Etiket arşivi: unesco

İki Garip Bir Akdeniz 9. Gün

6 Ekim 2017 Cuma

Patara – Fethiye

(Kör arkadaşlarım için betimleme yapılmıştır)

 

Hacet yok hatırlatmasına seni hatıraların
Bir dakika bile çıkmıyorsun aklımdan
Koşar gibi yürüyüşün
Karanlıkta bir ışık gibi aydınlık gülüşün

Atilla İlhan

 

Öne çıkan görsel, Kayaların dibinden çıkan suların içindeyim

Gecenin bir vaktine kadar arada geçen arabaların gürültüleri olmasa iyi bir uyku çekecektim ama yolun dibinde olması gürültüyü içine kadar hissediyorsun. Gecenin geç saatlerinde araba ile geçenler normal insanlar değil. Bir yerlerde eğlenip içenler sarhoş olarak hem araç kullanıyor hem de motorları bağırta bağırta gürültü yapıyorlar. Neyse buna rağmen iyi uyudum sayılır. Sabaha karşı tuvalet ihtiyacı nedeniyle çadırdan çıkınca gökyüzünde ay dedeyi görüyorum. Ay dede gülümsüyordu ışıklarını gecenin karanlığına saçarak.

Siyah gecede parlak bir ışık var sadece. O da ay.

Gün buralarda biraz erken ağarıyor, o yüzden Güneş doğmadan uyanıyorum. Çadırımın içinden dışarısının bir resmini çekiyorum. Çadırın sadece tentesi var, yağmurluk örtüyü yine atmadım bu gece. Dışarıda okaliptüs ağacının gövdesi, yaprakları ve çamaşır ipinde asılı tişört var.

Uyanınca kalktık, hızlıca çadırı toplayıp kahvaltı hazırlıklarına başladık. Dün aldığımız 5 litrelik su pek yetecek gibi değil. O yüzden idareli kullanmak gerek. Parkın etrafındaki bitkileri sulamak için damlama hortumlarını görünce bu sudan yararlanıyoruz. Yumurta, zeytin, peynir, domates, salatalık, biber, bal, çay, ekmek gibi nevale ile mükemmel bir kahvaltı yaptık. Bulaşıkları bahçe sulama suyu ile yıkayıp pakladıktan sonra bagaja yerleştiriyoruz geri kalan eşyaları. Ekim ayında olmamızdan dolayı sabahları biraz serin oluyor. Poların ısısından faydalanmak gerek, üşütmenin anlamı yok. Bisikletler yüklendi, yola çıkmaya hazır. Şöyle bir elçek ile yol başlangıcının resmini çekiyorum. Ben önde, Cem arkada, üzerimizde uzun kollu giysiler. Kafamda sarı renkli kask var. Cem’in kafasında kask yok, buff takmış sadece. Kaldığımız park yeri görünüyor.

Yol şimdilik düz, alabildiğine düzlükte seralarla kaplı. Ovadayız anlayacağınız, yani burada bir ova var, adı üstünde Ova. Köyün adı Ova olunca ovada olduğunuzu anlıyorsunuz. Tabelada öyle yazıyor Ova diye.

Ova köyünü ve ovayı geçtikten sonra karşımıza iki tabela çıkıyor. Üstteki tabela kahverengi, üzerinde antik kentlerin ismi var. Xanthos 3 ve Letoon 10 Kilometre sola doğru ok işareti ile belirtilmiş. Alttaki tabela beyaz renkte, üzerinde Kumluova ve Karadere köylerine gittiğini sola ok işareti ile belirtilmiş. Aslında yol düz gidiyor ama haritaya bakınca yoldan az biraz saparak Xanthos antik kentini görelim dedik. Zaten 3 Kilometre yazsa da 3 Kilometreden biraz fazla tutuyor. Cem de o tarafa doğru gitmeye başlamış bile.

Ovada Ova köyünün caddesinden geçerken ilginç bir minare görüyorum. Yapıldığı zamanda normal olsa da belediye yolu genişletip bulvar yapmış. Bulvar kilitli beton taş döşeli, orta refüj kaldırım taşları mavi ve beyaz renge boyalı. Buraya da servi ve palmiye ağaçları dikilmiş. Ağaçların boyuna ve yerdeki beton taşlara bakarak yakın zamanda yapıldığı anlaşılıyor. Gelelim minareye. Minare cami avlusunun dışında kalmış. Yani kaldırımı tamamen kapatmış durumda. Kaldırımda yürüyecek yayalar yola inip geçmesi gerekiyor. Aslında sadece minare var, cami yok ortalarda.

Ovayı çarçabuk geçip Xanthos antik kentinin olduğu yere geldik. Antik kent az yükseğe kurulmuş, o yüzden biraz çıkmak gerek, o da fazla değil. Antik kentin başlangıç yeri tel çitlerle belirtilmiş kaçak girilmesin diye. Tüm antik kentleri özel bir şirkete vermişler. Onlar da para kazanmak için  sınırlarını kapatmışlar tel çitlerle. Solda kemerli bir yapı var, sanırım kentin surlarının kalan yapısı. Kente giriş o kemerli olan yerde muhtemelen. Asfalt yol sağdan yukarı doğru gidiyor.

Her kentte olduğu gibi ister yeni olsun, isterse antik dönemde olsun mezarlıklar şehrin dışına yapılır. Burada da öyle, ilk mezar anıtları karşımıza çıkıyor. Bunlardan biri Nereidler anıtı. Nereidler anıtının orijinal çizimi tabelaya kondurulmuş. Çizimde temel zemin taşları üzerinde 4 sütun, üzerinde çatı anlı. İçinde de heykelleri var. Tabelanın altında da bu anıtın yapısı ve başına gelenleri yazmışlar. Yazı şöyle;

Nereidler Anıtı

Şimdi sadece temelleri ve podiuma ait bir taş sırası görünebilen klasik çağın bu ünlü mezar anıtı geçen yüzyıl içinde tümüyle Bristh Musseum’a taşınmıştır. 4 X 6 sütunlu İon planındaki anıt kabartma ve heykellerle süslüdür. Sütunlar arasında yer alan 12 tane kadın heykeli Nereidler olarak tanımlanan deniz perilerine aittir.

Eser M. Ö. 400 yıllarına tarihlenir.

Her ne kadar taşındı diye yazsa da İngilizler dünyanı her yerinde yaptıkları gibi bu eseri de çalmışlardır. Tabelaya çaldılar diye yazılsa İngilizler kızar mı yoksa.  Medeni olmak hırsız olmayacağı anlamına gelmez.

Nereidler anıtının temel taşları, altında da tabelası.

Xanthos

Fethiye-Kaş karayolu üzerinde, Fethiye’ye 46 kilometre uzaklıktaki Kınık Beldesi‘nde yer alan şehir, Xanthos Nehri (Eşen Çayı) kenarındaki ovaya hâkim iki tepe üzerinde kurulmuştur. İlki Eşen Çayı’nın kenarından sarpça bir kayalık şeklinde yükselen surla çevrili Likya Akropolü, ikincisi ise kuzeydeki daha yüksek ve geniş olan Roma Akropolü’dür. Likya Birliği’nin idari merkezi olarak nitelenen Xanthos’un ismi Likya dilinde yazılmış kitabelerde ARNNA şeklinde geçmektedir. Homeros, Sarpedon yönetimindeki Xathosluların Troya savaşlarına katıldıklarını anlatır. Ancak kazılarda elde edilen buluntular şehrin iskânını İ.Ö. 8’inci yüzyıldan önce götürmeye imkân vermemektedir.

Şehir, İ.Ö. 545–546 yıllarında Pers Kumandanı Harpagos tarafından kuşatılır. Xanthoslular, kahramanca karşı koyup direnmelerine rağmen çaresiz duruma düştüklerinde, kadın ve çocuklarını öldürüp şehri ateşe vererek insansız ve harap bir şehri Harpagos’a bırakırlar. İ.Ö. 475–450 arasında Xanthos, bu kez yangın felaketi ile karşılaşır. İ.Ö. 334 yılında Büyük İskender şehri almıştır. İskender’in ölümünün ardından Xathos, İ.Ö. 309’dan itibaren Mısır Hanedanı Ptolemaios’ların, ardından birçok Likya şehri gibi Suriye Kralı III. Antiokhos’un egemenliğini kabul etmek zorunda kalmıştır. İ.Ö. 2. yy.da Likya Birliğinin başkenti olan Xanthos, İ.Ö 42 yılında bu kez Romalı Brutus tarafından yerle bir edilmiş, ancak ardından İmparator. Marcus Antonius’un gayretleriyle yeniden imar görmüştür. İ.S. 1’inci yüzyılda Roma egemenliği altındaki Xanthos’ta İmparator Vespasianus adına tak yaptırılmış, günümüze kalmış Roma yapılarının çoğu bu dönemde inşa edilmiştir. Bizans egemenliği sırasında piskoposluk merkezi olan Xanthos, bu dönemde birçok yeni yapıya kavuşmuştur. 7’nci yüzyıl sonrası Arap akınları şehrin önemini yitirmesine sebep olmuş ve 1838 yılında Charles Fellows’un burayı keşfedip bazı kalıntıları Londra’ya taşımasına kadar ufak bir köy kimliğiyle yanı başındaki Kınık’ta yaşamını sürdürmüştür.

Xanthos’un her iki akropolü de değişik örgü sistemlerinin görüldüğü sur duvarları ile çevrilidir. Likya akropolünün kuzeyinde Roma Devri Tiyatrosu yer alır. Xanthos’un en ilginç kalıntıları, tiyatronun batısında konumlanır. Bunlardan ilki yüksek dikdörtgen yekpare kaide üzerindeki ölü ailesi ile yanındaki kadın gövdeli, kuşkanatlı yaratıklar olan ve ölülerin ruhlarını gökyüzüne taşıdıklarına inanılan “Harpy” kabartmalarına sahiptir. Bugün orijinal kabartmaları, Biritish Museum’da sergilenen Harpy Anıtı, İ.Ö. 5’nci yüzyıla tarihlenmektedir. Bu anıt mezarın yanında 4’üncü yüzyıla ait diğer bir kaideli Likya lahdi yer almaktadır. Tiyatronun bitişindeki kare şekilli geniş alan ise üç yanı dükkânlarla çevrili Roma Devri Agorası’dır. Agoranın kuzeydoğu köşesinde, Harpy Anıtına çok benzer, yekpare dikdörtgen gövdesinde Likya ve Grekçe dilinde yazılmış kitabe yer alan İ.Ö. 5’nci yüzyıla ait anıt mezar yükselir. Anıtın gövdesindeki kitabe günümüze dek bulunmuş Likya dilindeki en uzun kitabe olup, Kherei adlı Xanthos’lu prensin serüvenlerini anlatmaktadır. Roma Akropolü’nde de birçok kaya mezarı ve kaideli mezarı yan yana görmek mümkündür. Bu alanın güney eteklerde yer alan, Aslanlı Mezar, Pa vaya ve Merehi lahitlerinin kaideleri dışında tümü British Museum’da sergilenmektedir. Günümüz kalıntılarına çıkan rampanın sağ kenarında sadece temelleri kalmış olan İ.Ö. 4’üncü yüzyıla ait tapınak planlı Nereid Anıtı da British Museum da sergilenen Xanthos’un ünlü anıtlarından biridir. Xanthos örenyeri, Likya uygarlığının özgünlüğü ve kazılarda elde edilen buluntuların önemi nedeniyle UNESCO tarafından Dünya Kültür Mirası Listesi‘ne dâhil edilmiştir.

https://www.kulturportali.gov.tr/turkiye/antalya/gezilecekyer/xanthos

Bisikletleri girişe bırakıp müze kart ile antik kenti dolaşmaya başladık. İlk olarak amfi tiyatroyu uzaktan görüntüye aldım. Amfi tiyatronun geneli ayakta, bazı yerleri harap edilmiş. Yüksek kaideler üzerine konulmuş anıt mezarlardan 2 tane görünüyor.

Fazla yüksek olmayan anıt mezar 5 basamaklı. Üzerinde de lahit var. Lahit girintili çıkıntılı oymalar ile süslenmiş. Dar kısmından insan girecek kadar kırılıp alınmış. Şu ölümlü dünyada ölülere hiç saygı göstermemişler. Huzur içinde yatamamışlar öldükten sonra. Mezar hırsızları kemikleri de dahil olmak üzere soyup soğana çevirmişler lahitleri.

Yazılı Pilye M. Ö. 425 – 400 yıllarına tarihlenen anıtın dört yüzünde bilinen en uzun Likçe yazıt yer almaktadır. Üst tarafına doğru köşeler çeşitli nedenlerle kırılmış. Yazıt üst üste iki kaidenin üzerine konulmuş.

Kral sarayına ait olduğunu sandığım duvarı görüyorum. Duvar taşları pentagon (beş köşeli) olarak örülmüş. Duvarın yüksekliği 1.5 metre kadar

Bizans dönemine ait pişmiş topraktan künkler yerde bir kısmı görünüyor.

Harpy anıtı 8.87 m. yükseklikte mezar anıtıdır. Lahitteki kabartmalar kopyasıdır. Orijinali haliyle İngiltere de sergilenmekte. Lahitin dört tarafı kabartma frizlerle süslenmiştir.

Buradaki anıt mezarlar ölmüş kişinin önemine göre yüksek ya da alçak seviyede. Alçak mezar anıtlardan birisinin resmi. Dikine uzun, kapağı da üzerinde çatı şeklinde sivri olarak kapatılmış.

Mezarın arka tarafından resim çekiyorum. Tüm mezarlarda olduğu gibi bu lahidin bir tarafı delik.

Tiyatronun sağ üst bölümünden sahneyi ve oturma bölümünü tamamen çekiyorum kadraja sığdırıp.

Bu da tam ortadan sahneyi tamamen görecek şekilde çekiyorum.

Tiyatronun sağında önceden resmini çektiğim iki anıt mezar kaidesi ile birlikte. Xanthos kentinin bir özelliği olsa gerek daha önceleri görmediğim anıt mezarların çokluğu. Sadece bu kente özgü bu anıt mezarları özel yapan kalın kaidelerin tek parça olarak yapılıp dikilmesi. Kim bilir nereden, nasıl getirdiler buraya tonlarca ağırlıktaki kaideleri. Ayrıca dik duruma getirip üzerine de mermerden yapılmış lahitleri 11 metre yüksekliğe kondurulması. Ama o zamanlarda yapmışlar. İnsan hayret ediyor.

Tiyatronun oturma yerleri normal bir insanın diz boyunda. Ama insanların adım yüksekliği 15 – 20 cm civarı. O yüzden burayı yapan ustalar insanların her yerden inip çıkmalarını engellemek için belli yerlerde merdiven olarak taşlar yontulmuş. Evlerimizdeki basamak boyu genelde 18 cm, buradaki basamaklar da aynı yükseklikte.

Basamaklardan aşağı, sahneye iniyorum. Sahnenin başlangıç yeri bir insanın omuz hizasında. Sahneye çıkıntı yapmamak için merdivenler yana doğru yapılmış.

Xanthos kenti yüksekçe bir tepenin üzerine yapılmış. Etrafa ve ovaya hakim durumda. Kentin kenarında kayalıkların bittiği yerde seyir terası yapılmış. Kalın blok taşlardan düz bir zemin olarak kalmış bu yapıt bir anıt olabilir.

Düz olan terasa geldim. Aşağısı uçurum ve dik. Aşağıda Xanthos nehri yani günümüzdeki adı ile Eşen çayı akmakta. Her nehrin kıyısında olduğu gibi Eşen çayının da kıyıları yeşillik ve söğüt ağaçları var.

Ovada seralar, Eşen çayı akmakta karayolunun köprüsü altında. Karşıda yalçın tepelerle çevrili.

Bir binanın temelleri ve bodrum çukuru görülmekte.

Kentin künk boruları yer yer görülmekte.

Kalın taş bloklarla yapılmış tiyatronun sahne kısmındaki duvarları, kapısı ve üstünü örtmek için açılan oyuklar. Bu oyuklara ağaçlar yerleştirip üzeri kapatılmak üzere yapılmış.

Tiyatronun odalarından birisinin içi kemer taşları ile tavan kapatılmış. Üzerinde de anıt mezar var.

Tiyatro sahnesine giriş kapısı kemerli.

Sahnede yerde yatan iki sütun.

Bir çok geçit yapılmış sahnede. Onlardan birisinin kapısı, kapının üzerinde kalın, geniş tek parça blok taş var. Blok taş tam ortadan kırık ama üzerindeki taş bloklar nedeni ile sağlam duruyor.

Kirişlerin kenarları oyularak süslenmiş. Bu kirişin altında geçit var.

Sütun başları, kaideleri yerde duruyor.

Sonunda antik kenti tamamı ile gezip gördükten sonra bisikletleri bıraktığımız yerden alıp yola koyulduk. Çam ağaçları ile kaplı yolda Cem önde giderken çekiyorum. Sanki çam ağaçları yolu kaplamış gibi görünüyor. Ağaç tünelinden geçiyoruz.

Çam ormanı, ormanın kenarında bir tarla, tarlanın içlerinde bir ağaç gövdesi. Kurumuş, alt kısmında kabuklar tamamen soyulmuş. Kocaman gövde iki çatal dallı, biri daha iki dallı. Ağaç kuruduğu için dallar kesilmiş. Tek başına, yalnız, sararmış otların arasında kala kalmış. Bu ağaç hüzün veriyor, zamana direnememiş. her ne kadar dalları kesilse de sağlam gövdesi hala ayakta. Çıplak kalmış birisi gibi.

Uzaktan Xhantos antik kentinin olduğu tepeyi görüyorum. Kalıntılar ve anıt mezarların bir kısmı ayakta. Yukarıda seyir tepesinden baktığım yeri de görüyorum.

Hedefimiz Saklıkent, tabela 18 Kilometre kaldığını gösteriyor. Öğle zamanı orda oluruz gibi.

Az yüksekçe bir tepede çeşme görünce durup mola verdik. Çeşmeden su gürül gürül akıyor. Önü geniş bir alan, arabaları ile gelip geçenler burada mola veriyor. Çeşmenin etrafı bakımlı, temiz. Bir kaç ağaç dikildiğinden belli. Bunlardan birisi salkım söğüt ağacı. Cem bisikletinin bagajında bağlı duran 1.5  L su şişesini doldurmak için yerinden çıkarıyor.

Çeşmeden suları tazeliyoruz tüm şişeleri. Elimizi yüzümüzü de yıkıyoruz serinlemek için. Her ne kadar Ekim ayında olsak ta buralar hala yaz sıcaklığında. Çeşmenin başında dinlenirken motorlu birisi geldi. Selamlaştık ve sohbet başladı. Nerden nereye gidiyorsun, nerelisin deyince arkadaşın İzmir den olduğunu öğrenince kanımız kaynadı birden bire gurbet ellerde. İnsan gurbette hemşerisini görünce duygulanıyor. Anı olsun diye elçek resim çekiyorum arkadaşla. İsmini yazmayınca unutuyor insan. Arkadaşın kafasında motor kaskı, bende yok. Motorla gezip duruyor kafasına göre. İnsan gezmeli, nasıl olursa olsun.

Ormanın kıyısında küçük, sivri kubbeli bir su sarnıcı görüyorum. Resmini çekmeden olmaz. Şimdiye kadar gördüklerim arasında pek te küçük.

Yolda giderken üzerimizdeki tişörtü çıkarıyoruz. Sonbaharın güneşinden alabildiğine yararlanmak gerek. Güneş enerjisini depoluyoruz, kış aylarında yararı olur. Cem çam ormanını ikiye bölen yolda bisikletinin üzerinde yarı çıplak gidiyor. Sola doğru rampa çıkan toprak bir yol ormanın derinliklerine gidiyor.

Orman yolu bitiyor, açıklık düz araziye geldik. Karaçay çayı da göründü. Sağda kurumuş çam gövdesi, altında seraların naylon kaplı tarlaları var.

Havaların sıcak olması dutların sürekli meyve vermesine neden oluyor. Biz de bu dutların tadına bakıyoruz. Cem yarı çıplak dut ağacından dut toplarken. Bisikleti de yolun kenarında duruyor.

Küçük bir kanalda su akıyor usulca. Tarlaları sulamak için bu kanal.

Arazinin genişlemesi Karaçay’ın yayılmasına neden olmuş. Epey geniş bir yatakta suyun akışına göre kendine yol açmış. Yoğun yağışlarda deli gibi, sel biçiminde aktığını belirtir gibi.

Çayın üzerindeki beton köprü yanlış proje nedeni ile 3 gözü çökmüş durumda. Ayakların altını sular oyup göçürterek yolu kullanılamaz hale getirmiş. Köprüden beri alçak bir bent yapılmış. Buradan tarlalara kanallarla su alıyorlar.

İşte o kanallardan birisi önümde akıyor çaydan ayrılmış biçimde. Çaydaki beyaz çakıl taşları suyun rengini turkuaz yeşil renge bürümüş durumda. Arazinin düz ve az  eğimli olması çayın menderes biçiminde kıvrılarak akmasına neden olmuş. Uzaklarda Toros dağlarından bağımsız oluşmuş dağlar.

Karaçay’ın geldiği yer Toros dağları, tepeleri çıplak kayalıkları ile kendini gösteriyor.

Tarlanın dibinde kargıları çadır gibi dikine konulmuş bir düzine kadar öbek öbek.

Saklıkent’in yarılmış kayalıkları görüntüye girdi uzaktan. Saklıkent’e az kaldı demek ki.

Saklıkent insanların çokça ziyaret ettikleri yerlerden birisi. İnsanlar çok olunca yiyecek, içecek işletmeler de ona göre çok. Bir de oradan soğuk suları akan bir çay olursa alabalık eksik olmaz. Bir alabalık havuzu, su pırıl pırıl. İçinde alabalıkların yüzdüğünü görüyorum siyaha yakın renkleri ile. Havuzun geniş kenarına da tahta döşemeli yere kilimler, iki sofra, yer minderleri ve yastıkları ile açık havada şark köşesi yapılmış. Havuzun sağındaki ağacın gövdesine asılı bir tabelada “Canlı alabalık satılır” yazısı yazılmış.

Karaçay dan kanallarla getirilen su bahçelerden, işletmelerden akıp gidiyor. En sevdiğim şeylerden birisi bahçenin içinden akan bir su kanalının olması. Pırıl pırıl, berrak, hayat veren su. İnsan bunu gördükçe hayatı bulacağını inanıyorum.

Saklıkent milli parkı olarak yazılmış ağaç tabelada belirtmiş orman bakanlığı tarafından. Şu an Saklıkent’te olduğumuzun resmidir.

Geniş bir kanal, kıyılarında masa, sandalye. Kimisi yerde minderler konulmuş işletmeler. Kıyılarda ağaçların yeşilliği akan suya vurmuş rengini. Kanalın orta yerinde su fıskiyesi suları fışkırtıyor yukarı doğru.

Kanala gelen suyun debisi yüksek, az yukarıda çağlayıp akıyor deli gibi. Düz araziye gelince sakinleşiyor.

Üstünde tente dört direğin üzerine çekilmiş, altı gölgelik. Zemin beton ile kaplı.  Kısa malzeme dolabı, yanında buzdolabı. Yere serilmiş iki kilim, kilimin üzerinde bir kadın. Köşede üç tarafı kısa duvar örülü ocak. Ocakta yanan odunların dumanı tütüyor. Rüzgar benim olduğum taraftan çok hafif estiği için dış kısma doğru yükseliyor. Kadının önünde malzeme torbaları duruyor. Yufka açmak için bir sofra ve daha geniş başka bir sofranın üzerinde tencere, yağ şişesi konulmuş. Öğle zamanı yaklaşıyor, kadın son hazırlıklarını yaparak gözleme pişirmeye başlayacak bir süre sonra. Kadınla önceden pazarlık ediyorum gözleme ne kadar diye, çay fiyatları nasıl? Gözleme 5 Lira, çay da 1.5 Lira olduğunu söylüyor. Fiyatlar uygun olunca anlaşıyorum kadınla. Bisikletleri buraya bırakacağız ve Saklıkent denen yeri gezeceğiz. Dönüşte öğle yemeğinde gözleme yiyeceğiz.

Gözlemecinin olduğu yerden geçen kanal hemen dibinde. Kanalın içi yosunlardan yemyeşil. Güneş ışıkları akan suyun meydana getirdiği küçük oynamalarla yeşilin her tonunu görmek olası.

Ben yeşilin her tonunu akan kanalda izlerken bir kuş gelip karşı kıyıya gelip kondu. Kuşu ürkütmeden cep telefonumla dijital zom yaparak çekiyorum. Kuş gri renkte ve pek belli olmuyor. Sanırım ispinoz kuşu.

Bisikletleri gözlemecinin bahçesine güvenli bir şekilde bıraktık. Gözümüz arkada kalmayacak. Yanıma sadece havlu ve su donumu alıyorum. Böylece Saklıkent’e doğru gitmeye başladık. Karaçay kenarları deniz kıyılarında olduğu gibi  işgal edilmiş durumda ama kıyıda gezinti yapılabiliyor. Masalar kıyıya kadar konulmuş. Akan çayı izleyerek yemek yiyorlar. Fiyatları tahmin etmek istemiyorum. Zaten burada yemek yeme gibi bir niyetimiz yok. Masaların arasından geçerek Saklıkent girişine geldik sayılır. Masalarda yemek yiyen insanlar. Dar ve yüksek kanyon girişi, önünden geçen yolun köprüsü. Karaçay’da akan su miktarı çok yüksek.

Lokantanın önünden karşıya geçen bir köprü var. Bu köprüden karşıya geçeceğiz. Cem köprüden geçiyor yürüyerek. Köprünün tabanı tahta kaplı, üzerinde kırmızı halıfleks serilmiş. Köprü korkulukları yüksek yapılmış, ayrıca ip ağlarla çocukların düşmeleri engellenmiş.

20171006_145648_HDR

Saklıkent Kanyonu, Antalya – Muğla sınırını çizen Eşen çayının kolu olan Karaçay’ın oluşturduğu kanyondur. Suyun kolayca aşındırabileceği kalkerli  arazide, fay çatlaklarının da yardımıyla sarp ve derin bir kanyon oluşmuştur. Uzunluğu 18 km, yüksekliği 200 m’dir. En dar yeri 2 metreye kadar düşer. Eşen Çayı’nın bir kolu olan Karaçay’ın debisi Kanyon çıkışında 14–17 m³/sn’dir.

Kanyonun tabanı şiddetli akan suyla dolu olduğundan, su içinden geçmek imkansızdır. Giriş, kanyonun dik yamaçlarına demir çubuklarla tutturulan 200 metrelik tahta bir köprüyle yapılabilmektedir. Köprüden sonrasında oldukça soğuk olan güçlü Karstik kaynaklar bulunur. Yaz mevsiminde piknik yeri olarak kullanılan alana yılda 180-210 bin turist gelmektedir.

Kanyonun çevresi 06.06.1996 tarihli Resmi Gazete ile Saklıkent Millî Parkı ilan edilerek korumaya alınmıştır. 12.390 hektarlık milli park alanında Kaş ve Fethiye’nin üçer köyü yer alır. Alanda görülen bitki topluluklarını yüksekliğe göre Maki, Kızılçam, Karaçam ve Sedir toplulukları oluşturur..

Akıntı çok şiddetlidir ve soğuk su akar. Antalya’nın batısında Patara’dan Kınık istikametine devam ederken Saklıkent sapağından 16 km’dir ve Xantos antik şehrine çok yakındır.

Kanyonun keşfi ise çok yakın bir tarihe dayanmaktadır. Rivayetlere göre bir çobanın buraya kaçan keçisinin peşinden gitmesiyle keşfettiği kanyon, çevre yerleşkelerde merak konusu olur. Çobanın bildirmesinin ardından Çevre ve Orman Bakanlığı’nın Saklıkent’i Milli Park ilan eder, daha sonra özel firmaların da desteği ile Saklıkent bugünkü halini alır.

https://tr.wikipedia.org/wiki/Sakl%C4%B1kent_Kanyonu

Saklıkent kanyonunun tam girişindeyim Köprünün ortasından kanyon girişini dik olarak resmini çekiyorum. Kanyon girişi sert granit kayalardan oluşmuş. Genişlik 5 – 6 metre kadar, yükseklik 50 metreyi aşıyor. Kanyon içi kıvrımlı olduğu için belli bir yere kadar görebiliyorum.

Kanyona girmek o zamanki parayla 6 Lira. Gişeden biletlerimizi alıp kanyonun o muhteşem yapısını izleyerek giriyoruz. Normalde çayın suyu dar geçitte bir insan boyu kadar akıntı ile akıyor. Suyun içinden kanyona girmek imkansız. İnsanların rahatça girip izleyebilmesi için yürüme yolu yapmışlar 3 metre kadar yukarıda. Yola destek için alt kısma yanlamasına demirleri kayalara çakıp tutturulmuş. Sağlam bir yürüme yoluna benziyor. Korkuluklar da sağlam ve tel çekilerek çocukların alttan düşmeleri engellenmiş. Dar ve yüksek kanyona Güneş ışınları hiç ulaşmıyor. Belli bir yere kadar, yaklaşık yarısına kadar Güneş ışıkları vuruyor ama dibe ulaşmıyor. İlk önce Cem bana poz veriyor. Az ileride karşıdan karşıya ip bağlanarak Türk bayrağı çekilmiş. Sol kısımda kayalıkların çatlaklarına bazı çalı türü ağaççıklar yer yer kendine yaşam alanı açmaya çalışıyor.

Bu kez Cem beni cep telefonuyla bir poz çekiyor aynı yerde. Elimde havlu ve su donu var.

Çayın su debisi o kadar güçlü ki bir insan normalde yüzemez, alıp götürür. Aynı zamanda derin. İnsan suya bakınca aklını başından alıyor ve korkutuyor resmen. Tamamen deli akan çayın o eşsiz turkuaz rengi ile çekiyorum.

Yürümeye başladık derinlere doğru. Kayalık duvarda bazı yerlerde çatlaklar ve küçük mağaralar var.

Kanyon düz değil dönemeçli bir biçimde yarılmış. Gökyüzünün sadece bir parçası görünüyor mavilikleriyle. Tepelere doğru yer yer ağaçlar var. Burası bana şehirlerdeki dar sokakları ve güneş göstermeyen çok katlı yüksek apartmanları hatırlatıyor. Şehrin gürültüsü ve stresi yetmiyormuş gibi dar bir alanda gökyüzünün bir parçasını görmek insanın ruhunu daraltıyor. Burada ise durum farklı. Trafik hengamesi yok, binaların gürültüsü duyulmuyor. Stres yok, pazarı, marketi yok. Hava kirliliği yok. Sadece doğal kayalıklar, temiz hava, bol oksijen. Akan suyun gürültüsü var sadece.

Yakınlardaki bir kaynaktan gelerek altımızdan beyaz köpükler saçan canavar gibi akıyor sular. Daha sakin akan çaya karışarak huzur buluyor sanki.

Yaklaşık 300 metre yürüme traversinde yürüdükten sonra kanyon biraz genişliyor ve ayağımız toprağa değdi. Yukarıdan gelen suyun miktarı az deminki akan suya göre.  Karşıdan karşıya geçebilirsin yürüyerek. Su seviyesi dizlerin altında. Kimileri paçaları sıyırıp karşıya geçmiş bile. Dik kayalıklarda küçük ağaçların yanı sıra genişlemiş alanda incir ağaçları bitişmiş.

Gürül gürül, köpürerek gelen suyun üzerinde köprü devam edip sağa dönüyor.  Köprünün altında da sanırım su borusu döşenmiş. Boru genişliği yarım metreye yakın.

Gözelerin olduğu yere geldik bu geniş alanın kenarlarına. Ulaşabildiğim bir gözenin dibine kadar geldim. Anadolu da suyun kayalıklardaki deliklerden çıktığı yere göze derler. İşte onlardan birisi olan gözeden bol miktarda su yer yüzüne çıkıyor ve yatağında akarak çaya karışıyor. Su basınçlı ve gür çıkarak yosun tutmuş kayalıklardan  köpürerek akıyor. Su berrak ve yosunların rengi olan yeşilimtırak renkte. Kayalarda dikine çatlaklar var. Biri uzun, biri çok kısa iki tane incir sol altta kayanın çatlağında bitişmiş büyümeye çalışıyor.

Başka bir gözeden su kabararak yer yüzüne çıkıp yayılarak akıyor.

Kanyonun devamında akan su az olunca insanlar ayakkabılarını çıkarıp paçaları dize kadar sıyırıp yürüyerek ilerlere doğru gidip geliyorlar. Az ilerde kanyon yine daralıyor.

Az geniş olan alanda bir çok göze görmek mümkün. Kayaların dibinden sakince ama gür olarak çıkan başka bir gözenin resmini çekiyorum.

Kimi göze de deli biçimde köpürerek çıkıyor. Torosların yüksek dağlarına yağan karlar çatlakları doldurarak dağların dibinden böyle gözelerde fışkırıyor adeta.

Böyle bir ortam bulmuşum ve fışkıran göze denk gelmiş durur muyum. Hemen bir çırpıda su donumu giyiyorum. Kimsenin olmadığı gözeye giriyorum. Cem beni cep telefonu ile çekiyor girerken. Gözeden çıkan su o kadar çok ki tutunmadan suda durmanın imkanı yok. Tam suyun çıktığı yere yatıyorum. Sol elimle de kayaya tutunmuş durumda. Sular köpürerek sırtıma basınç uyguluyor. Suyun çıktığı yerde durmak için epey güç harcıyorum ama suyun içine dalmak zor gibi.

Neyse az aşağıda sağ elimle tutunup suya dalıyorum. Tamamen suyun içindeyim ve akan su vücuduma masaj yaparak akıyor. Suyun içinde saçlarım, sakalım ve su donum siyah olarak görünüyor. Ten rengi gövdem silik görünüyor. Suyun sıcaklığı o kadar soğuk değil. Buradan daha soğuk akan yerlerde girmişliğim var. Üşüme yok anlayacağınız.

Su gözesinin çıktığı yere tekrar giderek son kez pozumu veriyorum. Cem de beni çekiyor. Bir süre kendime su masajı yapıyorum. Nasıl olsa 6 Lira verdim. Masaj bedava değil anlayacağınız. Suyun çıktığı yerde tertemiz, saf ve kirlenmemiş suda yıkanıyorum. Bu resmi öne çıkan görsel olarak seçiyorum.

İyice masaj yaptıktan sonra duşumu almış olarak çıkıyorum. Havlu ile kurulanıp elbiselerimi giydim. Artık dönme zamanı diyerek gözelerden ayrılıyoruz. Karaçay’ın akan suyunun büyük bir bölümü bu gözelerden çıkıyor. Yukarılardan az miktarda akıp geliyor. Karşı kıyıda bir tane gözeden su az yüksekten çağlayıp akıyor Karaçay’a doğru. Bir kadın ve bir erkek dizlerine kadar suya girerek çağlayanın olduğu yerde gezip resim çekiliyorlar.

Geri dönüp kanyonun çıkışını ve akan çayı çekiyorum bir poz

Yürüme yerinde yürürken kayaların çatlaklarında açmış küçük pembe çiçekleri yakından çekiyorum. Susuzluktan yeşil yaprakları kurusa da çiçekler son kez sonbaharı müjdeliyor açarak.

Kanyondan çıkıp yoldan yürüyerek bisikletleri bıraktığımız gözlemeciye doğru gidiyoruz. Toroslarda yaşayan Türkmen yörükleri geçimlerini çoğunlukla hayvancılıkla sağlıyor. Buralarda sık sık koyun sürüleri görmek mümkün. Yolun kıyısında otlamaya giden koyun sürüsü.

Cem önde yürüyor, gözlemeci de karşıda. Vardık sayılır. Tek katlı bir ev, çardaklarla kapatılmış ağaçlıklı bir alanda kurmuş tezgahını gözlemeci.

Kendimize birer gözleme ısmarladık. Semaverde pişen bol çayla yedik afiyetle. Takviye olarak ta birer ton balığı konservesi. Yoksa tek gözleme ile doyulmaz. Fazla tutmayan hesabı da ödeyerek yola çıkıyoruz. Kanyonun girişindeki köprünün başında Karaçay yazan tabelanın resmini çekiyorum. Köprünün kanyon tarafındaki korkuluk ve kanyon girişi tamamen tel çitle kapatılmış kimse kaçak girmesin diye. Giriş ücretine bir şey diyeceğim yok. Uygun bir fiyatı var, içeri girip doğal güzelliği görmeye değer diye düşünüyorum.

Ve yola çıkıyoruz ama yokuş ve tırmanma birden bire başladı. Az soluklanmak için durunda çam ağaçlarının bana gösterdiği alandan Saklıkent kanyonundan çıkan o muazzam suyun meydana getirdiği sel yatağı gözlerimin önüne seriliyor. Yukarıdan göründüğü kadar dar bir çay olarak aksa da çakıl taşlarının kış aylarında daha geniş bir alanda aktığını gösteriyor. Taşkın su ovanın  geniş bir alanını kaplamış durumda.

Yol yukarılara doğru kıvrıla kıvrıla çıkarken geri dönüp Saklıkent kanyonunun derin ve yüksek kayalardan oluşmuş yarığını görüyorum.

Yolda bolca çeşme ve bu çeşmelerden akan sular var. Suyun kolayca toprağı aşındırmadan akması için beton kanaletler döşenmiş. Az da olsa su temiz ve berrak akıyor kanaletten.

Kalın gövdeli yüksek çam ağaçlarının olduğu düzlük bir alan var. Burada kamp atılabilir geceleyin. Çeşme de var yakında.

İşte o çeşmelerden birisi kalın gövdeli çam ağacının dibine yapılmış. Öyle bildiğiniz çeşmelerden değil. Elektrikle çalışan su sebilinden buz gibi soğuk su akıyor. Sebilin arka tarafında normal akan çeşme var. Sebil demir bir kafesin içinde koruma altına alınmış alınıp götürülmesin diye. Kafesin anlına da  tabela  konulmuş.  Tabelada yazanla şöyle: ” Merhum Rasık Özdemir İç suyunu, şükret Allah’a, yaptıranın ruhuna oku bir Fatiha.” Buz gibi soğuk suyu matarama dolduruyorum. Ölmüş merhuma da bir Fatiha okudum. Ağacın dibi beton taş döşeli, ağaca da kalaslarla çardak yapılmış. Altında da piknik masası konulmuş. Burası bir kavşak ve otobüs durağı. Bekleyen köylüler sıcaktan bunalmasın diye sebil yaptırmış bir hayırsever.

İstanbul olmasaydı Kadıköy ismini bilemezdik. Kadıköy sadece İstanbul’da yok, Türkiye’nin bir çok yerinde Kadıköy adı altında köyler var. Osmanlı zamanında adaleti sağlayan kurumun başında kadılar varmış. Kimisi adalet dağıtmış kimi dağıtamamış. Çünkü adalet vicdan meselesi. Vicdansız da kadı olabiliyormuş, şimdi de olanlar var. Neyse kadılar ülke topraklarına dağılınca her tarafta kadılar adaleti sağlamaya, düzeni korumaya çalışıyorlarmış. Eğer Kadı’nın bir köyü varsa oraya Kadıköy denmeye başlayınca bir çok yerde Kadıköy adı altında köyler oluşmuş. Bakmayın İstanbul’daki Kadıköy’ün büyüklüğüne. İstanbul çok göç alınca aşırı çoğalmış. Bir de Fenerbahçe spor kulübü ortaya çıkınca tüm Türkiye öğrenmiş. Ben de o köylerden birine denk geldim “Kadıköy”. Tabelada öyle yazıyor. Muğla’nın Fethiye ilçesine bağlı küçük bir köy. Belki de burada vakti zamanında bir kadı yaşamıştır.

Bir anı yakalamak çok önemlidir, hele doğal ortamında ve çok hareketli bir sincabı. Sincap normal olarak insanlardan kaçar. İnsanları uzaktan gözler ve en ufacık bir hareketinizde kaçarak kendini koruma altına alır. Bu doğal bir durum, çünkü insanlar korkunç yaratıklardır. Ne yapacaklarını kestiremezsiniz. İnsan bile insanlardan korkar. Kavgalar, savaşlar hep birbirini öldürmek için. Gelelim bizim sincaba. Şimdiye kadar bir çok kez bisiklet üzerinde sincap gördüm. Beni görünce hemen yuvalarına kaçıp gözden yitiyorlar. Onların bir kere bile resimlerini çekemedim. Zeytin ağacının gövdesinde görünce hemen durdum ve sakin hareketlerle cep telefonumu çıkarıp resim çekmek için hazır hale getirdim. Her şey çok kısa bir sürede oldu. Zeytin ağacının gövdesinde başı yere gelecek şekilde durdu ve kafasını ileri uzatarak beni gözlemeye başladı. İşte o anı kaçırmadım. Bir kaç poz çekiverdim. Sincap ta bana poz verir gibi öylece durdu. Belki de bana bilerek poz verdi. “Şimdiye kadar bir sincabın resmini çekemedin, al sana bol bol resmimi çek.” der gibi durdu başı ileri uzanmış halde. Kahverengiye çalan krem renkli kürkü, minik gözleri ve etrafı dinleyen kulakları. Harika bir anı yaşadım.

Bisiklet böyle bir araç işte, bir çok şeyi görebilirsiniz, yaşarsınız, duyarsınız. Doğal ortamına ayak uydurarak çok yavaş hareket edebilirsiniz. Bunlardan birisi sincap olabilir. Ya da başka bir hayvan. Yolda böyle şeyleri gördüğüm için çok şanslı hissediyorum kendimi. Karşıda gördüğüm mezarlarda yatan ölülerin yanına gitmeden hayatı yaşamaya çalışıyorum.

Sincabın resmini çektiğim yer mezarlık. Kimisi mermerden yapılmış, kimisi sadece bir taş konmuş mezarlık dağınık biçimde. Kocaman bir çam gövdesi, yanında yan yatmış briket yerde duruyor. Sincap ise zeytin ağacında baş aşağı durmuş bana bakıyor. Yer daha çok çam yaprakları ile kaplı.

Fethiye’ye yaklaşıyoruz, bu gece Fethiye’de kalacaktık. O yüzden daha önce arkadaşımı aramıştım bu gece kalabilir miyiz diye. O da elbette kalabilirsiniz deyince aheste çekiyorum kürekleri. Yarın hafta sonu başlıyor, yani Cumartesi Pazar. Merve Cem ile telefonda konuşmuş hafta sonu Köyceğiz de beraber kalalım diye. Cem de bu teklifi bana söyledi ne yapalım. Ben de neden olmasın olabilir deyince Köyceğiz de kalmaya karar verdik. Merve okulda işi bitince yola arabası ile çıkıp bizi Fethiye civarında alacak. Hal böyle olup planlar değişince arkadaşı arayıp gelemeyeceğimizi bildirdim. Böylece yola devam ettik, akşam oldu ve hava kararınca Fethiye tabelasını gördük. Yol geniş, emniyet şeridinden gidiyoruz gecenin karanlığında. Tabelada Fethiye Nüfus : 151000 yazıyor, altında ise Çamköy den çıktığımızı belirtir kırmızı çapraz şerit çekilmiş tabelada.

Cem fazla gitmeyelim bu karanlıkta diyerek karşımıza çıkan ilk benzin istasyonunda durduk. Burada tuvalet ihtiyacımızı ve akşam yemeğimizi hallediyoruz Merve’yi beklerken. Biz yemek işini de hallettikten sonra Merve gelesiye kadar benzinci ile sohbet ettik kahvelerimizi içerken. Saat akşam dokuza doğru Merve yanımıza geldi. Sanki yıllardır birbirimizi görmemiş gibi hasretle kucaklaştık. Oysa dün sabah vedalaşmıştık Merve ile. Arkadaşlık böyle işte, ne yapalım. Merve gelir gelmez resmini çekiyorum gecenin karanlığında. Arkasında arabası ve kendi bisikleti askıda. Benzincinin direğinde kuvvetli aydınlatması ortalığı aydınlatıyor sarı ışığı ile.

Bisikletleri arabanın arkasındaki taşıyıcıya dikkatlice bağlıyoruz. Çantaları da arka koltuğa yerleştirdik. Yola çıkmadan önce benzinci arkadaş arabayı, bisikletleri ve üçümüzü çekiyor bir poz.

Yola çıkıyoruz Köyceğiz’e doğru. Gecenin ilerleyen saatlerinde navigasyon haritasına bakarak Köyceğiz’e vardık. Hakan daha önceden haberli olduğu için bizi bekliyordu. Çayı demlemişti biz gelesiye kadar. Çaylarımızı içerek hasret giderdik, sohbet ettik, daha bir yıl önce yaptığımız Eşpedal Ege bisiklet turunun o unutulmaz anılarını andık. Ertesi gün için planlar yapıp rotaları belirledik. Artık yatma zamanı diyerek herkes yatağına uzanıp uykuya daldı. Güzel geçen bir günü düşünerek ne kadar şanslı olduğuma şükrettim.

Yaptığımız yol yaklaşık 67 Kilometre civarı

Aşağıda yaptığımız yolun haritası

Powered by Wikiloc

Suyun Kaynağına Yolculuk Bakırçay 2. Gün

4 Mayıs 2017 Perşembe

Dikili – Zeytindağ – Bergama

(Kör arkadaşlarım için betimleme yapılmıştır)

(Resimlerin bir kısmı Vedat Karakaya ile Ferdi Kızıl’a aittir)

 

Akdeniz yaraşıyor sana

Yıldızlar terler ya sen de terliyorsun

Aynı ıslak pırıltı burun kanatlarında

Hiç dinmiyor motorların gürültüsü

Köpekler havlıyor uzaktan

Demin bir çocuk ağladı

Fatmanım cumbadan çarşaf silkiyor yine

Ali dumdum anasına sövüyor saatlerdir

Denizi tokmaklıyor balıkçılar

Bu sesler işte sessizliğini büyüten toprak

O sesinin sardunyalar gibi konuşkan sessi

Can Yücel

 

Öne çıkan görsel, bisikletim KUZ, arkadaki manzarada Bakırçay deltası.

Henüz alışık olmadığım şekilde, hamakta uyumak hareketleri kısıtlıyor. Çadırda, matın üzerinde yerde yatmaya benzemiyor. Kolayca bir o yana bir bu yana dönemiyorsun. Yüzükoyun yatmanın olanağı yok. Öyle olmasına rağmen yine de hamakta uyumanın zevki başka olduğunu fark ediyorum. Bölük pörçük bir uykuyla sabahı ediyorum. Henüz güneş doğmadan uyandım. Solda bisikletler ağaca dayanmış durumda. İki ağaç arasında mavi renkli hamak gerili. Güneş ilk ışıklarını hamağın üzerinde kendini göstermeye başladı. Sağda yeşil bir çadır fıstık çam ağaçlarının altında.

Herkes aynı zamanda uyandı ve kahvaltı için hazırlıklara başladık. Ben ilk önce sabah kahvesini içiyorum. Sonrasında çaydanlığı ocağa koyup çay demlemeye başladım. Piknik masasının üzerinde naylon poşet içinde tencere, tava. Çuval içinde 1.5 Lt su şişesi, kahve takımı, çay kupası bordo renginde. Ocak kısmı yuvarlak olmuş sac ile kaplı, üzerinde çaydanlık. Ocak kısmı görünmüyor sac rüzgarlık tamamen örtmüş durumda. Çaydanlık çok uzun turlar yaptığı için isli ve vuruklar oluşmuş. Masanın ardında bisikletim turuncu çantaları ile birlikte. Çantaların ağzı açık.

Kahvaltıyı hep birlikte yaptık, artan yiyecekleri çantalara yerleştirip toparlandı her şey ve bisikletlere yüklendi. Hareket etmeden her katılımcı Suyun Kaynağına Yolculuk pankartının önüne bisikletiyle gelerek tek tek resimlerini çekmeye başladım. İlk önce öncümüz ve bu turu birlikte ortaya çıkarıp yaptığımız Şafak Omaç’ın resmini çekiyorum. Pankart ağaçlara dört iple gerili. Şafak Omaç bisikleti yüklü durumda, önde poz veriyor. Kısa pantolonlu, üzerinde Koca Seyit yazılı tişörtü giymiş kısa kollu. Başında gri şapka.

Ardından Cem Tabanlı bisikleti ile poz veriyor. Pankart ortada, Cem pankartın solunda. Cem kimya mühendisi olur kendisi, güzel yemekler yapar. Bu konuda bilgisi ve tecrübesi çok. Vejetaryen olduğu için et yemez, yeni başladı et yememeye. Cem üzerine siyah yağmurluğunu giymiş sabahın serinliğinde üşümesin diye. Altında kısa pantolon var. Başında güneş gözlüğü takılı şapka var.

Merih Balaban poz veriyor kameraya bisikleti ile. Merih’in teknesi var, balık avlamaya çıkıyor. Yani kaptan olur kendisi. Bir gün bizi balığa götüreceğini söyledi. Henüz gidemesek de bir gün mutlaka. Merih’i bu turda daha yeni tanıdım. Üzerinde uzun kollu açık mavi tişört ve kısa pantolon giymiş. Başında turuncu buff var. Bu turuncu buffları Az Bilinen Antik Kentler turunda kullandığımız buflar. Olcay Ormankıran tura katılacaklara verilmek üzere bana verdi. Ben de arkadaşlara dağıttım.

Ferdi Kızıl, nam-ı diğer Ferdimen, o bizim kahramanımız. Birlikte çok maceralarımız olmuştur. Kısa pantolon üzerine mavi uzun kollu tişört giymiş. Başında yeşil renkli buff.

Bahadır Özer, kendisi aşçıdır ama henüz yaptığı yemekleri yemedik. Tam bir vegan olması nedeni ile sürekli aç kalsa da görünüşü zayıf değil. Sessiz, sakin olarak ileride yogi olabilir. Uzun siyah pantolon, üzerine beyaz tişört giymiş. Tişörtte deniz kaplumbağası resmedilmiş.

Musa Yıldız, kendisini uzun süredir tanısam da sadece birlikte kısa, günü birlik bisiklet sürdük. O yüzden fazla ilişkimiz olmadı. Altında kısa tayt ve üzerinde sarı yelek giymiş.

Hünkar Göcekli, bu turda daha yeni tanıştım. Dün yola çıktığımızda gerilerde kalması endişelendirmişti biraz ama bisikletteki sorunu hallettikten sonra endişelerim ortadan kalktı. Bisikletinde yüklü çantaların durumuna bakınca sanırsın ki Dünya turuna çıkmış gibi. Yanında gerekli olan her şey var. Kendisi çok mütevazi, sessiz ve sakin. Uzun kollu mavi elbise ve üzerine sarı yelek giymiş.

Bendeniz Urim Babacan, kısaca urimbaba. Bu turu düzenleyenlerden biriyim Şafak Omaç ile birlikte. Kısa pantolon, üzerimde Suyun Kaynağına Yolculuk logolu tişört var.

Nafiz Sağdur, Antalya’dan katıldı aramıza, Salda bisiklet festivalinde tanışamasak ta Antalya’da sonradan tanıştık ve iyi dost olduk. Antalya bisiklet derneği başkanı olur kendisi. Kısa pantolon ve tişört tamamen siyah renkte.

Vedat Karakaya, Antalya’dan katılıyor. Kendisi ile yeni tanıştım, üzerinde patiska kısa pantolon ve beyaz tişört giymiş.

Antalya’dan katılan Ceyhun Altın, nam-ı diğer şirin baba. Sakalları olsa kafasındaki mavi buff ile tam şirin baba görünümünde. Antalya Perşembe akşamı bisikletçileri yöneticisi ve Antalya bisiklet festival derneği başkanı aynı zamanda. Antalya’da bisiklet festivali düzenliyor her yıl. Çok uzun süredir tanışıyoruz Ceyhun ile. Suyun Kaynağına Yolculuk turunu duyunca Antalya’dan 6 kişi katılacağını bildirmişti. 2 Kişi katılmaktan vaz geçince 4 kişi şu an aramızda. Kısa pantolon ve kocaman yüzlü bir adam resmi çizilmiş tişörtü giymiş üzerine. Elinde Şafak tarafından yaptırılan küçük Tabelamızı tutuyor.

Mehmet Ali Akyüz, o da Antalya’dan katılıyor. Uzun süredir tanıyorum ve bir kaç festivalde beraber bisiklet sürdük. Antalya’da bisiklet festivali düzenleyenlerden birisi. Altında kısa tayt, üzerinde alt kısmı renkli festival tişörtü giymiş.

Çağdaş Lale, kendisini yeni tanısam da babasını tanıyorum. Altında kısa tayt, üzerinde usun kollu sarı rüzgarlık giymiş.

Herkesin tek tek resmini çektikten sonra bu turu beraber düzenleyip hayata geçirdiğimiz Şafak Omaç ile birlikte pankartın önünde resim çekildik. Şafak solda ben sağda, pankart ortamızda kalacak şekilde. Yanımızda bisikletler olmadan.

En son olarak hep birlikte pankartın önünde 13 kişi resim çekildik. Cep telefonumu bisikletim üzerinde olan telefon tutucuya takıp uzaktan kumanda ile oturduğum yerden çekiyorum. Artık zaman ayarlamaya gerek yok, anında istediğin kadar resim çekme olanağım var artık. Pankart ortada, üç kişi solda, iki kişi sağda. Sekiz kişi de yere oturarak resim çekiliyoruz. Toplam 13 kişiyiz.

Resim çekilme bittikten sonra yola çıkma zamanı diyerek Bakırçay nehrinin döküldüğü yere doğru gitmeye başladık. Doğu tarafından Çandarlı yarımadasına vuran Güneşin ışıkları ile yüksekten çekiyorum deniz ile birlikte. Önümde birkaç ağaç, solda küçük bir ada var.

Çandarlı’nın doğu tarafında olan Bakırçay nehrini denize kavuştuğu deltaya doğru toprak yolda gidiyoruz. Bisikletim KUZ park edilmiş durumda, biraz yüksekte olarak Bakırçay nehrinin eski yatağı olan geniş azmak manzarası ile birlikte resim çekiyorum. Solda bisikletliler durmuş toprak yoldan inmeye çalışıyorlar. Bu resmi öne çıkan görsel olarak seçiyorum.

Eskiden nehir ağzı olan azmak ve dik inen taşlı yolda elde bisikletler yürüyerek inen bisikletliler. Azmağın ortasında küçük bir adacık ve  azmağı boydan boya kesen toprak yol görünüyor. Toprak yolun ortasından adacığa doğru giden J biçiminde çıkıntı var.

Karşıda görünen yarımada biçiminde oluşmuş kara parçası ve düzlük olan yerin adı Kocaçayır. Hani Türkü ustası sanatçı Neşet Ertaş türkülerinden “Kesik çayır biçilir mi” türküsünü bilirsiniz ya işte buradaki yere uyarlanmış hali “Kocaçayır ekilir mi” olarak söylenebilir. Nedeni ise denizin tuzundan henüz tarıma elverişli değil. Azmak ağzı deniz ile buluştuğu yerin olduğu yerin resmini çekiyorum. Solda kara parçası, küçük yarımada ve deniz. Önümde yamaç aşağıya doğru meyilli. Denizin azgın dalgaları zamanla nehirden gelen toprakları set biçiminde oluşturmuş. Deniz kıyısına paralel olan toprak parçası giderek büyümekte zamanla. Nehir toprak getirdikçe denizi dolduracak ve bereketli ova oluşturacak.

Deniz seviyesine, nehrin kıyısına indik. Azmak ağzında toprak dökülerek oluşturulan düz yol köprü görevi görüyor bir biçimde. Toprak yolun altına belirli yerlere künkler konularak deniz ile bağlantısını sağlıyor. Tüm katılımcılar önümdeki toprak yolda gidiyor. Karşı tarafa geçeceğiz. Sağda demir borudan yapılmış çardak var.

Nehrin deniz ile birleştiği yere yakın durup biraz toprak alıyorum. İnsan eli ile kirlenen nehirlerimizin temiz akması için sembol olarak aldığım bu kirli toprağı Suyun Kaynağına kadar taşıyıp orada akan suya dökeceğim. İçimdeki bir umutla insanlar yaptığı kirliliği farkına varıp nehrin temiz akmasını sağlarız belki. Suya döktüğüm kirli toprak tekrar denize kavuştuğunda temiz akması için mücadele edeceğiz insanlara anlatarak. Temiz bir gelecek bırakmalıyız çocuklarımıza.

Yerde eğilmiş avucumla toprağı poşete doldururken.

Ben toprak alırken beni çeken Ferdimen’i çekiyor Cem Tabanlı benim cep telefonu ile.

Toprağı alıp çantama yerleştirdikten sonra tüm katılımcılara birer kahve yapıyorum. Toplam 13 kişiyiz, üç kez dörtlü cezve ve bir tek fincanlık kahve yaparak içtik sırayla. Ben yerde bağdaş kurup kahve yaparken pankartımız ile birlikte 13 kişi resim çekiliyoruz Vedat Karakaya’nın tripodun kamerasında.

Toprağımızı aldık ve Suyun Kaynağına Yolculuk resmen başlamış oldu. Şimdi tam olarak nehrin ağzını boydan boya geçen toprak yol yolun başındayım. Buradan bir resim çekiyorum. Burası daha dar ve toprak yol köprü olarak kullanılıyor. Yolun altında burada da künk konularak nehrin suları denize kavuşuyor. Resimde yolun altındaki künklerden akan su görünüyor.

Nehir solda, ona paralel yukarıya doğru toprak yolda gidiyoruz. Burada oluşan bitki örtüsü genellikle her nehir yatağında oluşan Ilgın çalıları henüz çiçek açmış. Çiçeklerle kaplı olan dallar bej rengine bürümüş Ilgınları.

Yolda benim gibi evi sırtında gezen yoldaşım ile karşılaştım. Kara kaplumbağası boz rengi ile ortama ayak uydurmuş. Kaplumbağa ile bisikletim KUZ’un resmini çekiyorum birlikte. Benim evim de bagajda yüklü turuncu çantalarımın içinde. Çantamın üzerinde Güneş panelini bağlayıp boşalan güç pilini dolduruyorum. Çantamın arkasına oturma matı bağlı. Alüminyum kaplı tarafı dışta kalacak şekilde sürücülerin dikkatini çekmesi için. Kaplumbağa toprak yolun tam ortasında durmuş, korkudan başı ve ayakları içeride.

Bergama krallığı, ardından Roma dönemi, önemli kent, altın ve zenginlik. Zenginlik ve önemli komutanlar olunca mezarları da öyle basit olmuyor. Hani ölen birisinin arkasından “Toprağın bol olsun” derler ya işte zengin krallar, komutanlar ölünce gömüldüğü yere herkes toprak getirerek büyük bir yığın oluştururlarmış. Bir de toprağı getiren zenginliğini belirtmek için bir avuç değil de arabalarla toprak getirip mezarın üstüne dökerek caka satarlarmış. Şimdiki zamanda zenginlerin düğününde takı takarlarken birbirleriyle yarışırlar ya kilolarca altın takarak. Kral yada zengin birine yalakalık yapmak için ne kadar çok toprak dökerse o kadar kral ailesinin gözüne girerlermiş. Bakırçay havzasında, Bergama ovası böyle toprak yığını tepeler görmek olası. Bir çok yere toprak yığını tepeler görebiliriz. Örneğin Sardes yakınlarında bir çok tümülüs var. Bir de en muhteşem tümülüs ise Nemrut dağında bulunmaktadır. Toros dağları, Adıyaman sınırları içinde olan Nemrut dağının zirvesinde Kommagene Kralı I. Antiochos’un tanrılara ve atalarına minnettarlığını göstermek için yaptırdığı mezarı. Tümülüs mezar topraktan değil de yumruk kadar taşlardan 150 metre yükseklikte üçgen prizma şeklinde yapılmıştır. Diğer toprak tümülüsler mezar soyguncuları tarafından şimdiye kadar soyulmuştur ama Nemrut dağındaki Kommanege kralının mezarına hala ulaşılamamıştır. Mısırdaki piramitler de tümülüs benzer şekilde ama taş bloklardan devasa mezar yaptırmış Firavunlar. Firavun kendisini tanrı olarak halkına taptırdığı için kendini mumyalayıp piramit yaptırarak gücünü gösterse de tanrı değil de ölümlü olduğu apaçık meydanda. Tanrı ölür mü? ölmez. İnsanlar ölür. Anlayacağınız her yerde mezarlar aynı.

Karşımda ovada 30 – 40 metre civarı yükseklikte bir toprak tümülüs görünmekte.

Bakırçay havzası binlerce yıldır doğal erozyon sonucu bereketli ovaya dönüşmüş. Sanayi devriminden sonra gelişen teknoloji ülkemize geç girse de 50 yada 60 yıldır Bakırçay nehri kirlenmekte ve havzadaki bereketli tarlalar bu kirlilikten nasibini almakta. Uçsuz bucaksız ekin tarlası yemyeşil ve plastik siyah borular belli yerlere döşenmiş sulama yapmak için. Önümde telefon direği ve telleri. Direkte tabela beyaza boyalı olarak takılmış ama yazı yazılı değil.

Yol kıyılarındaki tarlalar sürülünce toprağa karışan gelinciklerin bir kısmı yol kıyısında kırmızı gelinliklerini giymiş baharı kutluyor.

Baharın müjdecilerinden biri de kelebekler. Onlar da kısacık yaşamlarında bahar danslarını yapıp yumurtalarını doğaya, geleceğe bıraktıktan sonra gücü tükenince kendilerini yere bırakarak yaşamları bitiyor. Gelecekten endişe duymadan huzurlu biçimde yatıyor asfaltta. Yumurtalarından tırtıllar çıkıp yapraklarla beslenip olgunlaşınca ördüğü koza içinde başkalaşıp kelebeğe dönüşüyor. Başkalaşan kelebek artık yeme içme olaylarına girmiyor. Başkalaşmış yapısı buna uygun değil. Olan enerjisi üremeye yetecek kadar. Bu güzellikleri doğada görmek çok güzel. Yaşam ve ölüm birbirini tamamlıyor.

Yerde artık gücü tükenmiş sarı kelebek asfaltta yatıyor. Siyah desenleri de gövde ve kanatlarına yayılmış.

Ana yol kavşağına çıkıp karşı yola, Zeytindağ yoluna geçiş yapıp tırmanışa başladık. Düz yoldan dik yokuşa gelmek bizi zorlasa da artık çıkacağız. Aslında Zeytindağ Bakırçay nehrinin biraz dışında ve yüksek bir konumda. Ama buraya çıkmamızın iki nedeni var. Birincisi Zeytindağ Bakırçay havzasından yararlanıyor. Köylülerin tarlaları ovada var. Ayrıca yamaçlarda da zeytinlikler. İsminden anlaşılacağı gibi zeytincilikle uğraşı var. Nehrin kirlenmesinde payları var az da olsa. İkincisi günlük alışverişi yapmamız gerek. Zeytindağ büyük bir kasaba. Olanaklar ve ucuz alışveriş yerleri var.

Kasabanın girişinde çeşme görünce durup sularımı tazeliyorum. Bisikletim KUZ ile çeşmenin resmini çekiyorum. Çeşmenin arkası evin bahçesi ve meyve ağaçları. Sokak Arnavut kaldırımı taşları ile döşeli. Solda yangın borusu yerden çıkmış bir metre civarı. Ucunda yangın vanası var.

Zeytindağ içinde bir kahvede mola veriyoruz. Zeytindağ da iki kişi daha aramıza katıldı. Bunlardan birisi Figen Gülgör ve Nursal Beşün. Figen’i yıllardır tanıyorum ama Nursal ile yeni tanıştım. Burada hem biraz dinlenip çay, soda ile takviye yaptık hem de kahvedeki insanlarla sohbet ettik. Bisiklet turunun amacını kasabalılarla paylaşıyoruz. Onlar da gençliklerinde Bakırçay’dan balık tutup yediklerini anlatıyorlar. O zamanlarda yaz aylarında yüzüp serinlediklerinden bahsettiler. Bakırçay temiz akıyormuş bir zamanlar. Şimdi kokudan yanına bile yaklaşamadıklarını söylüyorlar. Şafak insan eliyle yapılan erozyon ve kirlilikle ilgili bastırdığı bildiriyi kahvedeki insanlara veriyor. Nehirlerimiz kirlenmesin ve temiz akması sizin elinizde diyerek. Marketten alışverişi yaptıktan sonra hep birlikte yola çıkıyoruz.

Solda bahçe tel çit ile çevrili. Asfalt yolda giden bisikletliler. Yolun kıyısında elektrik direkleri ve telleri. Elektrik telleri alçak gerilim dağıtıyor evlere.

Yolda köylerden geçiyoruz, bunlardan birisi Bozyerler köyü. Civardaki köylerin bir kısmı Boz ile başlıyor. Bozyerlere hoşgeldiniz tabelası bizi karşıladı köyün girişinde. Telefon direği ve kablosu köye gidiyor. Köyün elektriğini sağlayan orta gerilim hattı son direkteki trafo ile besleniyor elektrik ile. Solda ağaç kümesi, ağaçların arkasında köyün camisinin minaresinin sivri kısmı görünmekte.

Bozyerler köyünden sonra resim çekmediğimden Ferdi Kızıl, nam-ı diğer kahramanımız Ferdimen’in resimlerini kullandım.

Daha çok Ferdimenle birlikte hareket ettiğimizden birbirimizden pek ayrılmadık bisiklet sürerken. Ferdimen bir sanatçı ve güzel fikirleri, enstantaneleri çok iyi görüyor. İşte bunlardan biri. Benim gelmemi beklerken bisikletin aynasından benim resmimi çekiyor.

Arkadaşlar Bozyerler köyünde mola vermişler. Ben de göye gelince aralarına katıldım. Çam ağacı gölgesinde kalan kahvenin sundurmasında oturup çay, soda, ayran içerek bir şeyler atıştırıyoruz enerji toplamak için.

Moladan sonra Şafak’ın daha önceden bildiği dere kenarında piknik yapılan bir yere götürdü. Burası biraz çukurda kalıyor ama çam ağaçlarının altı gölge ve akan küçük çayın güzelliği ömre bedel. Bu çay daha ileride Bakırçay’a karışıyor. Burada sanayi olmadığı için su tertemiz akıyor. Bakırçay’ın kirli sularına karışması bizi üzmekte. Daha önce ateş yakılmış taşların arasında çoban ateşi yakıyor arkadaşlar. Burada öğle yemeğimizi pişirip yiyoruz. Kimisi yerde oturmuş, kimisi ayakta dineliyor. Antalyalı grubun katlanır sandalyeleri var. Onlar keyfine düşkünler. Katlanır bez sandalyede oturuyorlar. Ben ise yere uzanmış olarak dinleniyorum yemeğin üzerine. Ateş ocağından duman tütüyor.

Yemek için indiğimiz yerden tekrar yokuş çıkarken biraz zorlandım. Yemeğin üstüne yokuş çıkmak zor oldu benim için. O yüzden geride kaldım iyice. Ben geride kalınca arkadaşlar merak edip beklemişler beni yol kıyısında, gölgelik bir yerde. Onları beklerken buluyorum.

Düzlüğe inince Bozköy de kahvede yine mola verdik. Buradan sonra ana yola çıkacağız. Köyün meydanı, sağda kahve, kırmızı tentesini açmış gölge yapıyor. Birkaç bisikletli tentenin gölgesinde dinlenirken karşıda dut ağaçları gölgesinde diğer arkadaşlar dinleniyor. Meydanın bitiminde, karşıda bir sokak zig zag şeklinde gidiyor. Evler tek katlı, kahvenin yanındaki evin çatısında güneş enerjisi konulmuş. Bedava su ısıtıyorlar.

Molayı bitirip yola çıkıyoruz, yakında olan ana yola çıktık. Burada Bakırçay Nehrini geçiyoruz köprüden. Yol solda, nehir sağda yeşillik içinde.

Ana yoldan devam ederek Bergama’ya ulaştık. Tabelada yazan yazıya göre nüfusu 102.000 olarak belirtilmiş. Yolda giden bisikletçilerden birisinin sır çantası var.

Bergama girişinde olan Kleopatra ılıca tesislerine giriş yapıyoruz. Daha önce tesislere bakan belediye çalışanı ile izini almıştık tesislerde kalmak için. Bize gösterdikleri yere, tenis kortu yanı, duşların dibinde çadırları kuruyoruz. Çantalardaki eşyaları çıkarıp çadırlara koyduktan sonra görevli gelerek bizlere duşları açtı. Yorgunluğumuzu sıcak duş alarak attık, terli giyecekleri de yıkayıp ter kokularından arındırarak kuruması için ipe astık. Yeşil alanda 4 çadır kurulu, çadırlardan biri yeşil renkte, diğerleri mavi ve lacivert renkte. Arkada duş aldığımız bina var.

Duşumuzu alıp çimenlerin üzerine oturup sohbetlere başladık. Cem ve Bahadır çadırların önünde sohbete dalmışlar. Konuştukları konu da yemek üstüne. Çünkü Cem vejetaryen Bahadır Vegan. İkisi de yemeklerde et yemediği için ne yiyeceklerine karar vermeye çalışıyorlar. Arkada tenis kortunun yüksek tel çiti, bir kısmı tamamen kapalı.

Bergamalı bisikletçilerden bir kaç kişi geleceğimizi duymuş. Bulunduğumuz yere gelip buluştuk. Bergama’dan ismini bilip tanıdığım Nejat Simit var. Yanında gelenlerle tanışıp masalara oturarak sohbete başladık. Gelenlerden birisi sazını getirip bizlere saz çalarak türküler söyledi. Türkülerine bira içerek eşlik ettik.

Bergamalı bisikletçi dostlarla poz veriyoruz kameraya.

Bergama belediyesi tesislerinde yemekhanede akşam yemeği yiyoruz, toplam 15 kişi karşılıklı uzun masada oturmuş yemeği bekliyoruz.

Bergamalı bisikletçiler gittikten sonra çadırların önünde oturup bir süre sohbet ediyoruz. Sohbet ederken kahve pişiriyorum arkadaşlara.

Bergamalı arkadaşlarla bir süre saz çalıp türküler söylüyoruz. Bizlere bu tesiste kalmamıza ve akşam yemeği için Bergama belediyesi Unesco biriminde görev alan Bülent hocaya teşekkür ederiz. Bülent hoca aynı zamanda ABAK turunda Akropol ziyaretinde bize rehberlik etmişti. Yemeğin ardından çadırlarımızın yanındaki tenis kortunda akşam maçını izledik. Genç sporculara tezahürat ederek destek olduk maç boyu. Fazla geç olmadan çadırıma girip derin bir uykuya daldım. Bu gün biraz yoruldum sanki.

Bu gün yaptığımız toplam yol 43 Kilometre civarı.

Aşağıda yaptığımız yolun haritası

Powered by Wikiloc