14 Ağustos 2016
(Kör arkadaşlar için betimleme yapılmıştır)
SESSİZ KIYIDA
Şiirle biter bir gün
denizkestaneleri kalır ahtapotlar
fesleğenler camların ardında
umutlar biter bir gün
bir at arabası gölgede
kısrak tayını emzirir
bütün bunları gördüm ben
kısrağı da kahveyi de asmayı da
sen kısa entarinin
anlaşılmasından habersiz
bana bakıyordun
bense yetişilmez hızla
başlanmış geceyi biçiyordum ikiye
baktım denizler bitmiş
kumsal kan içinde
kapılar gıcırtılı
yollar ince yollar çakıllı yollar
cansız parmakları gibi bir ölü elinin
gözümle gördüm bunları
sessiz kıyıda mavi
martı sesleri düşerken üstüme
Oktay Rifat
Öne çıkan görsel, önde kahve fincanları dört tane K. Atatürk imzalı. Arkada kahve değirmeni, ocak üstünde kahve cezvesi, kahve cam kavanoz. Ben ve arkamda göl manzarası.
Merhaba sevgili kahve dostları, Urimbaba’nın kahvesi neredeyse yılın 3. çeyreğini doldurdu Kahve içilirken yapılan muhabbetin hiç bir muhabbete benzemediğini içenler farkına vardıktan sonra İzmir de olduğum sürece hemen hemen her hafta İnciraltı Kent Ormanı, Çakalburnu’nda kahve pişti. Soğuk kış günlerde, yağmurlu günlerde, kimi gün bol rüzgarlı. Her hafta yeni dostların katılımı ile Urimbaba’nın kahvesi iyice tanındı ve facebook grubunda çoğaldı. Kahve içmeye gelenler çam sakızı çoban armağanı bir şeyler getirdi. Daha çok pişmiş kahve çekirdeği getirilenler arasında. Her daim el değirmeninde çekilen kahve kokusu, içlerinde tatlı bir anı bırakıyor. Kimisi hiç el değirmeni görmemiş, kimisi de Anneannesinde en son 30 40 yıl önce çektiğini hatırlıyor.
Urimbaba’nın kahvesi hep aynı yerde, İnciraltı Kent Ormanı, Çakalburnu deniz kıyısında gerçekleşiyor. Kış aylarında Gaziemir den arkadaşım Salih Akbaba kahve etkinliğine geldiğinde bana;
“Gaziemir de bir hafta sonu kahve etkinliği yapalım. İzmir trafiği belli herkes gelemiyor.” dedi, ben de;
“Neden olmasın Pazar günü yapabiliriz.” deyince 24 Ocak 2016 Pazar günü dışarıda ilk kahve etkinliği yaptık. Sevgili Salih bana sürpriz hazırlamış. Atamızın kalpaklı halıya dokunmuş bir portresini hediye ediyor. Hediyeyi verirken çok duygulanmıştım. Bu değerli hediye Urimbaba’nın kahvesinin demir başı olmuştu. Her hafta kahvede bisikletimin üzerine asarak Ulu önder Gazi Mustafa Kemal ATATÜRK yanımızdaydı.
Salih Akbaba Atatürk halısını hediye verirken, Resimde dört kişiyiz.
Derken haftaların birinde sevgili Öğretmenim Bahar Sungu da Atatürk’ün imzalı fincanları ile çıka geldi. Bu da en değerli hediyelerden biri oldu benim için. Artık her hafta Atatürk imzalı fincanlarda kahvemizi içiyoruz. Bahar Elinde Atatürk imzalı fincanı tutarken ikimizi çekiyorlar.
Az Bilinen Antik Kentler Bisiklet Turunda tanıştığım türkü dostu Talat Yalçın da büyük sürpriz yaparak sazlarından birini getirerek hediye etti, artık ne diyeceğimi bilemedim. Hediyelerim ile birlikte hazinem de çoğalıyordu gün geçtikçe. Yürekten verilen bu hediyeler sadece bana değil tüm dostlarıma verildiğine inanıyorum. Arada bir sazın tellerine tıngırdatmak gerek türkülerle. Talat Yalçın sazı verirken.
Soğuk kış günlerinde İzmir’e kar yağmasa da kuzey bölgelere yağan karın soğuğu iliklerime işlese bile uzaklardan, epey uzaklardan gelen, hem de uzun yıllardır gelmeyen Mektup. Okurken içimi ısıtan satırlar. Elbette böyle değerli mektup yerinde okunmalı.
7 Ocak Perşembe
2016
Yaz ! Dedi uzun saçlı adam… Balkanlarda bir yerde
– Bence bir dağ kasabası olmalı orası –
ocağa sürülürken kahve cezvesi….
O zamanlar İzmir’de boyozcular kaynamış yumurtaları kiremit rengine boyarlardı..
Yaz ! Dedi uzun saçlı adam, kalem yoktu o zamanlar ve kağıt da.
Kalemi tutan el de yoktu ve emektar bir bisikletin tekeri altında
Aşkla ezilmemişti daha toprak. Olasılıklar içinde vaatkar ; fakat ham bir meyveydi Dünya…
Yaz ! Dedi uzun saçlı adam, görüyorsun ya, gün doğmadan fabrikanın yollarına düşüyorum.
Balinanın karnına yolculuktu bu. Ömür veriyorum yeniden doğmaya.
Ve makinaların homurtuları arasında,
– ahh Kafka! bir ipek böceği gibi Samsa’ya göre değil bu iş ha! –
hayallerimden örüp duruyorum kozamı. Biliyorsun…
– gerçi yoksun henüz –
Kalemin kağıda değişi yok henüz ve hışırtısıda.
Duyamazsın…
Fakat zihnimde
– noktalı virgülleri hiç de sevmem –
bir çıkrık gibi yolları eğirip duruyor ötelerde, o
– üçüncü tekil şahıs zamiri çok moda şu sıralar oysa ben Umberto Eco demeyi tercih ederdim ona-
olmayan bisikletimin zincir sesi.
Bak gözlerime ! Var ya hani o küf kokan tozlu depodaki bisiklet iskeleti !
O bisiklet iskeletini alacağım ve ince parlak bakır bir tel gibi çekeceğim çocukluğumu geçmişimden, onu kızıla boyamadan önce !
Ve lastiklerine gepegenç bir Balkan türküsü üfleyeceğim, şüphesiz…
Yaz ! Dedi uzun saçlı adam, evden fabrikaya giden o yol var ya, hani sarkacında pir olduğum !
Ötesine geçeceğim o yolun. Bisikletime atlayacak, başımı da
– kırmış saçlarım falan –
rüzgara vereceğim yirmi bilmem kaçıncı vitesin ‘tak tak’ larında !…
Yaz ! Dedi uzun saçlı adam, İzmir tulumu sevdiğimi, taze
Demlenmiş çayı ve kahveyi de elbette unutmayasın !
Ey zâhid ! Sorma aşkabdâlınun râzın helâk eyler seni, bunların esrârı katı kattal olur metinler arasında…
Söylemedi demeyesin !
Bisikletimin gölgesi düşerken sağdan sola
– hapislikmiş diyorlar bu tâbir, tabii ben bebekmişim bilmem…;… zaten de sadece nakış işlemektedir gözüm, zamanım da yok… ama önce dağa kaçan keçileri toplamalıyım –
kamp ocağımın ateşine sürdüğüm kahve cezvesine dost başları usulca eğilir.
O vakit dava, ne hürriyet ne karım ve hatta bir Pazar gün ne de güneşe ilk çıkışım !
Boş geç bre ! Unut gitsin ; fakat ne de severim dost omuz başlarının
– umutla, aşkla, hevesle –
yanyana fincanlar gibi dizilişini… Maviyi sevdiğim kadar. Hani odanın duvarlarını boyadığım ve hani
– dalgacı Mahmut’un adını hep küçük harflerle yazardı o aposttrof da kullanmazdı –
diktiği denizin rengi olan o maviyi !…
Ben .. Hani Oyum.. Kayıp bir kasideyi yeniden üretir gibi
mısralarda, kahve çekirdeklerinden öğüttüğüm eski sevdaları,
Dünyayı tersine kurgulamanın kırılgan değirmeninde. Söylemedi
demeyesin, balıkların kaygan, parlak pullu sırtlarındadır ayaklarım.
Goethe, talihsiz Einstein’in keman dinletisinden çıkıp,
atının başını Hindu şair Kalidasa’nınkiyle yan yana sürerken, onun mırıldanışını
pür dikkat dinlemişti.. Demişti ki Kalidasa, eğer eski yılların
çiçek açmasını ve sonrakilerin meyve vermesini istiyorsan,
beslemenin ve doyurmanın yanında, çekici ve heyecanlandırıcı olanı da iste !
Şakuntala ! Kavur kahveyi !… Rom mu ? Katma içine.
Dururken aşk,
ıIık ve tatlı.
Gök ve yeri tek adla yakalamaya çalış. Ben senin için
buna ‘sür cezveyi ateşe ! ’ diyorum. Ve her şey denmiş oluyor ! şüphesiz…
Goethe böyle mi duymuştu Kalidasa’dan ? Onu bilmem.. Fakat ben böyle
duymuştum Goethe’yi. asırları (a küçük) koşmuş atımın terli sırtında
kırbacımeraktan (birleşik isim) bir çocuğum, ne duyduğumun sırrı sorulmaz
– Sunbati hatta, insanların yüreklerinde fısıldayan şeytanların şerrinden Allah’a sığınmış da cehennem ateşini cezvenin altına sürüyormuş diyorlar şimdilerde, kahveyi sade severmiş –
Ah eski hikayeler! Tıkırdasın fincanlar heybede… Şimdinin müziği bu.
Dostlar yudumlasın aşkla ayılsınlar… “sür kahveyi ateşe ! “
Ey Urimî, mey nûş idüp, umuttur eski gamları,
Komaz kahve hâtır-ı nâzikde infiâl
eminegözdeözgürel
coşansevgilermuhabbetlerhep. (ünlem, üç nokta)
Yukarıdaki mektup gelir gelmez, hemen İnciraltı kent ormanına gelip kahve yaptığım ılgın ağacının dibinde açıp okumaya başladım kahvemi içerken. Sevgili arkadaşım Edebiyatçı Gözde Emine ne de güzel yazmış….
Kahve kokusu yayılmaya başladıktan sonra Batı Ankara Bisiklet Grubu kahvenin tadını önceden almıştı. Sevgili Güzin Arıcı, namı diğer Güzin abla ile beraber hadi kahve etkinliğini Ankara da yapalım diye kararlaştırdık. Neden olmasın ki! Hep resimlerde gördüğüm Ankara’nın nefes alabildiği ODTÜ sınırları içinde olan Eymir gölüne hayran kalmıştım. Mektubu yazanı da görmeli bu arada. Güzin Abla’ya kahve etkinliğini Eymir gölünde yapalım deyince tarihini de belirledikten sonra 28 Ağustos ayının Pazar gününde yapmaya karar verdik. İlerleyen günlerde Güzin Abla’nın 28 Ağustosta başka bir etkinliği çıkınca 14 Ağustos gününe karar kıldık. Facebook ta etkinlik açarak Ankara da bulunan bisiklet dostlarına duyuru yapıldı.
Günler su gibi akıp gitti, Ankara’ya Kamil Koç firmasından biletimi aldım. Kamil Koç şimdiye kadar bisikletçilere sorun çıkarmamıştı. Ben de bisikletle gideceksem uzak yerlere Kamil Koç firmasını tercih ediyorum. Biletimi Cumartesi akşam 11 de aldım. Sabah saat 7 de Ankara’ya varıyor. Dönüş bileti de yine Pazar akşamı saat 11 de Sabah 7 de İzmir deyim. Gidiş – dönüş koltuk numarası aynı 22 numaralı koridor koltuğu. Artık uyku yolda uyuyabildiğim kadar. Zaten otobüste uyumaya alışkınım.
Gün geldi çattı, Cumartesi kahve etkinliğini her zamanki yerde İnciraltı Kent ormanı, Çakalburnunda arkadaşlara kahve pişirdim bol sohbet eşliğinde. Akşam eve varınca bisikletim KUZ’a gerekli eşyaları yükledim. Kahve takımı her zaman çantamda. Sadece LPG kartuşa 2 tüp gaz bastım. Akşamı da duşumu alıp yemeğimi yedikten sonra saat 9 gibi evden çıkıp metro ile Halkapınar’a kadar geldim. Halkapınar dan otobüs garajına kadar (bunaltıcı İzmir akşamlarından eser yoktu) bisiklet sürdüm. O akşam gündoğusu rüzgar serin esiyordu. Serinliğin etkisi terlemeden gitmeme neden oldu. Garaja erken vardım ne olur ne olmaz diye. O akşam da süper kupa maçı vardı BJK ile GS arasında. Maçın son bölümünü seyrettikten sonra perona gelerek bisikletin ön tekerleğini ve çantayı çıkarıp otobüsün gelmesini bekledim bir süre. Otobüs geldi ama bagaja sığmadı bisikletim, anca yan yatırıp altına bagaj çantamı destek yaparak yerleştirebildim. Otobüs koltukları 2 + 1 , fazla yolcu olmayınca bagajda yer vardı. Otobüs saat 11 de hareket edince koltuk arkalarındaki televizyondan maçın uzatmalarını seyrettim. GS bir gol attı, ardından BJK maç berabere sonlanınca penaltılara geldi. BJK daha çok pozisyona girmesine rağmen çok gol kaçırdı. Eh ne yapalım gönlümüz KARA KARTALLAR dan yana olsa da atan galip oluyor. Kara kartallar 3 penaltıyı da atamayınca kupayı GS aldı. Maçın ardından koltuğu yatırarak uyumaya başladım. Yolda sadece tuvalet molası için durduğunda tuvalete gidip işimi hallettikten sonra tekrar yatışa geçtim. Polatlı yakınlarına gelip gözlerimi şöyle bir açınca yerlerin ıslak olduğunu gördüm. Umarım kahve yaparken yağmur yağmaz. Ankara’ya giriş yapıyoruz, yağmur yağmaya başladı. Otobüs garajına gelince yağmur dindi. İndirme peronunda bagajdan bisikletimi indirdikten sonra ön tekerleği takıp iç kısma, bekleme salonuna geçerek beni karşılamaya gelece gönüllüleri beklemeye başladım. Saat sabahın 7:15 i, arkadaşım Cem Koç telefon ile aradı neredesin diye. Garajdayım deyince birazdan orda olurum diyerek telefonu kapattım. Henüz sabah kahvaltısı yapmamıştım. Hazır çorbacının önündeyim, şöyle bir sıcak mercimek çorbası iyi gider. Çorbayı içerken Cem Koç geldi, sarmaş dolaş kucaklaştıktan sonra o da kendine bir çorba ısmarlayıp beraber çorbamızı içmeye başladık. Cem Koç ile Büyük taarruz bisiklet turunda tanışıp dost olmuştuk. Daha sonra Suyun kaynağına yolculuk turuna da gelerek güzel ekinlikte beraberdik.
Çorbalar bittikten sonra üstüne birer çay da iyi gitti doğrusu. Çayı içerken beni karşılamaya gelecek olan Batı Ankara bisikletçilerinde gönüllü grupta olan Volkan Keleş aradı. Yerimi bildirdikten bir süre sonra yanımıza geldiler. Selamlaşıp tanıştıktan sonra dışarıya çıkıp bir resim çekilelim diyerek ilk önce Cem ile çekildim. Bisikletler önde biz arkada.
Karşılamacılar ile bir resim çekiliyoruz hep beraber. Bizi çeken Volkan Keleş, diğerleri de Yılmaz Eke, Önder Özçelik, Gürbüz Keleş.
Zaman geçirmeden yola çıkıyoruz. İlk defa Ankara da bisiklete binmenin heyecanı içindeyim. Yol 4 şeritli olmasına rağmen trafik yoğun, araç gürültüleri rahatsız etmeye başladı. Ankaralı sürücülerin biraz kaba olduklarını duymuştum. Umarım bize denk gelmez. Yolun sağındaki emniyet şeridinde gidiyoruz. Önümde üç kişi var.
Ankara taşra kasabası, başkent olunca bürokratlar ve göç nedeniyle Türkiye’nin İstanbul dan sonra ikinci büyük şehri. O yüzden tarihi eser yok geçmişten kalan. İstanbul da tarihi dokuyu bozan gökdelenler Ankara da sadece göğü delmekte. O yüzden pek bir şey kaybetmese de gökyüzü küçülüyor. Elçek ile kendimi ve arkadaki arkadaşları çekiyorum.
Ankara’nın tarihi eksikliği olsa gerek bu boşluğu doldurmak için şehrin 5 girişine de devasa kapılar yapılmış. Geçmiş tarihi eskiye dayanan şehirlere yapılan zafer takları benzeri olmuş ama betonarme! Tarih kokmuyor anlayacağınız. Eğer ayırt edebiliyorsanız beton kokuyor… Tak altında iki yönlü, dörder şeritli yol.
Volkan Keleş Batı Ankara grubunun fotoğrafçısı. Üst geçide çıkıp resimlerimizi çekiyor optik zoomlu kamerası ile. Resimde iki kişiyiz.
Gittiğimiz yol büyük tartışmalara neden olan, eylemlerin yapıldığı ve bir gecede kimsenin haberi olmadan kalleşçe ormanı yok edip açılan yol. Oldu bitti ile açılışını şatafatlı yapan yetkililer sanki büyük bir iş yapmış gibi övünüyorlar. 4 gidiş 4 dönüş toplam 8 şeritten yapıldığına göre ileride daha çok araba trafiğe çıkacak demektir. Sadece otomobil için üretilen politikaların sonucu yolun geçtiği ODTÜ ormanının zamanla yok olmasına neden olacağı kuşkusuz. Oysa otoyol yerine bisiklet yolu yapılsaydı bir çok yaşam ormanda yaşamını sürdürebilir. Yazık ki çok yazık.
Neredeyse 1200 metrelik rakıma ulaştıktan sonra inişe geçmeden önce rüzgarlıkları giymek gerektiğinden hemen giyiyorum. Eğim fazla olmasa da 8 Kilometre tırmanış epey terletti. İnişte rüzgar ter ile buluşmamalı. Çıkış uzun sürse de iniş kısa ve çabuk oldu. Ankara’nın Gölbaşı ilçesine girdik. Tabelada Gölbaşı, Nüfus: 123000 yazılmış.
Ben ve Cem sabah çorbaları içtik ama diğer arkadaşlar henüz kahvaltı yapmamışlardı. O yüzden marketten kahvaltılık bir şeyler aldılar. Yoldan geçen birine resmimizi de çektiriyoruz. Toplam altı kişiyiz.
İstinat duvarı Gölbaşı ilçesinde olduğumuzu belirtiyor. Bisikletim KUZ park etmiş.
Gölbaşı Mogan gölü az üstünde Eymir gölü ile İmrahor deresinden besleniyor. Gölbaşı girişinden sola, Eymir gölüne sapıyoruz. Göle belli saatlerin dışında, gündüz araç girişi yok. Sadece belediye otobüsleri servis yapıyor buraya gidip gelenleri ve yorulanları.
Ankara’nın betonarme devasa binalarından kurtulduk. Yemyeşil Cennete geldik sanki. Orman içindeyiz, yol sağa dönemeçli.
Burada nefes alışımız değişiyor, yürüyüş yapanlar, koşu yapanlar, bisiklet sürenler sürekli gidip gelmekte. Buraya gelmek için uzun bir yol yapmak gerektiğinden arabası ile bisikletini getirip dışarı park ettikten sonra bisikleti ile gölün harika manzarası eşliğinde etrafını dolaşıyorlar. Gölün etrafı 10 Kilometre. Bisikletlerin çoğunluğu katlanır olması arabanın bagajında rahat getirmelerine sağlıyor. Yol sola dönüyor çam ormanı içinde.
Girişte göl pek görünmüyor, ilk gördüğüm yerde KUZ ile bir göl manzarasını çekmem gerek. Ve çekiyorum.
Kahve etkinliğini yapacağımız alana geldik. Bisikleti sehpasına park edip yerleştikten sonra kürekçilerin sabah antrenmanından bir görüntü yakalıyorum. Kürek çekmeyi severim, çekenlerin de resmini çekmeyi. İşte doğayı, manzarayı ve çevreyi bozan etkenler ağır adımlarla Eymir gölüne doğru adımlarını atmaya başlamış. Şimdilik dağın ardında 6 tane binanın betonarme tepesi gözüküyor. İleriki yıllarda durumun daha da vahimleşeceğine inanıyorum. İnsanoğlunun para kazanma hırsı kendini yok etmeye yol açacaktır. İnsanların stresli geçen yoğun çalışma temposundan kurtulmak için doğada huzur bulmaya çalışması böyle görüntü kirliliğinde ne olacak. Huzura erecek mi? stresini atacak mı? Zaten betonarmelerde hayatı geçiyor. Bu gölün güzelliğini bozan manzara hiç hoşuma gitmedi. Bisikletin kadro üçgeni içinde göl, tepe ve tepede görünen beton binalar.
Çam ağaçları kalem gibi düzgün ve sık dikilmiş.
“Bir ağaç gibi hür ve orman gibi kardeşçesine”
Arkadaşlar kahvaltı hazırlıklarına başladı bile. Getirdikleri ocakla çay demliyorlar. Bisikletler beton platformda park etmiş.
Göl kıyısında kurumuş söğüt ağacı dibinden kesilmiş, kökü kurumamış yeniden sürgün vermeye başlamış. İşte doğanın yaşam savaşı her zaman yaşamı devam ettirme üzerine.
Yoldan sürekli bisikletliler geçmekte. Herkes kendine göre sporunu yapıyor.
Çay demlenirken etrafta bir kaç resim çektikten sonra kahve takımlarımı çıkarıp hazır hale getiriyorum. Batı Ankara grubu gelmeden ilk kahveyi hali hazırda bulunanlara yapıyorum. Fincanlar, kahve bakır cezvede pişiyor. Cam kavanozda kahve çekirdekleri ve kahve değirmeni.
Tabelamı da bisikletin gidonuna astım, kahvenin adı belli olsun değil mi? Tabelada Urim Baba’nın kahvesi, maksat muhabbet ve bağdaş kurmuş olarak kahve taptığım resim basılı.
Bakalım Eymir gölünün kıyısında kahvenin tadı nasıl olacak. Hem kahve taze olmalı değil mi. Kahve değirmenine çekirdek doldurup ilk hareketi verdikten sonra arkadaşlara çekmeleri için veriyorum. Onlar da hiç görmemiş kahve değirmeni, merakla hangi yöne çevireceklerini bilmeden eline alıyorlar. Basit olan el değirmeni sadece saat yönünde kolu çevirmelisiniz diyerek kahve çekilmeye başlandı. Daha önce buralarda kahve pişmiştir, buna eminim ama orman ve göl ilk defa kahve çekirdeğinin ezilmesinden ortaya çıkan kahvenin nefis aroması ortalığa yayılıyor.
Aaa bir baktık bizim Apo. Abdurrahman Yurduseven çıka geldi. Her yıl Az bilinen antik kentler turuna katılır, uzun süredir tanışırız. Hoş geldin beş gittin sarmaş dolaş kucaklaştık. Tanıdık biri olunca başka oluyor karşılaşmalar.
Çekilen taze kahve ile ilk kahve cezvesi ocağa sürüldü. Önde K. Atatürk imzalı dört fincan, kahve değirmeni, ocak üstünde bakır cezve, cam kavanoz ve ben. Arkada göl manzarası. Bu resmi öne çıkan görsel olarak seçiyorum.
Pişen kahve kokusu ve bol köpüğü taşmadan fincanlara bölündü el yordamıyla eşit olarak.
Bakır cezveden köpükler fincana dökülüyor titreyerek.
İlk kahvelerimizi höpürdeterek içtik afiyetle. Fincanlar yıkanıp hazır hale geldi. Nihayet Batı Ankara Bisikletçileri yoldan gelirken görüldü. Hemen cep telefonumu çıkarıp önde gelen Güzin ablayı çekiyorum.
Ardından diğerleri Güzin ablanın peşinden geldiler.
Bisikletim KUZ, Atatürk halı portrem ve Urimbaba’nın kahve tabelası hazır. Beklediklerimiz de geldi nasıl olsa. Şimdi kahve pişirme zamanı, sürüyorum cezveyi ocağa. Kahve kokusu ile tatlı sohbetler başlıyor. İlk önce tek tek tanışıyorum arkadaşlarla. Hepsi de güler yüzlü güzel insanlar. Sohbetle kaynaşmaya başladık bile. Çoğu önceden beni tanıyordu, kahvemin ününü de duymuşlar. Merakla kahvenin nasıl piştiğini gözlemliyorlar. Volkan Keleş bisikletim KUZ’u Atatürk portresiyle çekiyor göl manzarasıyla.
Hazır resim çekilecek ortam bulunca sırasıyla resim çekilmeye başlıyor arkadaşlar. Bu resimleri Volkan Keleş çekiyor.
Genç bir arkadaş çekiliyor.
Diğer bir arkadaş çekiliyor.
Başka bir arkadaş zafer işareti yaparken çekiliyor.
Bir arkadaş iki elini yana açmış, baş parmakları yukarıda.
Genç bir arkadaş, arkada göl manzarası ile poz veriyor.
Kahve sürekli pişmeye başladı ardı sıra. Bir yandan da değirmende taze kahve çekildi. Uyum içinde birbirini takip ederek sıcak sohbetin artığı saatlerdeyiz. Değirmen, kahve kavanozu ve ocakta pişen kahve.
Herkesin merakı değirmende kahve nasıl çekiliyor. Ben de uzun süredir, bekli de hayatında hiç değirmende kahve çekmemişlere bu fırsatı sunuyorum. Hem merakını gideriyor hem de kendi çektiği kahvenin tadı nasıl olacak diye sabırla bekliyor.
Bir arkadaş göl kıyısında dibinden kesilmiş söğüt ağacının kütüğüne oturmuş kahve değirmenini çekiyor.
Şimdi kahvenin köpüğünü gören ne yapmalı. Tam da taşmak üzere, bol köpüklü, mis kokulu.
Kahve taşmadan fincanlara köpükleri eşit olarak dağılıyor. Bakır cezve beş kişilik olunca beş fincanda kahve yapıyorum. Kalabalıkta böyle oluyor.
Ve mutlu son, Elinde kahve fincanı, yüzünde gülümsemesi bana yetiyor. Bir fincanın 40 yıl hatırına bakmam bile, bir tutam gülümseme, bir hoş sohbet yeter bana. Gerisi fasa fiso.
Gözlüklü bir arkadaş kahve fincanını heyecanla elinde tutuyor.
Bir arkadaş fincanını dudaklarına götürmüş keyifle içiyor.
Saçı sakalı iyice kırçıllaşmış arkadaş, elinde kahve fincanı ile poz veriyor.
Güneş görünmese de Güneş gözlüğünü çıkarmadan kahvesini içiyor.
Herkes sırasını bekliyor sabırla Güzin ablanın beklediği gibi. Küpeleri pek te güzelmiş, yan yana üç küpe. Üçü de değişik.
Eh Güzin ablanın küpesi olur da benim neden olmasın? Başımda kırmızı buff, sol kulağımda küpe.
Kahveler içildi, sıra birlikte bir resim çekilmede. Benim etrafımda toplaşıp poz veriyoruz, fotoğrafçımız Volkan Keleş’e. Batı Ankara Bisiklet topluluğunun misafirseverliği. On Numara Beş Yıldız. Resimde 27 kişi var.
Gölet olur da su kuşları olmaz mı, Kara Meke kuşu gölün verdiği bereketten karnını doyurmaya çalışıyor.
Sadece kuşlar değil, doğal olmayan koşullarda insanların piknikten arta kalan besinlerle karnını doyuran köpekler de var. Anası uyuyor ama yavrunun pek uykuya ihtiyacı yok anlaşılan.
Bisikletçi komutan da hazır Ata’nın portresini bulmuş mutlu bir poz vermiş gülümsemesiyle.
Sonunda Mektup‘ un sahibi çıkageldi, tatlı kız hiç te boş gelmez. Oktay Rifat’ın bir şiir kitabı ve şiirleri okurken dinleyebileceğim enstrümantal müzik CD’si. Çam sakızı çoban armağanı bir tutam taze çekilmiş kahve. Ben ise sadece İzmir’e ait Boyoz böreği takdim ediyorum.
Hazır gelmiş hemen eline değirmeni tutturuyorum. Biraz çekmeli içeceği kahveyi. Getirdiğim boyozları arkadaşlarla paylaşıyoruz.
Bir yılı aşkın görüşememiştik, özlemişiz birbirimizi. Gözde Emine Özgürel ile birlikte poz veriyoruz kameraya.
Kahve çekildikten sonra cezveyi hemen ocağa sürüyorum. Gelen misafirim fazla beklememeli, özlemiştir kahvemi.
Gözde kahvesini içerken benimle birlikte Atatürk imzalı fincanı da kareye almış çaktırmadan.
Herkes kahvesini içmesi öğleyi buldu, karnımız da acıktı. Balık ekmek siparişleri alınıp yaptırmaya gittiler. Ben de bu sırada çevreyi ve gölü resim çekerek dolaşmaya başladım. Hep otur otur ayaklarım uyuştu. Biraz hareket etmeli. Bisikletim KUZ ve arkadaşları çekiyorum ormanla birlikte.
Göl kıyısı, kimi ağaçlar dibinden kesilmiş. Büyük olasılıkla söğüt ağacı ömrünü tamamlayıp çürümüş olmalı. Zaten söğüt ağaçlarının ömrü fazla olmaz. Suyun dibinde yetiştiğinden çürüyor.
Balık ekmekler geldi, yemeğe başladık afiyetle. Burada yiyecek arayan sadece su kuşları, köpekler yokmuş. Sarı arılarda balık kokusunu duyunca hemen yediğim ekmekten otlanmaya başladılar. Ustaca bir parça koparıp gidiyor, ardından tekrar gelip bir parça daha. Ben de arada arıların olmadığı zamanda bir ısırık alıp yiyorum. Tabi ki de ısırırken arının olmamasına dikkat ediyorum, yoksa arı ile ısırırsam damak şişlenir arı tarafından. Bu aklıma henüz Kosova da iken başıma gelen bir olayı anımsattı.
“Yaz günlerinde ara öğün için evden bir dilim ekmek alarak üzerini şeker ile kaplıyoruz. Çeşmeyi sadece damla damla akacak şekilde ayarlayıp şekerin ıslanmasını sağladıktan sonra afiyetle yemeğe başlardık. İşte böyle bir dilimi yerken sarı arının bir tanesi şekerli dilimin üzerine konmuş Tabi ki ben farkına varmadan ısırınca ağzımın içinde kalan arı hemen üst damağımı şişledi. Bende feryat figan ağlama sızlama. Arıya karşı alerjim olmadığından atlatmışım, yoksa arı sokması bazen tehlikeli olabilir. Hele damaktan sokulursan…”
Aaaaa o da ne, serçeler çekinmeden dibimizdeki ekmek kırıntılarını alıp pııırrrr diye uçup gidiyor.
Yemeğin üstüne birer kahve gider deyip tekrar isteyenlere kahve pişirdim. Kahvenin tadına doyulmadı demek ki. Beş fincan kahve dolu ve bol köpüklü.
Arkadaşlar meraklı, bu kahve sevdası nereden, nasıl aklına geldi? Urimbaba’nın kahvesi nasıl oluştu? Merak edilecek konu.. Ben de başlıyorum anlatmaya ta en başından. Nasıl olsa zamanımız bol, hem kahve sohbeti çağrıştırır.
Herkes pür dikkat beni dinlemeye başladı.
Başlıyorum anlatmaya;
“Bir zamanlar Aşık Garip adlı bir kitap okumuştum. Aşık Garip fakir, garip biri. Yaşadığı yerde bir kıza aşık oluyor. Kızın babası da yüklü başlık parası isteyince Garip ne yapsın, parası pulu yok ki? Çıkıyor gurbete başlık parasını kazanmaya. Aşıklık yapayım diyor ama saz çalmasını bilmiyor ki Garibim. Hep dualar ediyor saz çalmasını öğreneyim diye. Hızır da dualarına karşı dayanamıyor bir gece rüyasında el vererek çalmasını öğretiyor. Gurbette bir kahve açıyor ve kahvede sazı ile aşıklar atışmasında şimdiye kadar duyulmamış sözlerle, sazının tatlı tınısı bütün aşıkları pes ettirmiş. Ünü giderek yayılmış dört bir yana. Hem kahvesini içmeye hem de sazını sözünü dinlemeye gelenler çoğaldıkça iyi para kazanmış. Yıllar birbirini kovalamış, derken günlerden bir gün memleketinden bir haber gelmiş. Sevdiceğinin babası artık Garipten umudunu kesmiş olmalı kızını başka birisi ile evlendirmeye karar vermiş. Bunun haberini alır almaz apar topar memlekete gelip hemen duruma el koyup kayın pederinin istediği başlık parasını mislisiyle verip kızını almış.
Bir zamanlar olmuş bu olay beni etkilemiş ve böyle bir kahve açmayı hayal etmiştim. Kahve içmeyi severim, bisiklette kahve içmek için gerekli olan ocak, cezve ve fincanlar heybemde yerini bulunca artık her yerde canımın çektiği en güzel yerlerde kahvem pişti. Kahvenin tadını alan çoğaldıkça kendi kendime dedim ki; Urimbaba’nın kahvesi niye olmasın. Her ne kadar saz çalmasını bilmesem de az çok tıngırdatırım. Uzun süredir sazım bile yok. Yukardaki Aşık garip hikayesini anlattığım değerli türküsever dostum Talat Yalçın bana bir saz hediye etti. Kahve yapabileceğim uygun bir yeri seçtikten sonra dostlara kahve pişirmeye başladım. Her Cumartesi İzmir’in İnciraltı Kent Ormanın, Çakalburnunda kahve pişer.”
Başımda kırmızı buff ve küpemle birlikte yakından çekiliyorum hikayemi anlatırken.
Havanın kapalı olması güneşten fazla etkilenmeden akşamı ettik. Artık geri dönmenin zamanı geldi diyerek toparlandıktan sonra TRT binalarının olduğu tepeye doğru çıkmaya başladık. Eymir gölünü şöyle bir tepeden çekmek gerek.
Yokuş birazdan fazla sert olmasından dolayı henüz tepeye gelmeden beni zorla araba ile çıkardılar. Arkadaşları kırmadım tabi ki. Zaten geç çıkmıştım ve arkadaşlar tepeye varmış bizi bekliyorlardı. Zirvenin tadını topluca resim çekilerek çıkardık.
Sevgili Gözde ile tekrar buluşma dilekleri ile vedalaşıyorum. Kendisi Çankaya yönüne doğru gidecek. Ben de Batı Ankara grubu ile Ankara’nın batısına doğru gideceğim.
Ankara’nın korkunç trafiğinde bir süre gittik. Dekatlon alış veriş merkezinde bir süre dinlendik. Başımda ince sızı bir ağrı belirdi, yanımda ağrı kesici de yok içeyim. Artık ağrıyı çekeceğim. Güzin abla ve ekibi ile vedalaşıyorum tek tek. Hepsine teşekkür ediyorum gösterdikleri ilgi için. 8 Aralık ayında İzmir’ e günü birlik gelecekler. O zaman görüşürüz dilekleri ile ayrıldık. Abdurrahman beni yalnız bırakmıyor, beraber dinlenmek için çalıştığı ODTÜ kampüslere gelerek odasında bir süre dinleniyoruz. Abdurrahman üniversitede memur olarak çalışıyor. Bu arada bir ağrı kesici içtim. Bu biraz baş ağrısını azalttı. Sonrasında kampüs içerisindeki restorana giderek karnımızı doyurduk. Otobüs garajı buraya yakın, gecenin karanlığında dikkatlice, fosforlu yeleğimi giyerek garaja vardık. Otobüs peronunda sadece İzmir arabası yoktu hareket saati gelmesine rağmen. Otobüs Çankırı dan geliyormuş, herhalde trafiğe takıldı. Neyse fazla geç kalmadan perona girdi otobüs. Beni bir endişe kapladı, muavin ya bagajda yer yok dese diye. Bagaj kapakları açılınca binen yolcuların bagajları ile dolduğun görünce “Eyvah” dedim. Neyse ki korktuğum başıma gelmedi. Muavin diğer tarafa boş olan küçük bölmeye koyarız deyince yüreğime su serpildi bir anda. Ne de olsa Kamil Koç farkı. Ön tekeri daha önce sökmüştüm. Hemen bir çırpıda bisikleti bagaja yerleştirip rahatlıyorum. Abdurrahman’a teşekkür edip vedalaşıyorum. Gecenin 11 ine kadar beni yalnız bırakmadı. Tekrar çok çok teşekkür ederim sevgili Apo. Otobüs hemen hareket etti ve yola çıktık. (bir kaç yıl sonra sevgili Abdurrahman kardeşim amansız kanser hastalığına yenilip aramızdan genç yaşta ayrıldı maalesef. Bisiklet camiası olarak üzüldük. Işıklar içinde uyu kardeşim)
Başımın ağrısı artık geçmişti, gece yolculuğu rahat geçecekti anlaşılan. Yolculuğun büyük bir bölümü uykuda geçti. Sadece yemek molasında bir kez tuvalete gittim. Herhangi bir şey yemeğe de gerek duymadım yol boyunca. Tatlı bir yorgunluk üzerimi kaplamıştı. Yeni arkadaşlarla tanıştım, kahvemi içip bir daha içmeleri bu etkinlikte kendini gösterdi. Hazinem daha da çoğalmıştı. Sabah 7:30 civarı İzmir’e geldim. Ön tekerleği takıp bagaj çantaları da KUZ’un üzerine yükledikten sonra Mersinli de çalışan Bacanağımın yanına uğradım. Henüz iş başı yapmamışlar. Kahvede bir duble çay ile sabah mahmurluğu üzerinden attım. Sonrasında aheste aheste Alsancak ta ki bisiklet yolundan eve doğru yol almaya başladım. Ankara da güneşi görmemiştim, İzmir açık ve güneşli. İzmir bir başka güzel benim için. Yaşanılacak şehir!
Sevgili Gözde’nin hediyelerini açıp Başar Dikici’nin İstanbul Senfonisi müzik CDsini bilgisayara yerleştirip tatlı müzik eşliğinde Oktay Rifat’ın ‘Bir Aşka Vuran Güneş’ şiir kitabını okumaya başladım.
İlk defa İzmir dışında Urimbaba’nın kahvesi pişti. Biraz uykusuz kalsam da benim açımdan çok güzel ve istediğim gibi oldu.
Bu yazıyı okuyup ta kendi bulunduğu yerde kahve etkinliği yapmak isterseniz elbette seve seve, zevkle birlikte yaparız. Uzaklık önemli değil, uykusuz kalmaya değer. Tekrar bir başka Urimbaba’nın kahvesinde görüşmek üzere.
Kahve tadında olsun yaşamınız. Maksat Muhabbet.
Oktay Rıfat’tan bir şiir
FENER
Feneri kaldırıp geceye bakıyordu. Birine mi
bakıyordu! Ne gelen var ne giden!
Savrulan çili aydınlığın taşta, sarmaşıkta
Böyledir hep, umut bir gölge olur ve sokulur usulca,
kıpırdar narın yapraklarında, söğüde sıçrar,
sallanır fenerin otları tarayan ışığında.
Oysa yokluğudur sadece aşkın, özlemi, kuruntusu,
patikadan kıvrılarak böğürtlenlere doğru inen.
Ay çıksa, kavalını çalsa dağa taşa, dönse sürüsü!
Kim var orda! Otlar kıpırtısız, yol boş, böcekler bile uykuda.
Oktay Rifat
Bu etkinlikte yaptığım yol 50 Kilometre civarı.
Yaptığım yolun haritası aşağıda
İMRENDİM.NE KADAR; O KADAR!