Etiket arşivi: çeşme

8. Az Bilinen Antik Kentler Bisiklet Turu 4. Gün

23 Nisan 2029 Salı

Urla İskele – Urla – Kuşçular Bademler – İnciraltı kent ormanı – Konak

(Görme engelli arkadaşlar için betimleme yapılmıştır)

 

Hepimiz bir yerlerdeydik
Başka bir yere geldik
Değişen dünyanın sürecinde
Karanlık bir sudan geldik

Ruhi Su

 

Öne çıkmış olan görsel, 23 Nisan Çocuk bayramı kutlamaları. Bir masada kız ve erkek öğrenci oturmuş. Arkasında kızlar, erkekler alkışlıyor okul bahçesinde.

DSCN7376

Sabah erkenden kalktık, çadırları, eşyaları toplayıp kıytırığa yükledim. Buradaki kum denizinde pankartımızı bağlayacak ağaç pek yok. Bir tane okaliptus ağacının gövdesine bağlayıp diğer taraftan Sezer ipi çekip pankartı germiş oluyor. Hatıra çektirmek isteyenler resim çekiliyorlar. Olan baytar Sezer’e oluyor, kolları koptu germekten. Pankartta “Az bilinen antik kentler turu Hatırası, #abakheryerde #abakseninlegüzel” yazıyor. Bisiklete binmiş kadın ve erkek resmi, sadece başları delik. Burada başları çıkarıp resim çekiliyoruz.  Bisikletler taş tekerlekli ve kadrosu kemikten. Ortada sütunlu tapınak var

DSCN7317

Kahvaltıdan önce kahvemi pişiriyorum, yanımda bacanağım var. Birlikte resim çekildik. Bacanağım çömelmiş, ben sandalyemde oturmuşum.

DSCN7319

Kahvaltıyı birlikte yaptık. Ketring Ayşe son kez kahvaltıyı sundu ve takımları toplayıp Aliağa’ya döndüler. Biz de yola çıktık, bu gün 23 Nisan Çocuk bayramı. Bademler köy ilkokulunda kutlayacağız. O yüzden erkenden, fazla oyalanmadan okulda olmamız gerek. Urla’ya ana yoldan  değil de bahçeler arasından, trafiğin olmadığı yerden gideceğiz. En arkadan geldiğim için benden başka Enes ve Cem var. Bahçeler içinden geçen yeşil yolda bisiklete biniyorlar.

DSCN7325

İzmir – Çeşme yoluna çıkmaya çok az kaldı. Arkadaşlar benzinlikte bizi bekliyorlar. Aradan onları görüyorum. Cem ve Enes önümde gidiyorlar.

DSCN7327

Bizi bekleyenlerle buluştuktan sonra fazla zaman geçirmeden yola çıktık. Urla’nın içinden hızlıca geçip arka yola geçerek Bademler köyüne gideceğiz. Sarı çiçeklerin ardından yola çıkmış bisikletçiler giderken.

DSCN7328

Urla’nın arka mahallesinde üstü kapalı, önü açık çeşme var. Yaz kış üç borudan sürekli akar. Tamamen beyaz kireç vurulmuş çeşmeye.

DSCN7331

Üç borudan akan sular yalağa dökülüyor. Üç çeşmeyi sığacak şekilde çekiyorum.

DSCN7332

Tek çeşmeyi daha yakından çekiyorum. Dibi yosun tutmuş çeşmenin.

DSCN7333

Grubun arkasından ben de yola çıktım. Yol iniyor ve tekrar küçük bir yokuşu aşmak gerek. Epey arkalarda olduğumdan tüm bisikletçileri yokuşu çıkarken yakınlaştırıp çekiyorum. Beton direkler ve sarkan elektrik telleri de görüntüye girdi.

DSCN7334

Tepeye çıkınca manzara da güzelleşti. Urla, Karantina adası, İskele, Çeşmealtı ve adalar manzarayı oluşturuyor deniz ile birlikte.

DSCN7339

Düzlükte resim çektikten sonra Hakan fotoğraf makinesini alıp orada küçük bir sürüyü otlatan çobanı yakından çekiyor bir kaç poz. Kazak giymiş, üzerinde deri ceket, saçı sakalı kırlaşıp uzamış, soluna doğru derin bakışları atıyor.

DSCN7342

Yüzü ve anlı kırışmış, şimdiye kadar neler yaşadığının derin izlerini oluşturmuş. Her kırışıklığın bir hikayesi olmalı ama çoban sessizliğini bozmadan her şeyi anlatıyor sanki. Ne şapkası var, ne güneş gözlüğü. Yüzü Güneşten yanmış gözlerini kısarak resim çeken Hakan’a bakıyor. Açık alınlı, kısa kır saçı sakalına karışmış, sigaradan sararmış bıyıkları ile dertlerini anlatamıyor bile.

DSCN7358

Fazla yüksek olmayan tepeleri aşıp Bademler köyünün içindeki okulun bahçesine geldik. Okul bahçesinde Öğrenciler ve Öğretmenler toplanmış bizleri dört gözle bekliyorlardı. En son ben geldikten sonra hemen törenlere başladı çocuklar. Geleneksel hale gelen Az bilinen antik kentler bisiklet turunun bir özelliği olan 23 Nisan çocuk bayramını çocuklarla birlikte, çocuklar gibi kutlamak. Her zaman olduğu gibi en küçüklerden başlıyor gösteriler. Ana okulundaki öğrenciler oyunlarını bizlere göstermeye başladı.

DSCN7360

Diğer öğrenciler kıyılarda toplaşmışlar gösteri yapanları izliyorlar yere oturmuş.

DSCN7361

Üç erkek öğrenci merdivenin basamağına oturmuş elinde Türk bayrağı ve Türk bayraklı tişört gitmiş halde izliyorlar.

DSCN7362

Sonra 1. sınıf öğrencileri çıktı sahneye. Kırmızı etek, beyaz uzun kollu tişört, önünde Atatürk resmi basılı oynuyorlar.

DSCN7364

Gösteriyi sunan biri kız, biri erkek öğrenci mikrofondan gösteri yapanları sunuyorlar.

DSCN7366

Karşı köşede ABAK bisikletçileri toplaşmışlar gösterileri izliyorlar. Çoğu oturmuş, bir kaç kişi ayakta. Solda kaide üstünde Atatürk büstü var.

DSCN7367

ABAK bisikletçilerini komple kareye sığdırıyorum.

DSCN7369

Erkek öğrenci şiir okuyor bizlere mikrofonla.

DSCN7370

Henüz 23 Nisan çocuk bayramını bilmeyen Güneş ilk defa bayrama katılıyor. Annesi Şeyma de yanında. Turkuaz mavi elbiseler giymişler ana -Oğul.

DSCN7371

Başka bir çocuk ta annesi Merve ile birlikte 23 Nisan çocuk bayramını kutluyor.

DSCN7373

Bu yıl çocuklu ailelerin tura katılmalarını sağladık daha çok, Bebekler olduğu kadar daha büyük çocuklar da var. Feyzan ve kızı yere oturmuş gösterileri izliyorlar.

DSCN7374

Öğrenciler Gelin ve Damat oyununu nikah masasına oturmuş olarak oynuyorlar.

DSCN7375

Gelin ve Damadın arkasında çocuklar da onlara alkış tutarak eşlik ediyorlar. Bu resmi öne çıkan görsel olarak seçiyorum.

DSCN7376

Şimdiye kadar tarih boyunca kurulmuş Türk devletlerinin bayrakları çocukların elinde bizlere tanıtıyorlar.

DSCN7382

Küçük öğrenciler toplanmış olarak 23 Nisan şiirini okuyorlar.

DSCN7388

Masal gibi küçük bir kız çocuğunun bayramı değil 23 Nisan ama ilk defa katılıyor annesi Senem ile. Masal elinde oyuncağı ile oynuyor.

DSCN7389

Sıra geldi ortaokul öğrencilerine. Ellerinde püsküllü toplarla oyun oynuyorlar.

DSCN7396

Sevimli Güneş’i başkasına verip yan yana oturuyor Şeyma ve Olcay. İkisini bir arada görmek zor.

DSCN7399

Ortaokula giden kız öğrenciler grup dansı yapıyorlar seyircilere.

DSCN7404

En son olarak ABAK bisikletçileri ile öğrenciler dans ediyorlar birlikte.

DSCN7406

Törenler, gösteriler, şiirler bitti, sıra geldi öğrencilerin hediyelerini vermeye. Hazırladığımız hediye torbalarını çocuklara ABAK bisikletçileri tek tek veriyorlar sırayla. Bir erkek öğrenci hediye torbasını almış.

DSCN7410

Ben de bir öğrenciye hediye torbasını verirken İlknur Sözündeduran çekiyor.

58383323_2131390343616681_3066955392098500608_n-1024x683

Sıranın sonuna kaçak olarak giren yaramaz çocuklar da var. Boyunu küçültmek için çömelerek giden Hakan sıranın sonunda. Boyunu küçültmeye gerek görmeyen bacanağım Selahattin de sırada hediye almaya çalışıyorlar. Elbette onlara vermiyoruz.

DSCN7509

Uzun süredir görmediğim, turda da işlerinden dolayı pek konuşamadığım Esra Alkan ile sohbet etme fırsatı doğuyor. Birlikte resim çekiliyoruz bisikletlerimize binmiş olarak.

DSCN7516

Bisikletim KUZ ve kıytırık yola çıkmaya hazır. Ben erkenden yola çıkacağım, o yüzden arkadaşlardan önce yola çıktım. Çünkü İnciraltı kent ormanından geçen ABAK katılımcılara kendi yerimde kahve pişirip ikram edeceğim. Erkenden gidip hazırlıklarımı yapmalıyım. Bisiklete binmiş yola çıktığım an.

58599148_2131380356951013_2658123820333793280_n-1024x683

Hakan ile birlikte yola çıktık, hızlıca İnciraltı kent ormanına vardık. Burada fotoğraf makinesini Hakan’a veriyorum. O da resim çekiyor kafasına göre. Ama güzel çekimleri var, bu işi biliyor. Zaten fotoğraf makinesini o vermişti. İnciraltı kent ormanı kıyıları kumluk ve sığ. Burada kum midyesi yetişiyor ve bu kum midyesini çıkarıp satanlar var. Balıkadam elbisesi giymiş midye çıkarıcıları, elinde kürek ve elekle akvades (kum midyesi) çıkarıyorlar. Deniz dibindeki kumları kürekle eleğin içine atarak eliyorlar kumları. Elekte akvadesler kalıyor. Bunları torbaya koyarak akşama kadar topluyorlar. Sonra alıcıya gidip tartarak satıyorlar ve iyi para kazanıyorlar. Bu akvadesleri İtalya’ya ihraç ediyorlar.

DSCN7521

İnciraltı kent ormanına girdik, burada eskiden balık çiftliği dalyan vardı, şimdilerde dalyanın büyük bir bölümü toprakla doldurulup ağaçlar dikilerek kent ormanı oluşturuldu. İzmir’de en büyük yeşil alan burası. Dalyan lagüne dönüştü. Deniz ile bağlantısı var iki kanaldan. Sular yükselince deniz içeri akıyor, alçalınca dışarı akıyor sürekli. Kanalların biri küçük, birisi büyük. İkisinde de köprü var. Büyük kanalın üzerine yapılan köprünün ismi Barış Manço köprüsü. Hakan Sevin beni bisikletin üzerinde köprüden aşağı inerken çekiyor. Köprünün iki yanında mavi boyalı korkuluk demirleri var.

DSCN7522

Lagün tarafı çok sığ, burada su kuşları gelip besleniyor. en önemli kuşlardan flamingo kuşları sürekli buraya gelip yemleniyor. Kanalın ağzında kamış olta ile balık avlayan birisi ayakta. Lagün üzerinde bazı yerler yosun ile kaplı. Karşıda Narlıdere dağları.

DSCN7563

Lagünün daimi sahipleri flamingo kuşları için cennet sayılır. Burada rüzgarın durumuna göre yer değiştiriyorlar. Uzun ayakları sayesinde sığ olan lagün içinde gezinerek yemlerini yiyorlar bütün gün. Uçmadıkları zaman tüylerinden dolayı beyaz görünüyor. Kanatlarını açıp uçmaya başlayınca tüm güzelliği ortaya çıkıyor. Kanat altı ve uç kısımları turuncu ve siyah tüyleri ortaya çıkıyor. Bu görsel anı yakalamak için uzunca beklemek gerek. Uçmaya başlayınca beklemeye değdiğini göreceksiniz. Bir flamingo kuşu uçuyor deniz üstünde. Geniş kanatlarını açmış deniz üstünde turuncu ve siyah renklerini gösteriyor. Diğer flamingo kuşları geziniyorlar uzun bacakları ile.

DSCN1859

Martılar denizlerin hakimi, her yerdeler ve hem denizi hem de karayı kontrol ediyorlar sürekli olarak. Bir martı çok yüksek olan aydınlatma direğindeki lambaya konmuş etrafı gözetliyor. Burada bir gerçeği söylemek istiyorum “Martılar telgraf tellerine konmaz!” Nedeni ise perde ayaklı olmaları. İnce telleri kavrayacak pençeleri olmadığı için telgraf tellerine tutunamazlar. Düz olan zeminlere konarlar.

DSCN7569

Sonunda kahve yaptığım yer olan Çakalburnu’na geldim. İnciraltı kent ormanında, denizin kıyısında, tam da burun ucunda kahvemi yapıyorum. 2015 Yılının Ekim ayından beri İzmir de olduğum zamanlarda her Cumartesi günü kahve etkinliği yapıyorum. Burada kahvenin duvarı yok, çatısı da yok. Açık alan, bir ılgın ağacının dibinde Urim Baba’nın kahvesi. Hani soruyorsunuz ya dükkan nerede? Dükkanı kime bıraktın? İşte dükkan burası, kimseye de bırakmıyorum. Ben neredeysem dükkan orada. İzmir de en uygun yerde arkadaşlarıma, dostlara, tanıdıklara, tanıdık olmayanlara, yoldan geçenlere muhabbet eşliğinde kahve pişirip ikram ediyorum. Hem kahve beleş, sadece fal bakılmıyor. Arkadaşım Emre Kanat tarafından dron kamera ile havadan çekilmiş kent ormanı, ağaçları, çimenleri ve yolları görünüyor. Evim da karşıki yamaçta, yani buraya 4 Kilometre yakınlıkta.

50946102_2292843507432462_6092584660414496768_o

Kendi yapımım olan kuş yuvasını ılgın ağacına bağladım. Belki bir kuş yuva yapabilir. Bu kuş yuvalarından çokça yaptım ve ormandaki ağaçlara astık arkadaşlarla birlikte. Çoğuna kuşlar yuva yaptığını gözlemledik ve her baharda yavrular yetiştiğini gördük.

IMG_20190727_152614

Arkeologların İnciraltı kent ormanında, Çakalburnu civarında yaptıkları kazılarda elde ettikleri tek bulgu bir tablet oldu. Yapılan incelemede bu tablet pişmiş topraktan yapıldığı, yapıldığı zaman ise M.Ö. 8.000 yıl dönemine ait bir çalışma olduğunu tahmin ediyorlar. Bunun kanıtı tabletteki sol üst köşesindeki işaretten anlaşıldığını söylüyorlar. İşaretin ortasındaki 8 küçük üçgen belirtiyor yapıldığı tarihi. Demek ki bir bilinmeyen dönemle karşı karşıyayız. Turumuzun adından anlaşılacağı gibi Az Bilinen Antik Kentler turuna uygun bir yerdeyiz. Buraya o yüzden Urim Baba’nın kahvesi adı verilmiş. Tablette Urim Baba’nın kahvesi logosu basılmış. Bisiklet tekerleği, siyah bir tüy, ucu beyaz ve kahve cezvesi.

IMG-20190621-WA0003

Ben Urim Baba’nın kahvesine gelip tezgahı açtıktan sonra ilk olarak Eczacı Demet geldi.

DSCN7570

İlk gelenlere kahve pişirip ikram ediyorum. Kahve içerken resim çekiliyoruz, kahve tezgahı olarak üzer düz olan mermer blok taşını kullanıyorum. Bisikletim KUZ ve kıytırık solda. Toplam 7 kişiyiz.

DSCN7571

Sonrasından tüm katılımcılar geldi, hepsine kahve pişirip ikram ettim. Kimseden para almadım, zaten kahve beleş. Kahve içerken her zaman olduğu gibi bol bol muhabbet edildi. Kahve değirmeni sürekli çalıştı, taze kahve çekildi. Kahve kokusu ormana yayıldı. Buradan İzmir de oturanlar evlerine dağıldı. Son kalanlarla birlikte Konak meydanındaki Saat Kulesinde turu bitiriyoruz.

Böylece bir turun ve tur yazısının sonuna geldik. Bu turdaki bir kaç yeri daha önceki yazılarımda yazıp paylaşmıştım. İlk defa Foça dan Mordoğan’a vapur ile geçerek bir yenilik yaptık. Elimden geldiği kadar resim çekip sizlerle paylaştım. Her resimde görme engelli arkadaşlar için betimleme yaparak onların da dünyasına gezdiğim yerleri bir derece göstermeye çalıştım. Yeni turlarda görüşme dileği ile

Bugün yaptığımız yol yaklaşık olarak 49 Kilometre civarı.

Aşağıda yaptığımız yolun haritası

Powered by Wikiloc

7. Az Bilinen Antik Kentler Turu 4. Gün

24 Nisan 2018 Salı

4 . Gün (Resimlerin bir kısmı Ferdimen’e aittir)

(Kör arkadaşlar için betimleme yapılmıştır)

 

Düşler ve tarih inilecek son istasyon
Burdayım işte güzel bir yanlıştayım şimdi
Beklemesini bilmiyor acalesi olan ve nedense
Çekip gidiyorlar, kalanlar o kadar azız ki
O kadar azız ki mutluluk bile bizden çok

Ahmet Telli

 

Öne çıkmış olan görsel; Kalın, aynası taş duvarlı çeşme. İkisi üstte, biri altta üç borudan sular yalağın içine dökülüyor. Etrafı otlar bürümüş

20180424_143914_HDR

İğde ağaçlarının altında, iğde çiçeklerinin kokusu ile uyanmanı tadına vardım bu sabah. Kimisi benden önce uyanıp toplanmaya başlamış bile. Ben de kalkar kalkmaz toplanmaya başladım hemen. Ardından sabah kahvemi bir çırpıda pişiriyorum. Yanımda şanslı olanlardan üç kişi de kahveden faydalanıyor. Sonrasında diğer uyuyanlar da uyanıp toplanma telaşına başladılar. İğde ağaçları altında bisikletler, bagajlar yükleniyor. Kırmızı bir bisiklet ters çevrilmiş yerde. Ön tekerleği sökülü durumda, herhalde lastiği patlak olmalı.

IMG_2241

Sabah kahvaltısını hep birlikte kurulu masalarda yapıyoruz. Masalar kumsalda, sabah güneşi iğde ağaçlarına vurmuş. Kahvaltı yaptığımız yer gölgede. Bir köpek kumlara yatmış kahvaltıdan bir parça bana düşer mi diye sabırla bakıyor masadakilere.

IMG_2242

Ferdimen resim çekerken köpek kendisine doğru dönmüş durumda. Köpeğin yüzünün ön kısmı ve göğsü beyaz, diğer yerleri kahverengi. Masalara oturmuş kahvaltı yapanlar var.

IMG_2243

Kahvaltıyı bitirip yola çıkmak için hazırlandık. Kumsalın dışında toplanmış bisikletler hareket zamanını beklerken Şeyma Bozdoğanoğlu yüzünü çevirip Ferdimen’e poz vermiş. Güneş gözlüğü yüzünde kocaman. Boynunda bu yıl tasarladığımız ve tüm katılımcılara dağıttığımız ABAK buffu. Mavi renkli olan buff Şeyma’ya ayrı bir hava katmış.

IMG_2244

Herkes hazır olunca yola çıktık. Çıkar çıkmaz da sert bir yokuş karşımıza çıktı. Yokuşu çıktık ve yüksek bir yere çıkmanın ödülü de güzel bir manzara. Sığacık köyü tam altımızda, yat limanındaki yelken direkleri, kayıklar, tarihi kalesi ve giderek çoğalan yazlıkları manzarayı belirtiyor. Siz sadece denize, teknelere ve kaleye bakabilirsiniz. En arkadan ben geldiğim için tepede kimse yoktu. Manzarayı bir süre izliyorum. Seviyorum bu şirin köyü.

20180424_094822_HDR

Sığacık içindeki parkta toplanmış bekliyor bisikletliler. Parkın içinde palmiye ağaçları dikilmiş. Bir tanesi kurumuş olmalı, yaprakları yok.

IMG_2247

Burada hazır toplanmışken Az bilinen antik kentler bisiklet turunun ortaya çıkarıp bu güne kadar sorunsuz yapan sevgili Olcay Ormankıran elbette yaş gününü unutmadık. Henüz bir aradayken kutlayıverdik yeni yaşını. İyi ki doğdun Olcay. Karnı burnunda sevdiceği Şeyma da pastasına mumları dikmiş yaş gününü kutluyor henüz doğmamış Güneş ile.

IMG_2248

Olcay dileğini tutup pastadaki yanan mumlara üflüyor. Belki de yeni doğacak Güneş için güzel dileklerini diliyordur, kim bilir !

IMG_2249

Sığacık’tan ayrılıyoruz ve önümüzde rampa var. Ağır tempoda çıkmaya başladık. Tepelerde yeni kurulmakta olan rüzgar türbinlerine doğru yol gidiyor.

IMG_2251

Tepeye gelince çitlerle çevrili bir bahçede koyu kahverengi bir at geçen bisikletlilere merakla bakıyor. Çitin yan tarafı buğday ekili tarla, ardı çam ormanı.

20180424_104614_HDR

Atın olduğu yerde mutlaka eşek te vardır. İşte karşıma bir eşek çıktı. O da merakla bizlere bakıyor. Eşek zeytin ağacının gölgesinde bağlı duruyor.

20180424_105027_HDR

Bu civarda keçi besleyen çoğaldı. Nedeni ise keçi sütü birden bire çok değerlenmesi. Bir de talep çoğalınca keçi sütü ve ürünleri pek bulunamaz oldu. Böylece fiyatı da artmış oldu. Yolda karşımıza keçi sürüsü denk geldi. Çoban başında, keçilerin bir kısmı zeytin ağacının gölgesine sığınmış dinlenirken bizleri gözetliyorlar.

20180424_105912_HDR

Az gittik uz gittik, dere tepe düz gittik. Ardımıza baktık ki bir arpa boyu yol gitmişiz. Urla’nın Kuşçular köyüne varmışız. Burası dört yol çatağı, buradan geçenler mutlaka mola verip öyle yoluna devam ediyor. Biz de burada mola verdik. Dutların altında, gölgede yakmaya başlayan Güneşin sıcağından kurtulmak için uygun bir yer. Serin bir şeyler içip dinleniyoruz. Haliyle çay olmazlardan olmazı. Mutlaka içiliyor, nerede olursan ol.

IMG_2252

Kuşçulardaki molayı bitirip yola devam ettik. Urla girişinde karşıma üç borudan akan eski  bir çeşme çıkıyor. Borulardan gürül gürül su akıyor yalağın içine. Buradan su şişelerimi tazeliyorum. Çeşmenin aynası kalın taş duvar ile örülü. Üç borunun iki yandakiler üstte, biri az altında. Etrafını ot bürümüş. Bu resim öne çıkan görsel olarak belirledim.

20180424_143914_HDR

Urla’nın içindeki kalabalık çarşıdan geçerek sanat sokağında bisikletler elimizde yürüyoruz.

IMG_2253

Urlalı yazar Necati Cumalı taş örülü müze evine geldik. Ben daha önce müze evini defalarca gördüğümden içeri girmeyip sadece dışından bir resmini çekiyorum. Ev iki katlı, alt katta iki, üst katta üç pencere ve yanda iki penceresi var. Binaya giriş yeri taş duvar ile dış kısmından ayrılmış durumda. Çatıda bir baca görünüyor. Avluda bayrak direği. Direkte Türk bayrağı dalgalanıyor.

20180424_140341_HDR

Müze görevlisi bizlere Necati Cumalı hakkında bilgi verirken sevgili doktorumuz Mete Güney pür dikkat dinliyor. Diğerlerinin kimi ayakta, kimi kanepeye oturmuş.

20180424_140842_HDR

Necati Cumalı’nın çalışma odası, yazı masası, üzerinde mini bir daktilo, isimlik, iki porselen tabak dikine kaideye oturtulmuş. Solda küre cam kavanoz, içinde kurutulmuş bir şeyler var. Bir fotoğraf makinesi ve sigara kutusu metalden duruyor. Masanın deri kaplı, işlemeli koltuğu. Koltukta “Lütfen oturmayınız” uyarı yazısı konulmuş. Arkada pikabı ve diğer yanda radyosu. Pikapta bir plak takılı.

20180424_141306_HDR

Necati Cumalı müze evini kısa sürede bitirip yola çıktık Urla İskele’ye doğru. Her zaman kullandığımız ara yoldan gideceğiz. Diğer ana yol hem dar, hem de çok yoğun araç trafiği var. Çeşme – İzmir ana yolundaki kavşaktan sola dönüp bir süre gidiyoruz. Gittiğimiz yol Çeşme yönü. Tabelada; Çeşme 47 Karaburun 66 Kilometre gidileceğini belirtiyor. Tabeladan az ilerde sağa döneceğiz. Yolun sağ şeridini tamamen bisikletliler kapatmış durumda.

IMG_2254

Ara yolda hem trafik yok hem de yenilebilir meyveler var; Dut. Henüz olgunlaşmaya başlamış dutlardan yiyen bir arkadaş dala uzanmış dut yerken.

IMG_2255

Urla İskele mahallesine geldik. Burada Klazomenai antik kenti var. Giriş kapısına bisikletleri bırakıp içerisini görmeğe gidiyor arkadaşlar. Bisikletim KUZ önde, diğerleri sağda, solda park etmiş durumda. Ortada Klazomenai antik kentin kazı alanını belirtir tabelası.

20180424_145306_HDR

Kazı evinin önünde küçük bir havuz var. Bu havuzda Nilüfer çiçekleri yetiştiriliyor. Kökü su içinde olup, su yüzeyinde kocaman, tepsi gibi yaprakları ve Nisan ayında açan pembe çiçekleri ile insanları adeta büyülüyorlar. Nilüfer yaprakları havuzun tüm yüzeyini kaplamış durumda. Çok az bir kısım açıkta kalmış

20180424_145436_HDR

Havuzun içinde balıklar da var. Su bulanık olsa da içinde yüzen kırmızı ve beyaz renkli balıkları görebiliyorum.

20180424_145449_HDR

Antik kentin ayağa kaldırılmış tek yapısı yağ işliği. Yağ işliği binasına giden yol, solda biçilmiş buğday tarlası sarı renge bürünmüş.

IMG_2258

Yağ işliği binası sonradan yapılmış taş bir bina. Yanında da bir tane bina daha var. Büyük olan binanın çatısı biraz sivrice ve sazdan kaplanmış. Önünde de bir kuyu var saz çatılı.

20180424_145744_HDR

Binanın dışında kazılarda bulunmuş dev yağ küpleri var. Küp yerde toprağa gömülü. Sadece bir kısmı yüzeyde. Küpün içi boş, sadece densizin birisi boş sigara paketini içine atmış. Pis insanların haddi hesabı yok.

20180424_145843_HDR

Kazı ananında kazılar devam ediyor. Buluntular arasında bir kuyu, yanında da dev iki tane küp var. Yağ işliğinde sıkılan zeytinlerden çıkan yağlar küplerin içinde depolanıyor. Küpler toprak seviyesinin altında. İskele mahallesinde bir çok yazlık ev, bahçe var. Bunların altı tarihi eserlerle dolu. Kazılıp gün yüzüne çıkarılmayı bekliyorlar toprak altında. Bizler sadece çok az bir kısmını görebiliyoruz. O da titizlikle yapılan kazılarda ortaya çıkan buluntular.

IMG_2260

Yağ işliğinin içinde pres aleti ağaçtan yapılmış. Kalın bir direkte dönertaş bağlı. Direğin üstünde de sopalar konulmuş. İnsan gücü ile döndürülen direk dönertaşın altında zeytin taneleri ezilerek yağa dönüşüyor. Bacanağım Selahattin Kelmen de direkteki sopayı tutmuş çevirmeye çalışıyor. Kafasında kaskı duruyor, çıkarmayı unutmuş.

20180424_150056_HDR

Yağ işliğinde rehberimiz bizleri kısaca bilgilendirdikten sonra çıkışa doğru gidiyoruz.

IMG_2261

Hemen yakında olan gemi işliğine geldik. Geçmişte ticaret daha çok gemilerle yapılıyormuş. Gerçi günümüzde hala yapılmakta. Burada elde edilen zeytin yağı gemilerle başka ülkelere ihracat yapılıyordu. Burada olan atölyede geçmişte yapılan teknelerin benzerlerini yapıyorlar. Atölyenin üstü yarım yuvarlak branda ile kapatılmış. Solda Uluburun batığının kopya gemisi.

20180424_153638_HDR

Denizden çıkarılıp kurutularak tahtaya çakılmış deniz yıldızı, deniz atı ve yengeç. Diğerleri normal de yengecin arkasındaki son iki ayak yassı. Diğer ayaklar sivri uçlu. Bu tür yengeci ilk defa görüyorum. Rengi de beyaz.

20180424_153710_HDR

Geçmişte gemi yapım atölyesinde kullanılan basit bir vinç. Uzun bir direk, kısa tarafına yandan bir kama takılıp kaideye oturtulmuş. Buraya ağırlık bağlanmış yük karşıtı olarak. Uzun olan taraf ise yük kaldırmak için. Vinç tekerlekli bir arabanın üstünde.

20180424_153835_HDR

Ağaçtan yapılmış küçük bir kayık yada sandal. Kayığın başında ve kıçında yukarıya doğru yarım metre kadar çıkıntı yapılmış. Öndeki düz bir ağaç, arkada ise işlenmiş. Ağaç tepeden altına doğru kıvrılarak oyulmuş.

20180424_153848_HDR

Üzeri branda kaplı atöylede marangoz makinaları var. Burada çeşitli tekneler yapım aşamasında. Teknenin ön kısmından arkaya doğru olan yerin resmini çekiyorum alttan. Ön tarafındaki ana ağaç ve yan gövdeyi oluşturan tahtalar enlemesine çakılmış. Ortaya doğru genişleyen teknenin kıvrımı güzel işlenmiş. Atta karina ağacına bir çok işkence ile parçalar sıkıştırılmış. Teknenin üstüne çıkmak için kısa tahta bir merdiven dayalı.

20180424_153903_HDR

Açık alanda toplaşıp rehber hocamızdan gerekli bilgiyi alıyoruz.

20180424_154000_HDR

İskele limanı, tekneler, limandaki depo binalarını belirtir maket yapılmış. Maket sanki canlı bir limanı resmediyor. Yapan çok güzel bir işçilikle bire bir örneği ile betimlemiş. Limanın girişi dar bir boğaz, dalgakıran kayalıklar ve limanın girişinde deniz feneri

20180424_155257_HDR

Fotoğraf makinesi ile resim çeken birini çekiyorum çaktırmadan. Bir gözünü vizöre dayamış, diğer gözü kapalı çekeceği yere konsantre olmuş durumda. Başında mavi şapka var siperli.

20180424_155629_HDR

Değerli hocamızla topluca resim çekiliyoruz atölyenin önünde.

20180424_155638_HDR

Urla İskeledeki tarihi yerlerin gezisini bitirip yola çıktık İzmir’e doğru. Yolda lastiği patlamış birisinin tamiri ile uğraşan arkadaşlar yol kıyısında durmuşlar. Lastik tamirini el birliği ile yapıyorlar.

IMG_2262

Urla çıkışında balıkçı barınağında mola veriyor bir kısım arkadaşlar. Turun yorgunluğunu çıkarıyorlar adeta. Bir masaya 8 kişi oturmuş çay içiyorlar sohbet ederek.

IMG_2264

Balıkçı barınağı küçük bir liman gibi. Dalgakıran limanda tekneleri dalgalardan koruyor. Limanda bağlı bir çok tekne sıralı duruyor. Karşıda İkiztepe dağı görünmekte.

IMG_2267

Bir süre dinlendikten sonra ana yoldan gidiyoruz tek sıra. Seferihisar kavşağındayız.

IMG_2268

Sorunsuzca Sahil evlerinden İnciraltına geldik. Buradan Üçkuyular da başlayan bisiklet yoluna girip trafikten kurtulmuş olduk. Belediyenin sahil boyunca yaptığı sahil düzenlemesinde yürüyüş yolu, gezinti yolu ve bisiklet yolu Alsancak limanına kadar kesintisiz gidiyor. Sahil yolunda ağaçlar dikilmiş, yerlerin bir kısmı yeşil çimen döşeli. Eski belediye başkanlarımızdan Ahmet Piriştina tarafından dikilen hurma ağaçları İzmir’e ayrı bir özellik kattı. Üçkuyular dan Bayraklı’ya kadar yüzlerce palmiye ağacı dikildi. Hemen hemen hepsi de tuttu ve meyve veriyor. İzmir her ne kadar sıcak olsa da hurmaların pişip olgunlaşmasını sağlamıyor. Hurma ağaçları 2003 yılında Mısır dan getirilip dikilmişti.

IMG_2270

Bisiklet yolundan bir süre gidip Karantina civarında alt geçit çalışmasının yapıldığı yerden ana yola çıktık.

IMG_2272

Karataş civarında tekrar bisiklet yoluna geçtik. Burada bisikletimin arka bagajını tutan çubukların iki tarafında da kırıldığını gördüm. Yakından resmini çekip inceliyorum. Alt kısımdan kırılıp arka maşaya dayanmış öylece duruyor. İncelemede sağlam ve düşmeyecekmiş gibi durduğunu görünce eve kadar idare eder dedim kendi kendime. İşte demir bagajın yararları; Yolda kırılsa da elektrik kaynağını her yerde bulup kaynatabilirsin. Alüminyum bagaj olsa her yerde kaynak yaptırma olanağı yok. Sadece sanayi sitesinde, o da az sayıda alüminyum kaynak yapan yerler var. Uzun tur bisikletçilerinin neden demir bisiklet, demir bagaj kullandığını şimdi daha iyi anlıyorum. Ev yakın olduğu için idare eder dedim. Evde kendim kaynak yapabilirim kırılan yeri.

20180424_195536_HDR

Konak belediye parkına geldik ve turu burada bitiriyoruz. Bizlerle gelen sadece bir kaç kişi var. Çoğu kişi gruptan ayrıldı yolda gelirken. Kalan bir avuç arkadaşla vedalaşıyoruz tek tek. Sonrasında herkes kendi evine doğru hareket etti.

IMG_2273

Ben de Ferdimen ile birlikte eve doğru Güneş batarken pedallamaya başladık. Sahilde, Güneş ufukta batmadan önce az olan bulutların ardında bizleri selamlıyor. Deniz buna hafif çırpıntılarla cevap veriyor sanki. Kenarda bir bisiklet park etmiş duruyor. Sahibi de akşam suyunda balık avlıyor kamışı ile. İnsanlar da akşam yürüyüşünü yapıyor nefis manzarada.

IMG_2274

Karantina civarında tekrar ana yola çıktık. Bu kez Üçkuyulara kadar ana yoldan gittik. Yolun sağından tek sıra giderken tramvay rayları, elektrik telleri, yeşil çimenler, hurma ağaçları ve ufku kızıla boyamış batan Güneş denizin maviliğini alıp götürüyor sanki.

IMG_2275

Akşam hava kararmaya başlarken, tam da ezan vaki eve vardık Ferdimen ile. Ferdimen bu gece daha misafirim olacak, Yarın Kuşadası’na doğru gidecek. Orada abisi oturuyor. Eve varıp eşyaları bagajdan indirip bisikletleri park ettik. Sıcak bir duşun ardından akşam yemeği ve kahve. Sonrasında çektiğimiz resimleri bilgisayara yükleyip yedekledik. Birer kopyasını Ferdimen ile paylaştık resimlerin. O günleri anca derleyip yazabildim.

Böylece bir turun daha sonuna gelmiş olduk. ABAK ; Az Bilinen Antik Kentler Bisiklet Turunu sorunsuz tamamlayıp huzur içinde olmanın mutluluğunu yaşadım. Görevim icabı artçılık ve süpürücülük kısmını yerine başarı ile getirdim. Bu turu gönüllü olarak arkadaşlarla birlikte yapıyoruz karşılık beklemeden. Katılımcıların en iyi şekilde güzel bir tur ve iyi anılarla ayrılmalarını sağlamak bizleri mutlu ediyor. Turumuz insanlara konfor sağlayıp hizmet etmek için değil. Katılımcı, paylaşımcı, herkes işin ucundan tutarak, birlikte yapma gayreti içindeyiz. Bir çok şeyi birlikte paylaştık, yeni arkadaşlarla tanışıp dost oldum. Yeni hikayeler oluştu ve bunları hazine torbama yerleştirdim. Şimdi hazine torbamdan çıkardığım bu güzel hikayeyi elimden geldiğince resimlerle anlattım.

Resimler çok şeyi anlatıyor, bu yazıyı okuyanların kafasında canlandırdığı yerleri görmeyen arkadaşlar için de elimden geldiği kadarı ile betimlemeye çalıştım.

Bir sonraki tur yazımda görüşme dileği ile

Bu gün yaptığı yol yaklaşık 78 Kilometre civarı.

Yaptığım yolun haritası aşağıda

Powered by Wikiloc

 

 

Mysia Yolları 2. Gün

8 Mayıs 2017 Pazartesi

Hamidiye köyü – Bigadiç – İskele kasabası – Çaldere

(Kör arkadaşlarım için resimlerde betimleme yapılmıştır)

(Resimlerin bazıları Vedat Karakaya’ya aittir)

 

bütün mesele yaşamakta

ölmekte değil kıraç

çorak toprakta yılmanı

demekte arayıp

arayıp seni bulmakta

seni güzeli namusu

ekin biçmekte

dal budamakta

umut dermekte

yürümekte

yürümekte

bütün mesele yaşamakta

ölmekte değil

deprem alır götürür

savaş gelir oturur

salgın süpürür

afrika’da

avrupa’da

asya’da oy

büyük küçüğü sömürür

dedim ya

bütün mesele

yumruk sıkmakta

göğüs germekte

sevda beslemekte

yaratmakta

yaratılmakta

Ölmekte değil

Agim Rıfat Yeşeren

 

Öne çıkan görsel, üzüm bağı, sürülmüş tarla ve dağ yamacı. Sol üst köşede parlayan güneş ve bisikletimde kartal tüyü.

Sabahın erken saatleri, henüz gün ağarmadı. Etraf zifiri karanlık olsa da ay ışığı ormanı aydınlatıyor az da olsa. Gün henüz ağarmasa da kuşlar kalkmış bile çoktan. Şimdiye kadar hiç duymadığım çoklukta kuş sesleri ormanı çınlatıyor. Çeşit çeşit, dört bir yandan gelen kuş sesleri insanı uyandırıyor. “Biz uyandık, hadi siz de uyanın” der gibi kuş cıvıltıları ormanı kaplamış durumdayken uyumanın olanağı yok. Kuş sesleri arasında sadece karatavuk kuşunun sesini tanıyorum. Çok güzel bir ötüşü var ama bir çok kuş sesi de karatavuk sesinden aşağı kalır yanı yok. Hani türküde “Ormanların gümbürtüsü” der ya işte kuş cıvıltıları o kadar çeşit ve çok ki ormanların gümbürtüsünü geçmiş durumda. Demek ki bu bölgede kuş çeşitliliği çok fazla. Hepsi bir arada olunca birbirleri ile yarışır durumda eşlerine sabah yemlenmeye gitmeden önce kur yapıyorlar. Gün ağarasıya kadar uyku tulumunun içinden çıkmadan kuş cıvıltılarını dinliyorum. Dinlediğim kuş seslerini ayırt etmeye çalışıyorum. Acaba bu güzel melodileri çıkarak kuş nasıl bir şey, adı ne, rengi ve boyutu nasıl? diye düşünerek zaman geçirdim.

Gün ağarınca çadırımın kapısını açıp dışarısının resmini çekiyorum. Çam ormanı, çalılar ve yeşillik görünüyor. Asfalt yolun bir kısmı da manzaramda.

Kalkar kalkmaz çeşmenin başına giderek elimi yüzümü yıkıyorum. Yüzümü yıkarken suyun geldiği deliğin ağzında örümcek ağlarını örmüş olarak görünce yakından resmini çekmeye çalıştım. Ama ağları o kadar ince ki gözlerimle gördüğüm ağ iplikleri resimde görünmüyor. Cep telefonumun mega pikseli yüksek olsa da bazı ayrıntıları göremiyor anlaşılan. Örümcek ağı daha yeni örmüş belli. Çünkü akşam yoktu. Kuşlarla beraber uyanıp sineklerin suya geldiğinde görünmez ağları örmesini bitirmesi gerek. Sinekler suya gelip ağa takılarak günlük besinlerini alıyor örümcek.

Suyun geldiği delik içeriye doğru oyuktaki delikten çanağın içine akıyor. Delik 5 santim yüksekte. Dökülen sudan arada sıçrayan su damlaları ağa takılmış bir kaç tane. Çember şeklinde kenarları olan kap ön tarafta kanal biçimindeki dar yerden de aşağıya dökülüyor. Çemberin etrafı kırmızı bola ile boyanmış magandalar tarafından.

Çeşmenin başından kamp alanı, çadırlar ve çamaşır ipinde kuruması için asılan çamaşırlarımız. Çadırlar çam ağaçlarının altında.

Erguvan ağaçları dere yatağında mor çiçeklerini açarak yeşilliğe renk katmış. Bu arada da ateşimiz de yanmaya başladı bile. Hem sabahın serinliğinde içimiz ısınsın hem de çayı demlemek için köz gerek.

Video, kamp ateşi, kamp alanında çadırlar ve orman.

Vedat matını ateşin yanına sererek uzanmış hem kendini hem de henüz kurumayan kısa pantolonunu kurutmaya çalışıyor. Ateşin etrafı taşlarla kaplı. Kısa pantolon kare patiskadan yapılmış.

Nafiz: “Saat kaç?” diye sorunca Vedat: “Saat 7.30 olmuştur” dedi. Ben de araya girerek “Ben demeden saat 7.30 olmaz” diyerek söyleyince “Hadi ya nasıl oluyor öyle” diyerek cevap verdiler. Ben de “Herhalde bileceğim, çünkü henüz cep telefonumun alarmı çalmadı. Saat 7 olmadan 7.30 olamaz” diye cevap verince bastık kahkahayı. Güne kahkaha ve neşeli olarak başladık. Sabah erkenden uyanınca zaman geçmiyor. Bu konuşmadan bir süre sonra cep telefonumun alarmı çalmaya başladı. Saat henüz 7. Semaver de çayımızı Nafiz demliyor görevli olarak. Kahvaltılıkları çıkarıp hazırlıkları yaptıktan sonra hep birlikte bir güzel kahvaltı yapıyoruz. Pişileri bitirmeye çalışıyoruz ama o kadar çok vermişler ki bitmek bilmiyor.

Ateşin etrafında yere matı sererek oturmuşum sabah kahvesi pişiriyorum. 4 Antalyalı kendi sandalyelerine oturmuş keyif yaparken Cem ayakta dinelmiş durumda. Ateşi yaktığımız yer orman yangın yolu. Burada daha önce ateş yakılmış taşları duruyordu ocak biçiminde. Biz de aynı yere ateşi yaktık. Orman yangın yolu dik bir yokuş ile yukarıya kadar çam ağaçlarının arasını iyice açmış. Bunun nedeni orman yanarken diğer tarafa sıçramasın diye.

Doğu tepenin ardında olduğundan Güneşi biraz geç görüyoruz. Güneş çoktan doğmuştu ama bize görünmesi kahvaltıdan sonra oldu. Orman yangın yolunun bitiminde, tepede Güneş kendini parlak ışıkları ile kendini gösterirken hemen aşağıda, tam önümde bir çadır ve bisikleti orman manzaralı çekiyorum.

Kahvaltı bitiminde çadırları, eşyaları çantalara yerleştirip bisikletlerin bagajına yükledik. Yola çıkmadan önce çeşmenin başında son defa durup su şişelerini dolduruyoruz çeşmeden. Çeşmede ki örümceği ve ağını tekrar yakından çekmeye çalıştım ama pek başarılı değil çektiğim resimler. Yakın çekimde dökülen su çanağın altından su yüzeyine çıkarken hafif dalgalanması su yüzeyine yansıyan görüntü ve dibindeki görüntü yan yana harika görünüyor. Suyun berraklığı yaşama yaşam katar derecesinde saf ve temiz. Resmi yandan çekiyorum çanağı, örümcek çok küçük olması nedeni ile görünmese de ben yerini biliyorum.

Çeşme ve uzun yalağı çok işimize yaradı, suyumuzu içtik, duş aldık, yemek yapmak için, çayı da bu çeşmedeki su ile demledik. Kamp yapılacak bir yerde mutlaka su yada çeşme olmalı. Çeşmenin aynası taş duvar örülü. Yüksekliği 1 metre, uzunluğu da 10 metre civarı. Yalak duvar boyunca yapılmış betondan. Arkada çam ormanı başlıyor.

Bisikletim KUZ üzeri yüklü biçimde yola çıkmaya hazır. Gidonumda bulunan üç martı tüyü yanına dün yol kenarında aldığım kartal kanatlarından bir tane koparıp gidona takıyorum. Artık kartal tüyü bisikletim giderken kendi yarattığı rüzgarı hissedecek yol boyunca. Kartal aramızda olmasa da ruhu gökyüzündeki özgürlüğü devam edecek. Bisikletimin arka bagajında iki yanda çanta bağlı, üzerinde sosis çanta, yeleğim ve mat kancalı lastiklerle bağlı. Çantalarım turuncu renginde, araçların dikkatini çekiyor yolda giderken. Oturduğum selenin demirinde keçe kese asılı. Yolda bulduğum paraları kesenin içine atıp biriktiriyorum yol boyu. Arada köylerdeki çocuklara dondurma ısmarlıyorum kesedeki paralardan. Sele borusu altındaki kadro borusunda 1.5 Litrelik su şişesi çuval içinde. Etrafı ocak koruyucu alüminyum sac sarılı. Gidon çantam siyah, gidon sargısı kahverengi olarak sarılmış kelebek gidonumda. Gidonun solunda dikiz aynam arkayı kontrol etmek için. Gidon çantamın önünde Bakırçay temiz aksın levhası asılı. Aydınlatma lambam ve yanında martı, kartal tüyü duruyor. Kaskım da kelebek gidonumun sol tarafında asılı.

Yola çıkmadan önce çeşmenin üst tarafından yola çıkan arkadaşların resmini çekiyorum. Tam da yolun U dönüşü ile beraber. Biz soldan geldik, sağdaki yoldan aşağıya doğru gideceğiz. Yol kıyısında bir araç park etmiş.

Sonunda yola çıkabildik. Artık iyice büyümüş ekin tarlası baş vermiş olgunlaşması için biraz daha zamanın geçmesi gerek. Ekin tarlası bayağı geniş, bitiminde dere yatağı ağaçlarla örtülü. Ekinler yeşil bir denizi andırıyor.

Yola çıkar çıkmaz önümüzde birden bire yokuş başladı. Artık mecburen çıkacağız. Yol kıvrımlı olarak yukarıya gidiyor, etrafta yeşil ağaçlar, çalılar. En önemlisi de araba yok, ne güzel. Sakince yokuşu çıkıyoruz. İleride arkadaşlar ağır tempoda yokuşu çıkmakta

Çıktığımız yokuşun sol tarafı derin ve dibinde bir çay var. Kayalık arazi de olsa ağaçlar çay yatağını kaplamış durumda.

Bazı yerlerde çay hiç görünmüyor ağaçlardan.

Çay manzarası güzel olmasına güzel de insanların doğaya verdiği yıkım çok. Yol kıyısına inşaat artıklarını getirip molozları döktükleri yetmezmiş gibi yakınlarda olduğu belli olan inek çiftliğinden getirilen hayvan pislikleri de dökülmüş molozların yanına. Fazla gelen gübreler tarım arazilerine değil de çay kenarına dökülmesi çevreye büyük zararı var. Yağmur ile beraber çayın sularına karışan gübreler suyu da kirletiyor. Belki çaydan içme suyu elde ediliyor. Yazık!

Fazla gitmeden karşımıza Hamidiye köyü çıkıyor. Köy yokuş yukarı kurulmuş, henüz girişinde durup yokuşla beraber köyün tabelasını çekiyorum. Evler de tabeladan sonra başlıyor. Yol kıyısında kavak ağaçlarının iri gövdeleri, karşıda ise bahçe duvarının dibinde incir ağacı.

Köyün hemen girişinde bir borudan akan çeşme önündeki yalağa dökülüyor. Yalağın baş tarafından, uzunlamasına durgun görünen su yüzeyini borudan akan su ve solda bisikletim KUZ olarak resim çekiyorum. Su yüzeyinde gök yüzü ve ağaçların yansıması görünüyor. Arkada birer, ikişer katlı köy evleri benden yüksekteler.

Köye giriş yaptıktan sonra tuğla duvar örülü bir binanın gölgesinde arkadaşları beklerken görüyorum. Ceyhun yolun ortasında duruyor, Cem de soldaki evin bahçe duvarına oturmuş durumda.

Yanlarına gelince Vedat’ın lastiği patlamış, o yüzden bekliyorlardı. Lastik patlarken dış lastiği de yarmış 8 santim kadar. İç lastik neyse dış lastik yarılması kötü. Köyde yedek lastik bulmak zor. Köyün ilkokulunun bahçesine girip bank üzerinde oturarak tamire başladık dış lastiği. Epey yol yapmış lastikler artık ömrünü tamamlamış olmalı. Lastiği tamamen söktük. Mehmet Ali de iğne, iplik var, dış lastiği dikmeye başladı. Vedat ta ön tekerlekteki lastiği söküp arka tekerleğe takıyor bu arada. Bisiklet yükü arkada daha çok olduğu için hasarlı lastik önde olması daha iyi olur. Ceyhun patlamış olan iç lastikten şeritler kesiyor makasla. Bankın solunda yapacak işi olmayan Nafiz elini çenesine dayamış öyle oturmuş düşünüyor. Yanında Mehmet Ali lastiği dikerken Cem de nasıl dikiyor diye bakıyor. Onların yanında da Ceyhun iç lastikten şeritler keserken Vedat ta arka tekerleğe önden söktüğü takarken yere oturmuş durumda. Ben de hepsinin bu çalışkan halini çekiyorum. Tam bir ekip olarak olayı çözümlemeye başladık.

Mehmet Ali lastiği dikerken daha yakından çekiyorum. Lastik pek kolay dikilmiyor, o yüzden yanında oturan Cem arada iğneyi havada tutup Mehmet Ali’nin iki eliyle lastiğe operasyon yapmasına yardım ediyor.

Dikme işi bitince Ceyhun’un kestiği şerit lastik ile dikilmiş olan bölgeyi Bant gibi sıkıca sarmaya başladı. İç lastik dışa taşıp patlamasın diye.

Henüz lastik işi bitmediğinden yapacak işi olmayan Cem okulun bahçesindeki oyun parkında kaydırağın yere yakın olan yere uzanıp kestirmeye başladı. Bir dönerli kaydırak turuncu renkte, bir tane de düz kaydırak turkuaz yeşil renkte. Kaydıraklar polyesterden yapılmış, merdivenlerden çıkılıyor. Sarı boyalı demir korkuluklar takılmış çocuklar merdivenlerden düşmesin diye. Kaydırağın sağında iki salıncaktan bir tanesi sağlam. Diğeri yok ama yeri duruyor. Yer kum ile kaplı. Daha sağda ise tahterevalli duruyor. Tuğla örülü bir bina, bahçenin sınırını belirlemiş.

Okumaya devam et

Mysia Yolları 1. Gün

7 Mayıs 2017 Pazar

Çobanlar köyü – Gökçukur köyü – Hamidiye köyü

(Kör arkadaşlarım için betimleme yapılmıştır)

 

Yattım uyudum

kitlendi kapılar

bulvarlarda kalmadı kimseler

tramvaylar durdu kesildi ceryanlar

savaş yok dert yok

rasim’in ağrıları yok

ya ayaklarım hani

hani nerde ellerim

kim idi o einstein

o sultan Süleyman kim idi

yattım uyudum uyudu herkes

her şey uyudu

Agim Rıfat Yeşeren

 

Öne çıkan görsel, ön dört çocuk ve ben, duvar üstünde resim çekiliyoruz. Çocuklar ısmarladığım dondurmaları yiyorlar.

Sabahın köründe ineklerin möööö sesiyle uyanıyorum. Boynundaki çan, bazen hızlı, bazen de yavaş vuruşlarla ötüyor. Dışarıdan gelen sesleri çıkaranları görmek için çadırımın kapısını aralayınca çoban inekleri sol tarafa, dağa doğru götürürken görüyorum. Çoban bazen ineklere dokunup daha çabuk yürümesini sağlıyor. Demek bazen hızlı çalan çan sesi bu yüzdenmiş. Çadırları kurduğumuz yer ineklerin otlatmak için götürüldükleri yol. Önümde yeşil bir çadır var, o da yolun tam ortasına kurulu. İyi ki inekler yememiş çadırı yeşil diye.

Çadırımın içinden görünen siyah beyaz bir inek ve arkasında onu otlatmaya götüren çoban. Mavi kot pantolon giymiş, üzerinde de kirli beyaz ceket, kapşonu da kafasına geçirmiş üşümesin diye. Buraların rakımı yüksek, havalar serin olur sabahın erken saatleri.

Suyun kaynağına yolculuk turu bitmişti dün, bu gün dönüş yoluna geçecekler ve Bursa yönüne gidecekler ikiye ayrılacağız. Ben, Cem Tabanlı ve Antalyalı Ceyhun, Mehmetali, Nafiz, Vedat Bursa’da ki Mysia bisiklet festivaline katılacağımızdan toplam 6 kişi Bursa’ya doğru pedal çevireceğiz. Diğer arkadaşların bir kısmı Gölmarmara üzerinden, kimisi Soma yönünden, Kimisi Akhisar, Manisa, Menemen üzerinden İzmir’e gidecek. Aslında programda dönüş için birlikte hareket edilecekti ama aldığımız karara göre herkes istediği biçimde serbestçe kendi yolundan dönüşe geçecek diye. Bizim zaten belliydi Bursa’ya gideceğimiz.

Herkes kahvaltısını yaptıktan sonra çadırını, eşyalarını toparlayıp bisikletine yükledi. Bizler ayrılacağımızdan diğer yöne gidecek arkadaşlarla vedalaşıyoruz. Herkes birbirine dikkatli gidin, yolunuz açık olsun dileklerini bildirdiler. Bursa yönüne gidecek olan 6 kişi en son kamp yerinden ayrılmadan önce borudan devamlı akan sudan şişelerimizi tıka basa su ile dolduruyoruz yola çıkmadan önce.

Çeşmenin ayna olarak yapılan duvarı briketten yapılmış. Bir briketin boş iki gözlü kısmı dışa bakacak şekilde çeşmenin sağ üst tarafına konmuş . Bu iki göze bardak, sabun yada başka bir eşya koymak için öyle örülmüş. Yapan ustanın bunu düşünmesi güzel. Borudan akan çeşmenin altında uzun bir yalak ve içi su dolu. İnekler, koyunlar geçerken buradan suyunu içip öyle yoluna devam ediyor. Tıpkı bizler gibi.

Artık yolcu yolunda gerek diyerek yeni maceralara atılmak için bisikletlere binerek yola çıktık. Köyün içinden geçerek Koca çayın olduğu köprüye gelince durduk. Son kalan toprakları da çaya dökmek gerek. Dün suyun kaynağına kadar gidememişti ve toprak hala çantamda duruyor. Bu çayın ismi buralarda Koca  çay. Buradan Kırkağaç’a kadar Koca çay ismi ile aktıktan sonra Bakır beldesinde adı değişerek Bakırçay oluyor. Ferdimen hala bizimle ve beni toprak dökerken resim çekiyor. Yanımda da Cem Tabanlı. Köprünün korkuluk demirlerinin üst kısmı yok, sadece bir kaç boru kalmış, tehlikeli bir yer.

Elimde toprak aşağıda çay ve ağaçların yapraklarından az miktarda görünen su. Avucumda ki toprağı çaya döküp temiz olarak denize kavuşmasını diliyorum son olarak. Belki dileklerimiz gerçek olur, insanlar doğaya yaptıkları kötülüklerin farkına varır da çevreyi kirletmeyi bırakır.

Ferdimen ile vedalaşıp ayrılıyoruz ana yola çıkmadan önce. Bir süre ana yoldan aşağıya doğru gidiyoruz. Yaklaşık 1 Kilometre ana yoldan gidip sağa doğru ilk yola saptık. Ben kendime gidiş rotası yapmamıştım. Antalyalılar kendilerine göre bir rota çıkarmışlar. Biz de onlara uyarız dedik. Rota konusunda uzman olan ve daha önce günlerce harita üzerinde çalışıp rota çıkaran Vedat Karakaya bizleri Bursa’ya kadar götürecek. Rehberimiz Vedat, o nereye götürürse peşinden gideceğiz. Köy yoluna sapar sapmaz macera başlıyor. Yol kıyısında çeşmenin başında durup kısa bir mola verdik. Çeşmenin başında kocaman bir söğüt ağacı, küçük çalılar ve yeşil çimenlerle kaplı etraf.

Çeşmeden sonra biraz dik yokuşlar başladı, herkes düşük viteste kendi temposu ile yolda gitmeye başladı. Köy yolları sessiz, sakin, araç yok, doğada, ağaçların arasından bol oksijeni içimize çekerek çıkıyoruz yokuşu ağır ağır.

Avucumun içi Vedat Dedim ya rota konusunda bilgili olan ve rotaları çıkaran Vedat Karakaya rotayı yapmış diye. İşte Vedat’a Antalya’da yaptığı turlarda “Avucumun içi Vedat” ismini takmışlar. Bu ismi takmalarının nedeni ise her yeri avuç içi gibi bilmesi. Neresi olursa olsun “Ben buraları avucumun içi gibi bilirim” diye övünmesi. Arkadaşlar yokuşu çıkarken önden gidiyorlardı. Ben arkalarından tıngır mıngır gelirken bir baktım ilk kavşakta durmuşlar bir şeylere bakıyorlardı. Dedim ki kendi kendime “Acaba beni mi bekliyorlar!” diye. Ama yanlarına yaklaşınca gerçeği öğreniyorum. Meğerse yola çıktığımız ilk kavşakta yolu kaybetmiş Vedat. Acaba sola mı, yoksa düz yukarı mı devam edeceğiz çıkaramamış. Daha yolun başında ilk kavşakta kaybolmamızın anlaşılması sonucu hepimiz kahkahaya boğulduk. Antalyalı arkadaşlar bunu bildiklerinden Vedat’a bakıp bakıp kahkahalarla gülme krizine girmişlerdi bile. Ben ve Cem de kahkaha tufanına katıldık. Daha ilk kavşakta yolunu bulamayıp kaybolan Vedat bundan sonra yolu bulup nasıl götürecek acaba. Bu anı yaşadığım en güzel anlardan birisi olarak kalacak. Diğer arkadaşlar için de durum aynı. Unutulmaz bir anı olmuştu bizler için ve yola böyle güzel bir anı ile başlamamız turu çok güzel geçireceğimiz duygusu kapladı içimi. Çok uyumlu, neşeli, esprili ve bol gülmeli tur nerede bulacağız. Bu arada Vedat yolumuz üzerindeki köyleri tek tek listelemiş. Her birimize 5 köy vererek bunları unutmamamızı, köyleri takip etmemizi istedi. Elbette bu isteğini yerine getireceğiz deyip paylaşılan köyleri 5 dakika sonra unuttuk gitti. Hatırlamıyorum bile hangi köyler olduğunu.

Yol çatısında küçük çatılı durak binası, önünde bisikletlerinden inmiş, yolunu kaybetmiş bir topluluk. Yolun bir tarafı sola gidiyor. Diğeri düz yukarı doğru gitmekte.

Sonunda doğru yolu bulup yeşilliklerin arasından gitmeye başladık. Solumuz çam ormanı, sağımız tarla, bağ, bahçe ve uzun uzun kavaklar.

Köy yollarında çeşme olmazsa olmaz. Köylüler bilirler ki insanların en önemli ihtiyacı sudur. Su olmazsa hayat olmaz. O yüzden yol kıyılarında bir yerden bir yerlere giderken belirli yerlere çeşme yaparlar. Hem yük hayvanları için, hem otlayan keçi, koyun, ineklerin içmesi için. Hem kendisi susayınca kana kana içmesi için. Bunun yanında yaban hayvanları da insanların geçmediği saatlerde gelip su içerler. Kuşlar, böcekler de faydalanır sudan. Bir kurbağa gelip buraya yerleşir yalağın içine. Çok görmüşümdür bir iki kurbağanın çeşmenin başına gelince suyun içine atladıklarını. Haliyle bizim gibi yolcuların çeşmenin başında durup su içerken hayır duasını esirgemez çeşmeyi yaptıranlar için. Seviyorum böyle çeşmeleri ve mutlaka durup su içerim. Ayrıca şişelerimin sularını da tazelerim. Çeşmenin başında dinlenip enerjimi toplarken hayır duası ederim yaptırandan ve yapan ustalara.

Yeşillikler arasında 1 X 2 metrelik beton bir aynası olan çeşmenin önünde yine betondan yalağı. Yalağın içi su dolu, çeşmeden sürekli su akıyor.

Yokuş çıkmaya devam ediyoruz, önümüzde bir köy görünüyor. Köyün evleri ve iki tane caminin minaresi köyün kalabalık olduğunu gösteriyor. Minarelerden biri tek şerefeli, diğeri iki şerefeli. Daha yukarılarda rüzgar gücü ile dönem rüzgar türbinleri görünüyor. Demek ki tepeye az kalmış.

Köyün girişine geldik, Avucumun içi Vedat yine yolu şaşırdı. Elindeki notlara, haritaya bakıp doğru yolu bulmaya çalışıyor. Bu köy Halkaavlu köyü. Vedat rotaya bakınca bu köye girmeden düz gideceğimizi söyledi. Köyün girişinde dolmuş durağı yapılmış kırmızı renk ile boyalı. Durağın yanında da çeşme var, yolcular dolmuş beklerken susadıklarında içsinler diye. Durağın içinde Mehmetali ve Vedat oturmuş. Nafiz su dolduruyor çeşmeden. Cem bisikletinin bagaj çantasından bir şeyler alırken eğilmiş durumda. Ceyhun ise bisikletine bakıyor, ben bu kadar yükü nasıl taşıyorum diye. Çünkü en çok eşyası olarak görünen Ceyhun’un bisikleti.

Yol kıyısındaki otlar epey uzamış, daha çok sarı çiçekleri olan bitkiler arasında mavi çiçek açmış başka bir bitki yeşillik içinde sarı çiçekler arasında mükemmel bir tablo oluşturmuş.

Rüzgar türbinlerine iyice yaklaştık. Devasa boyutu ve dönen kanatlarının çıkardığı ses duyuluyor buradan.

Rüzgar türbinleri tepede olunca yol da oraya doğru gidiyor, rotamız öyle. Dört bisikletçi rampa çıkarken bir poz çekiyorum.

Yine bir çeşme görünce durup resmini çekiyorum. Borudan akan suyu yalağın içine dökülürken uzunlamasına tamamen bir anlık donduruyorum resimde. Berraklığı gözle görülür biçimde. Akarken bunu fark ediyorum. Bunu izlerken bile susuzluğum gidiyor. Arkada çam ormanı.

Dağlar ve tepeler, rüzgar türbinleri bu tepelerin üzerinde kurulmuş. Türbinlerle aynı hizaya geldik sayılır ama biraz daha çıkacağız. Düz arazi olmayınca köylüler daha çok hayvancılıkla uğraşıyor. Hayvanlar da otlarken su ihtiyacını çeşmelerde ki yalaklardan gideriyor. O yüzden her yerde yalağı olan çeşme görmek olası.

Gökçukur köyüne geldik ama bitkin bir durumda. Yol devamlı tırmanışla ve bisikletlerimizin yükü çok olunca yorulmamak elde değil. Çokça efor sarf ediyoruz. Köyün girişine gelince hem dinlenmek için hem de gördüğüm önü açık, duvarları kalın ve düzgün taşlarla örülü küçük bir fırının resmini çekmek için durdum. Üç tarafı kalın duvarla örülmüş fırının üstüne çatı yapılmış ve kiremitle kaplı. Duvarlar ve fırın beyaz kireç badanalı. Fırında yanan odunlar biraz is yapmış kenarlarını. Yapının önü tamamen açık durumda. Arkada yüksek taş bir bina. Yukarıya merdiven ile çıkılıyor. Üç penceresi ve giriş kapısı var.

Köyün içine geldiğimizde köyde bir hareketlilik olduğunu gördük. Köylüler bizi görünce “Hoş geldiniz, yemeğe buyurun” diye davet ettiler. Buraya çıkarken harcadığımız enerji azalınca yemek davetiyesi acıktığımızı hissettirdi. Köyün ilkokulu ve çok amaçlı kapalı salon görünüyor. Okulun avlusu düzgün bir zemin, kilitli beton taş döşeli. Avlu iki kademeli. Okul binasının dibinde kum yığını ve blok tuğlalar okulda tadilat yapıldığını gösteriyor. Mehmetali yere çömelmiş bisikletinin yanında durup ön tekerleğinin lastiğini şişiriyor pompa ile. Bir kaç köylü ayakta öylece duruyor. Hayır için lokmacı çağrılmış köye, lokmacının arabası kenara park etmiş.

Okul binasının giriş kapısının önünde bir kız çocuğu plastik sandalyeye oturmuş. Diğer kız çocuğu ayakta babası ile bir şeyler konuşuyor. Okulun duvarına tabelada Manisa Kırkağaç Gökçukur ilkokulu yazılmış. Tabela mavi turkuaz renginde. Okul duvarları sarı renkte.

Bizi kapalı, yüksek, geniş bir salona alıyor köylüler. Burada masalar, sandalyeler konulmuş, köylüler yemek yiyorlar hep birlikte. Bizi masanın birine oturtuyor davet eden köylü. Dışarıda gördüğümüz lokma arabası lokma değil de pişi denen hamur işi pişiriyorlar. Geniş ve derin leğenlerde pişirilen pişiler sıralanmış durumda. Üç tene leğen içinde pişi dolu.

Yemek davetini veren köylü yeni emekli olmuş. Emekli olunca hayır için tüm köye yemek veriyor. Kısmet bize de düştü. Emekli olan köylü bizlere hoş geldiniz diyor. Biz de emekliliğinin hayırlı olmasını, sağlıkla, ailesi ile birlikte emeklilik yaşantısının mutlu olması dileklerimizi iletiyoruz kendisine.  Vedat hayır yapan köylünün resmini çekiyor. Köylü ayakta duruyor, üzerinde kareli gömlek, kollarını kıvırmış iki kat yukarı doğru. Üzerine de yelek gri renkte. Kafasında takkesi, ak düşmüş sarkık bıyıkları ile mutlu bir şekilde poz vermiş. Yemeği dağıtan iki kadın yere çömelmiş, önlerinde leğenlerde yemekler ve salata. Bir leğende sahanlar konulmuş. Sahanlarda yemekler konulmuş tepsilerde duruyor. Gelen misafirlere tepsi ile ikram edilecekler.

Masaya oturduk, gelen nefis yemekleri, pişileri ve en çok bol hoşafı ile donatılan sofradakileri silip süpürdük. Farkında değildik köye geldiğimizde bu kadar acıktığımızın. En hoşumuza giden de hoşaf oldu. Hani derler ya “Eşek hoşaftan ne anlar” diye. Hiç birimiz eşek olmadığımıza göre hoşafın nefis tadı ile bir çok pişiyi midemize doldurduk.

Masada Cem, Nafiz ve Vedat otururken, masanın üzerinde yemek tepsisi. İçi yemek dolu tabaklar ve pişiler.

Yemeğin üzerine yemeği hazırlayan köylü kadınlara ve emekli olan köylüye teşekkürler ettik. Yola çıkmadan önce pişi, zeytin ve çökelek verdiler bolca. Böyle gönlü bol köylüler var oldukça misafirperverlik bitmez. Sonra köylülerle dışarıda oturup sohbet ediyoruz, gideceğimiz yolu bize tarif ettiler. Avucumun içi Vedat not tutuyor köylüleri dinleyerek. Yola çıkmadan önce avluda birlikte bir resim çekiliyoruz köylülerle birlikte. Resmi Vedat’ın tripodunda zaman ayarlı çekiyor.

Köylülerle vedalaşıp yola çıktık. O kadar çok yemişiz ki dolu mide ile yola çıkmak zor olsa da az kalan son yokuşa doğru gitmeye başladık. Yol toprak, tepelere doğru ilk başta düz olarak gidiyor.

Biraz yükselince yemek yediğimiz Gökçukur köyünün resmini çekiyorum.

Henüz tepeye çıkmadan önce yorgunluktan dinlenirken hadi boş geçmeyelim, bir poz çekilelim deyince Vedat tripodda zaman ayarlı resmimizi çekiyor. Arkada kayalık dağların dorukları, toprak yolda atlı bisikletçi. Ceyhun elinde kaskı selam veriyor kameraya. Bisikletlerimiz de yanımızda. Resim çekildiğimiz yer çeşmenin başı.

Tepeye çıktık sayılır, rüzgar türbinlerinin hizasına geldik. Cem Tabanlı’nın resmini bisikletinin üzerinde çektiğimde arkada, aynı hizadaki tepelerdeki rüzgar türbinleri de sıralı olarak dağılmış.

Bizlere göre yükü fazla görünen Ceyhun Altın bana doğru gelirken resmini çekiyorum. Önde ve arkada bagaj çantaları dolu.

Rüzgar türbinlerine yakın olmamıza karşın bir türlü zirveye çıkamadık henüz. Git git bitmiyor. O yüzden önde giden arkadaşlar yol kıyısında durmuşlar yere oturarak dinleniyorlar.

Yediğimiz yemeğin ağırlığı ile dolu mide ile bisiklet sürmek zor. Bir de yüklü olarak zirvelere çıkmak o kadar kolay değil diyerek verilen molada Cem yere yatmış sırt üstü, bir ayağını diğer ayağının üzerine atıp dinlenirken resmini çektim. Ben resim çekerken Ceyhun da geliyor yanımıza.

Biraz dinlenip enerji topladıktan sonra son gayretle zirveye çıktık. Rakım 719 metre, ve zirvede rüzgar şiddetli esiyor. Rüzgar Lodos, arkamızdan esiyor. Biz Kuzey Doğuya doğru gittiğimizden rüzgar devamlı arkamızdan esiyor. Şanslıyız yani, İzmir tarafına dönen arkadaşlar sürekli esen Lodos rüzgarına karşı bisikleti sürmekteler. İlk defa rüzgar türbininin dibindeyim. Bana göre devasa boyutu, 120 metrelik kulesinde 60 metrelik kanatları ile döndürdükleri jeneratör kocaman. Jeneratör 3 Mega Watt gücünde. Bu kadar güçlü bir jeneratörü anca bu kadar büyük kanatlar döndürebilir. Türbin kanatlarının dönmesi ile oluşan uğultu insanı ürkütücü derecede. Bu ürkütücü ses yaban hayatı da etkilediği kesin. Yakın oluşumdan dolayı bisikletim KUZ  ile rüzgar türbini birlikte çekmeye çalışsam da sığmıyor.

Sadece pervaneyi çekmeye çalışıyorum ama dibinde olunca kadraja sığmıyor. Pervanenin bir kanadı 60 metre, iki kanat açıklığı 120 metre olunca böyle çekebiliyorum. Üstteki kanadın bir kısmı görünmüyor. Türbin üç kanatlı, uçları kırmızı iki şerit boyalı. Uzun boru gövdenin üzerinde kocaman bir jeneratör. Kanatlar ortadaki jeneratörün miline bağlı. Pervaneler döndükçe jeneratörün milini çevirerek elektrik üretmeye başlıyor. Dağın zirvesinde de rüzgar hiç eksik olmuyor.

Çeşmenin yalağına Cem ile beraber yan yana yalağın kenarına oturup poz veriyoruz kameraya. Önümüzde Cem’in bisikleti var. Çeşmenin arkasında tek katlı, üzeri kiremit örtülü bir ev.

Çıktığımız yokuşlar dik ve karnımızın tıka basa dolu olması bizi biraz gevşetti. O yüzden küçük bir ağacın gölgesinde sığıntı olarak dinlenmeye başladık yayılarak.

Ağacın gölgesinde dinlenirken birer kahve yapıyorum ve içiyoruz. Kahve yaparken yerde ölü bir kelebek dikkatimi çekiyor. Kelebek iki parçaya ayrılmış. Ön iki kanat ve arka iki kanat şeklinde. Kelebeğin kısa ömründe eşini bularak çiftleşip yumurtalarını doğaya bıraktıktan sonra enerjisi bitince yaşamı bitiyor ama gelecek nesil garanti altında. Kelebeğin iri kanatları dört tane. Kahverengi desenli çizgileri ve dört kanadının ortalarında birer tane göz gibi leke var. Gözün ortası iri siyah bir nokta, etrafı sarı ve dış çemberi siyah bir halka ile kaplı.

Yol toprak olsa da zirveden iniş çabuk oluyor. Zaten çeşmenin başındaki mola öğle uykusunu bastırdı kahve ile birlikte. Trafiğin olmadığı köy yollarında rahatça bisiklet sürüyoruz. Kocaiskan köyünde durduk. Köyün bakkalından serinlemek için dondurma ve soda ile bir şeyler atıştırmaya başladık. Altı bisikletçi köyde hemen fark ediliyor. Daha çok köyün çocukları bizi görünce yanımıza gelip meraklı gözlerle süzerek en cesaretli olanların soruları ile sohbete başladık. Çocuklara elden geldiği kadar cevap veriyoruz. Daha çok eğitici şekilde yaptığımız bisiklet turu ve bisiklet donanımları ile ilgili. Çocuklarla sohbet ederken aklıma neredeyse bir yıldır yollarda bulduğum paralar geldi. Tire’de keçeciden aldığım para çantası bozuk para ile dolu. Havalar da ısındı, yaza girmek üzereyiz, bakkalda da dondurma var. Çocukların hepsini toplayıp bakkaldaki dondurma dolabından herkes dilediği dondurmadan bir tane alsın diyerek hepsine ısmarladım. Kesemden paraları çıkarıp bakkal amcaya bozuk demir paralarla hesabı ödedim. Bakkal da sevindi, çocuklar da. Ama çocuklar mutlu olarak dondurmasını yalarken daha çok sevindiğine eminim. Beni sormayın… Sonra ellerinde dondurmaları ile 14 çocuk ile birlikte resim çekildik. Bir taraftan dondurmasını yalayıp bir taraftan da teşekkür ediyor çocuklar. Onları mutlu görmek bana yetiyor.

Az yüksek bir duvarın üzerine 14 çocuk ve ben birlikte poz veriyoruz kameraya. Çocukların üzerinde renkli tişörtler, altlarında uzun kot pantolonlar giymiş. Hiç birisinde kısa pantolon yok. Sadece bende kısa pantolon var. Duvarın solunda beton merdiven ve demir bir korkuluk takılmış. Akada ev ve bahçe duvarı, ağaçlar. Bir de büyük demir kapı mavi boyalı. Bu resmi öne çıkan görsel olarak seçiyorum.

Köyden mutlu bir şekilde ayrılırken karşımıza iki yol çıkıyor. Avucumun içi Vedat’a soruyoruz ne tarafa gideceğiz diye. O da ciddi bir şekilde sağ tarafa diye karşılık veriyor. Ardından da basıyoruz kahkahayı. Yol iki tarafa gidiyor, soldaki yolda bir traktör römorku ile park etmiş. Sağa giden yol asfalt.

Artık inişteyiz ve bisikletleri yokuş aşağı salıyoruz. Pedal çevirmeden, yükün verdiği ağırlık bize ivme kazandırıyor.

İnişimiz küçük bir vadiden oluyor ve manzarası da harika. Ormanı oluşturan çam ağaçları, dere yatağında uzun kavaklar, yol kıyısında yeni yaprak açmaya başlamış incir ağaçları. Karşıda tepeler ve kayalıklı bir dağ manzarayı oluşturuyor.

Avucumun içi Vedat çizdiği rotaya göre ana yolda bir süre bisiklet süreceğiz. Ana yolda Manisa ilini bitirip Balıkesir iline giriş yapıyoruz resmi olarak. Tabela öyle söylüyor, yoksa benim için sınır diye bir şey yok. Bu sınırı insanlar çizmiş ona uyuyorlar. Ben Dünyalı olduğum için sınır tanımam. Balıkesir il sınırını gösteren tabela, ana yol, sağda ağaçlar ve önümde giden bir bisikletçi. Yol kıyısında bariyerin başlangıcında kırmızı – beyaz boyalı uyarı levhası. Sürücüler Balıkesir’e girerken bariyerlere çarpmasın diye konulmuş.

Ana yolda gitmek biraz sıkıcı, pek manzara, çeşme ya da duracak bir yer yok dinlenmek için. O kadar inişten sonra yokuş çıkmaya başladık. Herkes kendi temposunda giderken Cem Tabanlı ileride beni beklerken görüyorum. Yanına yaklaşınca “Urim, biraz aşağıda yol kıyısında yerde yatan kartalı gördün mü?” diye sordu. Ben de “Görmedim, nerede?” deyince uzun bir ağacın olduğu yeri işaret ederek kuşun orada olduğunu söyledi. Yaklaşık 500 metre tekrar gerisin geri yokuş aşağıya doğru gittim hiç üşenmeden. Dikkatli bakarak yol kıyısında bir kenarda ölmüş kartalı buldum. Büyük olasılıkla alçaktan uçarken ya da serçelerin peşinden avlanırken araçların hizasından tam geçtiği sırada cama çarpıp öldüğü kesin. Kartalın yanına yaklaşıp resmini çekiyorum. Artık özgürce uçamayacak olan kartalın kanatlarını koparıp alıyorum. Neden derseniz kartal tüyünü bisikletimin gidonuna koyup tekrar özgürce uçtuğu gibi rüzgarı hissettireceğim. Doğal olarak ölmeyen kartal ölüsü doğal olmayan plastik su borusu ve plastik su şişesinin yanında öylece yatıyor kanatları emin ellerde.

Yaklaşık 6 Kilometre civarı ana yolda gittikten sonra sağa, köy yollarına saptık. Ana yolun yakınındaki ilk köyde molamızı verdik köyün kahvesinde. Köyün adı Akçakısrak köyü. Küçük köyün kahvesinde çay içip bir şeyler atıştırdık. Yanımızda Gökçukur köyünde verilen pişilerden epeyce var. Pişiler ara öğün olarak iyi gitti. Oturduğumuz kahvenin karşısında tarihi bir caminin bakım inşaatı var. Cami taş bina olarak yapılmış. Tahta iskele kurulup duvarların bakımı yapılıyor.

Bir süre dinlenip tekrar yolumuza devam ediyoruz. Nerede kamp atacağız belli değil. Ya da avucumun içi Vedat söyledi de ben unuttum. Yol yapım çalışmalarının olduğu kısımdan toprak yolda bir süre gidiyoruz yolu yapan iş makinelerinin arasından. Etrafta çam ormanı, toprak yol ve sağ tarafta toprak yığını. Bu toprak yığınını iş makineleri yola dağıtacaklar.

Orman içinden geçen yolda karşıma Kanada Erguvan ağacı tüm dalları pembe çiçeklerle kaplanmış olarak çıktı. Baharın müjdecisi olarak açan Erguvan ağacı yeşil orman içinde ayrı bir görsellik katmış. O kadar çok çiçek açmış ki neredeyse dallar görünmüyor. Ağaç baharı karşılamak için coşmuş ta coşmuş.

Güneş ufka yaklaştı, kamp atmak gerek diyerek uygun bir yer bakıyoruz kendimize. Yolun tam bir U dönüşü yapan bir yerde suyu akan bir çeşmenin olduğu yerde durduk. Etrafı araştırınca burada kamp atmaya karar verdik. Tam bize göre bir yer. Yoldan geçen araç pek yok, gayet sessiz. Etrafta ev mev de yok. Yol U dan daha fazla dönüyor, küçük bir dere yatağı yanında. Bir kıyısından gelip diğer kıyısından geri giden yol. Dere yatağında çınar ağaçları, çalılar kaplamış. Güneş sol tarafta bir tepenin yamacında son ışıklarını vururken. Güneşin batışını izliyorum bir süre.

Çeşmenin arkalarında, düzlük ve yoldan görünmeyen bir yerde kamp alanını kurmaya başladık. Güneş tepelerin arkasında kayboldu. Henüz hava kararmadan akşam ateş yakmak için etraftan toplayabildiğimiz kadar kuru dalları topladık ilk önce. Toplanan dalları kıyıda bir yere yığın yaptık. Çam ormanının içinde küçük bir alandayız.

Herkes toplayabildiği kadar odun parçasını getirip yığına katıyor. Bisikletim KUZ park etmiş durumda sağda, üç kişi de odunları yığına atıyor.

Etrafta kuru dal bulmak hiçte zor değil. Çam ağaçlarından kuruyup düşen dallar yerde öylece doğaya karışmayı bekliyor zamanla. Yeni açan bitkiler de kuru dalı gizlemeye başlamış bile. Ama bize gerekli olan kuru dalı almak zorundayım.

Kuru dalı alırken adeta yerden fışkırmış bitkiler kendine özgü çiçekler açmış. Beş taç yapraklı mor çiçekleri yakından resmini çekiyorum.

Çeşmenin yalağına dökülen su taş duvarın arasından öylece çıkıyor ve betondan yapılmış tulumba ağzı şeklinde bir yerden dökülüyor. Yalak betondan küçük bir havuz olarak yapılmış, su burada birikip dışarıya akıyor. Tulumba ağzının bir kısmını kırmızı sprey boya ile boyamışlar nedense!

Yuvarlak bir yerden gelen su tulumba şeklindeki yere gelip dar bir ağızdan dökülüyor.  Çadırları kurup eşyaları içine yerleştirdikten sonra ilk işimiz duş almak oluyor. Sırayla çeşmeden dökülen su ile plastik şişeden kestiğimiz kapla dökünerek duşumuzu alıyoruz. Nafiz suyun soğuk oluşundan dolayı biraz bağırıyor. Ben de “Bağırma öyle ormanın içinde, ağzını açıp Sessiz Çığlık at. Daha etkili olur ve seni kimse duymaz” dedim. Sıra bana gelince neden çığlık attığını anlamadım. Su o kadar soğuk değildi ki. Ceyhun Altın da Nafiz’in çığlıklarından etkilenerek semaverde su ısıtıp sıcak duş alıyor. Canı tatlı anlaşılan. Bu arada terli eşyalarımızı da yıkadık bir güzel.

Yakından resmini çekiyorum akan suyu ve tulumba şeklini. Delikten gelen su yuvarlak çanak biçimindeki yere dökülüyor ilk önce, sonra dar bir kanaldan aşağıya berrak bir şekilde akıyor. Yuvarlak kısmın kenarları kırmızı renge boyanmış bölük pörçük. İçi yosun tutmuş, aktığı yer de öyle.

Duşumuzu hava kararmadan alıp temiz elbiseleri giydik. Ateş yanmaya başladı kuru dallarla. Antalyalı arkadaşların keyfine düşkün olmaları nedeni ile yanında taşıdıkları ekstra eşyalar; oturacak katlanır bez sandalye, katlanır alüminyum  masa, kocaman bir tava, kavurma için geniş bir sac, yassı semaver. Bunları normal bir bisiklet turcusu taşımaz ama Antalyalı olmak başka. Ortak aldığımız yiyecekleri iş bölümü yaparak akşam yemeğini pişirmeye başladık. Aşçımız Mehmetali Akyüz kendine üç taş ile ayrı bir ocak yapıyor. Üstüne geniş tavayı koyduktan sonra üç dört yanan odun parçasını ateşten alarak tavanın altına sürüyor. Isınan tavanın içine yağ dökerek yemek pişirmeye başladı.

Önde yanan ateş yığını, arkada Mehmetali sandalyeye oturmuş. Önündeki küçük ocakta tavası, elinde yağ şişesi ile tavaya bakıyor. Sağda da yemek masası olarak kullanacağımız katlanır masa, üzeri malzeme dolu.

Masada salata işini iyi beceren Cem üstlendiği için yapmaya başladı. Bir zamanlar yemek işinle uğraştığı için güzel yemekler ve salata çeşitleri yapar. İşin aslı yaptığı işi severek yapması. Vejetaryen olması bunu değiştirmiyor. Yemek yapmasını sevdiğinden yemesini de seviyor. Mehmetali kendi ocağında tavada yemek yaparken masada da Cem salata ile uğraşı içinde. Cem et yemediği için ona göre yemeği yapıyoruz.

Yemeği pişirip bir çırpıda yedik. Bunu yaparken neşe içinde, muhabbetle, gülerek yapıyoruz. 6 Kişi olmamıza rağmen hepimiz uyumlu biçimde hareket edip neşemizi bozmadan zaman geçiriyoruz. Yemekten sonra ilk önce kahveleri ben yapıyorum her zamanki gibi. Ardından semaverde çay demleyip ay ışığı altında, ormanın içinde içiyoruz. Bizden iyisi yok bu dünyada. Daha ne olsun ki.

Çam ormanı içinde kendini gösteren dolunay ormanı bir derece aydınlatıyor. Ay’ın resmini çekiyorum ama parlak ışıkları etrafa saçılmış olarak siyah gökyüzünde görünüyor. Ay ışığında koyu gölgeli ağaç dalları az görünüyor.

Ateş, serinleyen gecede içimizi ısıtıyor. Ateş sarı yalımları ile etrafı aydınlatırken etrafında oturarak sohbet ediyoruz. Nafiz Sağdur önünde semaver var, görevi semaverde çay demlemek, o yüzden önünde semaverin ateşini devamlı tazeliyor. Diğerlerinin görevi bitti. Ateşin etrafında toplanmışız.

Gecenin geç saatlerine kadar ateşin başında oturup muhabbet ediyoruz. Geç saatler dediğim de 10, 11 civarına kadar. Sonrası herkes çadırlarına çekilip yatıyor. Bu gün güzel yerlerden, güzel köylerden geçip istediğim kartal tüylerini de doğa bana sunması yaşamıma yaşam kattı. Suyun Kaynağına Yolculuk turundan sonraki yeni turumuzun ilk günü gayet güzel geçti. 6 Kişi uyumlu biçimde neşe ve kahkaha içinde, dağları, tepeleri aştık ve çok güzel bir yerde, ormanın içinde kamp attık. Bunları düşünerek uykuya dalıyorum.

Bu gün yaklaşık 33 Kilometre civarı yol yaptık. Normal yoldan değil de dağlardan, köy yollarından gitmek biraz zorlaması nedeni ile kısa bir yol yapmış olduk.

Aşağıda yaptığımız yolun haritası

Powered by Wikiloc

Bir İstanbul Masalı – Avrasya Maratonu 3. Gün

13 Kasım 2016 Pazar

Avrasya Maratonu – Anadolu – Avrupa

(Kör arkadaşlarım için resimlerde betimleme yapılmıştır.)

 

Annelerin ninnilerinden

spikerin okuduğu habere kadar,

yürekte, kitapta ve sokakta yenebilmek yalanı,

anlamak, sevgilim, o, bir müthiş bahtiyarlık,

anlamak gideni ve gelmekte olanı.

Nazım Hikmet Ran

 

Öne çıkan görsel, İstanbul boğaz köprüsünde kaşarken çekilmiş resmim. Üzerimde sarı tişört, altımda kısa pantolon, gri renkte. Göğsümde koşu numarası.

İstanbul’un havası bir garip, ne yapacağı ne olacağı belli değil. Sanırım Karadeniz’in hırçınlığına bağlı. Bir bakıyorsun yaz gibi, arkanı dönüyorsun kış gelmiş. Gece yarısı başlayan yağmur ve fırtına 12. katta daha şiddetli hissediyorsun. Ara sıra şiddetlenen rüzgar yağmur damlalarını kırbaç gibi camlara vuruyor. Rüzgar sesi, yağmurun camlara vurması beni uyandırıyor ve alarm çalasıya kadar bölük pörçük bir uykuya neden oldu. Alarm çalmadan uyanıyorum, hava fırtına ve yağmur olmasına karşı güne iyi başlama dilekleri ile pencereden dışarısını izledim bir süre. Rahman ve Başak ta uyanıyor. Kahvaltıyı hazırlıyoruz bana kadar. Her zamankinden az yiyorum sabahın köründe. Pek iştahım olmasa da.

Yanıma sadece kimliğimi, biraz para ve Rahman otobüse binmem için kartını veriyor. Üzerimde şort pantolon, maraton tişörtü ve yağmurluk var. Cep telefonum da yan cebimde. Böylece Rahman beni otobüs durağına kadar götürüyor. Yağmur yağıyor inceden, üzerimde yağmurluğu giymişim ıslatmıyor yağmur ama hava biraz serin. Otobüse ücretsiz bindim çünkü Avrasya maratonuna katılan sporculara belediye kıyak yapmış ücretsiz olarak. Rahman bana ineceğim durağı söylemişti. Başka bir otobüse daha binecektim. Dediği durakta indim. Merdivenlerden üst yola çıkıp durakta otobüs beklemeye başladım. Yağmur durdu ve bulutlar üzerimden geçmeye başladı. Şöyle bulutlara çepeçevre kuvvetlice üfledim bir kaç kez. Belki bulutlar dağılır diye. Ben beklerken birkaç sporcu yürüyerek gidiyorlardı. Uzun beklememe rağmen otobüsün geldiği yok ve gelmeyecek anlaşılan. Cep telefonumdan konum ve haritayı açarak ne kadar uzakta olduğumu görünce yürümeye karar verdim. Boğaz köprüsü fazla uzak değil, hızlı bir yürüyüşle yetişebilirim start yerine. Bir taraftan da navigasyona bakıp yürüyorum. Sonunda köprü yoluna geldim ve Avrasya maratonuna katılacak sporcuları görünce içim rahatladı. Yol trafiğe kapatılmıştı, sadece yaya olarak yürüyenler var. Ben de aralarına katılıp ıslak  yolda yürümeye başladım.

Yolda ilerledikçe kalabalık artmaya başladı, yol kıyısında seyyar tuvaletler sıralanmış. Boğazın mavi denizi bir parça görünüyor. Havaya üflemem işe yaradı, bulutlar dağılmaya başlamış. Avrupa tarafı tamamen açılmış durumda.

Start yerine vardım, insan kalabalığı iyice arttı. Neredeyse iğne atsan yere düşmeyecek. Kıyılara beyaz uçan balonlar ip ile bağlanmış bir kaç tane.

Benim koşacağım çeyrek maraton 10 Km start yerine geldim. Start verilmesine daha zaman var. 10 Km starttaki hava ile şişirilen büyük boru balon. Başlama yeri yolun sağında demir parmaklıklı bariyerle ayrılmış.

Start yerinde insanlar toplanmış start verilmesini bekliyorlar. Bir kişinin elinde Türk bayrağı var. Üç tane sarı uçan balon iple bağlanmış kıyıda. Balonlar kocaman.

Avrasya maraton koşusu 4 kategoride yapılacak. En önde 42 Km tam maratoncular var. Arkasında 15 Km koşucuları. En sonda 10 Km koşucuları. Start verildikten sonra belirli aralıklarla koşular başlayacak. Koşucu sporcular koşusu başladıktan sonra halk koşusu başlayacak. En başa 42 Km maratonculara kadar geldikten sonra geriye dönüp benim koşacağım 10 Km start yerine doğru yürümeye başladım. Star zamanı da yaklaşmakta. Bu arada Trabzonlu arkadaşım Orhan Şentürk aradı neredesin diye. Yerimi belirtmeme rağmen buluşamadık bir türlü. Orhan halk koşusuna katılacağından daha gerilerde. Ortalık ana baba günü, insan kaynıyor. Buluşmamız pek kolay olmayacak gibi.

Koşacağım start kapısına gelerek yerimi aldım. Önümde kalabalık sporcu grubu var.

İlk önce 42 Km tam maratoncular start aldı. Sonra 15 Km koşucular, normalde saat 10:00 da 10 Km koşucuları başlayacaktı ama on binlerce sporcuyu koşuya başlatmak pek kolay olmadığından zamanı biraz geçirdik. Neyse biraz gecikmeli de olsa start verildi. Start kapısından geçerken çipleri okuyan cihazdan da geçmiş olduk. Geçiş anında yüksek frekansta bir vızıltı sesi duydum. Start verildi verilmesine ama koşuya henüz başlayamadık. O karar çok insan var ki koşmanın olanağı yok. O yüzden bir süreliğine yürüdük.

Önümde insan kalabalığı, köprü geçiş gişeleri ve köprünün Asya kıtasında ki ayağı görünüyor. Kırmızı renkli uçan balonlar ip ile bağlanmış.

Asya kıtasının sonundayım, durup bir resim çekiyorum Marmara denizi tarafını. İki yakayı da görüyorum. Avrupa yakasında bazı çirkin dev binalar İstanbul’un siluetini bozmuş.

Köprü tamamen bize ait. Anca köprü ayaklarına gelesiye kadar yürüdüm. İnsan kalabalığı azalınca koşuya başlıyorum. Bu biraz  iyi oldu, koşuya başlamadan hafif tempolu yürüyüş iyi oldu. Köprünün Asya kıt’asındaki ayağı iki tane. İki tane taşıyıcı kalın halat ayakların üzerinde karşıdaki ayaklara doğru gidiyor. Aralıklı halatlar yukarıdan aşağıya düz inerek köprüyü taşıyor. Durup resim çekenler de var.

Resim çekenlere cep telefonumu vererek beni koşarken çekmelerini rica ettim. Böylece köprü üzerinde koşarken çekilmiş bir resmim oldu. Uzun saçlarım rüzgarda dalgalanmış olarak savruluyor. Üzerimde sarı koşu forması. Kısa pantolonum, spor ayakkabım, sol ayakkabımın bağcığında koşu çipi bağlı. 22743 yeşil renkli göğüs numaram da formamın önünde. Köprü kıyıları demir parmaklıklı bariyerle tamamen kapatılmış. Bariyerlerin ardında polisler nöbet tutuyor insanlar geçip aşağıya atlamasın diye. Avrupa dan Asya’ya doğru giden bulutlar ve iki kalın taşıyıcı halat tam üzerimde. Asya kıtası tarafı parçalı bulutlu. Bu resmi öne çıkan görsel olarak seçiyorum.

Tam köprünün ortasına gelince durup Karadeniz tarafını çekiyorum İstanbul boğazını. Uzakta 2. köprünün ayakları da görünüyor. Boğazdan geçen gemiler, Asya ve Avrupa kıyıları, binalar ve havada bulutların geçişini izliyorum. Durup hareketsiz kalınca köprünün sallandığını hissediyorum. Onbinlerce ayak koşarken yere vurunca enerji birikimi koca köprüyü titretip sallayabiliyor. Bunu geçtiğimiz yüz yılda Çin lideri Mao Zedong fark ederek Amerikayı deprem felaketiyle yıkmayı planlıyordu. Plan kısaca şöyle;

Atlayan Ejderha Planı

CIA bu kez fena uçtu. Amerikan istihbaratına göre Mao, 1 milyar Çinli’yi zıplattırarak California’da bir deprem yaratmayı planlamış.

1976 yılında ölen Çin Lideri Mao ZeDong’un, bir milyar kişiyi zıplatarak ABD’nin California Eyaleti’nde deprem felaketine yol açmayı planladığı ileri sürüldü.

CIA kaynaklarına dayanılarak verilen bir haberde, ABD’den nefret eden Pekin’deki yöneticilerin bu inanılmaz sabotaj planlarını hala rafa kaldırmadıkları belirtildi.

ZIPLAMA DERSLERİ

Kod adı ‘Atlayan Ejderha’ olan inanılması güç ama korkunç plana göre, 12 Ekim 1976 günü yerel Pekin saatiyle 11.15’te bir milyar Çinli mümkün olduğu kadar yükseğe zıplayacaktı. MaoKızıl Ordu’dan köy köy dolaşarak herkese en yükseğe nasıl zıplanacağını eski Çin sporlarından örneklerle öğretmelerini de planlamıştı.

Buna göre, bir milyar Çinli’nin havaya zıplaması sonucu, yer altında şok dalgaları meydana gelecek ve bu da zincirleme sismik reaksiyonlara neden olacaktı. CIA’nın korkunç planı öğrenmesinden sonra, Washington’da yapılan ve bilgisayar modelleriyle gerçekleştirilen simulasyonlarda, Mao’nun planının ‘büyük olasılıkla işleyeceği’ sonucuna varıldı.

İSYAN BEKLİYORLARDI

Mao ZeDong, Kuzey Anadolu fay hattı ile ‘en çok benzeştiği’ ifade edilen California’daki San Andreas fay hattının kırılması sonucu, Los Angeles ve San Francisco’nun belli bölümlerinin Pasifik Okyanusu’na gömüleceğini de düşünmüştü. Depremin, birkaç milyon Amerikalının ölümüne yol açması ve ABD’de bir halk isyanının başlaması da umut ediliyordu.

Bir milyar kişinin zıplaması sonucu, Çin’de de sarsıntıların olacağı, ancak Mao’nun beş on bin kişinin ölümüne çok fazla önem vermediği de ileri sürüldü.

http://www.hurriyet.com.tr/dunya/mao-1-milyar-cinli-yi-ziplatarak-abdde-deprem-planlamis-39141469

Şu anda  Asya – Avrupa kıt’alarının birleştiği yerdeyim. Tam da Avrasya dedikleri yerde. Ben de Asya dan Avrupa’ya koşuyorum.  Hayallerimin peşinden koşuyorum anlayacağınız. Hayallerimin peşinden koşarken aynı zamanda hayallerimi de gerçekleştiriyorum bir yandan.

Köprünün ortası, kenar korkuluklar, İstanbul boğazı, geçen gemiler. İki yaka da görünüyor, binalar ve boğazın ilerisinde 2. boğaz köprüsü. Avrupa dan Asya’ya geçen bulutlar.

Tekrar koşuya başladım, köprüyü geçip Avrupa’ya ayak basıyorum. Sağa dönen yoldan köprünün altına yokuş aşağı inip deniz seviyesine geldim. Burada su istasyonu kurulmuş. Koşuyu rahat yapıyorum, henüz terlemedim bile. Sadece bir şişe su alıp bir yudum su içtim. Su biraz rahatsız edince gerisini içmedim. Aynı yerde serinlemek için su içinde tutulan süngerlerden de veriyorlardı. Terini silip serinlemek için. Ben de bir sünger alıp suyunu iyice sıkarak yanıma aldım hatıra olsun diye. Su şişesi elimde koşmaya başladım tekrar. Az ilerde yol kıyısında ve yolda yüzlerce, belki de binlerce içilen su şişeleri yol boyunca atılmış. Sporcu ahlakı gelişmemiş kimisinde, çevreyi kirletmenin gereği yok. Kötü bir alışkanlık elindekini yere atmak. Nasıl olsa temizleyen, toplayan var diyerek utanmadan çevreyi kirletiyor insanlar. Şimdiki nesle bir şey anlatmaya, öğretmeye gerek yok. Alışkanlıkları kırmak, değiştirmek çok zordur. Bu kabuk o kadar sert ki matkapla delemezsin. Yapılacak tek şey çocuklar bu kötü alışkanlıklara başlamadan çevre bilinci ve elindeki her şeyi çevreye atmadan çöp tenekesine atma alışkanlığını öğretmek. Anca gelecek kuşaklar bunu yapabilir.

Yol kıyısında koşanlar, kaldırım kenarında pet su şişeler, Kaldırımda çınar ağaçlarının gövdeleri, çimenler pet şişelerinde nasibini almış.

Geçtiğimiz yer kıyıda ki çınar ağaçlarının gölgesi. Koşan insanlar, ağaç gövdelerine bağlanmış İstanbul büyükşehir belediyesinin bayrakları. Flamalar ve Türk bayrakları ipe asılmış. Geçtiğimiz günlerde anılan 10 Kasım Atatürk’ün ölüm yıl dönümü pankartı.

Ve Siyah Beyaz renkleri, Kara Kartal simgesi olan sevdiğim ve tuttuğum takım olan Beşiktaş futbol stadına geldik. Belki bir daha fırsat olmaz diyerek durup stadın resmini çekiyorum. Beşiktaş yazısı, bir kısmını çalı kapatmış. Stadın kenar kolonlarının tuttuğu seyirci oturma yerlerinin arka kısmı görünüyor.

Artık Haliç’e yaklaşıyorum, birazdan bitiş yerine varacağım. O yüzden tempoyu artırdım biraz. Durup resim çektiğim ve başlangıçta koşamadığım zamanı kazanmalıyım. Tam tempoyu artırdım ki yanımda koşan birisi “Urim Baba kahve var mı?” diyerek sorunca vay be burada da beni tanıyan çıktı, hem de koşuda kahve isteyerek. Gerçi koşan arkadaş öylesine espri yaptığını biliyorum. Bitişe doğru koşmaya başladık tanımadığım kahve dostu ile.

Yolda koşanlar, dört katlı taş bir bina, karşıda İstanbul yarımadası, camiler görünüyor.

Fotoğrafçı Barış Gider tam Galata köprüsünün üzerinde beni ve kahve var mı diye soran arkadaşı koşarken resmediyor. Arkamızda güzel görünümüyle Galata kulesi. Resim gerçekten harika, profesyonelce çekilmiş. Usta fotoğrafçı olduğu çekeceği yeri bilmesinden belli. Sağ elimde su şişesi, sol elimde sünger var.

Haliç’i Galata köprüsünden geçip Eminönü’ne geldik. Yol sağa döndükten sonra finiş kapısı göründü. Cep telefonumu çıkarıp bir resim çekiyorum. Önümde koşanlar ve ilerde finiş kapısı.

Finiş kapısını geçerken sanki dev bir eşek arısı yuvasından geçiyormuş hissine kapıldım. Yüksek perdede vızıltı sesi kulakları rahatsız ediyor. Bu vızıltı koşucuların çiplerini okuyup zamanı kaydediyor.

Tam geçerken kendimi ve geçiş zamanını gösteren tabelayı çektim. Geçiş zamanım 1:09:18 olarak yarışı tamamlamış oldum. Saniyeleri yazmaya gerek yok. 1 saat 9 dakika gibi bir zaman bana yeter de artar bile. Koşarken durum resim çektiğim zamanı düşersem 1 saatin altında bir zaman koşmuşum demektir. Her ne kadar sondan birinci olup Dünya rekoru kırmasam da bir hayalimi gerçekleştirmeni gururu bana yeter. Yarışı hiç zorlanmadan bitirdim, nefesim yerinde, ağrım sızım yok. 10 Km koşsam da henüz terlemedim bile. 15 Km hatta tam maraton olan 42 Km bile koşabileceğimi hissediyorum. Ama 10 Km bana yeter, fazlasına gerek yok. Zorlamanın anlamı da yok bence. Her şey kararında olmalı.

Elçek yaparak çektiğim resimde Finiş yazısı, altında 10 Km olarak belirtilmiş. 38. İstanbul maratonu sağında yazıyor. Elektronik tabelada çip okuyucusunun yakaladığı zamanı gösteriyor. Yeşil renkli zaman  göstergesi 1:09:18 olarak yazıyor. Sağda da sponsor isimleri logolarıyla beraber yazılmış kolona.

Koşu bitiminde sporculara dağıtılan torbalardan birini alıyorum. İçinde kaybettiğimiz enerjiyi tekrar yerine koymak için meyve suyu, çikolatalı gofret, yarım litre su, bir adet muz ve terli tişörtü değiştirmek için başka bir tişört. Ben henüz terlemediğim için üzerimi değiştirmedim. Kendime yiyecekleri yemek için bir yer ararken Ozan Yılmaz ile karşılaşıyorum. Daha önceden katılacağını bildiğim için karşılaşmamız iyi oldu. Ozan 15 Km koştu bu gün. Aldığımız yiyecekleri bir kenarda afiyetle yedik.

Beraber elçek resim çekildik Ozan ile. Ozan’ın üzerinde naylon yağmurluk var, bende ise sarı forma. Arkamızda İstanbul’un evleri.

Arkamızda göremediğiniz Karaköy ve tepesindeki Galata kulesi.

İstanbul da cami çok, onlardan birisi ve güneşin parlak ışıkları arkadan vurmuş.

Ozan Beşiktaş ta kalıyor, ben de Beşiktaş stadına kadar yürüyelim, oradan vapura biner Kadıköy’e giderim teklifini kabul edince henüz trafiğe açılmamış yolda yürümeye başladık.

Sonunda Beşiktaş stadının olduğu yere geldik. Gönlümün takımı olan Beşiktaş Jimnastik Kulübü yeni haliyle görmek güzel. Türkiye’nin ilk futbol kulübü olan Beşiktaş’ın kuruluşu kısaca şöyle;

1902 sonbaharında Beşiktaş Serencebey Mahallesi’nde, o zamanın Medine Muhafızı olan Osman Paşa’nın konağının bahçesinde, 22 kişilik genç grup, haftanın bazı günlerinde toplanıp jimnastik hareketleri yapmaktaydı. Başta Osman Paşa’nın oğulları Mehmet Şamil ve Hüseyin Bereket ile mahellenin gençlerinden Ahmet Fetgeri, Mehmet Ali Fetgeri, Nazımnazif, Cemil Feti ve Şevket Beyler’in aralarında bulunduğu gençlerin ilk ilgilendikleri spor branşları, özellikle barfiks, paralel, güreş, halter, aletli ve aletsiz jimnastikti. O sıralarda siyasi hareketler dolayısıyla her türlü toplanmadan ürkerek hafiyeler dolaştıran 2. Abdülhamit’in adamları Serencebey’deki bu toplanmaları haber alınca, spor yapan gençler bir baskınla karakola götürüldü. Bu sporcu gençlerin bir kısmının saray erkanına yakın olması, ayrıca o dönemlerde kötü gözle bakılan futbol oynamadıkları ve sadece beden hareketleri yaptıklarını belirtmeleriyle gergin durum yumuşadı. Hatta saray çevresinden Şeyhzade Abdülhalim bu sporcuları destekledi ve sık sık antrenmanları seyretmeye başladı. Ünlü boksör ve güreşçi Kenan Bey de antrenmanlara gelerek güreş ve boks hareketleri göstermeye başladı.

1903 Mart’ında ise özel bir izinle Bereket Jimnastik Kulübü kuruldu. 1908’de Meşrutiyet’in ilanıyla sportif hareketler biraz daha serbestlik kazandı. 31 Mart 1909’daki siyasi olaylardan sonra Edirne’de bulunan Fuat Balkan ve Mazhar Kazancı, Hareket Ordusu ile İstanbul’a geldi. Siyasi olaylar yatıştıktan sonra iyi bir eskrim hocası olan Fuat Balkan ile başta güreş ve halter sporlarını yapan Mazhar Kazancı, Serencebey’de jimnastik yapan gençleri bularak birlikte spor yapma fikrini kabul ettirdi. Fuat Balkan, Ihlamur’daki evinin altındaki yeri, kulüp merkezi yaptı ve Bereket Jimnastik Kulübü’nün adı Beşiktaş Osmanlı Jimnastik Kulübü olarak değiştirildi. Böylece jimnastik, güreş, boks, eskrim ve atletizmin ön planda tutulduğu güçlü bir spor kulübü meydana geldi. Fuat Bey’in arkadaşları Refik ve Şerafettin Beyler de iyi birer eskrimciydi.

Bu arada Beyoğlu Mutasarrıfı Muhittin Bey’in teşvikiyle Beşiktaş Osmanlı Jimnastik Kulübü, 26 Ocak 1911 tarihinde tescil edilen ilk Türk spor kulübü oldu. Semtin gençlerinin bu spor kulübüne ilgisi büyüdü ve spor yapan üyelerin sayısı bir anda 150’ye yükseldi. Kulübün merkezi de Ihlamur’dan Akaretler’de 49 numaralı binaya taşındı. Bir süre sonra bu bina da küçük gelince, yine Akaretler’de 84 numaralı binaya geçildi. Bu binanın arkasındaki bahçe de bir spor sahası haline getirildi.

http://bjk.com.tr/tr/cms/tarihce/2/73

Büyük harflerden yapılmış Beşiktaş JK yazısı önünde kartal pençesi pozu ile resim çekiliyorum. Kollarımı iki yana açıp ellerim pençe gibi.

Cep telefonunu birisine verip Ozan ile birlikte çekiliyoruz. İkimiz de birer elimizi pençe olarak yaptık. (Kimse duymasın Ozan Fenerbahçeli, hatırım için beş dakikalığına Beşiktaşlı oldu. Yani Beş dakikada Beşiktaş)

Beşiktaş stadının türbinleri ve dev sütun da Beşiktaş arması ile resim çekildim.

Resim çekim işi bitince yürümeye başladık. İstanbul eskiden İstanbul idi. Herkesin İstanbul’a gelmesi ve her şeyin bir arada bulunması İstanbul’un güzelliklerini bir bir yok etmiş ve giderek yok etmekte. Mega köye milyonlarca insanın sıkış tepiş dolmasına bir de kapitalizmin el atması ile yaşanılmaz bir kente dönüştürmüş. İşte buna bir örnek; İstanbul’un çeşmeleri. Bir zamanlar yürüyen insanların başında bir nefes alıp su içtikleri çeşmeler akmaz olmuş. Mega köyün güzel kızları çeşme başına gelip testilerini doldurmuyorlar. Kızların gülüşmeleri yok çeşme başında. Damacana su güzelim süslü İstanbul çeşmelerin suyunu kökünden kesmiş. Bedava su yok, parayla alacaksın. Paran yoksa susuz kal.

Çeşmenin mermer taşları üstü ayrı işlemeli, iki yanı sütunlu. Çeşme aynasında kenarları işli süsler ince işçiliği gösteriyor. Çeşmenin olması gereken yer, gözü çıkarılmış bir canlının karanlık deliği gibi kalmış. En altta da mermer yalağı.

Dolmabahçe saat kulesinin olduğu meydana geldik. II. Abdülhamit tarafından 1890 – 1894 yılları arasında Nikoğos Balyan ve kardeşi Sarkis Amira Balyan’ın  usta işçilikleri sayesinde muhteşem bir eser ortaya çıkmış. 12 X 12 metrelik bir alan üzerine konuldu. Yükseldikçe daralan bir şekilde düzenlendi. Barok ve Ampir üsluplar kullanıldı. 4 katlı yapıldı. Deniz ve kara tarafındaki ikinci kat alınlıkların ortasına, 1882 yılında II. Abdülhamit tarafından terazi ve silah eklenerek tamamlanmış birer Osmanlı Arması mermere oyularak yerleştirildi. Kapı üstü hizasında, dört tarafına dört ayrı barometre konuldu. Barometrelerde, hava durumları aynen şöyle yazılmıştı, hala öyle devam ediyor; Fırtına – Rüzgar – Yağmur – Mütehavvil (değişken, kararsız anlamında) – Eyi Hava – Sabit Hava. Kuledeki saatler Fransa’dan getirtildiler. Saatçibaşı John Meyer, Paul Garnier markalı saatleri dördüncü kat alınlıklarına, makineleri da üçüncü kata yerleştirdi. Deniz tarafındaki saat ayrı, diğer üç taraftaki saatler aynı anda kuruluyorlardı. 1979 Yılında, saatler kısmen elektronik sisteme çevrildiler.

https://www.istanbul.net.tr/istanbul-rehberi/tarihi-eserler/dolmabahce-saat-kulesi/139/6

Saat kulesini uzaktan çekiyorum, saat 12:30 olarak zamanı gösteriyor. Kırmızı büyük uçan balonlar burada da var. Saat kulesinin dibinde insan kalabalığı.

Ozan ile birlikte bir şeyler atıştırmak için bir yere oturduk. Sonrasında ayrılıyoruz birbirimizden İzmir de görüşmek üzere. Beşiktaş vapur iskelesinden Kadıköy iskelesine direk vapur olmadığını öğrenince gerisin geri Eminönü’ne doğru yürümeye başladım. Yürürken de yol kıyısındaki akmayan çeşmeler dikkatimi çekiyor. Çeşmenin olduğu yer uzun bir kapı gibi niş olarak yapılmış, kenarları süslemeli mermer işçiliği görülüyor. Çeşmenin olduğu yer kara bir göz olarak görünmekte.

Başka bir çeşme daha karşıma çıkıyor. Bu biraz büyük bir yapıda üç tane çeşmesi olan gösterişli olarak yapılmış. Kenarları sütunlu, tacı süslü, tekne gibi yalağı ile çeşme kısmı nişli. Çeşme yok, su da yok. Bu ortadaki çeşme.

Daha uzaktan çeşmenin görünümü. Yanlarda birer çeşme de var. Tamamen beyaz mermerden yapılmış bir ev gibi duruyor. Çeşmeler haliyle körelmiş, akan bir su damlası dahi yok.

Yanlardaki çeşmenin nişleri daha dar. Burada bir çeşme görünüyor ama açma – kapama kafası yok, uçmuş gitmiş.

Yürüye yürüye Haliç’e geldim. Galata köprüsünden geçmeden önce yandan, korkulukların az dışından kamışlı oltaları ile balık tutan balıkçıların resmini çekiyorum. Karşıda Eminönü, Mısır çarşısı ve camiler, Haliç denizi görünmekte.

Salkım salkım tan yelleri estiğinde 
Mavi patiskaları yırtan gemilerinle 
Uzaktan seni düşünürüm İstanbul 
Binbir direkli Halicinde akşam 
Adalarında bahar 
Süleymaniyende güneş 
Hey sen güzelsin kavgamızın şehri

Ve uzaklardan seni düşündüğüm bugünlerde 
Bakışlarımda akşam karanlığın 
Kulaklarımda sesin İstanbul

Vedat Türkali

Eminönü’nden vapura binip Kadıköy’e doğru yol alıyoruz. Küçük, büyük yolcu vapurları boğazın mavi sularında bir o yana bir bu yana yolcu taşıyorlar.

Vapurun ayrıldığı Avrupa kıtasında olan Galata kulesi ve çevresini genel görünümü ile çekiyorum bir kare.

Tam boğazın ortasında boğaz köprüsünü iki ayağı ile birlikte çekiyorum. Bir kaç saat önce köprüde koşarken şimdi geçtiğim yerleri çekiyorum.

Optik olmadığı için dijital zom ile yakınlaştırarak boğaz köprüsünü daha görünür biçimde çekiyorum. Vapur ile beraber bir Avrupa’ya, bir Asya’ya bir kaç lokma yiyecek için uçan martılardan birisi de tam köprünün altında kanatlarını açmış olarak süzülürken kareye girmiş.

Asya kıtasına yakın olan kız kulesi görüntüye girince resmini çekiyorum. Martılar bizi takip ediyor bu arada. Yolcu vapuru da boğazın yukarılarına doğru gitmekte.

Kadıköy’e az kaldı, Selimiye kışlası devasa mimari yapısı ile karşıma belirdi. Kıyıda yük doldurup boşaltma limanı. İskelede vinçler, kıyıya yanaşmış gemilerden yük boşaltıyorlar. Kıyıda bağlı uzun sarı bir gemi duruyor.

Kıyıya yakın olarak geçiyor vapur. Kıyıdaki iskelelerde depolar var, önünde ise açık alanda binlerce martı konmuş. Beton zemin martıların beyaz rengine bürünmüş.

En sevdiğim vapurlardan olan eski yapım, kenarlarında, üstte arkada ve önde açık alanlarda oturma yerleri olan bir vapur geçerken resmini çekiyorum. Bindiğim vapur da aynısı. Açık yerde oturup denizi seyrederken çay içmek zevkini yaşadım. Yeni vapurlarda dışarısı diye bir yer yok. Tamamen kapalı ortamda, denizi görmeden, iyot kokusunu içine çekmeden yük eşyası gibi yolculuk yapılıyor. Yeni vapurları hiç sevemedim nedense.

Kadıköy’e iyice yaklaştık ve karşımda muhteşem yapısı ile Haydar Paşa garı göründü. İki yanında dev kuleleri, tam ortada büyük saatini hayranlıkla izliyorum.

1906 yılında yapımına başlanıp 2 yılda tamamlanmış binayı iki Alman mimar ve İtalyan taş işçilerinin çalışması sonucu yapılmış. 1917 de İngiliz casusun sabotajı ile büyük hasar meydana gelmiş, 1979 Yılında yakıt tankerinin patlaması ile dış cephesi hasar görmüş ve en son 2010 yılında dikkatsiz bir işçinin sorumsuzca çalışması sonucu çatısı yanarak çökmüş. Restorasyon çalışmasına hala devam ediyor.

Kadıköy iskelesinde inip metroya binerek Başak ve Rahman’ın önceden belirttiği durakta inerek eve geldim. Sıcak bir duşun ardından salonda kurulu hamağa uzanarak şekerleme yaptım yeterince. Sabahın köründen beri ayaktayım. 10 Km koştum ve bir o kadar da yürüdüm. Dile kolay iki kıta arası koşmak ve yürümek beni yordu biraz. Şekerleme beni kendime getirdi, tembel tembel uyumak gibisi yok. Ben uyurken Başak ve Rahman dışarı çıktılar. Onlar gelmeden uyanıyorum. Akşam olduğunda yemeği yapıp yiyoruz birlikte. Kahve içerken masanın üzerinden Rahman benim resmimi çekiyor çaktırmadan. Kahve fincanı önde, ardında ben cep telefonu kulağımda birisi ile konuşuyorum. Konuştuğum kişi de bizim Gözde Emine. O da 15 Km Avrasya maratonunda koştu. Yanımıza gelip sohbete katılmasını istiyorum ama arkadaşlarının sohbetini kabul etmeyip soğuk bir ortamda yemek yemeği tercih ediyor. Kendi bileceği iş deyip sohbetimize devam ediyoruz zamanı durdurarak.

Sohbetimize anlam katmak için yer minderlerine oturduk. Işıkları kapatıp mumları yakarak her zaman yakalanmayan ortamı yaşamaya başladık. Zaman nasıl olsa durdurduk mumların ışığı içinde. Minderin üstünde bağdaş kurup oturarak önümdeki ocağıma cezveyi sürüyorum. Fincanları yana dizdim, kahve pişince içine köpükleri ile dolduracağım. Uzun saçlarımı omuzlardan salmışım. Rahman’ın kemençe çalışını izliyorum. Başak ta bu arada kahve değirmeninde kahve öğütüyor kolu çevirerek. Rahman resim üzerinde fotoşop ile siyah beyaz olarak yapmış, Sadece cezvemin bakır rengi ve kırmızı ile sarı büyük mumların rengi orijinal. Rahman’ın elinde kemençe, uzun sakalı ile yay kemençenin gergin tellerinde gidip geliyor nağmeler arasında.

Gecenin derinliklerine kemençenin sesi ile türküler söyleyerek daldık. Zaman durmuştu ve ne zaman başlayacak bilmiyoruz. Sohbetin, türkülerin coştuğu, hayallerin gerçekleşmesini umarak yaşadık anları. O anlar ki geçmek bilmiyor. Zaten zaman durmuş anı yaşıyoruz. Hiç bitmesini isteyerek. Kemençenin sesi hayalleri körüklüyor habire tatlı düşlerin içinde kayboluyoruz. Muhteşem bir gece yaşadık. Bir daha ne zaman buluşacağımızı bilmeden. Ne zaman yattık bilmiyorum.

Bu gün koştuğum Avrasya maratonunun 10 Kilometrelik haritası. Bir o kadar da yürüdüm ama haritada belirtmedim.

Powered by Wikiloc