24 Mayıs 2015 Pazar
6. Gün
(Kör arkadaşlar için betimleme yapılmıştır)
(resimlerin bir kısmı Ferdimen’e aittir)
Denizli – Tavas – Denizli
Denizin Delisi
Unutmak mı?
Delisin…
Gitmesemde bekler orada deniz.
Gelirsem, bilmelisin
Benim beklememdir burada deniz.
Gitmek gibi geleceğim
Denizin delisine
Delinin denizi gibi
O ne kadar giderse…
Özdemir Asaf
Öne çıkan görsel, yamaçta küçük bir borudan akan çeşme. Çeşmeden akan su iki kademeli uzun yalağa akıyor. Bisikletçiler yol kıyısına toplanmış dinleniyorlar. Yamaçta çam ormanı var.
Bazen sabah bir çırpıda geliyor, ortalık aydınlanmaya başlamış olarak. Sanki yeni yatmışsın gibi. Uyumak istiyorsun ama gün ışığı buna izin vermiyor. Tembellik yapmadan kalkıp kahvaltı için hazırlık yapmaya başladım. Bu gün zorlu bir parkur var önümüzde. Güzel bir kahvaltının ardından hazırlığımı yaptıktan sonra yola çıkmak için diğer arkadaşları beklemeye başladım. Artık her şey sıraya girdi, kamp yaşamı olgunlaştırdı beni. Herkes toplandıktan sonra yola çıkıyoruz. Bir süre Denizli trafiğinde ilerlemek zorunda kalıyorsak da çabucak ara mahalleye girerek Çamlık piknik alanına vardık bile. Çamlık parkı Denizlilerin ailesi ile birlikte piknik, spor, koşu, yürüyüş ve bisiklet için uygun bir yeşil alan. Belediye de çevre düzenlemesini iyi yapmış. Kırmızı renkli çiçekler yol kıyısında yeşile bir anlam katmış.
Geçmiş yıllarda burada bir gece kamp atmıştık Başmakçı bisiklet festivaline giderken. Ortalık tertemiz ve bakımlı, insana huzur veriyor. Bisikletliler çamların arasındaki yoldan gidiyor.
Çamlık piknik alanı kapısından giriş yapıyoruz. Buradan arabaları ile giriş yapanlar da var park içine. Ben olsam bir tane araç sokmam parka. Dışarıda arabasını bıraktırıp içeri yürüyerek girmelerine izin verirdim.
Çam ormanı içinde patikalar görüyorum, temiz hava içinde yürüyüş yapanların kullandığı patika harika görünüyor. Yürümek insan sağlığına yararlı, hele böyle çam ormanları içinde olursa ciğerleri tertemiz olmaz da ne olur.
Artık toprak yoldayız ve tekerleklerimiz toprağı aşkla ezmeye başlayıp izler bırakmakta.
İlk düzlükte geriye dönüp te şöyle bir Denizli’yi seyrediyorum. KUZ da benim gibi park etmiş Denizli manzarasında.
Sarp yamaçları olan vadide en güzel manzaralar bizi bekliyor. Tırmanıp manzara değişim gösterdikçe zihnim sanki huzura eriyor gibi. Saf, temiz henüz kirlenmemiş oksijenin her nefeste hücrelerimin gençleştiğini hissediyorum. Bir çeşit terapi yaşıyorum.
Yalçın ve dik kayalıklar sanki dağı tutan bir duvar gibi. Yol tırmanmaya devam ettiğinden hızımız düşük ve etrafı seyretmekten, seyrettiğim güzelliklerin resmini çekmekten geride kalıyorum bazen. Bu benim için normal. İlk defa geldiğim yerlerde pedal çevirmek o kadar kolay değil. Her gördüğüm tepe, dağ, ağaç, kaya, çalı benim için yeni. İçime sindire sindire görerek, yaşayarak, dinleyerek usulca pedal çevirmekten zevk alıyorum. Hedef nasıl olsa belli. Herkes varsa bile sonunda ben de varacağım ama yüklü olacak heybelerim. Çünkü yeni yerlerin yükü var bende.
Vadi derin, dağların tepeleri de bir o kadar yüksek. Uzaktan sivri doruklar ilginç biçimde görünüyor. Dağların ardı yeni dağlar görünmekte. Yükseldikçe bunun farkına varıyorum.
Epey yol geldik ama geriye dönüp baktığımda sanki Denizli den fazla uzaklaşmamışım gibi. Şehrin binaları uzaktan görünüyor.
Yol kıyısı dimdik yüksek kayalar bir duvar gibi. Yol doğal oluşmuş sanki, bir kenarı uçurum, diğer kenarı kaya duvarı.
Uzaktan gördüğüm sivri kayalıkların yakınına geldim. Kayalıklar yakından daha heybetli görünüyor. Belki bir gün buralara tırmanıp tepesinde bir kahve içme fırsatım olur güzel manzara eşliğinde. Belli mi olur!
Dağın tepesinde iki sivri kayalık daha belirgin.
Kayalığın devamı, önde çam ağaçları.
Kayalığın sol tarafı giderek alçalıyor.
Ambulans bizi bekliyor, en son kim varsa onunla hareket etmekte. Burada bir su takviye molası vererek bir süreliğine dinlendik.
Tırmanış hala devam etmekte ve ben böyle tırmanışlardan yılmam. Sadece durup yolun ve çevrenin güzelliğini seyrederim. Dağın tepesinden kopup gelen küçük yelin sesi bana huzur verir kısa bir dinlenmede.
Dik kayalıklar muhteşem görünümü ile beni büyüler. Hayallerimden birisi kayalıkların tam ortasında küçük bir yaşam alanında zaman geçirmek. Öyle bir gün, üç gün değil. Olabildiğince çokça zaman geçirmek. Vadinin dinginliği bana yeter de artar bile. Kitap okumak, flüt çalmak, engin düşünmek, roman yazmak. Ve olabildiğince tembellik yapmak. Kartalların gökyüzünde süzülüşünü izlemek avına son hamleyi yapmadan önce. Belki üst komşum olur kartal. Bana bir tüyünü verebilir, tüyleri sevdiğimi bilir kartallar. Ne de olsa komşu hakkı var. Önümde durup su içen bir bisikletçi.
Tam sırtta iki tane çam ağacı görünmekte. İşte orada masamı kuracağım, sadece bir sandalye olacak. Kalem, defter ve bir dürbün. Dürbün ile çevreyi inceleyip yazacağım romanımı. Romanımda rüzgardan bahsedeceğim. Bulunduğum yerde rüzgar hiç eksik olmaz. Rüzgarın sesi bir melodi gibidir. Rüzgar çubukları yapıp ağacın dallarına asacağım, çeşit çeşit. Hiç birisi diğerine benzemeyecek. Rüzgar çubukları dört tane, dördünün de boyu ayrı ayrı. Çubuklar artı biçiminde iki çubuk uçlarına iplerle bağlanıp sarkıtılacak. İyi ses çıkarsın diye çubukların içini boşaltacağım. Artı çubukların ortasına dereden getireceğim yuvarlak beyaz bir taşı sallandıracağım. Rüzgar estikçe sallanan çubuklar beyaz taşa değdikçe notalar yayılacak ses titreşimleriyle. Notalar düzensiz olacağından şarkı sözüne gerek yok. Rüzgarın sesi notalara eşlik edecek. İşte bu evrenin müziği. Kendi bestesini yazıp çalacak. Kalem kağıda aşkla yazmaya başlayınca müzik kelimelere dökülecek satırlar boyu.
Resim çekmekten ve çevreyi gözlemekten geride kalmama rağmen benden pek uzakta olmayanlar da var.
Alışkın olmayanlar tırmanışlarda yorulunca durup dinleniyor, nabız ve nefeslerini azaltmaya çalışıyor. Fazla zorlamamaları iyi olur, arada dinlenip toparlanmak gerek.
Denizli’ye son bir bakış, küçük bir alandan bir parça görebiliyorum. Bundan sonra Denizli görünmeyecek.
Haldır huldur gelenler yorgun olacağını bilen festival komitesi bayır olan bir yerde su molası vermiş. Ben de onların bu halini resmediyorum.
Ta Denizli den bizi takip eden siyah köpek buralara kadar geldi. Canı pahasına bizden vaz geçmiyor o kadar kovalamamıza rağmen.
Ferdimen yukarıdan bizleri çekmiş, anlaşılan yokuşlar yormuş. Önden gelen aceleciler bir an önce varayım diyerek yola çıkmışlar bile. Önde iki kademeli yalak, içine küçük bir borudan su akıyor sürekli. Yalakların içi su dolu. Yol kıyısında dinlenen bisikletliler. Yamaçta çam ağaçları. Bu resmi öne çıkan görsel olarak seçiyorum.
Kimisi iyice yorulmuş bisikletten inerek yürümeye başlamış.
Yokuş devam ettikçe yılgınlık başladı kimisinde. Çık çık bitmeyen yokuşlar daha ne kadar devam edecek.
Mis gibi ormanın içinde bisiklet sürmek gibisi yok. Burada görüntü kirliliği yok, insanları sıkboğaz eden beton binalar yok, dört duvar hapishaneler yok.
Sadece dere yataklarında bulunan çınar ağaçları Yeşil rengin tonunu değiştiriyor. Bir de yeni filizlenmiş çam ağaçlarının uçları.
Yıpratıcı yokuşlar sık sık mola gerektirdiğinden verilen molada İzmir de oturan Gülhan şimdiye kadar hiç kahvemi içmemiş. Eh bu isteğini İzmir de değil ama memleketi Denizli de içirmem gerek diyerek hemen kahve takımlarını çıkardım. Nasıl olsa kahve içen olur diye cezveyi doldurup pişirmeye başladım. Kahve kokusunu alan etrafıma doluştu. Kedinin ciğere baktığı gibi bakıyorlar. Yapacak bir şey yok sadece şanslı olan iki kişi kahvemi içecek. Kahve fincana döküldükten sonra Gülhan ve ben birer fincanı alarak kalan iki fincanı dileyen içebilir dedim. Bir kişi kendi içti diğer fincandan beş kişi birer yudum içerek paylaştı. Dağ başında ilk defa kahve piştiklerini görünce şaşkınlıklarını görecektiniz. Kahve de ceviz ağacının altında iyi gitti doğrusu.
Yol açılınca küçük bir mağara ortaya çıkmış. Acaba koca dağların içinde ne kadar böyle mağara saklıdır. Henüz bilinmemiş, keşfedilmemiş, toprak altında, kayalar içinde.
Vadi derinliği burada azaldı, artık dereyi görebiliyorum. Dere kıyısında ki ağaçların rengi çam ağaçlarına göre açık yeşil. Kışın sert soğuklarında yapraklarını dökmüş, kış uykusuna yatmış olacak. Her yıl bahar ayında yeniden açtığı için yapraklar taze yeşil görünmekte.
Devasa meşe ağacı, o kadar geniş alanı kaplıyor ki uzaktan çekmenin olanağı yok. Zaten o anda geçen bir bisikletçiyi görünce iyi bir kompozisyon yakalamış oldum.
Orman yolunu güzel yapan en önemli özellik yolun üstünü ağaç dalları ile örtülmesi. Bu durumda dallardan dökülen çam kozalakları da yolda ayrı bir desen oluşturmakta. Ormanın içine doğru giden yolu bıkmadan oturup seyredesim geliyor. Çam kokuları baharda coşmuş çiçek polenleri arıları cezbetmekte. Havada sarı çam polenleri uçuşuyor kuş cıvıltıları sesleri arasında. Bal arılarının minik kanatlarından çıkan kanat sesleri bile duyuluyor. Tatlı bir bahar yorgunluğu çöküyor üzerime.
Ben ormanda hayaller kurarken grup yine dinlenmeye geçmiş yine. Yorulmadığım için dinlenme ihtiyacı hissetmiyorum bile.
Herhalde sert pedal basmaktan kiminin pistonları aşırı ısınmış. Akan dereye girerek pistonları soğutmaktalar.
İşte buraya bir kulübe yapmalı ama doğaya uyumlu. Burada yaşayan canlıları rahatsız etmeyecek biçimde. Su da var sürekli akan. Güneşin altında çimenlere uzanıp tembellik yapmalı. Hayaller kurarak, hayal kurmak iyidir. Kurduğun hayaller gerçekleşmese de hayal kurduğun anlar ortamla birleşince sanki gerçekmiş gibi gelir insana. Mutlu olursun. Küçük bir dere yeşil çimenler arasından akıyor. Derenin solunda kalın gövdeli söğüt ağacı var. Gövdesi tamamen sağa yatıp dalları yukarı yükselmiş.
Bulunduğumuz yer aynı zamanda orman yollarının kesiştiği çatak. Burası İbişin Kahvesi, yol Sünnetçikaltı orman yolu buradan gidiyor. Tabelaya öyle yazılmış.
Buradan da Çamlık Tavas orman yolunda gidebilirsiniz.
Üçüncü yol da Çakıroluk orman yolu. Kim bilir nerelere gidiyordur. Benim için en güzel yerlerden biri. Çünkü henüz gitmediğim bir yol. Eğer gidersem güzellikleri göreceğimden eminim.
Grup pistonları soğuttuktan sonra yola çıktı. Ben etrafta resim çekerken hareket eden grubu da çekmiş oldum. Yolun eğimi aşağıdan buraya, buradan yukarıya doğru çok tatlı ve giden bisikletliler harika görünüyor. Çimenler üzerinde üç tane çam tomruğu yatıyor.
Çiçek pasajından sarı laleler almaya gerek yok. Burada doğal sarı çiçekler var ve kokusunu içinize derin derin çekebilirsiniz. Ama koparmadan, yerinde her şey güzeldir.
Bir ara önlere geçmişim, durup geriden gelenlerin bir kaç resmini çekeyim dedim. Bu arada KUZ da çekilmeli değil mi?
Aaaaa Ferdimen de kadrajıma giriyor. Ne güzel, Yol arkadaşımı görünce sevindim. Uzun süre olmasa da sabahtan beri beraber pedal çevirmediğimden özlemişim Ferdimen’i. Ardından çekebildiğim kadar resim çekiyorum aşağıdan gelenleri.
Bir grup bisikletçi yokuşu çıkıyor.
Arkadan gelenler.
Gelmeye devam ediyorlar.
Gelenler bitmek bilmiyor.
Neyse az kaldı, gelenler azaldı sanki.
Son gelenleri de çekiyorum.
Hepsi geçince arkalarından da bir poz çekiyorum.
Artık tırmanış bitti, tam tepedeyiz ve tepede çayırlık var. Tam da yayla dedikleri yer. Geniş bir alan çayırlık, ardı çam ormanı.
Yolcular içsin diye çeşme yapmış hayırsever birisi. Yolcu için yoldaki en değerli şey çeşmedir benim için. Yol yorgunluğunu bir yudum su ile giderirsin. Tanrıya ve yaptırana dua ederek minnettarlığını yürekten verirsin düşünmeden.
Zirveden sonra inişimiz hızlı oldu. Resim çekecek pek te manzara olmadığı için durmaya gerek yoktu. Sadece koyun ağılından geçerken iki çoban köpeği için durdum. Geri kalan yolu çarçabuk aşarak öğlen yemeğini yiyeceğimiz Kızılcabölük köyüne vardım. Benden önce gelenler yemeğini yemiş bile. Hemen nefis köy yemeğini alarak afiyetle yedim. Ormanın temiz havası acıktırdı beni. Yemeğin ardından kahve iyi gider diyerek yeni tanıştığım Öğretmen Fatoş ile içerek sohbet ettik. Fatoş kahve hastası olduğu için benim kahvenin kokusunu almış olacak. Piknik masasında bizi çekiyorlar kahve içerken.
Kahvenin tatlı sohbetinden sonra köyde bulunan Hanife – Ahmet Paralı tarafından yöreden toplanmış el sanatları ve tekstil müzesini geziyoruz hep birlikte. Paralı yazdığına bakmayın, soyadları Paralı. Yoksa müze beleş. İlk önce tabelasını çekiyorum müzenin.
Müzenin içinde birbirinden güzel giysiler cam bölmelerde sergilenmekte. Hepsinin resimlerini tek tek çektim. Hepsi de renkli ve birbirinden güzel olunca çektiğim resimler de biraz çok oldu. Camlı bölmeler iyi de resim çekerken yansımalar görüntüyü biraz bozuyor.
İnce baş örtüleri işlemeli ve katlanmış üst üste.
Gelinlerin giydiği kıyafetler.
Renkli gecelik elbiseler.
Desenli baş örtüleri.
Camda insanlar yansıyor, Türk motifi işlemeli kumaşlar.
Pembe gecelik.
Beyaz tüylü gelinlik.
Elbiseler yanında çeşitli ev eşyaları, av silahları da sergilenmiş. Avlanmış olan geyiğin çatallı boynuzu, fişeklik, tüfek ve el feneri duvara asılmış.
Dolapların içi eşya dolu, sandıklar ve üzeri işlemeli örtülerle örtülmüş.
Camlı gömme dolap içine eski hesap makineleri ve daktilolar konmuş.
İlk okul sıralarına oturunca Memleketimdeki ilk okul anılarım geldi. Gerçi silinmiş olan anılar pek hatırıma gelmese de beraber aynı sırada oturduğum kız arkadaşım bazı anıları anlatmıştı. Hatırlamasam da pek güzelmiş o günler, çocukluk günlerim. Minik sıralarda minik kalplerimizle güzel Öğretmenimizden A Be Ce’yi heyecanla öğrenmek ne güzeldi, ne güzel… Yanımda Gülhan Etiler var.
Denizli olunca akla tekstil gelir. Köylerde dokuma aletleri ile çeşitli tekstil ürünleri soğuk kış günlerinde dokuyarak kendilerine kazanç sağlıyor. İplik ve dokuma aletleri, tezgahları da sergilenmiş.
Çember şeklinde iplik dolanan alet tahtadan yapılmış.
Evlerde kullanılan küçük dokuma tezgahı, bir kısım enine şeritli kumaş dokunmuş.
Kızılcabölük ile ilgili gazetede çıkan haber sayfası da müzenin bir köşesine asılmış.
Müzede ayrıca ev eşyaları, hamur tekneleri, sepetler, tarım aletleri bölümünde ağaçtan günümüzde de kullanılmakta.
Kocaman kağnı tekerleği ve çeşitli boyda sepetler.
Kağnı ve araba tekerlekleri, çatal biçiminde yabalar duvara yaslanmış.
Demir aletleri yapan demirci ocağını görmek beni eskilere götürüyor. Amcamın karöser atölyesinde kamyon kasalarının her türlü demir aksamını yapmak için körüklü demir ocağı vardı. Kok kömüründe kor hale gelince peynir kıvamındaki demir örsün üzerinde ustanın çekiç darbeleri ile şekil almasını büyülenmiş olarak seyrederdim. Elinde çekiç olan usta ve yardımcısının elinde balyoz karşılıklı demir parçasını sırasıyla döğerlerdi. Çekiç darbelerinin çıkardığı ses sanki müzik ritminin temel parçasıydı. Usta seri çekiç darbelerinde maşa ile tuttuğu parçayı çevirmek istediğinde boşa çekiç vurdu mu çırağı da bunu anlar o da boşa vurarak ustanın yassılaşan demir parçasını çevirmesine yardımcı olur. İşte o arada çekiç seslerinin boşa vuran tonu değişir. Bir çeşit ara nağme notaları oluşmuş olur. Bu ritme kendimi kaptırır iş bitesiye kadar seyrederdim bıkmadan.
Bu döğme işi seri ve çabuk olmalıydı. Çünkü ateşten çıkan demir 1200 dereceye ulaştıktan sonra normal sıcaklıkta hızla soğuyup sertleşir ve rengi solmaya başlar. Bir dakikada dövülen demir soğuyunca çekiç darbelerini artık hissetmez, sertleşmiştir soğuyunca. Usta demir parçasını tekrar ateşin içine sokup körükle iyice canlandırarak demirin ısınmasını beklerlerdi. Verilen arada usta ve çırak terini siler, testiden serin sularını içerlerdi içlerindeki ateşi söndürmek için. Çocukluk günlerimde seyrettiğim demir işçiliğini çıraklık yapmaya başladığımda balyoz ile amcama eşlik ederdim. Alın teri bu olsa gerek. Ve ben bunları yaşadım…
Türklerin orta Asya da demir dağını eritip demircilik mesleğini günümüze kadar süre getirmişlerdir. Şimdilerde demir işleri modern makinalarla daha çabuk, daha ucuz ve az işçilik ile yapıldığından demircilik mesleği giderek yok olmakta. Aşağıda demirci ocağı, kömür, çekiç, balyoz ve maşaları çekiyorum.
Kocaman cam şişelerde, yağ, sirke, şarap saklanırdı.
Soldaki büyük, sağdaki daha küçük küp. Ortasında demir çemberli sepetin içinde cam damacana şişesi.
Eskilerde evler tek göz odadan oluşurdu. Oda geniş ve büyüktü. İçinde yaşam için ne gerekirse hepsi vardı. Ocak, mutfak eşyaları, kap kacak, oturacak minderler. Aynı zamanda gece döşek olurdu. Günlük ekmek teknede yoğrulur, güveçte yemek pişerdi ocakta. Küçük el değirmen taşında bulgur öğütülürdü gaz lambasının ışığında. Sofra ortaya kurularak yenirdi. Kendi tezgahlarında dokudukları renkli desenli kilimler serilir. Kalın duvarlar kış aylarında soğuğu içeri almaz, yaz aylarında da sıcağı. Hep serin kalır. Odanın bir köşesinde de banyo yapmak için hamamcık bulunurdu. Bir köşesinde de dokuma tezgahı. Odada yatar odada kalkarlardı. Sadece tuvalet dışarda olurdu. Kardan kapanmış yollar geçit vermediğinde ocakta yanan meşe odunlarının alevlerinde ninelerin anlattığı masalı dinleyerek uyumak ne güzel olurdu.
Odanın bir köşesinde dokuma tezgahı bütün gün çalışırdı bez dokumak için. Önemli geçim kaynağı, binlerce yıldır yapılan iş hala devam etmekte. Sağda iki dev küp konulmuş.
İpler eğrilir ardından kök boyaları ile boyanarak dokuma için hazırlanırdı. İplikleri boyayan iki erkek manken ve ip toplama tezgahı.
Çeşmenin yanında ayrı bir yalakta ipler yıkanarak kirden arındırılırdı. Erkek manken ayakları ile iplerin üzerinde çiğniyor yalağın içinde.
Dokuma tezgahında bütün gün bez dokuyup dururlardı evin kadınları. Kadın manken bez dokuyor tezgahta.
Erkek manken iplikleri karıştırma kürekleri ile. Önünde iplik çileleri serili.
Renklenen iplikler makaralara sabırla sarılarak hazırlanırdı tezgahlara. Kadın manken bu işi yapıyor.
Renkli iplikler makaralardan toplanan iplikleri tambura sarıyor. Başlarında iki erkek manken. İplik makaraları üst üste tavana kadar sıralanmış.
Tahta beşik ve yuvarlak ağaçlar.
Büyük bir tekerlek, tekerleği çeviren bisiklet pedalı, dişli ve zinciri. Çemberde bir ip diğer taraftaki küçük milden dolanıyor. Milin ucunda mekik makarasına ipler sarılıyor. Pedalı çevirdikçe çemberin mile oran farkı nedeni ile mekik makarası çok hızlı dönüp ipi doluyor.
Çoklu makara sistemi, bu alette birden fazla mekik makarasına iplik dolanıyor.
Daha modern makinalar ile günümüzde daha çok üretim yapılmakta. Elektrik motoru ile çalışan dokuma tezgahı.
Elektrikli dokuma tezgahının tanında iplik makaraları.
Artık hantal ahşap dokuma tezgahları pek kullanılmadığından müzede sergileniyor.
İşte üretimin son aşamasında bez olarak ortaya çıkıyor. Sonrasında pazarlarda, dükkanlarda satılacak.
Ayakla çalışan el dokuma tezgahı, sadece insan gücü ile dokunan kumaşlar çok değerli. Çünkü emek veriliyor. Aynı bisiklete benziyor, pedalları var ve pedal bastıkça dokunan kumaş. Sadece iki pistonla çalışıyor ve pedallara basarken hayallerin canlanır düşüncelerinde.
Dikine inen ipler mekik için yatay iplerin arasını açıyor. Pedallar bir yukarı, bir aşağı hareket ediyor. Her harekette mekik bir sağa, bir sola hareket ediyor.
Kumaşlar kesilerek dikiş makinalarında giysiye dönüşüyor sonunda. Dikiş makineleri ve kömürlü ütü.
Müze gerçekten çok güzel hazırlanıp sergilenmiş. Yaşamımızda geçmişten günümüze kadar kullandığımız aletler, eşyaları görmeli. Ben çoğunu gördüm ama yeni nesil pek bilmez müzede sergilenen eşyaları. Kaybolan meslekleri yitirilmiş zamanları.
Müzede o kadar çok sergilenen eşya vardı ki zamanın nasıl geçtiğini anlamadım. Güneş saati 2’yi gösteriyor. Güneş saati yitirilmiş zamanları gösteriyor gölgesinde.
Kızılcabölük ten ayrılıyoruz, yolda giderken Ferdi bana arının ağzından soktuğunu söyleyerek ağzımı açık tutmamamı da tembihledi. Bunu bana hatırlattıktan bir süre sonra arının biri az araladığım ağzıma gelerek dudağımdan soktu. Can havliyle arıyı tükürdüm. Arı bu kez formamın içine düşerek ikinci kez göğsümden soktu. Bisikletimi durdurarak içeride olan arıyı dışarı attım. İki yerden aynı arı tarafından sokulmak büyük bir şans olmalı. Biraz canım yansa da pek etkilemedi arı sokması. Tekrar bisiklete binip Tavas kasabasına geldik. Grup burada mola vermiş, bir soda ile çay içerek molayı değerlendirmek gerek. Ortada fıskiyeli çeşme ve binalar.
Dinlenen bisikletliler.
Küçük bir kasaba olan Tavas tek ana caddesi ile sakin bir yer. İlçe olması nedeni ile hükümet binaları, belediye, bankalar ve sıralı dükkanlar.
Tavas ta bir süre dinlendik ve ardından köy yollarında gitmeye başladık.
Buralarda rakım 1000 metrelerde olduğu için ekin başakları hala yeşil.
Köy yolları köyler gibi hep sakin. Tabelada yazdığına göre Pınarcık köyüne gelmişiz.
Dağlardayız ama yine heybetli dağlar görünmekte. Bisikletim KUZ yol kıyısında park etmiş. Makilik alandan yüce dağlar görünüyor.
Fazla pedal çevirmeden yokuş aşağı iniyoruz Önümde kayalıklı yüksek bir dağ görünüyor.
Doğanın içinde sakince bisiklet sürmek kadar keyifli bir şey olamaz.
Bir süre sonra ana yola geldik. 1125 metrelik yükseklikten 344 metrelik rakıma ineceğiz. İnişler her zaman olduğu gibi hızlı ve çabuk oldu. Resim çekmeye fırsat bile olmadı. Zaten pek te resim çekecek konu, detay, manzara olmadı. Denizli içinde yola yazılmış bir yazıyı görünceye kadar durmadım. “Tüm Dünya bisikletleriyle rüzgarı hissediyor.” Bizleri yazmışlar yere. Rüzgarı inişte iyi hissettik.
Denizli belediyesi bisiklet yolu yapmış ve mavi renge boyayarak insanların dikkatini çekmiş. Bazen belediyeler iyi işler de yapabiliyor. Denizli belediyesinin logosu Horoz bisiklet yoluna resmedilmiş.
Kamp alanına geliyoruz. Her festival sonunda telaşlı bir hazırlık başlıyor. Ertesi gün işe başlayanların Pazartesi sendromunu erkenden yaşıyorlar. Hazırlanıp gidenlerle vedalaşıyorum. Kimisi bir gece daha kalacak kamp alanında. Benim Yeğenim Denizli de oturduğundan bu gece onlardayım. Denizli’den sonra Salda gölüne doğru gideceğiz. Orada da haftaya festival var. Hava güzel, akşam olmasına da epey zaman var. Acele etmeden eşyaları ve çadırı toplamaya başladım. Ferdi de benimle beraber kalacak.
Çadırları söküp bisikletlere eşyalarla birlikte yükledikten sonra yol arkadaşım Ferdimen ile birlikte bir resim çekiliyoruz elçek kamp alanında.
Artık biz de yola çıkabiliriz deyip yeğenimden adresi alarak cep telefonumdaki harita ile gideceğimiz yolu belirttikten sonra hareket ettik. Bulunduğumuz yerden biraz yukarıda olduğu için az çok yokuş çıkarak yeğenimin evini kolayca bulduk. Yol haritası işe yarıyor burada. Yeğenim Eylin ve eşi Mustafa bahçeli evinde bizi bekliyorlardı. Yeğenimin sokaktan aldığı iki köpek ise Ferdiyi dostça karşıladı. Beni zaten daha önce görmüşlerdi. Köpekler yılışık hareketleri ile etrafımızda dolanıp oyun isteklerini belirtmeden edemedi. Biri Sibirya kırması, ismi Sonya, diğeri fino – zağar karışımı kahverengi renkli Koko. İkisini de pek net olmasa da bir karede yakalıyorum.
Sıcak duş alıp temiz elbiseleri giyip bahçeye çıktık. Akşam yemeğini bahçedeki masada yedikten sonra kahveleri keyifle, sohbetle içerek zamanın nasıl geçtiğini anlamadık. Gecenin geç saatlerine kadar süren sohbet sokak kapısının ardına gelen uyku sayesinde son buldu. Odalarımıza çekilip derin bir uykuya dalarak rüyalar aleminde bilinçaltımızdaki görüntülerle yorulan bedenlerin onarımına başlandı. Bahçede dört kişi oturmuşuz masa etrafında. Elçek resim çekiyorum.
Bu gün yaptığımız toplam yol 77 Kilometre civarı.
Bu gün yaptığımız yolun haritası aşağıda.