğiz.

Kaplumbağa emin adımlarla asfaltta karşı tarafa doğru gidiyor.

Düzlüğe çabucak indik sayılır, sürekli yokuş inersen böyle olur. Olimpos antik kentine doğru giden kavşaktayız. Burada Yamaç köyü var. Kavşağın köşesinde de camisi çam ağaçları içinde kalmış. Burada caminin tuvaletinde ihtiyaçlarımızı karşıladık. Caminin avlusu çok geniş, taş duvar örülmüş çepeçevre. Minare görünüyor ama binasını çamlar örtmüş pek görünmüyor. Tuvalet binası küçük, sarı boyalı. Avluda çocukların oyun parkında kaydırak, salıncak gibi renkli aletler var.

Yola çıkıyoruz kavşaktan, hedefimiz Adrasan. Tabela yönü gösteriyor. 7 Kilometre yolumuz kaldığını yazıyor. Sağ tarafa ise Kumluca ve Yazır tarafına gidileceğini oklarla belirtilmiş. Cem bisikleti ile yolda tek başına giderken bir kare çekiyorum. Etraf çam ormanı.

Yolun sağında bir çiftlik görüyorum. Çiftlik bildiğiniz gibi değil. Amerikan özentisi yaşatılmaya çalışılmış. İçeride sundurmanın altında Amerikan arabaları, tır çekicileri ve bir pervaneli uçak. Uçak sarı boyalı. Çiftlik sahibi özentili olmasına karşı meraklı olmalı.

Yol eğimi pek yok, düz devam ediyor. Yakın zamanda yolun sol tarafında yangın çam ağaçlarını yakıp geçmiş. Sağdaki çamlar yeşil rengi ve soldaki ağaçların kapkara rengi birbirine uymuyor. Orman yangınlarının çoğu insan eliyle çıktığı kesin. Kimi bilmeyerek, kimi de bilerek ormanı yakıyor. Manzara üzücü. Cem önümdeki manzarada bisiklet sürerken.

Kavşağın birine geldik. İki tabela zıt yönü gösteriyor. Sol tarafta Olimpos 10, sağ tarafta Adrasan yazılı tabelalar kahverengi boyalı. Arkada sararmış otların olduğu yamaç. Solda tel çitle ayrılmış zeytin ağaçları.

Adrasan içinde bisiklet sürüyoruz. Karşımda koca bir dağ var. Buralarda kıyılar engebeli ve dağlık. Köyün tek katlı evleri bahçelerindeki meyve ağaçları ile daha şirin görünüyor.

Meşhur Adrasan sahiline geldik. Burası doğal bir liman gibi. Tekneler kıyıya kadar getirilip demir atmışlar kıçtankara biçiminde. Kumsalda şezlong ve şemsiyeler düzgün, sıralı konulmuş. Koyun karşı tarafındaki burun kısmı çam ormanı ile kaplı. Kumu çok güzel görünüyor, denizi de öyle. Burası bulunduğumun yerin sağ tarafı.

Koyun sol tarafını da çekiyorum bir poz. Burada da tekneler kıyıda bağlı, kumsalda şemsiye ve bir kaç şezlong duruyor. Koy küçük, dip tarafı kumsal. Kenarlar kayalık ve dağlık. Sol taraftaki dağ sivri ve yüksek.

Adrasan bu güzel denizin tadına bakmak gerek diyerek su donumu giyip denize dalıyorum. Etrafta kimseler yok. Sadece ben denizdeyim. Bir süre yüzüp çıkarak kurulandıktan sonra öğle yemeğini yiyoruz. Taksi durağının çardağında taksicilerle muhabbet edip kahve içtik. Bizleri bisikletli görünce nerden nereye? Nasıl? Bisikletle mi? Bu kadar yolu bir milyar versen hayatta gitmem! Lastiğiniz patlamıyor mu? Nerde kalıyorsunuz? Çadırda mı? Yok artık gibi soru cevap şeklinde oluyor. Muhabbet meraklı ve hararetli olunca çay ısmarlıyorlar bize. Cem ve ben sıkılmadan her soruya gerekli cevabı verdik. Çaylar bitince artık yola çıkmamız gerektiğini, bize izin deyip yola çıktık. Akdeniz’in narenciyeden sonra en çok yetişen narları meşhur. Her bahçede bir iki nar ağacı görmemiz mümkün. Ekim ayında olmamızdan dolayı tam da olgunlaşmış meyveleri insanı cezbediyor. Narın kırmızı rengi közleşmiş ateşin kor rengine benziyor. Hani derler ya “Nar gibi kızarmış” diye işte tam da öyle narlar. Bahçeni kenarında nar ağaçları, üzeri nar dolu ve olgunlaşmış. Aynı zamanda kocaman nar meyveleri ağırlıktan dolayı dalların altlarına ağaç destek koymuşlar. İncecik dallar koca narları taşıyacak güçte değil.

En sevdiğim evlerden birisi olan bahçe duvarı olmayan ev. İki de nar ağacı dikilmiş. Üzerinde kızarmış narlar al beni diyor. Daha önce iki nar koparmıştım bahçenin birinden, onlar hala çantamda duruyor.

Adrasan köyünün merkezinden geçiyoruz. Köyün meydanında Atatürk heykeli var. İki direkte Türk bayrağı dalgalanıyor. İleride Cem yol tabelalarına bakıyor nereye doğru gideceğiz diye.

Demin Cem’in olduğu yerdeki tabelaların önündeyim. Köşede, elektrik direğinin dibine konan tabelada düz ok işareti ile Karaöz, Mavikent, Beykonak yönlerine giden yolu gösteriyor.

Yola girer girmez bizi takip etmeye başlayan tarçın renginde bir köpek önümde gidiyor. Köyün çıkışında yokuş başladı, önümde azametli dağ bize geçit vermiş ama ne kadar belli değil. Yokuşun sonunda belli olacak. Solda çoğu yerini ağaçlar kaplamış bir ev var.

Yokuşu çıkmaya devam ediyoruz, köydeki inşaatların molozları yol kıyısına dökmüş kamyonun birisi. İnsanların vurdumduymazlığının bir örneği. Benden öte olsun da nerede olursa olsun. Gören, duyan, karışan da yok. Ceza yazan olmuyor, çünkü tenha yol. Görmesinler diye ortada kimseler olmadığından rahatça molozları döküyorlar. Dökende vicdan olmayınca elden ne gelir ki. Güzel çam ormanının manzarasını çirkinleştirmiş moloz yığını.

Yokuşta Cem önde, köpek onu takip ediyor koşturarak.

Yokuş devam ettiği için arada durup resim çekiyorum, hem dinleniyorum hem de etrafı, manzarayı izliyorum. Epe yükselmişiz, bulunduğum yerden Adrasan köyünü kuş bakışı izliyorum. Karşıda Toros dağlarının tüm heybeti göğe yükselmiş.

Yokuş nereye kadar devam ediyor bilmiyorum. Çık çık bitmiyor, Yeşilköy sapağında durup tabelasını çekiyorum. Yukarıya doğru bakınca yokuşun az kaldığını tahmin ediyorum.

Artık yokuşun sonuna geldiğimi önümde başka yükselti olmadığını görünce anladım. Son yokuştayım, Cem önümde tıngır mıngır çıkıyor. Yokuşlarda Cem’in avantajı var bana göre. Onda kilitli pedal var, bir ayağı ile pedala basarken diğer ayağı ile çekerek daha verimli bisikleti kullanıyor. Yokuşta bu fark ediliyor. Bende ise burunluk var ve yarım pedal güç verebiliyorum.

Az ileride gördüğüm beyaz toprağın içinde kırmızı toprağın olduğu yerde durup inceliyorum. İki farklı toprak yapısı acaba nasıl bir araya geldi? İlginç!

Yolda değişik manzaralar görmek olası. Bu manzara kötü olabilir, hep iyi olacak değil ya. Dünyada yaşıyoruz ve üzerinde milyarlarca insan var. Bu insanların bir kısmının yarattığı pislik karşımda duruyor. Yol kenarına atılan bu çöpler doğaya karışasıya kadar çok uzun zaman geçecek. Bir insan ömründen daha çok. Çok yazık!

Yaklaşık 5 Kilometre bir tırmanış yaptık. Tarçın rengindeki köpek te bizi takip etti tepeye kadar. O kadar kovalamamıza rağmen peşimizi bırakmadı. Bir ara nerden bulduysa keçi ayağı bulup ağzıyla taşıdı bir süre. Sonra keçi ayağını bıraktı bir yerlerde ya da sakladı daha sonra yemek için. Tepeyi çıkıp inişe başladığımızda hızımız arttı, köpek takibi bırakmış olmalı. Yetişmesi olanaksız bizim hızımıza. Güneş bu arada ufka iyice yaklaştı. Durup batmasını bekliyorum bir kaç dakika. Cem önde, bulunduğum yerden az yüksek tepelerin üzerinde Güneş son ışıklarını çam ağaçlarının arasından bana sunuyor. Bu resmi öne çıkan görsel olarak seçiyorum.

Adrasan yarımadasının diğer tarafına geçtik, deniz kendini gösteriyor. Yarımadanın burnuna doğru dağ kütlesinin yalçın kıyıları güzel girinti – çıkıntı ve sivri tepeli küçük bir ada yüksekten güzel görünüyor. Önümde dikenli sararmış otlar, arkasında yeşil ağaçlar da manzaramda.

Zayıf saplı, narin görünümünde sarı çiçeklerin boyu epey uzun. Önceden açıp kurumaya durmuş çiçeklerle beraber yeni açmış sarı çiçeklerin rengi görülmeye değer. Ben de olduğu gibi resmediyorum.

Yol asfalt olsa da tam bir orman yolundayız sanki. Koca çam ağaçları, çalılarla kaplı dipleri ve çam ağaçlarından düşen iğne yapraklar yerde kahverengi halı  oluşturmuş durumda. Yolun üzeri çam dalları ile çatı olmuş, Cem de durup yanlamasına bana poz veriyor bu güzel tablonun içinde. Bu yoldan pek araç geçmiyor, sakin yolda rahat sürüş yapıyoruz. Güneş çoktan battı, hedefimiz Kumluca sahili.

Çam ormanı içinde giden yolun bir bölümünde sazlık görüyorum. Bu demektir ki yakınlarda sıcak su kaynağı var. Orman yoluna ayrı bir güzellik katmış sazlar. Yolun iki tarafında var.

Deniz seviyesinde bisiklet sürüyoruz, kıyıda piknik alanında iki çadır kurulmuş. Aslında burada kamp atılabilir, piknik masaları, deniz kıyısında. Alan düz, tuvalet ve çeşme var. Denize küçük bir çıkıntı yapmış olan yerde kocaman bir kaya kütlesi toparlak olarak duruyor. Henüz aydınlık olduğundan gidebildiğimiz kadar gidip Kumluca sahilinde kamp atacağız.

Güneş battı, yerine yolumuzu aydınlatacak olan ay çıktı. Karşıdaki yarımadanın dağlarının üzerinde ay parlıyor. Henüz hava kararmadığı için gökyüzü mavi hala. Denizin maviliği biraz daha koyu gökyüzünden.

Deniz kıyısında dönemeçli yoldan gidiyoruz. Henüz ortalık aydınlık.

Güzel koylar görüyorum çam ağaçlarının denize ulaştığı yerde. Alaca karanlıkta görebiliyorum denizi.

Orman yolu tam alacakaranlık zamanında bir poz çekiyorum. Çam ağaçları solgun görünmeye başladı. Tam da beyaz iplikle siyah ipliğin ayırt edilemeyeceği andayız.

Bisikleti KUZ ile Ay bir arada resim çekeyim dedim. Ay parlak olduğu için görünüyor ama KUZ kararmış ayırt edilmiyor.

Kameranın flaşını açıp çekiyorum bir poz. Ay yine aynı parlaklığında. KUZ olduğu gibi aydınlandı. Turuncu çantalarım, kadronun siyah rengi, beyaz yazılı URİMBABA’CAN yazısı, kelebek gidonum kahverengi sargı ile sarılı. Gidon çantam ve aydınlatma lambasının yanında duran tüy. Flaşın patlaması ile arka tekerleğimde bulunan şerit fosfor çok parlak görünüyor çember şeklinde. Koyu lacivert gökyüzü ile flaşın aydınlattığı bisikletim uyum içinde.

Hava iyice karardı, aydınlatma lambaları ışığında gecenin serinliğinde yol alıyoruz. Kampı Cem’in bildiği Kumluca sahilinde, ağaçların olduğu yerde kuracağız. Kumluca seraları bol bir yer, seraların arasından ilerlerken Cem paniklemeye başladı. Acaba doğru yolda mıyız diye. Karşıdan gelen bir dolmuşta yazan Kumluca yazısı yüzünden bana ters yöne gidiyoruz deyince ben de haritayı açıp gideceğimiz yolu gösterdim. Doğru yoldayız diye de sakin olmasını, yola devam etmesini söyledim. Ama Cem ısrarla daha önce araba ile geçtiğinden hatırladığı biçimde yolu göremeyince hayır, yol böyle değildi, yok Kumluca’dan aşağı düz bir yol vardı diye saçmalamaya başladı. Bir insan panikledi mi sakinleşmesi zorlaşıyor. Haritada konumumuzu gösterip yolu da, gideceğimiz yönü de gösterdim zar zor ikna oldu. Kumluca dan inen yola çıkıp bir süre düz yolda giderek piknik alanı olarak kullanılan ağaçlı yere gelince durduk. Cem panik halini atlatmıştı şükür. Daha önce arabayla geçtiği yerlerden ilk defa kendi gücü ile ve bisikletle seyahat etmesi kafasının karışmasına neden oldu. Neyse ki fazla uzatmadı da normale döndü ana yola çıkınca.

Okaliptüs ağaçlarından oluşan piknik alanına girip kendimize uygun bir yerde kampı attık. Çadırları kurup yerleştikten sonra akşam yemeği için hazırlıklara başladık. Neşesi yerine gelen Cem aşçı olarak yemek yapma görevini başarıyla yerine getirdi. Yemek yapmaktan zevk alıyor ve güzel yemekler de yapıyor. Bana yemek düşüyor sadece. Bulaşıkları da ben yıkıyorum. Kumların üzerinde serdiğimiz brandanın üzerinde oturmuş Cem yemek yaparken elçek resim çekiyorum. Cem’in önünde ocakta tencere var, elinde kaşıkla yemeği karıştırıyor.

Akşam saat 21:00 gibi kamp attığımızdan epey acıkmışız. Bir çırpıda yemeği yedik, ardından kahve ve çay ile keyfimizi sürdük. Buraya Kumluca demelerinin nedeni yaklaşık 12 kilometre kadar bir sahil ve tamamen kumlu olması. Çadırları da ılgın ağaçlarının dibinde, kumların üzerine kurduk. Buraya gelmek, çadır kurmak, yemek yapmak, kahve, çay derken zaman epey ilerledi. Zaten yorgunuz, o yüzden fazla geç olmadan çadıra giriyorum. Çadırın içinden dışarıdaki Aydede’yi çekiyorum, Aydede her yerde.

Güzel bir günün sonunda tatlı bir yorgunlukla çadırın içinde yatıp uykuya daldım.
Bu gün yaptığımız yol yaklaşık 72 Kilometre civarı.

Aşağıda yaptığımız yolun haritası

Powered by Wikiloc

İki Garip Bir Akdeniz 3. Gün

30 Eylül 2017 Cumartesi

(Kör arkadaşlar için betimleme yapılmıştır)

 

An gelir
Paldır küldür yıkılır bulutlar
Gökyüzünde anlaşılmaz bir heybet
O eski heyecan ölür
An gelir biter muhabbet
Çalgılar susar heves kalmaz
Şatârâbân ölür

Atilla İlhan

 

Öne çıkan görsel, altı kişi oturmuş, bir kişi ayakta. Dilek önde, bisikleti ile poz vermiş oturarak.

Nedense Antalya da güneşin erken doğması yaşadığım İzmir’e göre sabah kalma saati daha da erken oluyor. Sabahın körü derler ya, işte o kadar erkenden kalkıyorum. Havasından mıdır, suyundan mıdır, güneşinden midir bilemedim ama yakınlarda öten horozlarla beraber uyanıyorum. Horozlar öterken ben henüz tuvaletlerde kuyruk oluşmadan işimi hallediyorum. İşte benim gibi İzmir de yaşayan Tolga Tunalı da erkenden uyanmış saçı başı dağınık biçimde çadırının içinden kafasın çıkararak şaşkın şaşkın bakıyor. Tabi ki alışkın değil bu kadar erken uyanmalara ama burası Antalya. Akdeniz’in incisi, güneş burada da doğudan doğuyor ama bir farkı var. Bir kıyıdan doğup diğer kıyıdan batıyor her gün.

Tolga Tunalı tünel biçimindeki çadırın fermuarını sadece üstten açıp kafası görünüyor sadece. Uzun saçları yastıkla beraber dağılmış durumda. Tolga’nın çadırı diğer çadırlara göre daha alçak seviyede. Arkada görünen çadırlar kendi çadırının boyundan yukarıda. Çadırın altına ayakkabı ve terliğini sokuşturmuş.

Kahvaltıyı yapıp bu günkü tura hazırlanıyoruz. Hareket saati belli, görevli arkadaşlar da son dakikalarda katılımcıları uyarıyor. Hazır olan kamp alanına sapan yolun başına gelerek beklemeye başlıyor hareket saatini. Ben her zaman olduğu gibi pratik olarak çabuk hazırlanırım yola çıkmaya. O yüzden beklerken çevrenin resimlerini çekiyorum. Bu sabah Olimpos dağının başı dumanlı. Güneş ışıklarını çoktan vurmaya başlamış bile. Önümdeki arazinin girişi parmaklık kapı ile kapatılmış. Kapının ardında küçük bir dere var. Sazlardan anlıyorum orada dere olduğunu. Elektrik direği ve teller havada. manzarayı bozuyor.

Tahtalı dağı, eski adıyla Olimpos dağının devamı olan Beydağları uzaktan üç sivri tepeleri ile kendini gösteriyor.

Hareket saatini bekleyen bisikletliler toplanmış. Hava parçalı bulutlu olduğundan güneş vurmuyor bisikletlilere. Asfaltta festivalin amblemi ve ok işareti duruyor.

Hareket saati değil de son kalanlar toparlanıp geldikten sonra yola çıktık. Tekirova içinden geçerek ana yola geldik. Bu gün sol tarafa doğru gideceğiz. Tabi ki yola çıkar çıkmaz yokuş başladı. Herkes kendi gücüne göre serbest sürüyor. Önümde dağlar, solda çay yatağı ve yolda giden bisikletliler.

Tırmanırken sağda mola noktasını görüyorum. Mola yerinde yüksek kayalıklar, dibinde akan çayın çınar ağaçları ile örtülmüş durumda. Burası daha çok arabaların yoldan geçerken dinlenmeleri için yapılan bir tesis. Yapan da Orman bakanlığı. Tabelada “Beydağları sahil milli parkı Yarıkpınar mola noktası” diye yazılmış.

Biraz daha tırmandıktan sonra kaybettiğimiz suyu takviye etmek için solda mola yeri ayarlamışlar. Görevli arkadaşlardan birisi de yolun durumuna göre bisikletiler sol şeride yönlendirip mola yerine gitmelerini sağlıyor. Önümde bir kişi sol şeridin solundan gidiyor. Ben de sol şeritteyim.

Mola yerinde su, soda ve muz dağıtımı yapılıyor. Burası kalabalıktan ana baba günü gibi görünüyor. Bayağı kalabalıkmışız. Mola yeri mıcır dökülmüş düz ve geniş bir alan. Etraf, yamaçlar çam ağaçları ile kaplı.

Bulunduğumuz yer aynı zamanda yürüyüş rotalarının olduğu yer. Sarı tabelalar direğe takılıp gidilecek yerleri ve kilometresi yazıyor. Sol tarafı gösteren iki tabela var. Üstekinde; Tekirova 7 Km, 4 Saat. Alttakinde Tekirova Bükü 5 Km, 4 Saat yazılı. Nedense biri 5 biri 7 Km olmasına karşın ikisine de yürüyerek 4 Saatte gidilebilmesi biraz tuhaf! Sol tarafa ise Beycik 3 Km 1.30 dk yazılı. Yani 1 saat 30 dakikada yürüyerek ulaşabilirsiniz. İki tarafa da 18 yazılmış. Herhalde yürüyüş rotasının numarası olsa gerek.

Mola bitiminde tekrar tırmanışa geçtik. Eğim biraz fazla ve sürekli olunca ikinci bir su molası daha vermek zorunda kaldık. Bu kez sağ tarafta, yol ayrımında araçlar durmuş gelenlere su veriyor. Ben de onları çekiyorum. Asfaltta sağa ok işareti, bisiklet resmi ve MOLA olarak boyanmış. Ok ve bisiklet beyaz renkte, mola mavi renkte. İleride iki araba ve su alan bisikletliler.

Hava parçalı bulutlu demiştim daha önce. Bulutlar daha çok dağların tepesinde. Dağlar bulutları başında toplayıp rüzgarın etkisi ile parçalanıp üzerimizden geçiyor. İşte karşımda dağlardan kopup gelen parçalı bulutlar masmavi Akdeniz gökyüzünü beyaza boyuyorlar ressamın fırçası değmiş gibi. Yeryüzünü ise yeşile boyamış ağaç biçiminde. Ressam sıkılmayalım diye ağaçların tonlarını değiştirmiş. Bununla beraber boylarını da uzatmış gökyüzüne. Çam ağaçlarının açık tondaki yeşili, aralarında uzun servilerin koyu tonda yeşili desenleri görselliği tamamlamış. Bunun yanında kesilen ağaç gövdeleri dere yatağında karşıdan karşıya köprü olarak konulmuş. Kesilen ağaçların dalları, yaprakları kahverengi olarak tabloda yerini almış durumda. Ağaçlar birbirine girmiş sık bir orman görünümünde. Ormancılar da aralarda kalınlaşmış ağaçları ayıklayıp ormanı gençleştiriyor. Gövdeler taşınıp kereste olacağı yere götürülecek.

Yaklaşık 10 kilometre kadar, biraz fazlası tırmandıktan sonra bir süre yayladaki gibi düz giderek Çıralı kavşağına geldik. Çıralı yolun solunda kalıyor. Kahverengi renkli tabelada; Çıralı, Yanartaş (Chimaera) 7 yazısı var. Yani 7 Kilometre deniz kıyısına kadar safi iniş olacak.

İniş başlarken dağların arasından görünen bir parça Akdeniz’i çekiyorum manzara eşliğinde. Ağaçlar ve otlar önümde.

İniş dik ve tehlikeli olan yerlerde görevli arkadaşlar yerleştirilmiş uyarı için. Bir kadın, elinde beyaz renkli festival bayrağını sallayıp inen bisikletçiyi uyarıyor, tehlikeli viraj var diye. Ben de bayrağı sallarken resmini çekiyorum. Etraf çam ağaçları, otlar sararmış.

Daha aşağıda bir görevli yolun ortasına bayrağı taşlar yardımı ile dikmiş. Kendisi 15 metre aşağıdaki sert virajın başında duruyor. İnen bir kadın bisikletçi bunu görerek yavaşlıyor. Asfalta da mavi renkli sprey boya ile KESKİN VİRAJ yazılmış.

Başka bir arkadaş ise yolun sağında çam ağacı gölgesine sığınmış tek ayağı yerde, diğerini dolamış. Elinde bayrak, kafasında da şapka yerine henüz poşetinden çıkarılmamış tişört duruyor.

Aşağılarda kadın görevli, o da sağda çam ağaçlarının gölgesine sığınmış. Elinde bayrak ile bizleri uyarıyor.

Gültekin abi de sarı tişörtünü giymiş elinde bayrakla gülerek bana yavaşlamamı söylüyor. Yerde 1 rakamı boyanmış mavi renkte. Demek ki tehlikeli iniş azaldı.

Son virajda da gülümseyen biri bayrağını iyice yukarı kaldırmış. Antalyalıları seviyorum. Hepsi güleç, sıcakkanlı Akdeniz insanı. Akdeniz insanı sevimli ve güleç yapıyor demek ki.

Tehlikeli iniş ve sert virajlar bitiyor ve yol düzleşiyor birden bire. Vadinin içinde giden yol uzayıp gitmiş. Solda iki bisikletli durmuş çam ağacının altında. Çam ağacının gövdesi kalın, asırlık.

Solda kayaçlar tepeler sert görünümlü. Sert kayaların çatlaklarında yer yer çam ağaçları kendine yaşam alanları oluşturmaya başlamış bile.

Sonunda Çıralı olarak anılan yere geldik. Burası turistlik belde. Cafeler, resoranlar, pansiyonlar, oteller kaplamış buraları. İşin ilginç yanı hem Yörük hem de cafe, bir de resaurant patlatmış . Al sana Avrupabesk. Turistlik olunca sokaklar kilitli beton taş ile kaplamış belediye. Şehrin girişinde bayrağını sallayan oto  yarışçıları gibi Cem Salih Altın karşılıyor. Bizi hem yönlendiriyor hem de artık inişiniz bitti, geldik diyerek yavaşlamamızı istiyor Cem. Arabası ile gelen Tolga kapısını açmış ayakta Cem’in bayrak sallayışını izliyor.

Kıyıda, kumsalın başladığı yerdeki işletmede durduk. Burada hem denize gireceğiz hem de öğle yemeği yenilecek. Bisikletçilerin androidi Gökay kendine oyalanacak iş bulmuş. Bisikletin birini ters çevirmiş tamiratını yapıyor. Yanında da bisikletin sahibi üstü çıplak çömelmiş Gökay’a bakıyor. Gökay her işten anlıyor, anlamadığı, bilmediği iş yok. Becerikli elleri ile bisikletin üstesinden geliyor. İki kişi bisikletin başında çömelmiş. Yeşil renkli bahçe hortumu da yerde.

Bisikletim KUZ her zaman çantalı olur. Bu gün sadece bir çanta takılı. Ona da; tamir takımları, pompa, kahve takımları, deniz donu ve havlu koymuştum. Çıralı’nın denizi, kumsalı çok güzel, bunu bildiğimden gelir gelmez hemen su donumu giyiyorum. Yemekten önce denizin tadını çıkarmak gerek. Bisikletim KUZ ve diğer bisikletler park etmiş durumda. Kumsalda hasır şemsiyeler ve deniz.

Denizin tadını çıkarıyorum bir süre. Harika bir günde harika bir denizdeyim. Deniz keyfimi çıkardıktan sonra kurulanıp kuru elbiselerimi giyerek yemeğimi aldım. Karnımı doyuruyorum bir güzel. Kahveyi burada içmiyorum. Olimpos antik kentinde içmeye karar verdim. Yemeği yer yemez bisikletimi alıp yürümeye başladım. Çünkü gideceğimiz yere doğru herhangi bir yol yok. Sahilde, çakıl taşlarından bisikletleri elde Olimpos’a doğru gitmeye başladık. Sahilde bisikleti ile yürüyenler, karşıda kocaman bir dağ. Yalçın kayalıkları ile korkunç bir devi hatırlatıyor. Sanki yere yatmış Olimpos şehrini koruyor gibi. Sahilin bitiminde sağ tarafta vadi görünüyor. Olimpos antik kenti burada. Denizde bir tekne demirlemiş durumda.

Kumsal bitmek üzere. Vadiye girmeden üs tarafındaki kayalıklar sivri sivri, ilginç bir görünüm sergiliyor. Ben de resim çekerek anılarıma katıyorum. Kumsalda plastik bir baraka duruyor öylece, içi boş.

Beraber yürüdüğümüz arkadaşlarla çakıllar üstünde birlikte resim çekiliyoruz. Cep telefonumu bizi çekmesi için bir arkadaştan rica ettim. O da kırmayıp çekti. Soldaki arkadaşın ismini bilmiyorum. Yanında Nafiz Sağdur, ben, Cem ve Dilek Koçyiğit. Ellerimizde bisikletler, arkada çayın ağzı olan azmak su birikintisi. Üzerimizde festivalin formaları var.

Antik kente giriyoruz. Burada yukarılardan gelen su kaynağı var. Suyu görünce kaynağına kadar gidip sularımı tazelemeyi düşündüm. Su birikintisinin etrafı antik kente ait duvar kalıntıları var.

Dar bir yoldan yürümeye başladım içeriye doğru. Taş duvar kalıntıları arası, 30 santim duvar örülmüş. Etrafı ağaçlar kaplamış, gölgelik.

Yüksek duvarlı taş binalar, kapısına tahta çit konulmuş. İçeride taş lahit var. Kapağı üstünde duruyor mezarın. Alın ve yan kısmında ay ve içinde yıldızı belirtir yuvarlak desen yapılmış.

Suyun kaynağına geldim. Mataramı ve 1.5 Litrelik pet şişedeki suları boşaltım. Kahveyi taze sudan pişireceğim. Nafiz sularımı doldururken beni çekiyor. Karşımda bir ağaç gövdesi, bana doğru gelen dalı kesmişler.

Suları doldurup geri dönüyorum. Daha önce buraları görmemiştim. Resim çeke çeke ve de iyice görerek yürüyorum. Buralar yoğun olarak evlerin yapıldığı yer. Duvar kalıntıları bunu gösteriyor.

Taş duvarlar, kemerli yapılar, birbirine geçişi sağlayan kapılar. Bu demektir ki şehirdeki evler birbirine bağlı. Herhangi bir saldırıda kolay kolay ele geçirilemiyormuş. Komşudan komşuya geçitler sayesinde iyi bir savunma ile kendilerini koruyorlarmış.

Pek eski olmadığı taş duvarların yapısı, kemerde kullanılan taşların özensiz örülmesinden anlaşılıyor. Özensiz seçilen taşlar yontulmadan öylece örülmüş. Bu demektir ki yakın zamana kadar burada insanlar yaşamış.

İki bina arası dar bir yol burada insanların, silahlı atların geçişini zorlaştırmışlar. Sadece yürüyerek geçilebilecek kadar. Anca iki kişi yan yana yürüyebilir. Duvarlar yüksek.

Dar yolda Nafiz durmuş sağ tarafa bakıyor. Duvar yüksek olmasına rağmen üzerini ağaç dalları örtmüş durumda. Binanın kapısından gelen güneş ışınları Nafiz’i nur içinde bırakmış.

Nafiz’in baktığı yere ben de gelip bakıyorum. Bir kaidenin üzerinde lahit mezar var. İşlemeli olan taş lahit mezar soyguncularının vahşice hışmına uğramış. Bir iki altın için acımadan tarihi güzellikleri tahrip etmekten çekinmiyor mezar hırsızları. Kapağı kırılıp parçalansa da birleştirip sandukanın üzerine konulmuş. Sandukanın yanında ise kocaman bir delik delinerek parçalanmış. İçerisi karanlık görünüyor. Arkeologlar kazıda buldukları bu lahitin parçalarını birleştirerek buraya, binanın içine konuşmuş. Gelenler insanların ne kadar acımasız olduğunu görsünler diye sergileniyor. (Bu resim 2017 de çekildi. Aradan iki yıl geçti ve 2019 yılında basit bir ağaç kesme yüzünden kazı yardımcısı bıçaklanarak katledildi. Gerçekten insanlar çok acımasız. Her şeyi, yaşamı yok ediyorlar. Ölen arkeoloğu rahmetle yeri gelmişken anıyorum.)

Lahidin yan kısmından resim çekiyorum. Kapağın yanında çıkıntılar var. Sanduka tarafında yanlarda simetri biçimde bir vazo ve yukarıya doğru uzamış sarmaşık oyulmuş, Ortada iki dikdörtgen çerçevenin birinde ay yıldız kabartması var. Diğer çerçevenin içi boş.

İleride, ağaçların arasında yüksek bir binanın epeyce yüksek kalın duvarı göğe yükselmiş. Duvarın köşesinde altıdan fazla delik bırakılmış. Duvarın sol tarafı düzgün ve bozulmamış, sağ taraf ise çoğu yıkık durumda.

Kaynaktan çıkan su artarak akmaya devam ediyor sık ağaçların arasından. Dere yatağı antik kentin yıkılmış taşlarından oluşmuş.

Dere akıp gitsin diye taşlar kanal biçiminde örülmüş. Ağaç dalları arasından süzülen güneş ışıkları akan derenin suyuna vuruyor. Taşların bazıları kahverengi renginde.

Kent kayalığa kadar gidiyor ve kayalığın üzerinde kale surları yapılmış. Kent savunmasında yardımcı oluyor surlar.

Yerlerde yatan, henüz kazılmamış halde duran sütunlar, işlenmiş kiriş taşları yarı toprak içinde. Sararıp kurumuş, kahverengiye dönmüş yapraklar ise gri renkli mermer parçalarının arasında renk uyumu oluşturmuş.

Dere kenarından patikaya ulaştım. Az ileride kemerli duvarları olan yapının önündeki geniş alanda oturuyoruz. Burası ağaçların gölgesi. Kahveyi burada pişireceğim suyun kaynağından aldığım taze su ile. Bisikletler park etmiş gölgede. Denizli den arkadaşım Halil İbrahim Kurt elinde bisikleti ile bana gülümsüyor. Hüseyin’i kahve içmeye davet ediyorum.

Neyse 30 santimlik bir yükselti duvara oturduk. Kahve takımlarımı çıkarıyorum. Taze doldurduğum sudan biraz içeyim dedim mataramdan. O da ne su içilmeyecek kadar acı. Tüh tüm sular acı, ne yapacağız kahve için. Şişe ve mataramı boşaltıyorum, içilecek gibi değil. Arkadaşların mataralarından su alıp kahveleri pişiriyorum. Yanımda 7 kişi var. İki kez kahve pişirerek içiyoruz muhabbet eşliğinde. Oturanlar soldan Halil İbrahim Kurt, Cem Tabanlı, ben, İlhan Balkan , Nafiz Sağdur ve Ali Kırbaş. aramızda tek kadın Dilek Koçyiğit ise aşağıda yerde oturuyor. Turuncu renk ile süslenmiş bisiklet önde duruyor. Bu bisiklet Dilek’in, turuncu rengini çok sever. Toplam sekiz kişiyiz. Bu resmi öne çıkan görsel olarak seçiyorum.

Uzun saçlarımı salmışım omuzlarımdan aşağı. Önümde cezve, içinde kahve pişiyor ocakta. Dört fincan ve kahve kutu üzeri düz olan bir taşın üzerinde Saçlarım kumral, keçi sakalım neredeyse beyaza bürünmüş, siyah çok az. Saçlarımda ise beyaz yok.

Kahve molasını bitirip fincanları ve cezveyi yıkatıp toparlanıyorum. Yola çıkıyoruz, kavşakta bekleyen şeker portakalı gülümsemesi ile Halil Şenel bizleri karşılıyor elinde bir kasa armut ile. Bize yiyin yiyebildiğiniz kadar deyip kasayı uzatıyor. Mide hepsini almaz, sadece iki tane armut alıyorum. Elbette içlerinden en iri olanlardan seçiyorum. Halil’in kafasında kırmızı renkli bandana, tepesinden yukarı fışkırmış kıvırcık saçları ve uzamış siyah sakalı, güneş gözlüğü ile bana poz veriyor. Yüzünde deri parçası çok az görünüyor. Her tarafı kıl. Arkada takviyesini yapıp yola çıkanlar var.

Armut aldıktan sonra su takviyesi yapıyorum. Mataram ve su şişesini içindeki acı suyu temizlemek için tatlı su ile iyice çalkalayıp dolduruyorum. Önümüzde yine sıkı bir rampa var. Yanımda su olmalı. Takviyemi yaptıktan sonra yola çıkıyorum. Henüz rampa başlamadan solda bir deve heykeli görünce durup resmini çekiyorum. Devenin üzerinde bedevi bağdaş kurup oturmuş. İlginç olanı ise devenin kulaklarında kulaklık takılmış. Yani kulaklığından müzik dinleyerek yürüyen deveyi betimlemişler. Deveye kamp reklamı tabelası asılmış iple. Arkada çam ağaçları.

Tırmanış başladı, ağır tempoda tırmanırken bir çeşme görüyorum. Duvar yazıcıları çeşmenin aynasını yazı ile donatmışlar renkli sprey boyalarla. Yazılar üst üste, en son yazanın yazısı en üstte. Renkli yazılar çok olmasına karşın çeşmeden bir damla bile su akmıyor. Soldan plastik borular çeşmeye kadar gelmiş ama suyun kaynağında su yok demek ki. Çeşme kayanın dibine yapılmış, etraf çalılar ile kaplı.

Yavaş yavaş, tıngır mıngır çıkıyoruz, yolda yürüklerin işlettiği gözleme yerinde çay içiyoruz. Çay ucuz, kimisi acıkmış gözleme ısmarlıyor. Sonrasında tırmanmaya devam ediyoruz. Bahçenin birinde tel çitten taşmış üzümlerden koparmak için duran arkadaşları görünce ben de duruyorum. Arkadaşlar da Nafiz Sağdur ve Cem Tabanlı. Üzüm koparırken Nafizin bir ayağı birden bire toprağa gömülüyor. Ayağı boşa gidince kendini koruyup yere oturuyor öylece. Çok komik bir durum, hem Nafiz kendi haline gülüyor hem de biz gülüyoruz. Bir üzüm uğruna neredeyse ayağını kıracaktı Nafiz. Neyse ki biraz sıyrıkla atlattı. Üzeri naylon ile örtülüp toprakla kapatılmış çukur 40 santim civarında bir derinliğe sahip. Gizli bir tuzak gibi. Belki de bahçe sahibi böyle tuzaklar yapmıştır üzüm koparanlar için. Bilemiyorum, aklıma bu gibi düşünceler geliyor. Bu duruma epeyce gülüyoruz. Nafiz’in bir ayağı dizine kadar çukurun içinde. Kendisi de yola oturmuş durumda. Arkada bahçenin çit telleri ve üzerinde asma yaprakları.

Nafiz ayağını çukurdan çıkarırken çekiyorum bir poz.

Çukurdan ayak çıkınca kontrol ediyoruz. Bu arada ayakkabı ve çorap ta çıkıyor. Burnumuzu tutarak kokan ayağı inceliyoruz. Neyse ki bir şey yok. İri gövdesi ve uzun boyu ile kapı gibi olan Nafiz dengeli oturunca ayağına bir şey olmadı. Ağır gövdesi yana doğru devrilseydi ayak kırılırdı. Nafiz bizle beraber hala gülüyor. Yerde kopardığı üzüm salkımı duruyor. Düşerken elinden düşürmüş olmalı.

Ayağında bir şey olmadığını anlayınca çorap ve ayakkabısını giyerek ayağa kalkıyor Nafiz. Alt tarafı bir – iki salkım üzüm ne hale getirdi bizi. Neyse ki neşeli insanlar olduğumuz için gülerek atlattık bu durumu. Allah beterinden korusun. Cem’in elinde bir salkım siyah üzüm Nafiz ile bir poz çekiyorum. İkisi de gülüyor resim çekilirken. Arkada çit tellerine sarılmış asma üzümü, bahçede nar ağacı, narlar kırmızı renkte henüz koparılmamış.

Yola devam ediyoruz, ana yolda bize greyfurt suyunu buz gibi ikram ediyorlar. Zorlu tırmanıştan sonra bunu hak ettik. Mehmet Ali Akyüz bize çubuk dondurma ikram ediyor. Çikolatalı dondurmaları yiyoruz. Nafiz iki taneden fazla yiyor. Anca doyuyor mübarek. Artık zirvedeyiz ve bundan sonra 7 Kilometreden fazla sadece ineceğiz. O yüzden üzerime rüzgarlığımı giyiyorum ve kendimi bırakıyorum yer çekiminin kuvvetine. Zaman zaman 60 Kilometre hızı geçiyorum inerken. Hız yüksek olunca kısa sürede Tekirova’ya gelip kamp alanına vardım. Hemen su donumu giyerek denizde yıkanıp duşumu aldım. Kuru elbiseleri giyip akşam yemeğini beklemeye başladık çadır alanında. Nafiz de çiğ köfte ısmarlamış bir tabak. Çiğ köfteyi hep birlikte yiyoruz. Cem Tabanlı da çok leziz diyerek yiyor çiğ köftelerini, üzerine limon sıkarak marul yaprağı ile beraber. Nafiz çaktırmadı, sonra söyledi çiğ köfte et ile yapılmış diye. Cem Tabanlı vejeteryan olduğu için et yemiyor. Uzun süredir et ve et ürünlerini yemediği için ağzına leziz geldi çiğ köftedeki et. Neyse ki et yemese de bizler için ve Cem  için bir anı olarak kaldı.

Akşam yemeğini yedikten sonra kamp alanındaki sahnede dans gösterileri başladı. Masalara oturup izliyoruz dans gösterisi yapan grubu. Sahnede kadınlar önde, erkekler arkada dans figürleri yapıyor. Kimileri cep telefonu ile video çekiyor dans edenleri. Sahnenin altında Kemer Belediyesi yazan pankart var.

Dans gösterileri bir süre devam ediyor. Bittikten sonra festivali düzenleyen arkadaşları tanıtıp tek tek sahneye davet ediyorlar. Hepsi sahneye çıkınca el ele tutuşup oynuyorlar. Toplam 12 kişiler.

Gecenin ilerleyen saatlerine kadar eğleniyoruz. Zamanla birer ikişer çadırlarına çekilenler ortalığı sakinleştiriyor. Ben de uykum gelince çadırıma çekilip uyku tulumunun içine girerek tatlı bir uykuya dalıyorum. Uyumak gibisi yok

Bu gün toplam 52 Kilometre civarı yol yaptık. Zorlu çıkışlar ve bir o kadar inişlerle.
Aşağıda yaptığımız yolun haritası

Powered by Wikiloc

İki Garip Bir Akdeniz 1. Gün

2 Eylül 2017 Perşembe

İzmir – Kemer – Tekirova

(Kör arkadaşlar için betimleme yapılmıştır)

 

Açılmış sarmaşık gülleri kokularıyla baygın
En görkemli saatinde yıldız alacasının
Gizli bir yılan gibi yuvarlanmış içimde kader
Uzak bir telefonda ağlayan yağmurlu genç kadın
Rüzgar uzak karanlıklara sürmüş yıldızları
Mor kıvılcımlar geçiyor dağınık yalnızlığımdan
Onu çok arıyorum onu çok arıyorum
Heryerimde vücudumun ağır yanık sızıları
Bir yerlere yıldırım düşüyorum

Atilla İlhan

 

Öne çıkan görsel, altı kişi, bisikletlerimiz yüklü olarak poz vermişiz yan yana.

2017 Eylül ayında Keşan dağ bisiklet festivalinde kullanılan formanın tasarımı çok hoşuma gitmişti. O yüzden kendime ücretini ödeyip sevgili Hakan Eşme’den sipariş ettim. Formadaki tasarım evrende bulunan karadeliklerin bisikletçilere uyarlanmasını anlatıyor. Formanın ön yüzünde karadeliğin solucan denen giriş kısmı çizgilerle belirtilmiş. Bisiklet parçaları, bir kadın, bir erkek, aşkı temsil eden kalp, müzik notası çizilmiş. Boşlukta karadeliğin muhteşem çekim gücüne yakalanmış, dağınık olarak merkeze doğru çekiliyorlar. Üstte solda ismim Urim Baba’CAN olarak yazılı. İsmimin üstünde ise burcum olan Balık takımyıldızı konulmuş. İngilizce Piece yazılı. Karadeliğin dış kısmı siyaha yakın koyu renkler, iç tarafı mavi renkte. Formanın arkasında da karadeliğin çıkış kısmında tüm parçalar birleşip bisiklete binen kadın ve erkek var. Yani gelecekte olacak olayları şimdi yaşamasak ta tasarımı güzel olan formayı giyerek uzayda zaman yolculuğu yapacağım.

Antalya’daki bisikletçi dostlar yine beni festivale davet ettiler. Ben de onları kırmayıp davetlerini kabul ettim. Cem Tabanlı da festivale yazılmış. Cem ile kendimize bir program yaptık. Program üç aşağı beş yukarı şöyle; Antalya’ya bisikletlerimizle otobüs ile gidip dönüşte bisiklet süre süre gezerek İzmir’e dönmek. Bunu kararlaştırdıktan sonra biletleri alıp hazırlıkları yaptım. Yola çıkmadan önce tam zamanında Keşan’dan formam geldi.

Formamı giyerek bir poz çekiliyorum, arkamda yağlıboya resim asılı ve üstünde zamanı gösteren duvar saati. Saat 8:25 olarak resimde kalmış. 8:25 derken akşam saati. Biletler gece 12:00 de, Hazırlıklarımı tamamlayıp eşyalarımı ve tencere, tava ne varsa çantalara, yerlerine yerleştirdim.

Zaman yolculuğuna başlamadan önce karadelik zamanını kurmalıyım. Karadelik saati mekanik, el anahtarı ile kuruluyor. Mekanik saatin dişlileri kurulmuş zembereğinin yayı ile sarkacın her gidiş gelişi ile saniye saniye çalışıyor. Mekanik olarak kurulan zemberek yaklaşık 10 -12 gün idare ediyor. Bakalım bu turda zaman yetecek mi? Umarım karadeliğin solucanında seyahat ederken solucanın kıvrımlarına takılmam. Saatim akşam 8:32, sağdaki delik dişlilerin zemberek yayını kuruyor. Orası zaman ile ilgili bölüm. Soldaki delikte ise saat başı vuran gong zembereği. Her saat başı saatin olduğu kadar ve yarımlarda bir kez olmak üzere toplam 90 kez vuruyor bir turda. Şimdi zaman saatinin çalışmasını anlatayım; Dişliler uzay – zamanda yolculuk eden kişiyi karadelikte ışık hızında gitmesini sağlıyor. Yolculuk ederken zaman duruyor, gece dinlenirken zaman ilerlemeye başlıyor. Düşünün saniyede 300.000 kilometre hızla gidiyorsun uzay – zamanda. Karadeliğe girip solucanın içinde giderken sarkaç bir gidip gelmesi 1 saniye. Her tık sesi ışık hızında sürekli gitmeyi sağlıyor. Solucanın içinde giderken kıvrımlarına takılmamak için yarım saatte ve saat başında vuran gong sesi solucanın içinde titreşim yaparak takılan yerleri düzeltip rahat seyahat etmeyi sağlıyor. Gonk titreşimi çok önemli burada. Eğer saat durup gonk sesi evrendeki karadeliği titretmezse solucanın kıvrımlarında takılıp kalırsın.

Yani kısaca saat böyle çalışıyor, uzay -zamanda karadelikte yolculuk yapmak böyle bir şey. Fizik kuralları evrende buna göre işliyor.

Akşam saat ona doğru evden çıkıyorum. Üçkuyular’da Cem tabanlı ile buluşuyorum. Oradan geçen birisine bizi çekmesi için cep telefonumu verdim. O da bizi çekiyor sağ olsun. Resimde bisikletlerimiz ile birlikte uzay – zamanda yolculuğa çıkmadan önceki halimiz. Karadeliğe girmeye hazırız. Gecenin karanlığında ortalığı aydınlatan lambaların sarı ışıkları parktaki bitkileri aydınlatıyor. Sağda tahtadan bir koltuk duruyor.

Resim çekilme işi bittikten sonra bisikletlerimize binip karadeliğin içine giriyoruz. Ortalık karanlık, sokak lambalarının aydınlığında otobüs garajına geldik. Şimdiye kadar bisikletlilere sorun çıkarmayan Kamil Koç firmasının olduğu yerde bisikletlerin ön tekerleğini söküp çantaları da ayırıp bagaja yerleştirdik sorunsuzca. Hareket saati gelince koltuklarımıza yerleştik. Cem ile yan yana oturuyoruz orta sıralarda. Otobüs Aydın dan iki bisikletli daha aldı. Zaten otobüs boş, pek yolcu da yok. Dört kişi elçek ile koridorda kendimizi çekiyorum bir poz. Cem önde kafası kocaman, arkada ben kolumu uzatmış elçek olarak. Arkada Aydın’dan binen iki arkadaş.

Isparta’dan iki bisikletli daha otobüse bindi. Toplam bisikletçi 6 kişi olduk. Daha da yer var. Biletleri Kemer ilçesine kadar almıştık, sabaha karşı ortalık aydınlanınca Antalya garajına vardık. Kemer’e sadece bisikletliler kalınca muavin bizi indirdi otobüsten. Buraya kadar dedi, başka otobüs ile gideceksiniz deyince hemen firmayı arayıp bu nasıl oluyor, bizi niye indirdi şikayetlerimizi dinleyip tekrar aynı otobüse bisikletleri yükledik. Boşuna eziyet ve zaman kaybı. Gong sesi buralara kadar pek gelmedi anlaşılan. O yüzden solucanın kıvrımında bir süre kaldık. Herhalde buçukta çalan tek gonk olmalı. Arkada otobüsler, önde bisikletler yerde bekliyoruz sonuç ne olacak diye.

Neyse karadelik normal çalışmaya başlayınca yakında olan Kemer ilçesine geldik. Sezon bittiğinden ortalıklarda kimseler yok. Sadece bisikletliler var. Otogarda bisikletleri indirip ön tekerleği takıyoruz hepimiz. Çantaları da bagaja yükletip hazır duruma geldim. Diğer arkadaşların yüklenmesine yardım ediyoruz.

Herkes hazır olunca birlikte yola çıktık. Kamp alanı olan Tekirova’ya doğru gideceğiz. Yola çıkar çıkmaz ilk olarak benzin istasyonunda durup tuvalet ihtiyaçlarımızı giderdik. Benzincideki marketin önünde görevli arkadaşla bir resim çekiliyorum. Sol altta yuvarlak tabelada yazan yazı dikkatimi çekti. Tabelada; “Çanakkale Ruhu Burada” yazılmış. Market üzerine İngilizce “Shop” yazılı, turistlik yer olunca Türkçe “Bakkal” olarak yazacak değiller ya. Zaten her yerde mandacı zihniyetli yabancı isim yazma hayranlığı var yeterince.

Resim çekildiğim benzinciye bizi çekmesini söyledim. Otobüsle gelen 6 kişi resim çekiliyoruz bisikletlerimizle yan yana. Hepsi beni tanıyor ama ben pek tanımıyorum arkadaşları. En sağdaki arkadaş kadın, diğer 5 kişi erkek. Bu resmi öne çıkan görsel olarak seçiyorum.

Yola çıktık, yakında olan Tekirova’ya doğru gidiyoruz ana yolda. Yolun ilerisini gösteren tabelada; Kumluca, Finike, Muğla düz gidileceğini ok işareti ile belirtmiş. Sağa giden yol ise şehir merkezi ve sanayi sitesini belirtmiş. Yoldaki emniyet şeridi bisiklet için gayet geniş ve güvenli. Yol çizgileri ile belirgin halde görülüyor.

Ana yolda ilerliyoruz, sağ tarafımızda Beydağları ve Olimpos dağı.

Tekirova’ya gelmemiz fazla uzun sürmedi, oyalanmadan kamp alanın olduğu yere geldik. Sadece kısa sürede bu günlük yiyeceğimiz yiyecekleri alış -verişte hallettik. Tekirova çıkışında asfalta işaret konulmuş sola girin diye. Biz de giriyoruz, Cem önde ben arkada yol kıyısındaki okaliptüs ağaçları arasından çam koruluğuna doğru gidiyoruz. Geçtiğimiz yıl yine burası kamp alanı olarak kullanılmıştı. O yüzden yolu biliyorum. Cem buralara ilk defa geliyor. Girdiğimiz yerde kapalı otobüs durağı var. Yerde sola ok ve bisiklet resmi boyanmış beyaz renkte.

Yolun karşı şeridinde yine ok işareti ve Antbisfest amblemi yola boyanmış. Bisikletim KUZ yol kıyısında park etmiş durumda beni bekliyor sakince.

Çam ağaçlarının bolca olduğu bir yerde Yıldırım kamp alanına geldik. Girişte festivalin pankartı asılmış. Durup resmini çekiyorum. Pankartta yazanlar; VI. Uluslararası Antalya -Kemer Bisiklet Festivali. Altında festivalin amblemi. 28 Eylül – 01 Ekim2017 Alt kısım dalgalı deniz olarak çizilip maviye boyanmış. Solda koca bir ahtapotun denizden çıkmış iki kolu yukarı doğru. Sağda korsan gemisi kare yelkenlerini açmış. Yelken direğinin tepesinde korsanların bayrağı kurukafalı siyah bayrak dalgalanıyor. Pankartın en altında sponsor olan firmaların amblemleri.  Pankart iki çam ağacına iplerle bağlanıp gerilmiş. Kartal tüyüm de resme girmiş en altta.

Kamp alanında festivali düzenleyen arkadaşlar karşıladı bizi. Sevinçle kucaklaşıp hasret giderdik. Sonrası beğendiğimiz bir yerde çadırları kurup eşyaları içine yerleştirdik. Kamp yeri sabit olduğunda sadece bir çantayı bisikletimde bırakıyorum. O da kahve takımları ve alet çantam. Renkli çadırların arasında dolaşan Cem elleri ceplerinde. Bisikletler de park etmiş öylece bekliyorlar. Bu arada festival için kaydımızı yaptırıp çantalarımızı alıyoruz.

Akşama kadar denize girip duşumuzu aldıktan sonra  kendi yemeğimizi kendimiz pişirip yiyoruz. Sonrası biraz uyku derken akşam oluyor erken. Festival akşamdan başlıyor. Akşam yemeğini hep birlikte yiyoruz. Yemeği dağıtan firma bu kez iki yerden yemekleri dağıtıyor. Arkadaşlar iyi düşünmüşler. Katılımcılar çok olunca uzun kuyruklar ve beklemede geçen zaman çok oluyordu. Şimdi ise iki koldan çarçabuk yemekleri alıp yiyoruz. Festivali düzenleyen Antalyalı arkadaşlar Perşembe Akşamı Bisikletçileri. O yüzden  festival Perşembe akşamından başlıyor. Türkiye’nin bir çok yerinde düzenlenen Perşembe akşamı bisiklet turu saat 20:00 de belki de en kalabalık Perşembe akşamı bisiklet turu yapılmış oluyor. Hep birlikte ışıklarımızı açıp Tekirova içinde bisikletlerimizi sürüyoruz. Meydanda durup toplanıyoruz. Bisikletler park etmiş, ışıkları yanar durumda bekliyoruz.

Biraz geriden toplu olarak katılımcıları çekiyorum arkadan. Atatürk heykeli önünde bisikletiler meydandaki uzun direkteki aydınlatma lambasının güçlü ışığı altında.

Bisikletliler bisikletleri ile yan yana diziliyor toplu resim çekilmek için.

Resim çekildikten sonra kamp alanına doğru gidiyoruz. Festivalden festivale buluşup görüştüğüm arkadaşlarla görüşüp muhabbet ediyorum. Kimisini tanıyorum, kimisini de tanımıyorum. Ama onlar beni takip ettiklerinden tanıyorlar. Böyle duruma kimse alınmıyor, beni normaldir diye teselli ediyorlar. Tanıyayım tanımayayım muhabbet etmek güzel oluyor. Bisiklet üzerine, turlar, festivaller üzerine konuşuyoruz. Nasıl geldin, neyle gideceksiniz söylemleri karşısında bisikletle sahil boyu İzmir’e kadar gideceğiz karşılığını veriyorum. Sonbahar aylarına girmiş olsak ta Antalya bölgesinde en güzel aylardayız. Hani şarkılarda geçer ya “Akdeniz akşamları” diye. İşte öyle bir havası var kamp alanında. Şehir gürültüsünden uzak, çam ormanı içinde tertemiz havası, denizden gelen iyot kokusu ile akşamları daha da güzel kılıyor. Hava ne soğuk, ne sıcak. Yazlık kıyafetlerle duruyoruz rahat biçimde. Uyku zamanı geliyor ve çadıra girip yatıyorum.

Bu gün yaklaşık olarak toplam 38 Kilometre civarı bisiklet sürmüşüm.
Aşağıda Üçkuyular – garaj arası yol haritası Yaklaşık 16,56 Kilometre civarı

Powered by Wikiloc

Aşağıda Kemer – Tekirova yol haritası Yaklaşık 17,32 Kilometre civarı

Powered by Wikiloc

Aşağıda Tekirova tur haritası yaklaşık 4,21 Kilometre

Powered by Wikiloc

5. Antalya Kemer Bisiklet Festivali 3. Gün

2 Ekim 2016 Pazar

Tekirova – Kemer – Kesme boğazı – Tekirova

( Kör arkadaşlarım için resimlerde betimleme yapılmıştır )

 

Utanırım,
Utanırım fıkaralıktan,
Ele, güne karşı çıplak…
Üşür fidelerim,
Harmanım kesat.
Kardeşliğin, çalışmanın,
Beraberliğin,
Atom güllerinin katmer açtığı,
Şairlerin, bilginlerin dünyalarında,
Kalmışım bir başıma,
Bir başıma ve uzak.
Biliyor musun ?

Ahmed Arif

 

Öne çıkan görsel, tarihi su kemeri, biraz büyük, sağında daha küçük bir kemer. Kemerin ardında tahtalı dağının çıplak zirvesi.

Bu sabah güneş henüz doğmadan, çok erkenden uyandık. Uyanır uyanmaz kahve takımlarımı alıp doğru sahilde soluğu alıyorum. Güneşin doğumunu kaçırmamak gerek. Yanımda da kahve sever Dilek Koçyiğit, Doktor Umur Gürsoy, Adnan Özzaim, Gözde Emine. Kumsalda oturup kahveyi pişirdim, kahveler fincanlarda beklerken elçek sopası ile yandan resmimizi çekiyorum.

Kahvelerimizi içerken güneşin doğuşunu bekliyoruz. Doğuş eli kulağında. Bu arada sevgili edebiyatçımız Gözde Emine’yi tek olarak deniz arkada olacak şekilde resmini çekiyorum. Bir çok festivalde beraber pedalladık. Edebiyat ve tarih konularında akıcı anlatımıyla bizleri geçmişe götürdü her zaman. Tatlı dili, güler yüzü ile edebiyat ve tarih konularını anlatan Öğretmen edası ile kendini dinletmesini bilir. Ben de hep can kulağı ile dinlerim Öğretmenimi.

Güneş doğmadığı için kurşuni renk tonu resmin her tarafına eşit olarak dağılmış durumda. Gökyüzü, deniz, kayıklar, kumsaldaki çakıl taşları ve bana poz veren Gözde Emine. Sadece Gözde Emine’nin yüzündeki ten rengi ve kıyıya vuran dip dalgasının beyaz köpüğü kontrast oluşturmuş. Bir de güneşin doğacağı yerde gökyüzü biraz kızıla boyanmış.

Kahve fincanları elinde Dilek ve Doktor Umur resimlerini yandan çekerken bana gülümsüyorlar. Ne de olsa sabahın köründe kahve içiyorlar.

Kahveler içilirken tan yeri kızıla boyanmaya başladı. Uçsuz bucaksız Akdeniz gök ile birleştiği yerde güneş ilk ışıklarını bize gösterdi. Sanki sudan çıkar gibi. Güneşin çıktığı yerin yanında demirlemiş küçük bir tekne duruyor. Deniz sakin, dalga yok ve gökyüzü açık.

Güneş tepesinde üstü geniş beyaz bir uçan daire gibi ışık demeti ile denizden tamamen çıktı.

Daha yakından çekebilmek için dijital zom yaparak güneşe iyice yaklaştım. Tam su yüzeyinde tepsi gibi sarı rengi ve etrafı kızıla boyanmış olarak karşımda. Birazdan içimizi ısıtacak. Yerde çakıl taşları, deniz ve güneş, sağda tekne manzarayı oluşturuyor.

Güneşe doğduğundan yüzeye iyice çıkasıya kadar çıplak gözle bakabiliyorum. Biraz yükselmeye başlayınca parlaklığı iyice artıyor ve sarıdan beyaza dönüşerek gözle bakılamayacak kadar çok ışık vermeye başlıyor.

Güneş parlak olarak deniz yüzeyinden çıkmış bana doğru ışıktan bir yol yaparak yansıtmış altın rengini. Hafifçe vuran dip dalgaları kumu ıslatıp güneşin yansımasını az da olsa görebiliyorum.

İkinci defa kahve pişiriyorum çünkü yeni gelenler oluyor. Bir araya toplaşınca denizden yeni çıkmış Seçil elinde kahve fincanı olarak resimde çıkıyor. Resimde sekiz kişi varız, ayakta Seçil, yerde oturmuş ben, Dilek, Ayşe Kuş, Gözde Emine ve Adnan. Diğer iki kişinin isimlerini bilmiyorum.

Güneş ışınlarını yatay olarak kumsalın ince kumlarına vurunca yerden ışık – gölge olarak resim çektim. Kumsalın bitiminde ağaçlık başlıyor.

Kahve takımlarını toplayıp çadırların yanına geliyorum. Bisikletimi hazırlayıp uzun kuyruk olmuş sabah kahvaltısı için sıraya girdim. Kahvaltıyı yaptıktan sonra bisiklete binerek çıkışa doğru gittim. Herkes toplandıktan sonra  hareket verildi ve yola çıktık. Yolda resim çekmeye gerek yok deyip yeni yola, Phaselis yoluna sapınca resim çekmeye başladım. Çam ormanı içinden geçen yol deniz kıyısına kadar gidiyor.

Phaselis Antik kentine ücret ödemeden giriş yaptık. Gerçi müze kartım var her zaman yanımda taşırım ama önceden izin alındığı için bisikletlilere serbest giriş. Giriş kapısında kaskımı çıkarıp gidona asıyorum Beni böyle bisiklete binerken resmimi İlker çekiyor yanımda da Dilek olduğu halde. Dilek dün akşam kamp alanına hızla girerken mıcırda kayıp düşmüş. Kolunda biraz zedelenme ve ağrıları vardı. Ben de bu gün yanımdan ayrılmayacaksın ve beni geçmeyeceksin diye sıkı tehdit ve tembih edince yanımda sakin olarak bisiklet sürüyor. Bıraksan deli gibi basıyor ve karbon olan yol bisikleti olunca arkasından yetişmek imkansız. Sonra da düşüyor durduk yerde yaramaz kız çocukları gibi.

Antik kentin girişinde kale duvarı olduğunu tahmin ettiğim yeri çekiyorum. Yanımdan ayrılmayan Dilek bisikletiyle duvarın dibine oturmuş uslu çocuklar gibi bana poz veriyor. Duvar düzgün yontulmuş blok taşlardan örülmüş, yüksekliği 4 metre civarında. Üstü düz arazi ve çam ağaçlarının gövdeleri görünüyor.

Yıkıntılar içinde çam ağaçları çıkmış  gelişi güzel. Sadece bir kısa duvar ayakta, geri kalan taşlar, sütun parçaları yerlerde. Burası mezarlık yani nekropolis.

Başka bir duvar kalıntısı ve yanı deniz.

Dilek yontulmuş kaya bloğunun yanında poz veriyor.

Kentin girişinde bisikletleri park ediyoruz. Yanımda festival görevlilerinden türkücü Nevzat ile oynadığı tek ayak üzerinde durma oyununu oynarken resimlerini çekiyorum. Pembe taytı, uzun kollu siyah beyaz benekli elbisesini giymiş kız çocuğu bir eliyle Nevzat’a  tutunmuş. Diğer elinin üç parmağı ile işaret yaparak bana poz veriyor.

Kız çocuğu tek ayak üzerinde dururken iki kolunu yana açarak poz veriyor.

Ben de onların oyununa katılıp tek ayağımın üzerinde durarak parmaklarımla üç işaretini yaptım. Beni de cep telefonumdan küçük kız çocuğu çekiyor.

Kemerli yüksek bir duvar var önümde. Kemer gözlerinin altından geçebiliyoruz. Yer yer yıkılmış kısımları ve ayakta kalan kısımları uzayıp gidiyor. Gördüğüm kemer şehrin su ihtiyacını karşılayan su kemerleri.

Taş kemerin gözünden tahtalı dağının resmini çekiyorum. Bulunduğum yer ve kemerin iki ayağı ve kemeri gölgede ışık vurmuyor. Gözün arkası ve Tahtalı dağı eski adıyla Olimpos dağı aydınlık içinde. Bu resmi öne çıkan görsel olarak seçiyorum.

Su kemerleri kentin içine kadar gidiyor ama pek çoğu yok. Çam ağaçları ile bütünleşmiş sanki antik kent.

Kimi yerde sadece birer taş blok olarak kalmış. Sanırım taş blokların çoğunu yapılarda kullanmak için alınıp götürülmüş. Bunlar da geriye kalanlar.

Antik kent büyük olunca yoruluyor insan bir süre sonra. Yanımdan ayrılmayan Dilek ile gölge bir yerde antik taşın üzerine oturup resim çekiliyoruz elçek ile. Dilek güneş gözlüklerini çıkarmıyor çünkü gözlükleri numaralı. Gözlük takmazsa önünü göremez.

Kimisi de gezmek yerine denize girmeyi tercih ediyor. Elbiselerini kıyıya koymuş havlusu ile beraber.

Kentin ortasında antik bir cadde boydan boya gidiyor. Caddenin kıyılarında taş bloklardan yapılmış dört basamak. Zemin zamanında taş döşeliymiş ama sökülüp alınmış.

Roma hamamı yıkıntıları, sadece bir kaç duvar ayakta.

Duvarda taş kapı çerçevesi ve içeride yine kapılar. İç içe geçmiş odalar.

Sadece yüksek duvarları kalmış hamamın.

İlginç bir duvar örneği, taş bloklar aynı boyutta ve küçük çukurlar açılmış tam ortalarında. Bu oyuklar taşları birbirine bağlamak için kurşun döktükleri boşluklar.

Hamamın ocak kısmı, odunları burada yakıp suyu ısıtıyorlar. Taş bloklar arasında pişmiş tuğla ile ocaklar örülmüş.

Kayanın içi oyularak derin bir çanak yapılmış.

Her tarafı taş örülü duvarları olan binalar. Bir zamanlarda burada zengin ve hareketli bir yaşam olduğunu belirtiyor.

Küçük bir tepeye yamaç evler yapılmış. Sonradan çıkan çam ağaçlarının gölgesinde kalmış yapılar.

Pişmiş yassı tuğla örülerek yapılmış ocaklar hamamın an altında, binanın temeline yapılmış. Taş duvarlar yükselip hamamın üst tarafına çıkıyor. Zeminde tuğla parçaları dağınık durumda.

Yan tarafta hamam odaları dört tarafında dört kapısı. Tuğla parçaları üst üste bir kaç tane konulmuş gelişi güzel. Bazı taş bloklarda oyuklar var.

Tahta bir tabelaya PHASELİS yazısı üstte yazılmış, altta ise denize çıkıntısı olan yarımada şeklinde haritası boyanarak çizilmiş. Yarımada ayağımıza giydiğimiz bot şeklinde.

Phaselis

Bey Dağları-Olympos Milli parkının çam ve sedir ormanları arasında yer alan Kemer İlçesi, Phaselis Antik Kentine, Antalya-Kumluca karayolunun 57. km’sinden güneye dönüldüğünde yaklaşık 1 kilometre sonra  ulaşılır. Kentin Akdeniz’e uzanan küçük bir yarımada üzerinde MÖ 7. YY’da Rodoslu kolonistlerce  kurulduğu söylenir. Kuruluş efsanesinde kolonistlerin yöre halkına mısır ekmeği veya kurutulmuş balık önerilerine, arpa ekmeği ve tuzlu balık isteği ile cevap verildiği anlatılır.  Coğrafi konumu ile önemli bir liman kenti olan Phaselis, 3 limana sahiptir. Bu limalar  yarımadanın kuzeyinde, diğeri kuzeydoğuda, üçüncüsü ise güneybatı kıyısında yer alır.  Limanları, agoraları ve şehir sikkeleri üzerindeki gemi betimlemeleri Phaselis’in ticari liman hüviyetini vurgular. Phaselis bazen Likya bazen Pamfilya bölgesi şehri olarak gösterilir. Gerçekte her iki bölgenin sınırları arasında yer almaktadır.

MÖ 6. y.y. ortalarından itibaren sikke darbeden kent, Pers Kralı Kyros’un Lydia Krallığı’na son verip tüm Küçük Asya’yı ele geçirmesinin ardından, M.Ö. 546 yılında komutanı Harpagos tarafından Lykia Bölgesi’yle birlikte Pers egemenliği altına alınmıştır. Klasik Dönem’le birlikte M.Ö. 469 yılında Atinalı komutan Kimon tarafından Delos-Attika Deniz Birliği’ne dahil edillmiş ve bu durum MÖ 411 yılına kadar devam etmiştir.  Lykia, MÖ 360 yılında, Pers kralına gösterdiği sadakatinden dolayı Satrap Mausollos’a ödül olarak verilirken, Phaselis bu dönemde otonomisini korumuştur.

MÖ 333’de Büyük İskender’i altın taçla karşılamaları şehir tarihinin en renkli sayfalarından biridir. İskender’den sonra bir çok kere el değiştiren Phaselis, MÖ 167’de Likya Birliği’ne üye olup birlik sikkelerini basar. Bir süre komşu kent Olympos ile korsanların talanına maruz kalmasının ardından İ.Ö. 43’de Roma egemenliğine girer ki, bu dönem şehirde yeniden yapılanma ve en az 300 yıl sürecek refahın başlangıcıdır. Şehir 129’da İmparator Hadrian tarafından ziyaret edilir.  Güney limandan başlayan ana caddenin girişindeki tek kemerli anıtsal tak bu ziyaretin anısına dikilmiştir. 5. ve 6. yüzyıllar Bizans egemenliğindeki yüzyıllardır ki, Phaselis 451’de Kadıköy Konsülüne katılan şehirler arasında yer alır. 7. YY’da Arap akınlarından sonra 8.YY’da yeni bir refah dönemi başlar. Phaselis 1158’deki Selçuklu kuşatmasından sonra gerek depremler ve gerekse limanının işlevselliğini kaybetmesi ardından önemini kaybedip 13. YY başlarından itibaren tamamen terk edilir.

Günümüze çoğunlukla Roma ve Bizans dönemi kalıntıları ulaşmıştır. Bunlar şehrin ana aksını oluşturan ve Kuzey-Güney limanlarını birleştiren ana caddenin iki yanında sıralanır. Cadde, agora ile tiyatro arasında genişleyerek küçük bir meydan oluşturur. Meydanın güneydoğu köşesinde basamaklar tiyatro ve akropolise ulaşımı sağlar. Tiyatro küçük boyutlu tipik bir Hellenistik dönem tiyatrosudur. Roma döneminde sahne binasının eklendiği, Geç Bizans’ta ise sahne binası duvarının kısmen şehri koruyan yeni surların bir parçası olduğu kalıntılarından anlaşılır. Ören yerinin girişindeki virajın sağında şehrin eski surlarıyla (MÖ 3. YY), tapınak veya anıtsal mezar olabilecek temel kalıntılarına rastlanır. Kuzey limanı arkasındaki yamaç ise nekropolüdür.   Günümüze ulaşan en anıtsal yapı ise su kemerleridir. Şehrin ihtiyacı olan su, kuzeydeki tepede yer alan kaynaktan getirilmekteydi. Biri tiyatro karşısında, diğer ikisi güney limana giden ana caddenin sağında olmak üzere 3 agora bulunmaktadır. Tiyatronun karşısındaki agoranın içinde bugün Bizans dönemine ait küçük bir bazilikanın kalıntıları yer alır. Şehrin diğer iki önemli kalıntısı ise şehir meydanındaki biri küçük diğeri büyük iki hamam kalıntısıdır. Özellikle küçük hamam kalıntıları Roma hamamının ısıtma sistemi hakkında bilgiler verir. Tarihçiler şehrin baş tanrıçasının savaşın ve bilgeliğin tanrıçası Athena olduğunu yazarlar. Henüz bulunamamış olan Athena tapınağı ve diğer önemli yapıların bugün ormanla kaplı akropol tepesinde yer aldığı düşünülmektedir.

http://www.antalyamuzesi.gov.tr/tr/phaselis-orenyeri

Tiyatronun olduğu yere geldik. Seyirci oturma yerleri yamaca yapılmış fazla büyük olmayan tiyatroya tahtalardan yürüme platformu yapılarak girebiliyoruz.

Tiyatronu sahne duvarlarından ayakta kalan duvarın dibinde resim çekiliyoruz. Resmi çeken de Ömer. Resimde Dilek, ben, Seçil ve adını bilmediğim bir kadın, bir erkek.

Büyük taş bloklardan örülmüş, giriş kapısı dar ve yüksek olan bir binanın ayakta kalmış sağlam kısmı. Kapının üst kısmında tek parça yapım yuvarlak oyulmuş kemer blok. Binanın iç kısmına doğru giden duvarların taşları düzgün değil ve düzensiz örülmüş.

Çam ağaçları içinde kalmış tek tük binaların kalıntılarını da görüyorum.

Yamaçta başka bir duvar kalıntısı.

Ana cadde yarımadanın iki limanını da birbirine bağlıyor. Dört basamaklı yol kıyısı devam etmiş buraya kadar.

Cadde burada bitmiş ve sütun, kiriş kalıntıları sıralı dizilmiş yerde. Çam ağaçları ve az ileride denizin mavisi.

Yerdeki taş blokları yakından çekiyorum. İki sıra yontulmuş figürler ile süslenmiş. Kiriş taşı olabilir.

Her taş blok ayrı ayrı işlenmiş.

Kuzey batı limanı burası, limanın bir kaç taş kalıntısı kalmış sadece. Rüzgar ve dalgalardan korunaklı doğal bir liman denizde bir kaç kayık demirlemiş sakin sularda. Yarımadanın burnu geniş olunca dalgaların önünü kesmiş. Karşıda kayalıklı bir tepe görünüyor denizin ötesinde.

Olimpos yada tahtalı dağının yalçın çıplak tepeleri boz rengi ile karşımda tüm azameti ile duruyor.

Her taşta ayrı bir figür, ayrı bir işleme. Ağaç dalları, yapraklar ve çiçekler.

Elips çıkıntılar oyularak içine iki ayrı ağacın yaprakları işlenmiş. Biri ıhlamur, biri meşe yaprağı. Taş blokta iki tane olarak işlenmiş.

Ana caddenin başlangıç yada bitim yeri. Köşe taşları burada dönüyor 90 derece. Dört basamaklı olarak yapılı yol kıyısı diğer limana kadar devam ediyor. Burada biten cadde taş merdivenlerle basamak olarak limana iniyor.

Phaselis antik gezimiz bitince tekrar yola çıktık. Şimdi biraz yokuş çıkacağız ana yola kadar. Çam ağaçları arasındaki yolda bisikletliler gidiyor. Bisikletinden inmiş birisi elinde fotoğraf makinesi ile bekliyor gelenleri.

Resimleri çeken Mustafa Gültekin. Beni görünce resmimi çekerken ben de onun resmini çekiyorum.

Ana caddeden fazla gitmeden Çamyuva içine sapıp kestirme orman yolundan Kemer içine ineceğiz. Yol kestirme, çam ormanı ama biraz sert yokuş. Arada dinlenmek gerek deyip biraz nefesleniyoruz. Dinlenenlerden Dilek Ve Gözde Emine bana poz veriyorlar çam ağaçları gölgesi altında.

Mustafa da Gözde Emine ve beni yokuşu çıkarken resmimizi çekiyor. Arkamda da Dilek var sadece bir kısmı çıkmış.

Kemer kasabasına geldik, sıkıştığımdan doğru tuvalete koştum. Tuvalette pisuvarın içinde kocaman çakıl taşlarını görünce resmini çekiyorum. Biri böbrek taşlarını düşürmüş sanki.

Öğle yemeğini burada yiyeceğiz ama henüz yemek arabası gelmediğinden kahvenin birine oturup çay içiyoruz. Yanımda oturanların çoğu çadır komşularım. Masada boş çay bardakları, su şişeleri ve kahve fincanları. Dağıtılan mavi renkli içecek şişeleri de var masada. Aramızda bazıları sigara içiyor, paketi de masada.

Öğle yemeğini pazar yerinde kurulan masalarda yedik. Yemekten sonra son kalanlar ve festival görevlileri ile birlikte resim çekiliyoruz.

Yemekten sonra Kuzdere yatağından Kesme boğazına doğru yola çıktık. Haliyle bazı yokuşlarda yok değil. Hal böyle olunca yerlere yine yazılıp çizilmiş. Bunlardan birisinde HA GAYRET yazısı, altına da yuvarlak beyaz çizgili daire, daire içinde Güneş, deniz ve bisiklet çizili Antalya bisiklet festival derneğinin amblemi. Güneş ve bisiklet sarı renkte, deniz mavi renkte.

Bir tarafı duvar gibi kayalık, bir tarafı dere yatağı ve ağaçların arasında yukarı doğru tırmanıyoruz.

Yalçın kayalıklı dağların yarılmış kanyonundayız. Dere yatağında iri dere taşları ağaçların arasından görünüyor.

Kanyonun bazı yeri dar bir geçitten oluşmuş. Yamaçlar kayalık ve dik. Yukarıya doğru bakınca V biçiminde bir görüntüsü ve ardı Toros dağlarının yüksek tepeleri.

Kayalıkların dibinden tamamını çekmek biraz zor olsa da tepesine kadar çekiyorum.

En dar yere yaklaştım, yol sağa doğru döndüğünden kayalıklar birleşmiş gibi duruyor. Asfalt kaymak gibi ve yolda giden bisikletçiler resme giriyor.

Dere yatağı derinde, sert granit kayalıkların arasında akıyor denize doğru.

Kanyonun en dar yeri 20 metre civarında karşımda duruyor. Yol 10 metre dere yatağından yukarıda. Yolun sağında dere yatağı, kimi yürüyüşçüler yürüyüş yapıyor derenin içinde.

Dere yatağında yürüyenler küçücük görünüyor baktığım yerden.

En dar geçitte suyun gücünü görüyorum. Sert granit kayaları öyle bir oymuş ki duvarları pürüzsüz yapmış. Su şimdilik sakin akıyor ama kuvvetli bir yağmurda sel sularının sürüklediği taşlar kayalara çarpınca oluşan korkunç sesleri duymak insanı korkutur. Böyle bir anda burada olmak isterim.

Hazır resim çekerken geliş yolunu da çekeyim dedim Üç kişi yan yana yokuşu çıkarken görüntüledim.

Yerde, kuru dalların arasında mor çiçekler inadına açmış kendini gösteriyor.

İki derenin birleştiği yer, sağdakinden su akmıyor. Dere yatağına kadar çam ormanı girmiş ama dere yatağının hakimi hep çınar ağaçları oluyor. Neden derseniz çınar ağaçları kolay tutuşmayan bir ağaç. O yüzden orman yangınında en az zararla kurtulan çınar ağacı yüzyıllar ayakta kalabiliyor. Çam ağaçları öyle değil, insanlar haricinde doğal olarak ta yangın çıkabilir. Örneğin yıldırım düşebilir ve orman yanmaya başlar. Çam ağaçları çıralı olduğundan kolayca tutuşup tamamen sönesiye kadar yanar. Çam ağaçları yangından bir kaç yıl sonra araziyi tekrar kaplamaya başlar. Yüz yıldan fazla ayakta kalan çam ağacı pek göremezsiniz. Nadiren bazı yerlerde, yangın görmediğinden ayakta kalabilir. Resimde görünen çam ağaçları da genç, 30 yıllık ya var ya yok.

Az ileride taş köprü görüyorum tek gözlü. Köprü dere yatağından epey yüksek. Köprü ağaçlar arasında kaybolmuş gibi, pek az kısmı görünüyor.

Köprüye gelince burada işletme olduğunu görüyorum ve bisikletçiler mola vermiş. Dere yatağında sırıklar üzerinde çardaklar yapılmış, birbirine tahta köprülerle geçiş sağlanmış. Akan dere yatağının üzerinde de tahta bir merdiven yol var yürümek için. Tahtalar sık çakılmış. Dere yatağında iri taşlar arasında su akıyor az bir miktar.

Su donumu giyip derede yıkanıyorum. Beni uzun saçlarım dağınık olarak resmimi çekiyor İlker. Arkamda kayalıklar olduğu halde. Orman kaçkını Tarzan gibiyim.

Bir süre oyalandıktan sonra geri dönüşe geçtik. Çıkarken bir çok resim çektiğimden ve aynı yerden geçtiğim için resim çekmedim. Ana yola çabuk indik. Profesyonel fotoğraf makinesi ile Ömer geniş açıdan, uzun olmuş bisiklet konvoyunu çekiyor. En önde ben varım, ardımda onlarca bisikletli beni takip ediyor. Duble karayolu sakin, tek tük arabalar var.

Kamp alanına döndüğümüz yere geldik. Kavşakta parkın içinde yeşil alan ve çiçeklerle süslenmiş kocaman yazısı ile “TEKİROVA KEMER” ve bisikletim KUZ birlikte resim çekiyorum

Kamp alanına geldik, ilk önce denize girip yüzdükten sonra duşu alıp temiz elbiseleri giyiyorum. Bu gün festivalin son günü ve ayrılıklar başlıyor. Gidenlerle vedalaşıyorum birer ikişer. Bunlardan birisi de çadır komşularım İzmir den arkadaşlarım Engin ve Enis Ünalmış. Mavi Vosvos minibüs yüklenmiş durumda elçek resim çekerek anılara kaydediyoruz bu anı. Festival komitesinden Işıl Tutucu da aramızda, toplam yedi kişiyiz.

Giden gitti kalan sağlar bizimdir deyip bu akşamı kutlayalım dedik. Bir şişe şarap masada ve yiyecekler önümüzde kutluyoruz birlikteliğimizi. Masa etrafında İlker, ben, Dilek, Gülin ve bir kişi daha var. Akşam neşesi üzerimizde.

Gece yatasıya kadar oturup şarap içtik ama o kadar değil, benim alkolden ertesi gün başımı ağrılar tuttuğundan fazla içmedim. Muhabbet desen hiç bitmez. Gecenin geç saatlerine  kadar sohbet ettik. Bir zaman uykumuz gelince herkes birbirine iyi uykular dilekleriyle çadırına çekildi.

Ertesi sabah, erkenden kalkıyoruz, çadırları topladık. Ayrılmadan önce Antalyalı dostlarla kahve içiyoruz. Aramıza ünlü bisikletçi Ahmet Mumcu da katılıyor.

Kahvaltıdan sonra Dilek, ben Gökay ve Mehmet Dilek’in arabasına bisikletleri yükleyip Antalya’ya gittik. Antalya da gezilecek yerleri dolaşmaya başladık. Manzara terasına çıkıp Antalya’yı komple gördük. Manzara süper, Antalya şehri ve Beydağları.

Mermerde yazıldığına göre Derviş Türküm çeşmesi. Yaptırandan Allah razı olsun, fakat önemli bir şey var. bu güzelim çeşmeden su içilemiyor maalesef. Nedenini bilmiyorum ama, çeşmenin solunda “Su içmek yasaktır. İt is forbidden to dring water. (Turistler için İngilizce yazılmış) Anlamak mümkün değil, insanların su içmesi engellenmiş, bir şekilde plastik şişelere mahkum edilmiş. O da parayla!

Ardından Düden şelalelerine gidip gezdik. Su çok az akıyor, neredeyse yok denecek kadar. Pek yağmur yağmadığından baraj boş olunca pek su vermiyorlar Düden şelalelerine. Dilek ile birlikte resim çekiliyoruz şelaleyle birlikte. Bizi Gökay çekiyor.

Akşam olmadan İlkay Celal’in evine kadar gelip beni bıraktılar. Antalya içinde arabayı ben kullandım akşama kadar. İlkay Celal ve Gülin Sevi’nin ailesiyle akşam yemeği yedik. Ailecek elçek resim çekiyorum

Sohbet, çay, kahve derken 12 sıraları İlkay Celal beni garaja götürdü. Biletimi önceden aldığımdan bisikleti bagaja yerleştirip gece yolculuk ederek sabah erkenden İzmir’e vardım. Alsancak iskelesinin karşısında İzmir yazısı, büyük nazar boncuklu. Mavi renkli yazı önünde bisikletim KUZ’u çekiyorum.

Bir tur, bir festivalin sonuna geldik sevgili okurlar. Antalyalı dostlarımın daveti ile ilk defa görmediğim yerleri görüp harika yerlerde bisiklet sürdüm. Yeni kişilerle tanışıp yeni dostlar edindim. Dolmak bilmeyen hazinem yine dolmadı. Zaten torbalarım o kadar büyük ki hiç bir zaman dolmaz. Bazı yerlerde çok resim ve yazı olması gördüğüm güzellikleri sizlere, henüz gidemeyenlere bir kısmını göstermek. Umarım fırsatını bulup gezdiğim yerleri kendi gözlerinizle görüp yaşarsınız. Ne demek istediğimi o zaman anlarsınız.

Bir sonraki turda görüşme dileği ile

Bu gün yaptığımız yol yaklaşık olarak 52 Kilometre civarı

Aşağıda yaptığımız yolun haritası

Powered by Wikiloc

5. Antalya Kemer Bisiklet Festivali 1. Gün

29 Eylül 2016 Perşembe – 30 Eylül 2016 Cuma

Tekirova – Göynük Kanyonu – Tekirova

( Kör arkadaşlar için betimleme yapılmıştır )

 

Seni, anlatabilmek seni.
İyi çocuklara, kahramanlara.
Seni anlatabilmek seni,
Namussuza, halden bilmeze,
Kahpe yalana.

Ard- arda kaç zemheri,
Kurt uyur, kuş uyur, zindan uyurdu.
Dışarda gürül- gürül akan bir dünya…           
Bir ben uyumadım,
Kaç leylim bahar,
Hasretinden prangalar eskittim.
Saçlarına kan gülleri takayım,
Bir o yana 
Bir bu yana…

Seni bağırabilsem seni,
Dipsiz kuyulara,
Akan yıldıza,
Bir kibrit çöpüne varana,
Okyanusun en ıssız dalgasına
Düşmüş bir kibrit çöpüne.

Yitirmiş tılsımını ilk sevmelerin,
Yitirmiş öpücükleri,
Payı yok, apansız inen akşamlardan,
Bir kadeh, bir cıgara, dalıp gidene,
Seni anlatabilsem seni…
Yokluğun, Cehennemin öbür adıdır
Üşüyorum, kapama gözlerini…

Ahmed Arif

 

Öne çıkan görsel, İki kaya arasından, dar bir yerden akan su göleti dolduruyor.

Yeni bir tur, yeni mir macera, yeni bir yazı dizisi başlıyor

Antalya dan sevgili arkadaşlarımdan Işıl telefon ile arayarak “Urim Baba bu yıl da festivalimize misafir olarak davet ediyorum, buyur gel. Festivalimiz Kemer de olacak ve çok güzel parkurlarımız var” diyerek davet etti. İlk başta kısmet dediydim ama festival yaklaşınca hadi davete katılalım deyip hazırlıklara başladım. Zaman olmadığı için otobüs ile gidecektim. Her zaman tercih ettiğim Kamil Koç firmasından bileti aldım. Bisikletçilere hiç bir zaman zorluk çıkarmadılar, ben de hep sorunsuzca bisikletimi bagaja yerleştirdim. Gece boyu yolculuk sabahın erken saatlerinde Antalya’ya varmamıza neden oldu. Otobüsten iner inmez bisikletin ön tekerleğini takıp bagaj çantalarımı da yükledikten sonra şehir merkezine doğru yola çıktım. Henüz erken diyerek yol kıyısında bir bankta oturup sabah kahvemi içtim. Kahve beni kendime getirdi. Seviyorum sabahın erken saatlerinde kendime kahve pişirmeyi.

Bu gün yapacaklarım ; Konyaaltı’na gitmek. Burada Devrim’i şöyle bir görmek. Sonrasında İlkay Celal ile buluşup devamında Kemer’e doğru pedal çevirip Tekirova’da ki kampa katılmak. Devrim Akdeniz üniversitesinde çalışıyor, telefonla arayınca Antalya dışında olduğunu söyledi. Sonra İlkay Celal’i aradım. O da hemen bulunduğum yere bisikletiyle gelerek buluştuk. Biraz sohbet etmek için üniversite bahçesindeki parka giderek göletin yanında oturduk. Özlemişim arkadaşımı, sohbet ederek kahvelerimizi içtik.

Bankta oturmuşuz, solumuzda göletin suları. Arkada yapma taşlardan yapılmış mağara. Mağaranın üzerinden gölete sular akıyor şelale gibi. İlkay ile elçek resim çekiyorum.

Öğle yemeğini İlkay Celal’in bildiği yerde yedikten sonra Konyaaltı falezlerin sonunda olan seyir tepesine geldik. Solum yemyeşil ağaçların kapladığı alan deniz manzaralı.

Sağım da aynı şekilde ve Beydağlarının muhteşem yalçın tepeleri. Manzarayı bozan ise büyük bir otel, hiç yakışmamış bu manzaranın içine ama yapanlar, yaptıranlar, izin verenlerin umurunda değil. Onların derdi manzara değil ceplerini dolduracak para.

Cep telefonumu birine vererek bizi seyir tepesinde çekmesini söyledik. O da resmimizi arkamızda deniz, Beydağları ve Konyaaltı sahili ile çekiyor. Bisikletlerimiz de yanımızda. Benim turuncu çantalarım bagajda bağlı. Aşağıya bakarken düşülmesin diye demir parmaklık yapılmış.

İlkay Celal’in kız kardeşi Gülin Sevi festivale arabası ile gideceğini öğrenince Kemer yolundaki tünellerden kurtulmuş olacağından sevindim. O yüzden geleceği saate kadar İzmir den tanıdığım arkadaşım Ümit’i aradım. İlkay Celal işine gitti. Ümit ile buluşup zaman geçirdik biraz. Gülin Sevi gelince bisikletleri arabaya yükletip kamp alanına geldim. Bisikletleri ve çantaları indirip kendime yer ararken Simav dönüşü Büyük Taarruz turunda tanıdığım  Dilek ile karşılaştım. Bana yanında çadırımı kurabileceğini söyleyince hemen yerden yüksek çardak tahtaları üzerine çadırı kurdum. Tanıdık bir çok dost ile karşılaştım. Festivali düzenleyen arkadaşlarla buluşup kaydımı yaptım festival için.

Akşam yemeğini yiyip artık Türkiye’nin bir çok yerinde gelenekselleşmiş Perşembe akşamı bisiklet turu için kamp yerinde toplaştık. İzmir de başlayan Perşembe akşamı bisikletçileri ikinci olarak Antalya da kurulup yapılmaya başladı desem yeridir. Perşembe akşamı turunu yapanların hepsi de arkadaşım. Birlikte bu akşam da pedallayacağız. Her zaman yapıldığı gibi saat 20:00 de Perşembe akşamı bisiklet turu başladı. Tekirova şehir içinde turu yapacağız.

Önü açık bir alanda topluca resim çekileceğiz. Bisikletlerin aydınlatma ışıkları altında resim için dizelendik.

Herkes bisikleti yanında yan yana dizelenmiş.

Ben de bölüm bölüm çekiyorum bisikletlileri.

Bazı kuvvetli bisiklet fenerleri insanları aydınlatmaya yetiyor.

Bir kısmını da arkadan çekiyorum. Bisikletin önünde beyaz ışıklar var. Arkada ise kırmızı ışıklar ayrı bir güzellik katıyor gecenin karanlığına. Kimisini kaskında var kırmızı ışıklar.

Arkada kırmızı ışıklar, önde beyaz ışıklar insanın gözünü alıyor. Uzaktan yüksekçe bir yerden meydandaki bisikletçilerin resmini çekiyorum.

Yaklaşık 350 bisikletli Tekirova sokaklarını aydınlatarak turumuzu yaptık. Kamp alanına dönüp çadırların yanında oturup bir süre sohbet ettik. Gerisi malum! mat, uyku tulumu ve yat. Sonrası rüyalar. Sabahın köründe uyanıyorum. İzmir’e göre biraz erken doğan güneş uyanmama neden oluyor. Perşembe akşamı bisikletçileri Antalya pankartının resmini çekiyorum ilk önce. Pankartta araçların çıkardığı egzoz gazları ve bisikletten hiç bir gaz çıkmadan resmedilmiş. Arabalar ve bisiklet siyah renkli, altta kırmızı üzerine beyaz renkli Perşembe Akşamı Bisikletçileri yazısı.

Çadırlar ağaçların altında kurulmuş.

Çadırlar düzgün kurulsun diye yere şeritler çekilerek kamp düzeni yapılmış. Ortada şeritli yol, kenarlarında çadırlar kurulu.

Ben ve Dilek çardakta çadırlarımızı kurduk. Yanımızda kocaman bir çam ağacı gövdesi. Urim Baba’nın Kahvesi tabelamı da çardağın girişinde merdivenin yanına asıyorum. Sabah kahvesini pişirip şanslı olan iki kişiye de veriyorum içsin diye. İkinci fincan ise doğal olarak çadır komşum Dilek.

Sabah kahvaltısı kuyruğu bir hayli uzun, o yüzden herkesin kahvaltıyı alıp yemesi geç oluyor. Bu kadar kalabalığa tek yerden kahvaltı dağıtılması sıkıntı. Neyse kahvaltıyı yapıp kamp alanının çıkışında toplanıyoruz hareket için. Hazır toplanmışken topluca bir resim çekilirken ben de kareye girmeden bir resim çekiyorum.

Tekirova’nın çiçekli caddesinden, yeşillikler içinde yukarıya, ana yola doğru çıkıyoruz. Karşımızda sivri tepesi ile Tahtalı dağı, kaldırımda çiçekler coşmuş kırmızı, beyaz renkleriyle.

Çam orman denizi yeşil ve Mavi Akdeniz. Çam ormanının az yukarısından resim çekiyorum.

İlk başta tırmanış yapıyoruz Ana yoldayız, önümde bir kaç bisikletli tırmanmaya çalışıyor.

Tırmanış bitti, inişe geçtik. Tam da inişin zevkini çıkaralım derken birden bire sağa dönmemizi istediler. Hem de iki kişi birden. Bunlardan biri de başkan Şirin Baba. Alacasu koyuna gideceğiz. Asfalta da ok işareti yapılmış sağa gidelim diye.

Sağa girer girmez de keskin bir dönemeçte elinde bayrağı sallayıp uyaran Meral yavaş ve dikkatli olmamızı sağlıyor.

Sağa girince topraklı, taşlı orman yolunda bisiklet sürmeye başladık. Dilek yol bisikletinin ince lastikleri ile gitmeye çalışıyor ama biraz zorlanıyor doğrusu. Çam ağaçlarının yapraklarından güneş ışıklarının hüzmesi yere vuruyor ince bir perde gibi.

Dilek gibi bir kaç tane bisikletin de lastikleri ince. İri taşlardan kaçmaya çalışıyorlar orman yolunda.

Kısa sürede Ilıcasu koyuna geldik. Bisikletçiler önceden gelip bir küme halinde bisikletleri çam ağaçlarının altına park etmişler.

Bu koya Ilıcasu adını veren küçük bir azmak ve tatlı su denize kavuşmadan küçük teknelerin sığınabileceği bir yer olmuş. Bisikletim KUZ ile azmak ve tekneleri çekiyorum. Etraf çalılar ve ağaçlardan yemyeşil.

Aynı yerde Dilek ve turuncu bisikleti ile çekiyorum.

Burada denize gireceğiz, hemen su donumu giyip havlumu alarak cup denize. Denizde bir süre yüzdükten sonra çıkarken denizin içinde 1 Euro buldum. Parlak rengi ile suyun içinde ışıl ışıldı. 2016 yılının Eylül sonunda 1 Euro 3.46 Türk Lirasına denk geliyordu. Şimdiye bakarak bayağı zengin oldum. Bulduğum Euro’yu hala saklıyorum, bozdurmadım yani. Bulduğum 1 Euro’yu yollarda bulup biriktirdiğim keseme koydum. Bir gün bozdurup çocuklara dondurma alırım. Şimdilik yollarda bulduklarım yetiyor, 1 Euro’yu bozmama gerek yok, nasıl olsa değeri artıyor. Yoksa Türk Lirası değer mi kaybediyor.

Deniz keyfimden sonra kahve keyfi için cezveyi ocağa sürüyorum. Yanımda beni tanımayanların meraklı bakışları arasında kahvemi pişirip şanslı üç kişiye daha ikram ederek içiyoruz kahveleri. Kahve içilip takımları topladıktan sonra geldiğimiz yoldan geri dönerek ana yola çıkacağız. Ana yola çıkarken yere işaretler, yazılar yazılmış. Sağa ok yönü işareti, bisiklet resmi ve Şirin Baba yazısı dikkati çekiyor. Şirin Baba dedikleri Perşembe Akşamı Bisikletçileri ve Antalya Bisiklet Festivali başkanı Ceyhun Altın. Bu benzetme tam yerine oturmuş sanırım. Kısa boyu, tombik yanaklı, beyazlaşmış sakalı ve kırmızı buffu ile tam da şirinlerin Şirin Babası olmuş.

Resimde bir katlanır bisikletli, bagajında tek bir çantası ile ok ile gösterilen yere doğru gidiyor.

Sol yanımız Bey dağlarının sivri tepeleri, sağımız ağaçlar yolda keyifle bisiklet sürüyoruz. Solda meyve bahçeleri var az da olsa.

Asfaltta bisiklet resmi ve ok işareti gideceğimiz yönü belirtiyor. Şimdilik düz gideceğiz.

Az ilerde yine yerde bisiklet resmi ve üstünde “Ha böyle dümdük” yazısı komik olmuş. Bisiklet gidonumdaki lamba, tüyler ve korna görünüyor.

Beydağları sahil milli parkına doğru gidiyoruz. Göynük kanyonuna doğru ana yoldan saptık sola doğru. Kanyonun akmayan çayının üzerinden köprü geçişi sırasında dere yatağına dökülen molozlar canımı sıktı. Adaletin olmadığı yerde bazı kişiler her türlü şeyi yapmakta çok, ama çok özgürler. Görüntü ve çevre kirliliği yapmakta Dünyada birinciyiz. Birinciliği kaptırmamak için sürekli kötüye giden bir çevre yaratıyorlar. Buna dur diyecek bir yetkili de yok, ceza yazan memur da. Hal böyle olunca temizleyeni de bulamazsın. Kuvvetli bir yağışta set oluşturup aşağılarda sele neden olur bu molozlar. İnsanlar bunun farkında değiller. Doğa kendi kendine yok ederse ne ala. Uzun yıllar bu manzarayı göreceğiz anlaşılan.

Dere yatağına dökülmüş molozlar, bunların içinde beton eternit parçaları dikkati çekiyor.

İkişer tarafta ikişer odun yere çakılarak, yanlamasına tahta tabela yapılmış. Tabelada yazan ise ; “TC Orman ve su işleri bakanlığı doğa koruma ve milli parklar genel müdürlüğü Beydağları sahil milli parkı. Beydağları coasta national park. (İngilizcesi de yazılmış yabancılar anlasın diye). Doğa koruma yazsa da pek doğayı koruduklarına inanmıyorum aşağıda gördüğüm dere yatağındaki molozlardan.

Parkın başlangıcına kadar asfalt olan yol toprak yola dönüşüyor. Yukarıya doğru çıkıyoruz ağır ağır. Toprak yolun tozları ağaçların üzerine tabaka halinde yapışmış.

Burada da ağaçtan bir tabela, aynı yazı. İlave olarak Olimpos Beydağları sahil milli parkı Göynük kanyonu yazısı var. Bu tabela iki tane tek direkli.

Sağ yanı dik kayalık, sol tarafta çam ağaçları yeşil bir tünel oluşturmuş. Tünelin ucunda da mavi yeşil bir ışık. Işık dediğim yerde su birikintisi var. Yani bir gölet. Sağda ağaç telefon direği yukarılara medeniyeti bağlıyor tellerle.

Tünelden ışığa doğru gidince nefis bir gölet çıkıyor karşıma. İşte bu harika, su hayat demek, serinlik demek.

Gölet kanyonun içinde dik kayalıkların arasına sıkışmış dibi. Yokuş biraz terletti o yüzden su donumu giyerek buz gibi sulara daldım. Denizdeki tuzlu su üzerimdeydi. Şimdi tatlı su ile duş alıyorum. Benim gibi suya girenler de çok. Aramızda çılgın birisi var. Hatay dan Ali, yüksek kayalıklara çıkıp yüksek sesle dualar eşliğinde gölete atlıyor. Suyun dibi görünmüyor o yüzden atladıktan sonra su yüzeyine çıkmadığından endişeleniyoruz. Acaba dibe mi çakıldı diye. Ali su dibinde görünmeden ta ilerilerden çıkıyor. İçimize su serpiliyor ama çok korkuttu. Meğerse Ali usta bir atlayıcı ve yüzücüymüş. Atlamasını bildiğinden dibe çakılmadan ustalıkla dalıyor. Ben o kadar cesaret edemezdim.

Karşımda yüksek, duvar gibi kayalık, gölet ve kıyısında gezen insanlar.

Kanyon burada ikiye ayrılıyor, yani iki kanyon birleşiyor. Biz soldakinin az yukarısına çıktık. Burada tesisler var. Öğle yemeğini yiyoruz. Çay yatağı üzerinde çardaklar yapılmış, çardağın altından sular akıp gidiyor.

Tesislerde bazlama teşkilatı kurulmuş bir çardağın altına. Üç tarafı divanlarla kaplı, yerde sofra bezi, üstüne sofra. Hamur açmak için oklava sofranın üzerinde. Bazlama ocağı LPG’li, üzerine başka bir sofra konulmuş ters olarak. Ocak çalışmıyor sanırım. Divanın altında biri kırmızı, biri beyaz iki leğen, beyaz leğenin içinde un. Kırmızı leğene de bazlama harcı konuyor. Kıyıda ayçiçeği yağ şişesi dolu. Bir de ot süpürgesi öylece duruyor. Bazlama yapan bu gün tezgahı açmamış anlaşılan, ortalıkta görünmüyor.

Çay yatağında iki tane kocaman kaya kütlesi, biri sağda, biri solda. İki kaya arasındaki geçit yarım metre civarında. İşte bu geçitten akan su dar yerde sıkışıp hızla gölete karışıyor. Göletten seviye biraz yukarıda. Suyun berraklığı da göz alıcı. Bu resmi öne çıkan görsel olarak seçiyorum.

Akan çayın üzerinde bir çok çardak yapılmış. Üzerinde de beyaz bir tente örtülerek gölge yapması sağlanmış. Ben de kendime kahve yapmak için yer ararken kalabalık çardağın birine konuşlanıyorum. Başladım kahve yapmaya. Yanımda olan şanslı kişiler kahvemi içmek için bekliyor. Çardakta divanlarda on kişi oturmuşuz. Ortada ben kahve yaparken.

Yanımda şanslı kişilerden biri de edebiyatçı Gözde Emine. Uzun saçlarını omuzların aşağısına kadar salınık, kocaman kol saati ve renkli bileklikli elinde kahve fincanı ile poz veriyor. Baş parmağını okey işareti yapmış durumda. Baş parmak, işaret parmağı ve orta parmakta birer yüzük takı olarak parmaklarda. Kahve kutusu ve cezvesi de önümdeki masanın üzerinde.

Yüzdük, yemek yedik, kahve içtik ve iyice dinlendik. Uzun sürmesinin nedeni kanyon derinliklerine giden yürüyüşçülerin dönmesini beklemek oldu. Onlar gelince yola çıkıyoruz hep birlikte. Geldiğimiz yoldan dönüyoruz. Önümde bir kaç bisikletli gidiyor. Duvar gibi dik yamaç ve sağda çınar ağaçları.

Yolun sağında akan bir çeşme başında susayanlar toplaşmış. Ben de durup resimlerini çekiyorum su içerken. Çeşme borusu yukarıda, dört tane yalak kademe kademe. Her yalaktan su aşağıdaki yalağa akıyor ve en altta betondan yapılmış yalakta son buluyor. Çeşmeden sularımı tazeliyorum. Biraz da su içiyorum..

Bir yerde bisikletçileri durdurmuşlar arkadan gelenleri bekliyorlar. Ben beklemeden yola devam ederken durup arkamdakilerin resmini çekiyorum vadinin içinde.

Ana yola çıkıp kıyıda bisiklet sürerek gidiyoruz. Kemer ilçesine geldik, giriş tabelasında; Nüfus: 42800 yazıyor.

Buralarda ilginç yüzey yapısı var, dağlar sağ tarafta, aşağısı düzlük. Fazla engebeli değil. Sadece bir tepe sanki kumsalda ıslak kum kovası ters çevrilip öyle bir yapı oluşmuş. Durduğum yer viyadük üstü, yanda korkuluklar var.

Yolda fazla resim çekmedim, ilginç bir şey yok ana yolda. Kamp alanına gelip denizde teri atıp duş aldıktan sonra  temiz elbiseleri giyerek uzun yemek kuyruğunda beklerken arkadaşlarla sohbet ettik. Yemekten sonra kumsalda varilin içinde ateş yanmaya başladı. Kendi oturağımı alıp ateşin başında toplanan arkadaşlarla birlikte türküler söylemeye başladık.

Sazı çalan da Nevzat Özdemir. O çaldıkça bizler söyledik, biz söyledikçe o çaldı alevlerin ışığı yansıyarak. Odun bittikçe ateşi sürekli besledik.

Gecenin ilerleyen saatlerine kadar ateş başında türküler söyledik. Uykular gelmeye başlayınca birer ikişer ateşin etrafı seyrelirken ben de çadırıma gidip yatıyorum tatlı düşler eşliğinde.

Bu gün yaptığımız yol yaklaşık 64 Kilometre civarı.

Aşağıda yaptığımız yolun haritası

Powered by Wikiloc