Etiket arşivi: arnavut

Bahar Turu Diğer Günler

29 – 30 – 31 Mart – 1 Nisan 2022

Köyceğiz – Göcek – Fethiye

(Kör arkadaşlar için betimleme yapılmıştır)

 

Erik rakısını kim daha çok içecek diye

Kadehleri ardı ardına içerek

Arnavut kaldırımında naralar atıp yalpalayacaktık

Ardından boza iyi gider diyerek bozacıda soluğu alacaktık.

Çarşıda kafede oturup kahve içecektik sevdiğimle

Yüzüne doyasıya bakarak

Uzun, çok uzun yıllar

Neredeyse yarım asır…

Urim Baba’CAN Ağustos 2015

 

Öne çıkmış olan görsel, sığla ormanı içinde devrilmiş sığla ağacı. Kökü toprakla dolu.

DSCN4066

Gün erken başlıyor, kaçırmamak gerek diye henüz Güneş doğmadan kalktım. Güzel bir güne başlamak için iyi uyumak gerek. Artık iyice alıştım her yerde uyumaya, ister çadırda, ormanın içinde. İster yumuşak bir yatakta uyuyayım, fark etmez, her zaman rahat uyur ve dinç kalkarım. Sabahları serin oluyor, üzerime kalın deri ceketimi giyip balkona yerleştim. Sabah kahvesini Güneş doğarken içmek gerek. Köyceğiz’in suları güzeldir, her yerden fışkırır. Şişedeki suyu tazeliyorum çeşmeden. Kahvemi Köyceğiz suyu ile pişiriyorum. Evdekiler henüz uyanmadı daha, o yüzden kahveyi tek başıma içiyorum.

Cam saksı üzeri cam piramit içinde çiçekler masanın üzerinde kahve fincanı ile birlikte. Arkada sığla ormanı.

IMG_20220329_080056

Ev halkı uyanıyor sonunda, ev halkı dediğim Tuğba ve Cüneyt. Evin mutfağında ne nerede, çayı nerede demlediklerini bilmediğimden hiç karıştırmadım. Cüneyt kalkınca çayı demliyor, birlikte kahvaltıyı yapıyoruz. Cüneyt küçük tostlardan ikişer tane yapıyor kahvaltı için. Benim hazır kaynamış yumurtaları da tüketiyoruz bu arada. Kahvaltıdan sonra, işe başlamadan önce kirli çamaşırları yıkamam gerek diyerek bahçede poşet çamaşır makinesinde terli olan çamaşırları yıkayacağım. Siyah poşetin içine çamaşırları atıyorum. Biraz da deterjan, bahçe hortumu ile yeteri kadar su dolduruyorum. Yerde bahçe hortumu ve içi çamaşır dolu siyah poşet.

IMG_20220329_104251

Çamaşırlar  ve su hazır olunca çamaşır makinesini kaldırıp çalkalamaya başlıyorum. Böyle 5 dakika kadar çalkaladım. Benim çamaşır makinem kısa süreli programda çalışıyor. Hem pratik hem çabuk yıkıyor. Cüneyt beni poşet çamaşır makinesini çalkalarken çekiyor.

IMG_20220329_104324

Deterjanlı yıkama bitince  iki kez daha su ile durulayıp çamaşırları çıkararak suyunu sıkıyorum. Kuruması için de çamaşırları çamaşırlığa asıp kurumaya bıraktım. Tuğba’nı öğrencileri var. Öğrencilere dans kursu veriyor, o yüzden erkenden gitti. Zalım ev sahibi de beni boş oturtmuyor. Bahçe bellenecek, illa ki çalışacaksın deyip bel küreğini elime veriyor. Boğaz tokluğuna çalıştırıyor. Neyse iki kişi kısa sürede son kalan yeri belliyoruz. Yıllarca bakılmadığı için toprak sertleşip ayrık otları sarmış. Biraz zorlasa da bitiriyoruz bel işini. Cüneyt beni bel küreği ile bahçeyi bellerken çekiyor. Elimde sarı iş eldiveni var.

IMG_20220329_112258

Bel işi biraz yordu, bir süre dinleniyoruz. Bu günü Cüneyt ile birlikte zaman geçireceğim. Ne yapalım diye karar vermeye çalışırken fazla uzak olmayan bir yerden tavus kuşunun sesini duyuyorum. Cüneyt’e soruyorum nerede bu tavus kuşu diye. Cüneyt te bana ormanın içinde her halde diye cevap veriyor. Ben de buralarda serbest yaşayamaz tavus kuşları diye cevap veriyorum. O zaman hadi ormanı biraz gezip tavus kuşlarını bulalım teklifinde bulundum.

Yanıma fotoğraf makinemi alıp ormanın içine dalıyoruz. Sığla ormanında sadece sığla ağaçları ve ağaçlara tutunup büyüyen sarmaşık bitkileri var. Diğer bitki çeşitleri barınamıyor ormanın içinde. Sığla ağaçlarının gövdeleri ve gövdelere tutunan sarmaşıklar.

DSCN4053

Tavus sesi kuvvetli ve uzaklardan bile duyulabiliyor. Sık sık sesi gelince nerede olduklarını bulduk. Ormanın dibindeki bir evin arka bahçesinde kümesin içindeki tavus kuşlarını bulduk sonunda. Yakınlaştırıp tavus kuşunu kümesin içinde çekiyorum.

DSCN4055

Sığla ormanı tam bir bataklık örneği. Gerçi batma tehlikesi yok ama her tarafta küçük su akıntıları görmek olası. Sular, az eğimli yerde küçük dereler halinde sakince akıyor Köyceğiz gölüne doğru.

DSCN4056

Su akıntısını yerden çekiyorum. Akıntı belli belirsiz.

DSCN4057

Ormanda büyüyen sığla ağaçları belli bir kalınlığa gelince güçlü fırtınalara dayanamayıp ya devriliyor, ya da gövdesinin ortasından kırılıyor. Tıpkı yarım gövdesi kalmış bu sığla ağacı gibi.

DSCN4058

Sığla ormanı içinde bir tek yaşayan bitki sarmaşık. Hani tarzan ormanda sarmaşıklara tutunup atlıyor ya aynısı burada da var. Sarmaşık ağacın en yüksek yerine kadar tırmanmış. Ben de tarzan gibi sarmaşık demetine tutunup sallanayım dedim. Ağırlığımı taşımayıp yukarılardan koptu. Sarmaşık kurumuş, neyse ki kopan sarmaşık hala yukarılarda bağlı ki kafamıza düşmedi. Cüneyt beni sarmaşıkla beraber çekiyor.

DSCN4061

İşte sarmaşıklar, gövdeleri 10 – 12 santim kadar kalınlıkta. Yerden çıkıp yana doğru gittikten sonra tutunacak bir ağaç bulunca yukarıya doğru kendini çekerek yükselmiş.

DSCN4062

Sığla ağaçları sık ve kimi yerde ince gövdeli. Güneşe ulaşmak için boylarını çok uzatması gerek. Tahminime göre 15 metreden fazla var. Sarmaşıklar da öyle. İşin ilginç yanı sarmaşığın birisi yaklaşık 8 metre ötedeki ağaca nasıl atlayıp tutunmuş. İki ağaç arasında ve yüksekte köprü olup birleştirmiş. Sığla ağaçları daha yeni yaprak açmaya başlamış.

DSCN4063

Sular her yerde akıp duruyor. Ayaklarımız çamura, suya batırmadan yürümek güç.

DSCN4064

Uzun yıllar önce devrilmiş bir sığla ağacından geriye kalan kalın kütük.

DSCN4065

Bir hafta önceki fırtınada devrilen sığla ağacı yere yatmış durumda. Daha kökündeki topraklar duruyor. Bu resmi öne çıkan görsel olarak seçiyorum.

DSCN4066

Sığla ağaçlarının gövdesinde kabuklar belli bir yere kadar sıyrılmış. Bu sıyrık yerden akan sıvıları topluyorlar.

DSCN4067

Orman içindeki su birikintilerinde, akan küçük derelerde canlılar var. Onlardan biri su kaplumbağası. Bizi görünce durup bakmaya başladı. Biz de durduk ve resmini çekiyorum.

DSCN4069

Su kaplumbağasını ürkütmeden optik zoom ile yakınlaştırıp su üstündeki kafasını çekiyorum bir poz.

DSCN4070

Sığla ormanı içinden sulara, çamurlara batmadan çıkıp eve geldik. Cüneyt komşudan el arabasını almıştı bahçeden çıkan otları ormanın içine dökmek için. Ama el arabasının tekerleği dağınık. Mil yatağındaki ince sac yırtılmış. Cüneyt’e hadi tekerleği yapalım çarşıdaki demircide deyince o da yapalım dedi. Tekerleği söktük. Benim bisikletimin bagajına sıkıca bağlayıp yola çıktık. Köyceğiz içindeki dondurmacıya gittik ama sezon açılmadığı için dondurmacı kapalıydı. Cüneyt’e burayı iyice belle. Köyceğiz’de yiyebileceğin en güzel dondurma burada bulabilirsin. Sonda Hakan Sevin’in evine gittik. Hakan İstanbul’da şu an. Evde kimse yok, içeri girmedik zaten. Yakında olan çarşıdaki sıcak demirci dükkanına gittik. Burada tekerleği kaynak yapıp yürür hale getirecektik. Demirci ustasına tekerleği gösterip neler yapabiliriz deyince usta tekerleği alıp inceledi. Bize; “Bu tekerlek adam olmaz, sacı çok ince ve kaynak tutmaz. Siz en iyisi sanayiye gidin, orada hurdacıda çıkma tekerlek bulabilirsiniz” diye söyledi. Tamam deyip sanayiye doğru gitmeye başladık. Köyceğiz çayı üstünden geçerken köprüden çay yatağını çekiyorum. Çay hızlı akmasın diye bentler yapılmış bir çok. Çay yatağı da çok geniş. Akan çay bentlerden aşağı dökülüyor.

DSCN4072

Sanayideki hurdacıyı bulduk. Bize gerekli olan el arabası tekerleğini sorduk var mı diye. Adan ayağını kırmış kenarda bir yerde sandalyede oturuyor. Geçmiş olsun dileklerimizi söylüyoruz. Hurdacı bize yerini gösterip oralara bakmamızı söyleyince dediği yere bakmaya başladık. Ama gözüme istediğimiz bir tekerlek ilişmedi. Hurdacının yanına gelip; ” Bulamadık” deyince hurdacının elemanı; “Sizin aradığınız burada var” deyip elinde bir tekerlekle çıka geldi. Tam aradığımız tekerlekti. Hurdacıya” Bu tekerlek ne kadar?” deyince pazarlık başladı.

“100 Lira”

“50 Lira verelim” deyince ilk önce olmaz dese de

“Eskisini de size bırakacağız, 50 Liraya anlaşalım. Zaten yenisi 120 Lira” deyince Hurdacı olumlu cevap verdi. Hemen 50 Lirayı verip tekerleği alıp eve geldik. El arabasına taktım, Şimdi el arabası yalpa yapmadan düzgünce gidiyor.

Akşam yemeğimizi yerken yanımda taşıdığım şarap şişesini çıkardım. Birer bardak içiyoruz şaraptan. Gerçekten şarabın tadı nefis ve içimi de güzel. Tadı damağımızda kaldı ama elimizde olan bu kadar. Bununla yetinip tadı damağımızda kalsın deyip kadehleri tokuşturduk.

Dalamanda oturan Zehra ve Tarkan çifti benim geldiğimi duyunca oturmaya geldiler. İlk önce kahve yapıyorum, birlikte muhabbet ederek içtik, ardından çay demledik. Muhabbet geceye kadar sürdü. Cüneyt uzun boylu olunca beşimizi birden uzun kolu ile elçek resim çekiyor. Tarkan, Tuğba, Zehra ve ben kanepede oturmuş durumda. Cüneyt kendinle birlikte çekiyor.

WhatsApp Image 2022-03-31 at 20.02.59

Ertesi sabah yine erkenden uyandım ve balkonda yerimi aldım sabahın seherinde. Güneş doğarken kahvem hazır. Masada kahve fincanı, içi köpüklü kahve dolu. Masada logolu rüzgarlık ve cam kavanoz duruyor. Güneş sığla ağaçları arasından doğmuş, ışıklarını saçıyor.

DSCN4074

Kahvemi içerken en korkak kuşlardan olan alakarga ormanın kıyısında bir direğe konmuş halde görünce içeriden fotoğraf makinesini alıp gelesiye kadar hayvan beni beklemeden uçup gitti. Ben de konduğu direği yakınlaştırıp boş olarak çekiyorum. Sığla ağacının kalın gövdesi yeşil yosunlarla kaplı. Bu yosunlar kuzey yönünde.

DSCN4073

Hazır fotoğraf makinasını elime almışken ormanın derinliklerini çekeyim deyip optik zoom ile daldım ormanın içine. Güneş ışıkları az miktarda ormanın içine girse de derinliklerdeki yaprakları yeni açmaya başlamış sığla dallarını çekiyorum. Sığla ağaçlarının kalın gövdeleri, gövdeye tutunan sarmaşıklar ve Güneş vurmuş dallar.

DSCN4075

Balkonda otururken ürkek ve korkak alakarganın bir o yana, bir bu yana uçtuğunu görünce takip etmeye başladım. En sonunda bana poz vermeye karar vermiş olmalı ki henüz tomurcuk halinde olan bir ağaca kondu ve pozunu verdi. Ben de iyice yakınlaştırıp çekiyorum. Alakarga kuşların en ürkeği, nedeni ise diğer akrabası olan kuzgun ve kargalara benzemiyor olması. Ayrıca tüylerinin rengi bambaşka. Başının tepesinde ve gözlerinin altındaki yanak kısmı siyah, gövdesi gri. Esas bu kuşu güzelleştiren kanatlarındaki mavilik. Kanadının dış kısmında, küçük bir alan masmavi bir renk. Bu renk o kadar güzel dokunmuş az beyaz renkle ki görmeye doyamazsın. Bana özel poz veren alakargaya teşekkür ederim kendini gösterdiği için. Şanslıyım demek ki. Yoksa her zaman böyle resmini çekmek neredeyse olanaksız. Alakarganın kanatlarının diğer yanı ve kuyruğu siyah. Normal kargalarla bir tek bu siyah yerler benziyor. O da az miktardan

DSCN4077

Bu gün mahalle çocuğu, arkadaşım Mehmet Ertekin’e ziyarete gideceğim. Cüneyt’in soyadı da Ertekin. Bir Ertekin’den diğer Ertekin’e gideceğim. İkisi de akraba değil, sadece soyadı aynı. Bu tura çıkmamın esas amacı Mehmet’e gelmek. Çünkü yapacağım kano hakkında bazı fikir alış – verişinde bulunmam gerek. Mehmet’in Göcek marinada ve Dalaman’da tekne ve yat yapım atölyesi var. Kano yapımında kullanacağım malzemelerin bir kısmını da o verecek. Hem tekne yapımında uzman olur kendisi.

Telefon ile Mehmet’i arıyorum sana nasıl gelebilirim diye. Mehmet te bana; “Neredesin, olduğun yerde baba konum at gelip seni alayım” dedi. Ben de; “Gelmene gerek yok, minibüs ile gelirim” desem de ısrar edip beni Köyceğiz’e kadar gelip aldı arabası ile. İlk önce Göcek’teki atölyesine gittik. Marina içindeki yazıhanesine uğradık. Orada sekreteri ile bazı işlerini hallettikten sonra koca bir yata götürdü. Üzeri tamamen örtülü koca yat içine girdik. Yat süper lüks bir yat olacağı bir çok yatak odası ve geniş bir salonunun olmasından belli. Marina içinde bir yere oturup kazandibi yiyelim dedik ama kazandibi kalmamış. Onun yerine muhallebi yemeğe karar verdik. Masadaki menüde fiyatlara bakınca bir fincan kahvenin 28 Lira olduğunu görünce şaşırmadım. Böyle lüks yatların olduğu marinada kahveyi benim gibi beleş veremezsin.

Yatın içini şöyle bir gezdik, çalışan işçilere bir kaç yerin nasıl yapılacağını tarif ettikten sonra kendi teknesine gittik. Tekne marinada kıyıya bağlı. İçine girip oturduk. Teknede her şey var. Bu tekneyi satıp kendisine daha büyük bir teknenin geleceğini söyledi. Göcek’ten geri dönüp Dalaman’daki atölyesine geldik. Burada da büyük yat kalıpları ve yaptığı tekneler var. Elemanları çalışıyor vızır vızır. Akşam olmadan Mehmet’in eşi Şirin’i kursa gittiği yerden alıp eve geldik. Şirin halı dokuma kursuna gidiyor hobi olarak. Kendisi de kilim dokumuş, koridora sermiş bile.

Mehmet Ortaca da oturuyor. Çatı katında dubleks bir dairesi var. Şirin bize fırında kefal pişirdi. Kefal da iri bir balık. Balkonda yemeğimizi yiyoruz. Ardından kahve takımlarımı çıkarıp kahve pişirdim. Mehmet’in Sabri isminde bir oğlu var. Ortaokul son sınıfta, seneye liseye gidecek. Mehmet Sabri’yi denizcilik lisesine gönderecek. Sabri babası ile İzmir’e geldiği bir zaman bahçemde kahve pişirip içirmiştim. Bu Sabri’nin hayatında içtiği ilk Türk kahvesi. Hala unutamamış ve o günden sonra içtiği ikinci kahve olduğunu söylüyor. Şirin iki mahalle çocuğu ile birlikte balkonda oturmuş, ben kahve pişirirken çekiyor.

WhatsApp Image 2022-03-30 at 19.21.05

Ertesi gün Mehmet beni Göcek girişinde arabası ile bırakıyor. Amacım Fethiye’ye gitmek. Bu gün arkadaşım Filize gideceğim. Minibüs erken kalkmış olmalı ki yaklaşık 45 dakika bekledim gelmesini. Başka minibüsler buradan yolcu almıyorlar. Minibüs beklediğim benzin istasyonundan kalktı sonunda. İlk olarak Köyceğiz tarafına doğru gitti, Tünellerden geri dönüp kalktığımız yere gelip şehir içine girerek yolcuları topladı. Böylece bir süre sonra Fethiye içine geldik. Filiz bana nerede ineceğimi söylemişti. Minibüs sürücüsü beni söylediğim yerde indirdi. Filiz’in attığı konuma göre biraz yürüdüm ve evini buldum navigasyon haritası ile. Eve gelmeden önce Filiz’e hediyelik bir eşya alıyorum. İlk defa evine gideceğim.

Filiz ile epeydir görüşmemiştim, kendisi resim Öğretmeni. Emekli olunca Fethiye’ye yerleşti, Tuğba ve Cüneyt ile birlikte. Tuğba Fethiye’den sıkılmış, o yüzden Köyceğiz’e taşınmaya karar vermiş. Filiz bahçeli bir evin zemin katında, küçük bir dairede oturuyor. Buralarda balık ucuz ve bol olmalı ki Filiz de fırında balık pişirmiş. Balık ta nefis olmuş. Birlikte muhabbet ederek yiyoruz öğle yemeğini. Yemekten sonra ne gider, tabi ki kahve. Hemen sırt çantasında taşıdığım kahve takımlarını çıkarıp sehpa üzerinde kahve pişiriyorum. Filiz beni kahve pişirirken çekiyor salonun ortasında.

WhatsApp Image 2022-03-31 at 18.32.24

Filiz ile bir süre zaman geçirdikten sonra vedalaşıyorum. Geldiğim yoldan yürüyerek durağa gelince minibüsün geldiğini gördüm. Bir süre koşup minibüs gelmeden durağa gelip bindim. Bu kez hiç beklemedim. Köyceğiz girişinde iniyorum. Yürüyerek Tuğba’nın evine doğru giderken evin birinde babası ile oturan küçük bir çocuk el sallayıp “Dede, dede” diye seslendi. Ben de ona el sallıyorum. Ne güzel bir çocuk hiç tanımadığı birisine, bana “Dede” diye el sallaması. Çok hoşuma gitti. Umarım torunlarım olur ve bana dede diye seslenirler. Umutla bekliyorum.

Tam eve yaklaşmıştım ki Tuğba ve Cüneyt balkonda oturduklarını gördüm. Yanlarında birisi vardı; kel kafalı. Hemen tanıdım, bizim Gürel gelmiş, balkonda oturuyorlar. Çaktırmadan Gürel’i tam telefonla arayacaktım ki gürel beni görünce el sallayarak “Urim Baba” diye seslendi. Gürel ile daha önceden konuşurken bu yörede bisikletle geçeceğini söylemişti. Ben unutmuşum. Gürel’i görünce aklıma geldi. Birlikte tur yapacağı arkadaşlarla buluşacak burada.

Yemekten önce aperatif olarak şarap içiyoruz kadehleri kaldırarak balkonda. Tuğba bizi elçek ile çekiyor.

WhatsApp Image 2022-03-31 at 18.04.11

Akşam Hakan Sevin beni aradı, Köyceğiz’e geldiğini bildirince sabah kahvaltıyı birlikte yapalım diye söyledim. Sabah erkenden kalkıp ilk önce kahvemi içiyorum. Ardından eşyaları toplayıp çantalara yerleştirip bisiklete yükledim. Gürel de kalkıyor, o da hazırlığını yapıp yola çıkmaya hazır. Ev sahipleri olan Tuğba ile Cüneyt’i uyandırıp vedalaşıyoruz. Beni evlerinde misafir ettikleri için çok teşekkür ederim, iyi ki varsınız. Gürel ile birlikte evden ayrılıp merkeze geldik. Bakkaldan yumurta, fırından da taze ekmek alıp Hakan’ın evine geldik. Hakan da çayı çoktan demlemişti bile. Balkonda nefis bir kahvaltı yapıyoruz. Tam kahvaltıyı bitirdik ki Gürel’i arkadaşları arkadaşları arıyor telefonla. Gürel hemen bisikletine binip gitti. Ona iyi turlar diledim giderken.

Hakan ilginç bir adam. Nereden bulduysa sığla ağacının kütüğünü, getirip balkona bırakmış. Hakan da bir süredir evinde yoktu. Haliyle kütük bile Hakan’ı beklemekten ağaç olacak neredeyse. Kütük her ne kadar kesilip buraya geldiyse de bahar ayında yaprak açan sığla ağaçları gibi filiz verip yaprak açmaya başlamış. Kütük 35 santim boyunda, 30 santim kalınlıkta ve hala yaşadığını, yaşamaya tutunduğunun canlı kanıtı.

Yeşermiş kütüğü yakından çekiyorum.

IMG_20220401_082830

İzmir’e dönüş için biletimi almıştım dünden. Hakan ile vedalaşıp otogara geldim. otobüsün gelmesine daha var. Otobüsü beklerken serçelerin cıvıldaşarak uçup kırlangıçların yuvasına girdiklerini görünce fotoğraf makinesini çıkarıp kırlangıç yuvasını işgal eden serçeleri yakından çektim.

DSCN4080

Kırlangıçlar yuvayı terk etmiş, ya da bir şekilde dönmemiş olacak ki boş kalan yuvalara serçeler sahiplenmiş. Diğer yuvadaki serçeyi de çekiyorum.

DSCN4081

Daha önceden çantaları bisikletten indirmiştim. Ön tekerleği de söküp hazır halde beklerken otobüs yanaştı. Otobüsün muavini bana bisikleti bagaja yatır deyince yatırıyorum. Şöfer de bunu görünce benden bagaj ve bisiklet için bilet almamı söyledi. Neden diye sorunca eşyaların çok, böyle alamam deyince yeni bir bilet aldım. Yazıhanedeki kıza bisiklet diye söylesem de bagaj bileti ve 6 numaralı koltuk bileti kesti. Otobüsün bagajında bisikletim KUZ ve çantaları çekiyorum. Şimdiye kadar hep kamil koç firması ile seyahat ettim ve hiç sorun çıkmadan bisikletimden para almadılar. Bu ilk defa başıma geldi. (Eve dönünce firmaya şikayet ettim ama fazladan ödediğim ücreti geri vermediler. Bir daha asla bisiklet düşmanı kamil koç ile seyahat etmeyeceğim, bu böyle biline)

IMG_20220401_105911

Yolda muavin ikramlarda bulundu ama hiç bir şey kabul etmedim. Neme lazım, verdikleri sudan bile para isteyebilirler, kamil koç firmasını yabancı bir şirket satın almış. O yüzden bu firmayı asla kullanmayacağım. Bisikletçi arkadaşlarıma da binmemeleri konusunda uyaracağım. İzmir’e varınca hemen bisikletleri ve çantaları indirdim. Ön tekerleği yerine takıp çantaları yükledikten sonra bir süre araçların arasından dikkatlice giderek Alsancak’taki bisiklet yoluna vardım. Bisiklet yoluna çıkınca rahatladım ve ağır ağır pedala basarak İzmir’de olmanın, denizin keyfini çıkarıyorum yol boyunca. Göztepe iskelesine yaklaşınca bisikletim KUZ ve Göztepe iskeleti ile birlikte asma köprüyü çekiyorum. İskelede bir vapur bekliyor. Bisikletimin yanında hurma ağacının kalın gövdesi görünüyor.

DSCN4084

Sonunda evime kavuştum, insanın evi gibisi yok. Uzun süredir bisikletle bu kadar yol almamıştım. Biraz denge problemi olsa da dikkatli olarak bisikleti sürdüm. Her ne kadar planladığım gibi olmasa da esas amacımı gerçekleştirdim. Bu turda en çok ta tek başıma, yalnız olarak gerçekleştirmek oldu. İnsan bazen yalnız kalmalı, kendi halinde, kendini dinleyerek. Bu turda da ilham perileri beni yalnız bırakmadı. Kulağıma fısıldadıkları şiirleri, hikayeleri yazdım. Hala da yazıyorum kulağıma fısıldadıkça. Hayallerim olduğu sürece yeni yerler keşfedeceğim, büyümeden, çocukça.

Yeni yerler gördüm, dostlarımla zaman geçirdim, güzel muhabbetlerimiz oldu. Çocukluk arkadaşım Mehmet’ten kano yapımı için gerekli bilgiyi ve desteği aldım. Artık denizlere yelken açmanın zamanı geldi. Kısa sürede kanoyu yapmaya başlayacağım. Kanoyu da yaparken yapım aşamasını not edip ilerde sizlerle paylaşacağım. Bununla da bitmeyecek; Denizdeki maceraları ve denizi anlatacağım sizlere. Denizin maviliklerini. Bunlar hep hayallerim. “Hayal kurmayan büyür, hayal kuran hep çocuk kalır ve hayatın tadına çocuklar varır”

Bu gün yaptığım yol yaklaşık olarak 17 Kilometre civarı.

Yaptığım yolun haritası aşağıda

Powered by Wikiloc

8. Az Bilinen Antik Kentler Bisiklet Turu 1. Gün

20 Nisan 2019 Cumartesi

( Kör arkadaşlar için betimleme yapılmıştır )

Bostanlı – Kuş cenneti – Seyrek – Panaztepe – Foça

 

Bir sergiyle geldi bahar
Ne don vurur, ne meyve verir
Öylece bir çiçek düşlemesi
Ne güzel bir oyundur canım
Taşlara bakan gözün çiçeği görmesi

Ruhi Su

 

Öne çıkmış olan görsel, Denizde yassı ada ve tepeleri olan ada. Kıyıda bina çatıları.

DSCN6991

Merhaba sevgili dostlar, yine bir tur yazısı, her yıl tekrarladığımız  Az Bilinen Antik Kentler Bisiklet Turu, kısacası ABAK turunu anlatacağım. Bu kez değişik bir rota, İzmir körfezini komple dolaşacağız. Turda Foça’dan Mordoğan’a vapur ile geçeceğiz. Bu ABAK turlarındaki değişiklik ilk  kez olacak. 8. ABAK bisiklet turunu yapacağız bu yıl. Her yıl olduğu gibi tur için toplantılar, verilecek hediyeler, belediye ve kurumlarla görüşmeler yapıldı. Tur için keşifler, kamp yerleri, mola yerleri ve vapur için İzmir büyükşehir belediyesinden bir vapur ayarlandı. Her yıl çocuklarla birlikte kutladığımız 23 Nisan çocuk bayramını kutlamak için okulumuzu seçtik. Okul müdürü ve Öğretmenlerle görüştük, kutlama programını ve saatini ayarladık. Uzun uğraşlara değdi bu çalışmalar. Ve tur için bisikletim KUZ ve kıytırık hazırlanıp gerekli eşyalar ve malzemeler ayarlandı.

Bahar aylarının güzel bir sabahında ağaçlarım yapraklandı, çiçekler açtı ve arılar nektarını sabahın erken saatlerinde toplamaya başladığında hazır olan bisikletim KUZ ve kıytırık ile evimin kapısında resim çekiyorum.

DSCN6937

İlk olarak Üçkuyular vapur iskelesine gelip arabalı vapuruna binerek Bostanlı’ya vardım. Bostanlı’daki tören meydanında toplanmaya başladı tura katılacaklar. Katılımcılar bisikletlerini park etmiş sohbet ediyorlar. Tören meydanında beş tane direkte Türk bayrakları dalgalanıyor.

DSCN6939

Meydanda takım elbise giymiş Atatürk heykeli var. Giderek katılımcılar çoğalmaya başladı.

DSCN6940

Tüm katılımcılar  meydana geldi, kayıtları yapıldı, hediye torbaları tek tek verildi ve hepsini uzaktan çekiyorum meydanda. İki yanda beşer Türk bayrakları ve ortada Atatürk heykeli.

DSCN6944

Her zamanki gibi turda görevlerimden birisi artçı olarak katılımcıları süpüreceğim. Bu yıl kadınlar, evli çiftler ve çocuklu çiftler çoğunlukta. Eh çocuklar uslu oturacak değil ya, huysuzluk yapacaklar. Onlardan birisini sakinleştirmek için annesi ve babası epey uğraştılar.  Bazen durduk, o yüzden çok gerilerde kaldık ve grup önden gidince bir daha yakalamanın olanağı olmadı. Anca Maltepe köyüne gelmeden ilk Antik kent olan Panaztepe de grubu yakaladık. Tepedeki kazı alanına doğru çıkan arkadaşlar patikadan tek sıra halinde yürüyorlar. Tepe tamamen yeşil çimenlerle kaplı.

DSCN6945

Yukarı yavaş adımlarla çıkanların arkasında gidip onları yakalıyorum.

DSCN6948

Sanki zafer kazanmış komutan edası ile kadehini havaya kaldırmış birisi. Taşa oturmuş elinde su matarası yokuşun yorgunluğunu dinlenmekle hallediyor.

DSCN6950

Kazı alanına, tepeye ulaştık. Burada ara sıra kazılar yapılıyor. Definecilerin kaçak kazıları resmi kazılardan fazla sürdüğü kesin. Kalıntıların taş duvarlarına oturmuş iki kişi elindeki cep telefonuna bakarken çekiyorum Hava serin ve rüzgarlı olduğundan uzun kollu giyinmişler.

DSCN6951

İki sıra taş duvar kalıntısından başka yüksek bir yapı yok.

DSCN6953

Bu yapı büyük bir tapınak olduğunu sanıyorum. İç kısımda arkadaşların kimisi ayakta geziniyor, kimisi yere oturmuş rüzgardan korunuyorlar.

DSCN6954

Oturanlar ve yan gel Osman, üç dönüm bostan misali Fırat yere uzanmış cep telefonuna bakarak oyalanıyor. Yanındaki iki kişi de oturmuş cep telefonunda bir şey var mı diye bakıyorlar.

DSCN6955

Artık herkes dilediği kadar cep telefonu ile resim çekmekle serbest. Birisi elini kaldırmış cep telefonu ile resim çekerken duvara dayanmış iki kişi burası ile ilgili bilgileri anlatan arkeolog  arkadaşı dinliyor.

DSCN6956

Yan gelip yatanlardan birisi de canavar-ül velosipet Enes. Duvara yarım dayanmış uzun oturuyor. Yanında da bacanağım cep telefonu ile resim çekmekten ara vermiş bana bakıyor.

DSCN6962

Aramızda kabak kemane sanatçısı ve eşi poz veriyor, kafalarında kaskı çıkarmayı unutmuşlar, gözlerinde güneş olmasa da gözlükler var. Dişlerini göstererek gülümsüyorlar resim çekilirken.

DSCN6964

Eskişehir’den katılan üniversitede öğretim görevlisi Çiğdem Suzan bir taşın üzerine oturmuş bana poz veriyor çekerken.

DSCN6965

Denizli’den katılan eczacı Demet Ertaylan duvarın kenarına oturmuş aşağıdakilere bakıyor.

DSCN6966

İsmail’in pilotu Hasan da duvar dibine oturmuş, güneş gözlükleriyle gülümsüyor.

DSCN6967

Yüksekten aşağıda kalan tarlaları çekiyorum, henüz bir şey ekilmemiş sanki, yeşillik yok. Kıvrılıp giden asfalt  yol tepenin dibinde gidiyor sola doğru.

DSCN6968

Aşağıda park etmiş bisikletler ve bekleyen bir kaç kişiyi çekiyorum.

DSCN6969

Yukarı çıkmayan 6 kişiyi yakınlaştırıp çekiyorum. Bunlardan birisi artık çok az gören İsmail Odabaşı. Antik kenti görmesine gerek yok. Bisikletim KUZ park halinde sessizce bekliyor yol kıyısında.

DSCN6970

Tepeye çıkarken yoruluyor insan ama iniş yorulmaktan ziyade daha zor oluyor çıkmaktan. Artık tek sıra inmeye başladılar.

DSCN6974

Ben de aşağı indim kısa sürede, yukarıdan hala gelenler var.

DSCN6975

Antik kenti merak etmeyen ve fırsattan istifade otlara serilip yatanlar var. Bunlardan iki kişi otların arasında kamufle olmuş.

DSCN6976

Çocuklu bir aile kız çocuklarını römorka bindirmeye hazırlanıyorlar.

DSCN6978

Uzun yıllardır tanıdığım arkadaşım, daha bisiklete yeni binmeye başladığım yıllardan beri bir çok turda beraber bisiklet sürdük. Bu kişi Nilgün Bilgin’den başkası olamaz.

DSCN6979

Bu bölge de Eurovelo bisiklet rotasına dahil oldu yakın zamanlarda. Belediye ile yapılan çalışmalarda rotalar belirlendi ve tabelalar takıldı direklerin üstüne. Bu tabelada yönleri, yer isimleri ve kaç kilometre mesafede olduklarını belirtilmiş. İzmir’in güney rotası daha önce belirlenmişti, şimdilerde kuzey tarafı da Euroveloya dahil olunca bir şekilde iki rotayı bir seferde yapacağız bu turda. Tabelada; Seyrek 8 km, Maltepe 3 km ve buradaki yer olan Panaztepe’yi belirtmişler. Tabelaya yanlış olarak Palaztepe yazlmış.

DSCN6980

Herkes aşağıya inince yola çıktılar, ben de geride kalanları yola çıkardıktan sonra arkalarından gitmeye başladım. Hava serin ve rüzgarlı olduğundan bisikletleri hızlı sürüp ısınmaya çalışıyorlar herhalde. Grup yine kayboldu ama gittikleri yeri bildiğimden hiç acele etmiyorum. Köylerden geçip Foça yoluna çıktım. Bu yolda Pers Mezar Anıtı var. Onun resmini uzaktan çekiyorum. Mezar yoldan biraz içeride olduğundan girmiyorum. Zaten kimseler de yok. En arkada ben varım.

DSCN6981

Yolda kahverengi tabelaya Pers Mezar Anıtı, The Persion Monumental Grave yazılmış. Hem Türkçe, hem İngilizce. Üstünde de Eurovelo bisiklet rota tabelası takılmış.

DSCN6982

Römorkum kıytırık yüklü ve ağır, Foça’ya gelmeden önce biraz sert yokuşu ağır aksak çıkıyorum rüzgara karşı. Tepeye varınca bisikletimi park edip biraz nefesleniyorum. Ağacın birine sırtımı yaslayıp dinlenirken sevimli bir yaratık çıkageldi yanıma. Bu sevimli köpek yavrusu insanlardan sevgi bekliyor ve onun bu isteğini yerine getiriyorum. Biraz sevip okşuyorum yavru köpeği. O da seviniyor ve birlikte resim çekildik. Bisikletim KUZ ve kıytırık önde. Kıytırığın arkasında iki Türk bayrağı çubuklara takılı.

DSCN6987

Tepeden inmeden önce Foça’nın yukarıdan manzarasını çekiyorum. Şirin bir kasaba doğal güzelliğini kaybetmemiş, fazla büyük ve yüksek binalar olmadan da bir kasaba var olur. Yeter ki aç gözlü insanlar bu güzel kasabayı talan etmesinler. Doğal güzelliğine güzellik katan denizdeki bir çok ada manzarayı tamamlıyor.

DSCN6989

Tepelerde topraktan fışkırmış kaya kümesi doğal güzelliği ile hayran bırakıyor.

DSCN6990

Adalar kıyıya fazla uzakta değil ve bu adalar Foça kasabasını bir şekilde denizin hırçınlığından koruyormuş gibi. Bu resmi öne çıkan görsel olarak seçiyorum.

DSCN6991

Kamp alanına geldim, benden önce herkesin geldiğini Olcay ile konuşarak anlıyorum. Geçen seneki ABAK turunda beklediğimiz Güneş turdan hemen sonra, İşçi bayramında doğdu ve neredeyse bir yaşına basmak üzere. Güneş babasının kucağında bir poz veriyor. Ben çekerken dikkatlice bana baktığının farkındayım.

DSCN6993

Kamp alanında millet kıyıya köşeye çekilmiş rüzgardan korunaklı yere çadırını kuruyor. Bisikletim KUZ ve kıytırık park etmiş okaliptüs ağacının dibinde. Zemin Arnavut kaldırım taşı döşeli, Kamp alanı deniz kıyısında.

DSCN6994

Hafif yüksek bir kayalığın ardına kimisi çadırını kurmuş bile.

DSCN6995

Burası bir derece rüzgar almıyor.

DSCN6996

Burası belediye plajı ve yelken kulübünün olduğu yer. Henüz sezon açılmadığı için plaj işletmeye açılmamış, Hakan Sevin benden önce geldiğinden sandalyelerin arasında kuytu bir yer ayarlamış bana. Çadırımı oraya kuruyorum, eşyaların bir kısmını çadıra koyup yatılacak hale getirdim. Sonra dışarı çıkıp Hakan’ı yakından çekiyorum bir poz. Omuzundan çapraz takmış çantanın kemeri mavi rüzgarlığın üstünde. Bana öylece garip garip bakıyor.

DSCN6998

Burada yelken kulübü ve yelkenli tekenler var. Hayalimde olan böyle yelkenli bir kano mutlaka yapacağım. Yeni ufuklara yelken açacağım.

DSCN6999

Yakındaki adalar sayesinde dev dalgalar kıyıya ulaşmadan sönmüş oluyor. Hava sert bir karayel esiyor. Denizde küçük dalgalar kıyıya ulaşmıyor bile. Ama gece soğuk olacağının işareti denizden geliyor sanırım. Umarım yarın deniz durulur da vapurla sorunsuz Karaburun’a varırız.

DSCN7000

Her zaman olduğu gibi bu yıl da yemekçimiz ketring Hatice. Leziz ve doyurucu yemeklerini afiyetle yine yiyeceğiz. Akşam olunca yemeği getirip gönüllülerle birlikte dağıttılar. Herkes karnını doyurdu, akşam kapalı alanda toplaşıp çaylarımızı içerek sohbet ediyoruz. Uyku kapının ardına gelince fazla geç olmadan çadırıma girip yatıyorum mışıl mışıl.

Bugün yaptığımız yol yaklaşık olarak 67 Kilometre civarı.

Yaptığımız yolun haritası aşağıda

Powered by Wikiloc

İki Garip Bir Akdeniz 8. Gün

5 Ekim 2017 Perşembe

Sütleğen – Kalkan – Patara

(Kör arkadaşlarım için betimleme yapılmıştır)

 

Hacet yok hatırlatmasına seni hatıraların
Uzak uzak yıldızlarla çevrilmiş kainatın
Karanlık boşluklarında akıp giderken zaman

Atilla İlhan

 

Öne çıkan görsel, Bir kaçı pembeleşmiş üzüm salkımı parmaklarımın ucunda.

Bir günlük dinlenme iyi gelmiş olmalı ki güzel bir uykunun ardından güneş doğmadan uyanıp yol hazırlıklarına başladık. Yolcu yolunda gerek, fazla gevşeyip yayılmak yok. Zaten bunun aksini gösterdik bile. Kahvaltıdan önce bisikletlerimiz yola çıkmaya hazır. Bu arada çayı da demledik, hazırlıklar bitince hep birlikte kahvaltı yapıyoruz muhabbetle. Merve’ye teşekkürlerimizi bildiriyoruz kahvaltıyı yaparken. Bisikletler yola çıkmaya hazır, o halde vedalaşmanın zamanı. Nedense pek resim çekilmedik, Cem bizi bir poz çekiyor evin dışında. Ben, İrfan ve Merve birlikte çekildik ilk önce. Solda kavak ağaçlarına Güneşin ilk ışıkları vurmuş yaprakları parlak yeşile bürünmüş durumda.

Merve ile ikimiz çekiliyoruz bir poz.

Resim çekilme işi bitti, artık vedalaşma zamanı. Bizim dengesiz İrfan Elmalı yönüne doğru, Antalya tarafına gidecek.  İrfan Merve ile vedalaşırken bir poz çekiyorum. Cem de onlara bakıyor ayağında tokyo terlik ile. Merve de pembe tokyo terliği giymiş ayağına.

Cem de İrfan ile vedalaşırken bir poz çekiyorum.

En son olarak İrfan ile ben vedalaşıyorum ve birlikte poz veriyoruz Cem’e.

Vedalaşma bitince İrfan bisikleti yüklü olarak yola çıkarken bir poz daha çekiyorum. İrfanın ardından Cem el sallayıp uğurluyor Merve ile birlikte.

Yol kıyısından resim çektiğimden İrfan yanıma gelip duruyor. Birbirimize iyi dileklerimizi belirtiyoruz karşılıklı olarak.

Ve İrfan asfalt yola bisikleti ile çıkıp bizden uzaklaşıyor. Uğurlar ola sorumsuz, İzmir de buluşuruz artık. Ağaç dallarından süzülen Güneş ışıkları İrfana ve yola vuruyor hüzmeleri ile.

Merve bizi de uğurlayıp iyi yolculuk dileklerini belirtip yola çıkıyoruz Cem ile birlikte. Cem yolda giderken bir poz çekip bende peşinden yola çıktım.

Yaklaşık 1365 metre yükseklikten deniz seviyesine ineceğiz. Neredeyse hiç pedal çevirmeden ineceğimizi hissediyorum. İlk hedef Kalkan. Sağımda çam ormanları Toros dağlarını tamamen kaplamış gibi. Durup resmini çekiyorum bir poz, aşağıdaki vadi ve karşı yamaçları.

Öyle yokuş aşağı gidiyoruz diye kendimizi bırakmıyoruz. Arada durup hem çevreyi izliyoruz hem de bisikletlerle Cem kareye giriyor bir poz. Benim çantalarım turuncu renkte, matım dışarıda rulo halinde lastikle bağlı. Cem’in çantaları siyah renkte. Çam ormanı içinde aşağıya doğru giden yol.

Toros dağlarının uzayıp giden dağ silsilesi bir çam denizi gibi. Daha arkada ise Torosları yüksek tepeleri ağaçsız çıplak kayalıklar Güneşte parlıyor. Buraların çıplak oluşu rakımın 2000 metrelerin üzerinde olmasından kaynaklanıyor.

Kısa bir su molasında, yol kıyısında, hemen çam ormanının başladığı yerde çevreyi ağır metalle zehirleyen pilleri gözüme ilişti. Dış metal kısmı paslanmaya başlamış, demek uzun zaman önce atılmış. Büyük bir olasılıkla avcıların kullandığı el fenerlerinin orta boy pilleri. Pillerin içindeki kimyasallar toprağa zehir saçmaya sadece dış kısmının paslanıp çürümesine bağlı. Bir de pillerin içindeki madde genleşip çatlaklar açarak sızıntı yapabilir. Avcılar bu konuda duyarsız, çevreyi düşündüklerini zannetmiyorum. Zaten avlanmaları bir kere vahşet boyutlarında. Zavallı av hayvanları kaçacak yerleri yok, insanlara karşı savunma da yapamıyorlar. Ava yaklaşmadan uzaktan nişan alıp yağlı kurşunlarla yaşamlarını yitiriyorlar. Zaten av hayvanlarının nesilleri tükenmekte bilinçsiz avcıların yüzünden. Av olmayan hayvanlar da tehlikede. Avcı av bulamayınca önüne gelen hayvana vahşice ateş ederek öldürme amaçlarını tatmin ediyorlar. Bir de avlandıkları çevreyi pil atıkları ile zehirliyorlar ya o daha da tehlikeli. Neyse yerdeki altı pili toplayıp çantama yerleştirdim. Atık  pil toplayan yere bırakacağım.

Kurumuş çam yaprakları üzerinde altı tane pil.

Yol kıyısında buralarda çeşme olduğunu gösterir mavi tabela görüyorum. Tabelada çeşmeden su  damlayan resmi var. Mavi çerçeve, beyaz zeminde siyah çeşme.

Araziyi bilmediğimden, gece karanlığında, üstelik araba ila bu yolları geçerken anlamıyorsun. Araba ile sürekli çıktığımı hatırlıyorum. Oysa durum ve yollar öyle değil. Hep ineceğimizi zannederken karşıma bir yokuş çıkıyor. Yaklaşık 5 Kilometre civarı. Neyse yapacak bir şey yok, düşük viteste, ağır ağır tırmanmaya başladık. Cem benden ileride gidiyor. Etraf çam ağaçları ile kaplı, sağ taraf yamaç. Sol yamacın devamı uçurum.

Ağır aksak olsa da sonunda zirveye vardık.  Burası Belpınarı geçidi. Rakım 1080 metre. Tabelada öyle yazıyor. Tabela ile birlikte KUZ ve Cem’in bisikleti ile birlikte çekiyorum bir poz.

Zirveye çıktık, biraz mola verelim bakalım. Zaten bizler için piknik alanı bile yapmışlar. Burada çeşmede elimizi yüzümüz yıkıyoruz bir güzel. Terden arınmak gerek kısmi olsa da. Eh madem piknik yeri o zaman kahveyi de burada içelim dedik Cem ile. Henüz karnımız aç değil. Piknik alanını duvarla çevrelemişler. İç kısımdan yolu ve harekete hazır bisikletlerimizi çekiyorum. Bisikletlerin başında Cem duruyor. Elektrik demir direk, telefon direği ağaç ve bayrak direği. Türk bayrağı hafif esen rüzgarda dalgalanıyor. Arkada çam ormanları yüksek dağlara doğru uzanıp gidiyor.

Kendimizi salıyoruz aşağıya doğru. Karşımıza küçük bir gölet çıktı. Henüz yağışlar başlamadığı için su seviyesi epey düşmüş durumda. Taşlarla örülü göletin bent duvarı vadiyi boydan boya kaplamış. Benden tarafta ise bendin zarar görmesi durumunda paket haline getirilmiş taş bloklar sıralanmış.

Biraz daha iniyoruz ve bahçeler görünüyor. Bahçelerin duvar boyuna asmalar dikilmiş. Tam da üzüm zamanı olmasa da asmalarda üzümler henüz toplanmamış. Bizim gibi yolcular için cennet sayılır asmadan üzüm koparmak. Asmada salkım salkım üzümler ye beni diyor.

Ben de kendime yetecek kadar 1 salkım koparıp yemeye başladım. Tadı nefis, zamanı biraz geçmiş olan üzümlerin şeker oranı iyice çoğalmış durumda. Üzüm salkımını yemeye başlamadan önce elime alıp yukarı doğru kaldırarak resmini çekiyorum. Sonrası malum sadece çöpü kalıyor ve onu doğaya bırakıyorum. Bu resmi öne çıkan görsel olarak seçiyorum.

Üzümün ağzıma bıraktığı tat ile kendimi yüksek dağların dibinden salıyorum. Kendi rüzgarımla beraber iniyorum yokuş aşağı. Cem önde gidiyor, karşıda yüksek, heybetli  ve bol kayalıklı bir dağ var.

Uzaktan pek fark edemedim, dağın dibine gelince fark ettim ki yamacın başlangıcında delikler var. Bu delikler insan yapımı, pencere gibi üst üste açılmış. Belki de eskiden yerleşim yeri olabilir. İnsanlar bu taş odalarda yaşamışlardır. Cep telefonumun optik olmayan digital zoom ile daha yakından bir poz çekiyorum. Yamaçtaki kayalar düz duvar gibi yüksek, sanki apartman daireleri gibi üst üste üç, dört pencere görünüyor. Yan yana geniş bir alana yayılmış delikler.

Yer yer zeytin bahçeleri ve zeytin ağaçlarını dikenlerin evleri karşıma çıkıyor. İşin ilginç yanı evin etrafında iri kaya parçaları var, evlerden büyük kütlede. Birinin ortası oyulmuş. Solda yüksek kayalıklı bir dağ var.

Küçük bir ova var altımda, burası düz bir alan. Benim olduğum tarafta yeşillikler içinde küçük bir köy saklanmış. Köyün ardı tarlalar dağların dibine kadar gidiyor. Ovanın ve köyün etrafı dağlarla çevrili. Sadece tam karşımda alçak bir yer görünüyor. Yolun da oraya doğru gittiğini buradan görebiliyorum. Yol yeni yapılmış gibi sanki ve yukarı doğru.

Neysek ki uzaktan gördüğüm yol henüz ulaşıma açılmamış. Normal yol sağdan düz gidiyor. Sadece diğer yola göre daha az eğimli yukarı çıkıyor. Yukarı ağır tempoda çıkarken yeni ağaçlar dikilmiş bir bahçe görünce duruyorum. Sınırına servi fidanları, önde taş duvar olarak yuvarlak örülmüş kuyu. Yanlarda iki dut ağacı ve arkada yamaca dikilmiş zeytin fidanları.

Kısa süren bir tırmanıştan sonra zirveye çıktık. Burasının rakımı 840 metre. Tabelada yazılana göre adı Yumrutepe geçidi.

Artık çıktığımız son geçit olsa gerek yolun kıyısına geldiğimde Akdeniz den gelen iyot kokusu burnuma geldi. Yolun aşağısında dolambaçlı yolun vadiye kıvrılarak indiğini görüyorum. Yol bir süre düz giderek vadinin derinliklerinde kayboluyor.

Sonunda D – 400 karayoluna vardık. Tabelalarda belirttiği gibi  sol tarafı Kaş – Antalya yönünü, sağ taraf ise Elmalı yönünü gösteriyor. Bizim yolumuz ikisi de değil. Üçüncü yol olan Fethiye yolu ama burada göstermiyor.

Gideceğimiz yolu gösterir tabela karşımda sağ tarafı gösteriyor; Kalkan.

Bu kavşakta ayrıca Likya Yolu olarak belirtilmiş tabelalar da var. Sola doğru Sarıbelen 3 KM, Sağı ise Bezirgan 4 KM olarak belirtilmiş. Bu yol Fethiye’den Antalya’ya yaklaşık olarak 500 Kilometre civarında olan yürüyüş yolu. Haliyle biz bisikletle yolculuk yaptığımızdan Likya Yolu uygun değil. Likya Yolu bazen karayoluna iniyor, çoğunluğu patikalardan ve dağ yollarında gidiyor. Belki bir gün bu yolu yürüyebilirim, belli mi olur.

Yüksek bir yamacın kıyısından kocaman bir kütle 10 – 15 metre civarında göçmüş. Bu göçme üzerindeki çam ağaçları ile beraber olmuş.

Ve deniz göründü çam ağaçları arasından. Alabildiğine mavi, bir o kadar  da engin. Ufuk çizgisi karışmış, görünmüyor mavilikler; gökyüzü ve deniz birleşmiş sevdalı. Bulunduğum yer denizden epey yüksek ve hala uzak. Ama iyot kokusunu hissedebiliyorum. Çam ağaçları arasından gördüğüm uçsuz bucaksız Akdeniz’e açılmaya çalışan adalar.

Solumuzda Akdeniz, inişe devam ediyoruz. Denize girinti, çıkıntı çok. Ufak tefek adalar da görünmekte.

Akdeniz’e açılmak isteyen adalara iyice yaklaştık. Karaya yakın olanı en büyüğü ve uzun, ardında daha küçük bir ada. Sol tarafta ise mini minnacık bir ada.

Kalkan’a geldiğimizi tabela gösteriyor. Resmini çekiyorum tabelanın, arkasında hız sınırı uyarısı 50 Km olarak belirten başka bir tabela geliyor.

Akdeniz’in tipik bitki örtüsü olan makiler çoğunlukta olmak üzere aralarda insan eli ile dikilmiş zeytin ağaçları da var. Bu zeytin ağaçlarının sahibinin evi de taş bir bina. Taş binanın resmini çektiğimde görüntüyü bozan etmenler bir elektrik direği demirden. Üzerinde trafo ve dağıtım yapan elektrik telleri. Buna yetmezmiş gibi telefon direkleri ve telleri de eklersen resmi karmaşık bir hale getiriyor.

Etrafa bakınca pek su kaynağı ve çeşme göremedim. Sert kayalar suyun yer altına girmesine izin vermiyor anlaşılan. Bu yüzden su sarnıcı yapılmış yağmur suları heba olmasın diye. Solda su sarnıcının geniş kubbesi görüntüde. Neredeyse yol seviyesinde ama içinde derin bir çukur olmalı. Kalkan kasabasının su ihtiyacı bu sarnıçlardan karşılanıyor olmalı. Cem yolun sağından gidiyor az ileride.

Öğle yemeğini Kalkan da yiyoruz çantalarımızdaki kumanyalarla. Yemeğimizi yediğimiz yer küçük yeşil çimenlik bir alan ve ağaçların gölgesi. Burada kahvemizi içip bir süre dinleniyoruz. Ardından yolcu yolunda gerek diyerek yola koyulduk. Yolculuğumuz deniz manzaralı ama süper lüks bir konforumuz yok. Kendi gücümüzle, pek çoğu kimsenin görmediği, hissetmediği manzaralar önümüzde yavaşça ilerliyoruz yol boyu. Belki de bu kadar yavaş gitmemiz ömrümüzü biraz olsun uzatır kaplumbağalar gibi. Ne kadar yavaş hareket edersen o kadar uzun yaşarsın hızlı hareket eden araçlarla seyahat edenlere kıyasla. Biz daha çok yaşayıp görüyoruz tane tane. Bisikletin getirdiği bir şey bu.

Kalkan civarı denizden epey yükseklerde ve arazi yalçın, sarp ve denize dik. Yol yukarılardan gidiyor. Bir süre böyle gittikten sonra birden bire karşımıza düzlük bir alana kurulmuş seralar göründü. Yukarıdan izliyorum seraları. Daha çok naylon örtülerle kaplanmış beyazlıklar. Her sera belli bir alanda, aralarda dar boşluklar ve tüm ovayı kaplamış durumda. Karşıda bir dağ daha ilerde daha büyük bir dağ ve bulunduğum yer arasına sıkışmış ova.

Daha önce karşıdan gördüğüm soldaki dağın etrafını döndükten sonra daha geniş ve büyük seralık ovaya geldik. Dağın ardında Patara antik kenti ve kumsalı var. Kahverengi tabelada Patara 3 Km Sola ok işareti ile belirtilmiş. Tabela orta refüjde kalın bir direğin üstünde.

Biz de Patara’ya doğru yola devam ettik ve Patara da olduğumuzu belirtir tabela göründü. Burası Patara’ya girişteki dar bir vadi. Girerken solda küçük bir alanda okaliptüs ağaçları olan yeri gözüme kestirdim. Buraya kamp atabiliriz diye aklımın bir köşesine kaydettim. Cem önde ben arkada gidiyoruz vadi boyunca. Bakalım karşımıza ne çıkacak.

Patara (Likçe: 𐊓𐊗𐊗𐊀𐊕𐊀, Pttara; Yunanca: Πάταρα), Antalya’nın Kaş ilçesinin Kalkan beldesi yakınlarındaki bir antik kenttir. Bir Likya kentidir ve Likya Birliğinin başkentliğini yapmıştır. Likya birliğinin üç oy hakkına sahip altı kentinden biridir. Likya birliği toplantıları kentte bulunan birliğin meclis binasında yapılmaktaydı.

Hititçe’de Patar, Likya dilinde Pttara olarak anılan kentin MÖ 8. yüzyıl’dan bu yana var olduğu yapılan kazılar sonucu ele geçen somut verilerle anlaşılmıştır. İskender’in kuşattığı kentler arasında yer aldığı bilinir. Patara, Roma döneminde de çok önemli bir kent olmuş ve Likya-Pamphilya eyaletlerinin başkentliğini yapmıştır. Patara limanı, hububat deposu ve sevki açısından önem taşımıştır, Doğu Akdenizde bulunan 3 önemli hububat deposundan biri (Granarium) Patara’da bulunmaktadır. Bizans döneminde de gelişmesini sürdüren kent, hristiyanlarca önemli sayılmıştır. Noel Baba olarak bilinen Saint Nicholas’ın da Patara’lı olduğu söylenir.

400 metre genişliğinde ve 1600 metre derinliğindeki Patara limanının kumla dolmaya başlaması ve teknelerin yanaşmakta güçlük çekmeleri, Patara’nın giderek önemini yitirmesine neden olur. Rüzgarın savurduğu kumlar zamanla limanı doldurur ve kenti büyük ölçüde örter. Bugün kentte görülebilecek kalıntıların bir bölümü, kumlar altından iyi korunmuş vaziyette ortaya çıkarılmıştır.

Gelemiş köyünden 2 km sonra yol kenarında Patara’daki kalıntıların en görkemlilerinden Roma Zafer Takı görülür (Metius Modestus). Zafer takı, MS 1. yüzyıl sonlarında yaptırılmıştır. Tepeye doğru görülebilecek kalıntılar arasında Bizans bazilikası ve kutsal alanlar bulunmaktadır. Tiyatro tepenin yamacındadır. Tiyatronun yaslandığı tepede büyük bir sarnıç ile bir anıt mezar bulunmaktadır. Eski liman şimdi sulak alan durumundadır.

Ayakta kalan en eski demokratik meclis binası bu şehirdedir. 2010’da TBMM tarafından restore edilmiştir.

Alıntı https://tr.wikipedia.org/wiki/Patara

Patara antik kenti Antalya – Fethiye arasında, Ksanthos vadisinin güneybatı ucunda deniz kıyısında yer alır. Tanrı Apollon’un doğduğu yer ve Apollon kehanet merkezi olarak bilinen Patara, Lykia’nın en önemli ve en eski kentlerindendir.
Patara’nın tarihsel varlığına ilişkin ilk verileri Apollon kehanetiyle ilgili olarak tarihçiler Herodotos ve Hekataios’tan öğrenmekteyiz. Pers komutanı Harpagos yönetiminde ordunun İ.Ö. 540 yıllarındaki Lykia seferini anlatan ilk bilgiler Herodotos’a aittir.
Önceleri kent hakkında 6. yüzyıl öncesi hakkında yeterli tarihsel ve arkeolojik bilgi bulunmamaktayken, 1988 yılından beri kesintisiz yürütülen Patara kazılarında, Tepecik’te Tunç Çağı buluntularıyla bir arada ele geçen Protogeometrik çömlek parçaları, İ.Ö. 11. ve 10. yüzyıla tarihlenerek daha erken dönemler hakkında bilgi sahibi olmamız sağlanmıştır. Ayrıca Tepecik Sarnıcı içinden çıkan iki adet terrakotta heykelciğin Geç Tunç Çağ ya da Erken Demir Çağ içlerinden olması da sürekli bir yerleşimin izlerini işaret etmektedir.
Patara’nın en önemli yapılarından biriside Erken Roma Dönemi’nde yapılan Yol Kılavuz Anıtı’dır (Miliarium Lyciae). Bunun yanı sıra Patara Nekropolü ve mezar mimarisi kentin önemine koşut olacak denli çeşitli ve zengindir. Klasik bir Lykia kentine göre az sayıda da olsa, erken dönemi simgeleyen mezar bulunmaktadır. Buna karşın özellikle Hellenistik ve Roma Dönemi’ne ait çok sayıda farklı mezar mimarisi de Patara’ya özgüdür. Faklı tipte anıt mezarları yansıtan yapılar genelde limanın çevresinde yer almaktadır. Kentin mimarisine genel olarak bakıldığında da hem dönemsel hem de mimari açıdan oldukça geniş ve gelişmiş bir düzeyde olduğu görülmektedir.

Alıntı https://antalya.ktb.gov.tr/TR-112747/patara.html

Patara tabelası, yol ve yeşil ağaçlar. Cem önde gidiyor.

Karşıma ilk olarak antik bir kalıntı kazı alanı çıktı. Tel örgülerle koruma altına alınmış. Burası yeni keşfedilmiş bir alan. Toprak kazısından, tel örgü çiti ve direklerin renginden dolayı yeni olduğu kesin. Burada kemer biçiminde yarım bir duvar göze çarpıyor. Sanki bir tünelin kalıntıları. Dört sıra blok taşlardan kemer oluşturacak biçimde örülmüş. Başka bir şey yok ortalıkta. Derinliği 2 metre civarı. İşin ilginç yanı daha önce antik kente giden asfalt yolun altında olması. Nasıl bulunmuş bilmiyorum ama bastığımız yerin altında neler var belli değil. Geçmişte yaşanmış, yapılmış eserler toprak kazılmadan ortaya çıkmıyor. Kim bilir hangi hazinelerin üstünde yaşıyoruz. Altın, bina, ölmüşlerin kemikleri daha neler.

Kazı alanı 15 metreye 9 metre bir alan tel örgü ile kapatılmış. 2 Metre bir çukurda solda kemer taş blokları bir yerde bitmiş. Sağda da kemerin devamı olan duvar. Duvarın üstünde bir hayvan başı olan blok taş. En solda asfalt yol, bir kısmı kazılmış Kemer asfaltın 15 santim altında olduğunu gösteriyor.  Yolun solunda düz kayalık ve daha ileride buradan çıktığı belli olan taş blok parçaları dizilmiş durumda.

Burası antik kenti girişi, antik mezar yapıları karşılıyor bizi. Yolun altına doğru taş bloklarla yapılmış geniş bir mezar. Üstü uzun taş bloklarla kapatılmış. Bunların üstüne başka bir yerden getirilen lahit kapağını da üzerine bırakılmış öylece. Solda pembe salkım çiçek açmış bir ağaç. Lahittin arkasında yeni binalar. Burada Gelemiş köyü var.

Kentin girişinde mezarlıklar olur ve çeşitli biçimde ölülerini gömmüşlerdir. Bunlardan birisi de  dik yamaca oyulmuş mezar tipleri. İçerisi bir oda gibi oyularak genişletilerek ölüleri buraya koyuyorlarmış. İnanışlara göre ölmüşlerle beraber çeşitli değerli eşya, para gibi şeylerle gömülmesi olağan. Bu Öteki dünyada parasız pulsuz kalmasın diye yapılmasına karşı yaşayan insanlar öteki dünyada işine yaramayacağı bildiği bu değerli eşyaları ve paraları ta o zamanlarda soyup soğana çevirirlermiş mezarları. Ulaşılması zor ve gizli gömülenler hariç, onların hazineleri hala yattıkları yerde gömülü duruyorlar. Gözünü define ile bürümüş mezar soyguncuları kaçak kazılar yapıp mezarları talan etmeye devam ediyorlar hala.

Böyle bir çok oyulmuş mezarları yamaç boyu görüyorum. Cem bisikletiyle yolun solunda durmuş bu delik mezarlara bakıyor.

Mezar binası yapıldığı düzgün taş bloklara bakılırsa zengin birine ait olmalı. Binanın üstü kemerli yapı ile kapatılmış. Arkada  Gelemiş köyünün evleri görülüyor.

Daha önce antik kentin limanının kalıntıları olan lagünleri görüyorum. Etrafı sazlıklarla kaplı iki tane gölet var. Buraya kadar daha önce deniz varmış, kumlar deniz ile liman bağlantısını kesince bu lagünler kalmış geriye.

Roma döneminde 4. yada 5. yüzyılda yapılmış Kaynak kilisesinin kalıntılarını görüyorum. Bu kilise çeşitli zamanlarda depremlerle yıkılmış yeniden yapılarak 13. yüzyıla kadar kullanılmış. Türklerin gelişi ile terkedilmiş.

Bu kentte seramik fırınları olduğunu belirtir tabela konulmuş.

Tarihçesinde pek yazmasa da seramikleri ile ünlü olduğunu gördüğüm seramik atölyesinden anlıyorum. Atölyenin üzeri örtülmüş durumda. Hem kazı çalışmaları ince bir titizlikle devam ediyor hem de yağmur, güneş gibi etkenlerden atölyeyi korumakta. Atölyenin etrafı kalın taş duvarla çevrelenmiş. Sadece bir tane fırın sağlam duruyor. Fırın dar bir kemer biçiminde, arkaya doğru 1.5 metre kadar yapılmış.

Her ne kadar antik kent alanı olsa da burada yaşayan köylüler geçim derdinde. Toprak olan yerlerde zeytin ağaçları, meyve ağaçları ve tarlalar var.

Henüz antik kente varmadık, hala mezarlık, yani akropol alanındayız. Neyse ki devasa üç kemerli zafer takı az ilerde görüntüye girdi. Antik kentin girişi orası olmalı. Lahit mezarlar, yıkıntıları ve zafer takı tel çitlerle koruma altına alınmış.

Zafer takının dibine geldim. Zamanında önemli kent olması nedeni ile azametli ve muhteşem zafer takı inşa edilmiş Romanın ilk dönemlerinde. Zenginliğin, ihtişamın ve gücün simgesi. Güçlü orduya sahip olan Roma ordusu savaştan dönerken kazandığı zaferi bu takın altından geçerek kutluyorlardı. Tak üç gözden kemerli biçimde kalın duvarlı taş bloklardan yapılmış. Taş bloklar kusursuz işçilikle yontularak düzgün bir görünüm kazanmış yapı. Yanlarda birer, orta ayaklarda ikişer blok çıkıntı var. Orta ayakların üzerinde birer içe doğru dikdörtgen niş ve orta kemerin üzerinde odası olan bir pencere ile tamamlanmış. Sanırım bu odada kral ve komutanlar oturup takın altından geçen askerleri selamlıyorlardı.

Yol boyu etrafta büyük bir yapının kalıntıları görüyorum ama yakınına gitmeyi gerek görmedim. Uzaktan resmini çekiyorum sadece.

Geriye dönüp arkamda kalmış olan zafer takını çekiyorum. Karşıda küçük bir tepe ve Arnavut kaldırımı döşeli yol vadiye doğru gidiyor. Resimde sadece zafer takı yapı olarak görünmekte.

Antik kent kalıntıları bitiyor ve yolun iki tarafına dikilmiş okaliptüs ağaçlarının gölgesi altında gidiyoruz bir süre. Güneş tepede yaprakların arasından bana ışıltılarını gösterse de yol tamamen gölge. Cem ileride bisikletinle gidiyor.

Yol bitiyor ve kumluk alan başladı. Patara’nın meşhur kumlarındayız. Kumluk alandayız ama denize epey bir yol var. Denize insanların ulaşması için tren yollarından sökülen travers kalasları döşenerek yol yapılmış. Biz de bisikletten inmeden gidebildiğimiz karar denize doğru gideceğiz. Cem önde ben arkada okaliptüs, çam, zakkum ve ılgın ağaçları arasında traversli yoldan gidiyoruz.

Traversli yol bitiyor ve kumsal başladı. Bisikletleri yolun bitiminde park ediyoruz. Daha fazla gidebilmenin olanağı yok kumsalda. Kumlar alabildiğine çok ve ince. Kumların üzerinde ayak izleri var. Bir kaç çalı türünde ağaç kendine yaşam alanı oluşturmuş kumsalda. Küçük bir kum tepesi de oluşmuş rüzgarın etkisiyle.

Deniz sezonu bitmesine rağmen tek tük insanlar var kumsalda. Güneş şemsiyeleri denize yakın yerde açılmış durumda. Solda yiyecek içecek ve tuvaletlerin olduğu bir yapı görünüyor. Yapı ağaçlardan yapılmış ve yüksek değil. Öyle kalıcı değil, baraka türü bir şey.

Rüzgar sürekli estiğinden kumları bir o yana bir bu yana sürekli taşıyor. Kum çok ince, rüzgarda sürüklenmesi kolay. O yüzden insanların ayak izlerini çarçabuk siliyor bir süre sonra. Kuma yazı yazılmaz derler ya atalarımız aynen öyle. Yazarsın, bir süre sonra yazdıklarından eser kalmaz. Neredeyse silinmek üzere olan ayak izleri arasında sanırım serçenin biraz önce burada zıplayıp ayak izlerini bırakmış olduğunu görüyorum. Her ne kadar serçeler yazı yazamasa da ayak izleri bir süreliğine kumların üzerine bırakmış. Silinmeden önce resmini çekerek izleri kayıt altına aldım.

Kumsalın 18 Kilometre uzunluğunda olduğunu öğreniyorum. Büyük bir uzunluk ve geniş bir alan. Geldiğim yolu düşünürsem epey içerilere kadar bir alan kumsal. Geçmişte buradaki kumlar güçlü fırtınaların sayesinde Patara antik kentini tamamen kumlar altında bırakmış. Az insan olması nedeni ile kumların bir kısmı düz, ayak izleri bir taraftan bir tarafa yalnız gittiğini gösteriyor. Aslında buraya fırtına sonrası gelmek var. Kumların düzgün halini görmek isterdim insanların izi olmadan.

Hala denize ulaşamadım, yorgunluğu almak için biraz deniz sefası yapmak gerek. Bisikletleri park ettikten sonra çantalardan yanımıza sadece su donunu ve havluları alıyoruz.

Eşyaları koruma için teker teker denize giriyoruz Cem ile. Deniz sefamızı ve dinlenmemizi yapıyoruz bir süre. Deniz dalgalıydı, yüzebilmek için biraz açılmak gerekti deniz sığ olduğundan. Bu arada kamp yerini önceden gördüğümüzden orada yapmamız daha iyi olur düşüncesinde birleştik Cem ile. Deniz sefamız bitince giyinip bisikletlere binerek geri dönüyoruz geldiğimiz yoldan. Gelirken yakından bakamadığımız yerleri yakından görmek için antik kentte durduk. İlk gezeceğim yer amfi tiyatro, tiyatronu dış kısmındayım. Yüksek duvarlarla düzgün taş bloklarla yapılmış tiyatro binası bir dağın dibinde, yamaç başlangıcında yapılmış.

Tiyatronun içinde seyirci oturma bölümünün bir parçasını çekiyorum.

Zeminde oturma yerlerinin başladığı yerde kabartma taş blokta çeşitli figürler işlenmiş. Savaş kıyafeti ve bir kılıç figürü.

Tiyatrodan çıkıp yakınında olan meclis binasına doğru yöneldim. Dış yapısı tamamen düz taş bloklardan yapılmış. Biraz restore gördüğü anlaşılıyor ama çoğu orijinal durumda. Onun nedeni de limanı kumla dolduğundan kentin önemi bitince terk edilmiş kent. Kent boş ve bakımsız kalınca zamanla kumlar örterek kalıntılar dış etkenlerden ve depremlerden fazla zarar görmeden günümüze kadar ulaşmış.

Likya baş kenti oluşu nedeni ile önemli toplantılara ev sahipliği yapıldığından binanın dışında alınan kararları taş bloklara kazıyıp ilan ederek ölümsüzleştirmişler. Meclisin girişi ahşap kapıdan yapılmış.

Giriş kapısının bir kanadı açık. Kapı girişinin kenarları süslemeli taş bloklardan yapılmış.

Binanın dışında, az ileride kemerli bir yapı yapılmış.

Meclis binasına giriyorum, içeride mükemmel işçilikle yontulmuş düzgün taş bloklar ile duvarlar, basamaklar, kapı kenarları yapılmış

Giriş kapısının iç kısmı kemerli bir tünel ile üstü örtülerek yanında basamaklarla yukarı doğru çıkılıyor.

Meclis toplantısında senatörleri oturduğu yerlerin bazıları yeni mermerlerle değiştirilmiş. Eski olanların çoğu kırık dökük. Zemin ise olduğu gibi ortaya çıkanlar görünsün diye cam plakalarla kaplanmış. Üzerinde insanlar rahatça gezip dolaşsınlar diye kalın ve kırılmaz camlardan yapılmış.

Tiyatronun dış kısmı, devamında taş duvar yüksek ve kocaman devam ediyor.

Sütunlu yol, iki tarafında sütunlar dikili, bir kaçı tam diğer kalanı bulunan parçalarla yarım yamalak tamamlanmış. Zemin mermer taş bloklarla kaplı. Zenginliğin ve ihtişamın göstergesi. Sütunlu yol yaklaşık 100 metre kadar var.

Gezeceğimizi gezdik, deniz sefamızı da yaptık, göreceğimizi gördük ve akşam olmak üzere. Daha önce gözüme kestirdiğimiz yere doğru gitmeye başladık. Güneş ufukta yatık duruma gelince gölgem yamaca vuruyor bisikletimle beraber. Ben de bu görüntüyü cep telefonumla çekiyorum bir poz. Köyün bakkalından akşam için 5 litrelik su alıp bagaja bağladım. Suyumuz bitmek üzere ve yemek, çay ardından sabah için su gerekli.

Kamp yapacağımız yere geldik, Güneş battı ve akşam olmak üzere. İlk önce çadırları kurup yerleşiyoruz. Ardından aydınlatmalarımızla akşam yemeğini yapıp yiyoruz Cem ile. Yemeğin üstüne birer kahve iyi gider doğrusu. 1350 Metreden 0 metreye indik ama tüm gün boyu sürdü. Bu gün yaşadıklarımızı anımsayarak çaylarımızı içerken konuştuk gecenin karanlığında. Kamp yeri küçük bir park alanı, okaliptüs ağaçları dikilmiş. Park etrafı çit çalıları ile çevrelenmiş. İki tane de oturma bankı kurularak insanların dinlenmesi için güzel bir yer haline gelmiş. Bir eksiği çeşme olmaması. Bizim için de iyi oldu. Çit çalıları ardında bizleri pek göremiyor arabalarla geçenler.

Bir süre sohbet edip fazla geç olmadan çadırlara girip yatıyoruz. Uykuyu kaçırmamak gerek değil mi? Zaten tatlı yorgunlukla uyku hemen geliyor.

Bu gün yaptığımız yol yaklaşık 66 Kilometre civarı

Aşağıda yaptığımız yolun haritası

Powered by Wikiloc

İki Garip Bir Akdeniz 6. Gün

3 Ekim 2017 Salı

Kumluca Sahili – Finike – Demre

(Kör arkadaşlar için betimleme yapılmıştır)

 

Ölüm birden boşalmasıdır insanın kendisinden
Gizli titreşimler uçar belki boşlukta sesinden

Güneş vurunca parıldar görünmez ayak izleri ki
Beyhude korularda eski bir yaz gezmesinden

Solgun bir gülümseme hani ay büyürken görünür
Aynalarda bırakılmış nice yüz birikintisinden

Atilla İlhan

 

Öne çıkan görsel, yamacın kıyısında giden yol, sol taraf deniz, ilerisi dalyan lagünü.

Sabah uykumu almış olarak gözlerimi açıyorum. Tüm gece karaya vuran dip dalgası bana ninni gibi geldi. Henüz güneş doğmadı. Çadırımın fermuarını açıp kum ve sakin denizi izliyorum bir süre. Akdeniz’in dinginliği hissediliyor. Bu dinginlik bana da yansıdı. Engin deniz sakin ve huzur verici. Nasıl denizin ufuk çizgisi engin ve bilinmezse yolumuz da engin ve bilinmez. Sanki kaybolduk bu enginlikte. Kaybolmalı insan. Çadırımın tentesi var sadece, Mavi yağmur geçirmez kısmını üzerine atmadım. çadırın fermuarı açık, önümde geniş bir kumsal. Kumsalda okaliptüs ağaçlarının köklerinden yeni çıkmış fidanlar yayılmaya çalışıyor. Kumsalın arkası deniz engin ve göz alabildiğine.

Sabah dinlencesini bitirip çadırdan dışarı çıkıyorum. Hava açık ve güzel. Berbat bir ayakyolunda elimi yüzümü yıkayıp iyice açıldım. Burası Kumluca sahili. Adı üstünde epey uzun bir yer tamamen deniz kıyısı ince kumla kaplı. Denizin kumlarla buluştuğu yere gelip Güneşin doğuşunu izlemeye başladım. Güneş doğudan kendini yavaş yavaş göstermeye başladı. Birkaç dakika sonra tepelerin ardında çıkıp yükseldi. Yükseldikçe ışıkları giderek parlaklaşıp ortalığı ısıtarak canlıların yeni bir güne başlamasını sağlıyor. Solda ince kumsal, aralarda iri çakıl taşları, sağda deniz. Sakin dip dalgası kıyıya ulaşınca kabarıp köpürerek kumlara seriliyor. Karşıda tepeler ve parlak ışıkları ile güneş.

Cem ile sabah kahvesini aç karnına içtikten sonra kahvaltıyı yaparak karnımızı bir güzel doyurduk. Sonrasında eşyaları toplayıp bisikletin bagajına yükledik. Yola çıkmaya hazırız. Kumsalda duşlar konulmuş ama su akmıyor. Duş tepesindeki plastik borunun ucundaki dirseğin içinde örümcek ağ örerek içeriye girecek böceklerle karnını doyuracak. Ortam doğal olmasa da örümce bir şekilde ağını örüp beslenmesi gerek. Borunun içinde kalan bir parça suya elbette bir kaç böcek düşecek tuzağına. Örümceği ve boru ağzını yakından çekiyorum.

Zaman geçirmeden yola çıktık, Buradan öte yol kaymak gibi ve emniyet şeritli duble yol. Cem önünde emniyet şeridinde gidiyor. önümüzde yeni dağlar belirdi. Kıyısından köşesinden bir şekilde geçeceğiz. Sağda yazlık evler, bir kaç ağaç dikili yazlıkların önünde.

Portakalı ile ünlü Finike kasabasına geldik. Kasabanın girişinde simgesi olan dev bir Portakal kavşaktaki yuvarlağa kondurulmuş. Turuncu portakal üzerine beyaz renkte Finike yazılmış. Portakalın etrafı çiçeklerle süslenmiş. Geri kalan yer yemyeşil çimen ekili.

Finike de fazla durmadık, yol kıyısında fırından ekmek aldık sadece. Yolda ne olur ne olmaz, yanımızda bulunsun. Finike’nin içlerine doğru giden bir yol, ortasında beton bariyerler.

Finike çıkışında bir grup bisikletçi ile karşılaştık. Dört kişi kendilerince tur yapıyorlar bagajları yüklü olarak. Birbirimize selam verip aldık, aralarından bazıları beni bisiklet camiasından tanıyordu. Haliyle ben onları tanımanın olanağı yok. Ama yolda karşılaşıp selam vermek, bir süre birlikte pedallamak güzel. Onların tur amacı farklı, bizimki farklı. O yüzden bir süre birlikte sürdükten sonra siz kendi temponuzda devam edin diyerek uğurladık arkadaşları. Yol kıyısında dört kişi bisikletlerle dönemeçten önce karşı şeritten resimlerini çekiyorum. Finike den sonra yol tek şeride düşüyor. Yolun sağı 4 -5 metrelik kayalık, solda deniz.

Deniz mavi, masmavi. Rengini pırıl pırıl gökyüzünün mavisinden alıyor. Hava sakin, rüzgarsız. Dalga yok. Maviliğin ötesinde aştığımız Adrasan yarımadasının tepeleri.

Girintili, çıkıntılı koylar çıkmaya başladı karşıma. Her ne kadar Toros dağları Akdeniz’e paralel uzansa da kıyıya doğru uzanmış girintiler de var. Bu girintiler ve çıkıntılar henüz ulaşılmamış bakir koylar. Sadece tekneler gelip koyun güzelliklerinden yararlanıyor. Kıyıları tamamen kayalık olan dar ve uzun koyda bir tekne demirlemiş öylece duruyor.

Küçük koyların yanı sıra geniş koylar da görmek olası. Bunlardan biri karşımda duruyor. Yolun solunda, deniz tarafından durup güzel görünen koyu dağlarla beraber çekiyorum.

Koyun dibine gelince beyaz kumsalı işgal edilmiş olarak gördüm. Birileri bir şekilde tesis kurmuş buraya. Gölgelik olsun diye kumsalda iki sıra demir üzerini örtülmüş. Denize doğru U biçiminde plastik bidonlarla iskele konulmuş. U’nun açık tarafı kara tarafında. Herhalde çocuklara güvenli olsun diye böyle konulmuş olabilir. Kumsala giriş ücretlimi değil mi bilemiyorum.

Gittiğimiz yol D 400 karayolu. Türkiye’yi Akdeniz’e paralel olarak boydan boya giden dört ana yollardan sonuncusu. Toplam uzunluğu 2036 Kilometre civarı. Datça yarımadasının ucundan başlıyor ta Hakkari’nin Yüksekova ilçesindeki Esendere sınır kapısına kadar devam ediyor.  Yol yer yer duble, paralı otoban şeklinde. kimi yerler tek şerit, gidiş geliş. Araçlar bu yolu pek kullanmıyor şehirler arası ulaşımda. Akdeniz’in girintili çıkıntılı sahil yolu hem hız hem de zaman kaybı yüzünde Konya tarafındaki yolu, D 300 karayolundan gidiyorlar. O yüzden pek araç ta yok yollarda. Arazi sert granit kayalıklardan oluşmuş. Kayalıklar denize kadar ve denizin içinde. Kimi yerde dik kayalıklar, kimi yerde daha alçak. Bizim gittiğimiz yol batı tarafına doğru. Kayalık sağ tarafımda. Sol tarafımda Akdeniz’in maviliği. Yol kaymak gibi, sıcak asfalt döşeli ve geliş şeridi ile demir bariyerler arasında bisiklet sürecek kadar genişlik var. Ben de Finike’den sonra kayalıkları izleyeceğime denizi, güzel koyları sakin Akdeniz rüzgarları eşliğinde pedallıyorum. Önümden gelen araçları kontrol ederek gidiyorum güzel manzara eşliğinde. Böylece hem yol almış oluyorum, hem de güzel koyları ve denizi daha yakından görmüş oluyorum. Bir taşla bir çok kuş vurmuş oluyorum böylece.

Gidonumdaki kartal tüyü, uzayıp giden dönemeçli yol, yolun sol tarafında demir bariyerler ve deniz. İleride Cem dönemeçte kaybolmadan önce.

Ters yönde gitmenin avantajlarını yaşıyorum. Küçük bir koyda iri çakıl taşları arasında siyah bir köpek durmuş bana bakarken bir resmini çekiyorum.

İşte küçük koylardan birisi, kıyıda henüz ince kum tanesine ulaşmamış çakıllar, çakılların sudaki turkuaz rengi ve derinleştikçe maviden lacivert rengine dönen deniz. 8 ila 10 metre kadar kıyısı olan alan yanları sert kayalıklardan oluşmuş. İngilizler bunlara Rock diyorlar. Akdeniz’in güçlü dalgalarına dayanıyor şimdilik. Binlerce yıl sonra sahil genişleyip çakıl taşları ince kum tanelerine dönüşecek.

Cem önde ben arkada gidiyoruz. Cem de benim gibi sol şeride geçip deniz ve koyları izliyor. Önümde iki dağın birleşip deniz kıyısında oluşturduğu koy var.

Diğer bir koy daha küçük ve dar bir alanda. Kayalıklar kademe kademe. Yol koyun dibine kadar gidip dönüyor.

Akdeniz’in uçsuz bucaksız denizi ve Adrasan yarımadasını artık iyice uzakta kalmış silueti görünüyor.

Yolu kıyıdaki arazi yapısına göre bazen yükseliyor, bazen alçalıyor. Ama genelde S biçiminde girintiye girip çıkıyoruz. Yol normalden uzun oluyor böylece. Küçük bir koyda durmuş resim çekerken bulunduğum yer biraz yüksekte. Yol koyun dibine doğru alçalıp inişe devam ediyor. Eğimi buradan rahatça fark edebiliyorum.

Arada bisikletim KUZ da kareye girmeli. Turuncu çantalarımla bana poz veriyor.

Turkuaz renkli küçük bir koy epey derinde kalmış. Yol yüksekte kaldığından koya iniş neredeyse olanaksız. Yamaç çok dik.

İleride deniz kıyısının düzleştiğini görüyorum. Arkada Toros dağlarının yükseltileri. Geniş bir alan düz.

Küçük koylardan birisi sadece kayalıklardan oluşmuş. Kum, çakıl gibi bir oluşum yok.

Denizi ve koyları izlerken bazen de yolun kıyısına atılmış atıkları görüyorum. Teneke içecek kutuları yanında birisi bira şişesi renginden belli olan bira şişesi kırık durumda. Şişenin rengi kahverengi, o yüzden bira şişesi olduğunu anlıyorum. İşte araç kullananların çevreye verdiği zarar. Araç kullanan yoz insan içip dışarıya atmanın nesini sevdiğini anlayamıyorum bir türlü.

Yoldan biraz uzakta kalmış küçük bir koy derenin çakıl taşlarını getirip denize renk kattığını şimdi daha iyi anladım. Küçük, büyük vadilerden akan dereler çakıl taşlarını sürekli denize kavuşturuyor. Denizin hırçın dalgaları da gelen bu çakıl taşlarını kendince ufaltarak zamanla kum tanelerine dönüştürecek. Koyun burnunu oluşturan kayalık küt ve iri bir görünümü var.

Daha önce uzaktan gördüğüm düzlüğe iyice yaklaştım. Burada denize yakın göl yada gölet var. Aslında burası lagün olarak belirtilmiş. Önü dar bir kumsal ile kapatılmış durumda. Bu resmi öne çıkan görsel olarak seçiyorum.

Göletin olduğu yer Beymelek köyü, gölün adı da Beymelek. Köyün tabelası sağda.

Beymelek Lagünü, Türkiye’nin Akdeniz bölgesinin batı kıyılarındaki tek doğal lagündür. Finike Körfezi’nin batısında  yer alır. Lagün, doğusundaki Gülmez Dağı antiklinalinin yapısal alçalım alnını oluşturan bir koyun, Akdeniz’le doğrudan bağlantısının kesilmesi sonucu oluşmuştur. Koyun önünün kapanarak lagüne dönüşmesinde; batısından Akdeniz’e dökülen Demre Çayı’nın alüvyonlarının hakim yön olan güney rüzgarı, gel-git ve akıntılar tarafından taşınarak koy önüne set şeklinde yığılması etkili olmuştur. Yaklaşık 40 km2 lik alanın yüzey ve yeraltı sularını toplayan lagün gölünün yüzey alanı 255 ha’dır. İçerisinde iki küçük ada yer alır. Bu bölgeye has olarak bulunan ve yetiştirilen mavi yengeç ile ünlenmiş.

Lagün önündeki kumsal tarafında köprü yapılmadığı için mecburen gölün kıyısından gidiyoruz. Gölün kıyıları sazlıklarla ve çalılarla kaplı.

Cem, yol kıyısında ölmüş mavi yengeç buluyor. Yengeci bagajının üstüne koyup lastik ile tutturuyor.

Mavi yengeç pişiren bir restorana girip fiyat araştırması yaptım. Tanesine 10 Lira deyince çok pahalı geldi doğrusu. En az üç tane yesek anca dişimizin kovuğuna sığar. O da 30 Lira edince tadına bakmaktan vaz geçtik. Sadece derin bir kabın içinde temizlenmiş mavi yengeçlerin resmini çekmekle yetindim. Ekmeği resme  banar yerim artık istediğim zaman. Yengeçlerin karın kabukları temizlenip alınmış.

Restorandan çıkıp yola devam ediyoruz. Lagünü besleyen çaylardan birisinin üzerinden geçerken çayın gölete buluştuğu yerin resmini çektim. Önümde taze püsküllerini açmış sazlar var. Çay toprak yatak içinde akıyor.

Lagündeki küçük adanın resmini çekiyorum. Ada küçük bir tepeden oluşmuş. Kıyıda ise taşlık oluşturmuş durumda.

Lagünün dibinde çaydan gelen kumlar set gibi çayın ağzını kapatmış. Uzun bir kumlu ada gibi. İleride sazlık ve çalı bitkileri var.

Lagünün besleyen çaylardan birisi. Kıyıları sazlıklarla kaplı durumda. Vadiden geniş bir alanda lagüne doğru genişleyerek kavuşuyor.

Demre’ye geldik, kasabanın girişinde yol gidiş geliş bulvar şeklinde ayrılmış. Ortası yeşil alan ve ağaçlarla süslenmiş. Alın kısmında yeşil renkli Demre harfleri demirden yapılmış kocaman.

Demre de portakal bahçesinde palmiye ağaçlarının gövdeleri hiç tıraşlanmamış. Öylece büyümüş salkım saçak.

Demre çayı üzerindeyim, geniş bir yatağı olan çay Toros dağlarına yağan yağmur sularını buradan taşkın ve deli biçiminde akıyor görünüşe göre. Şimdilik yatak kuru görünüyor. Sadece küçük bir sazlık içinde inceden akıyor.

Yol tabelasında Kaş, Muğla düz olarak, sağa doğru ise Şehir merkezi ve kahverengi boyalı Myra antik kentine doğru gidileceğini gösteriyor. En üstte D.400 kara yolunu belirtmişler.

Şehrin en önemli yeri olan Hristiyanların Noel Baba dedikleri yer olan kilise tarafına doğru gidonu çevirdik. Tabela da yazan Aziz (St.) Nikolas anıt müzesi (Museum) ok işareti sağa doğru işaret ediyor.

İki katlı bir ev tamamen beyaz badana yapılmış, İki kapısı, pencere kenarları mavi renkte boyalı. Üst kattaki pencere çıkıntı olarak dikdörtgen ve iki küçük gözden yapılmış. Duvarda mavi boyalı saksılar üstte üç, altında iki saksı iki kez tekrarlanmış olarak sabitlenmiş. Her iki kapının yanında gövdesi kocaman, mavi boyalı saksılar konulmuş. İçinde bitkiler var. Her şey mavi ve beyaz.

Müzeye geliyoruz. Gişede Aziz (St.) Nikolas anıt müzesi parlak metal harflerle yazılmış pano tahtadan yapılı. Burada 50 Lira karşılığında müze kart çıkarıyorum kendime. Nasıl olsa bir çok müze var önümde, gerekli olabilir. Aslında Cem arkadaşımız Filiz öğretmenle görüşüp müze müdürü arkadaş aracılığı ile misafir olarak içeri alıyorlar. Ama ben yine de müze kartımı çıkarıyorum. Her zaman torpil olmaz.

Bisikletleri güvenli bir yere koyup içeri giriyoruz. Noel Baba’nın kilisesini Urim Baba olarak gezeceğim.

M.S. 3. yüzyılın ikinci yarısında Patara’da doğup Myra’da piskoposluk yapmış olan Aziz Nikolaos’ın saygın dini kişiliği öldükten sonra aziz mertebesine ulaşmasını sağlamış, başta eski Rusya Çarlığı olmak üzere Avrupa’nın birçok ülkesinin en popüler azizi olmuştur. M.S. 5. yüzyılda Myra’nın (Demre) Likya eyaletinin başkenti, Myra Başpiskoposunun da Anadolu’nun ikinci büyük din otoritesi olması, Aziz Nikolaos’un ölümünden sonraki yıllarda şehrin saygınlığının artmasında büyük rol oynamıştır. Myra halkı ölümünden sonra Aziz adına önce bir anıt, sonra da büyük bir bazilika inşa ettirmiştir.

Aziz Nikolaos Kilisesi mimari üslubu ve süslemesiyle Orta Bizans Dönemi’nin en seçkin örneğidir. Bugünkü kilisenin özgün temelleri üzerinde değişik zamanlarda yapılmış birçok yapı bulunur. Böylece kilise çeşitli dönemlerde inşa edilmiş bir kompleks görünümündedir. Bu kompleks ana hatlarıyla; avluya açılan iki narteks (iç avlu), iki yan koridorun arasında yer alan kubbeli bir orta mekanla (naos), bema ve önündeki syntranonlu (koro basamakları) apsisten ibarettir.

http://dosim.kulturturizm.gov.tr/muze/9

Merdivenlerden aşağı doğru inilen bir yerden Kilisenin yapısı görünüyor. Üzeri demir direklerle sabitlenip, örtülmüş yağmur ve güneşten korunmak için. Sol tarafta istinat duvarı taştan örülü. Üzerinde çam ağacı gövdesi tamamen kurumuş. Gövde kalın ve eğri büğrü.

Aziz (St.) Nikolas , bizim bildiğimiz Noel Baba bronz heykeli karşımda. Omuzunda torbasını arkaya doğru atmış sağ eliyle tutuyor. Üzerinde Papaz elbisesi, eteğinde de dört tane çocuk ile betimlenmiş. Bildiğiniz üzere Noel Baba yıl başlarında çocuklara hediyeler dağıtarak sevindirirmiş. Böylece yeni yıla çocuklar sevinçle ve mutlu olarak girerlermiş. Babamdan bana kalan miras ta tıpkı Nolel Baba gibi çocukları sevindirmek. Elimden geldiği kadar çocukları sevindirmeye çalışırım.

Kilise şimdiki zeminin altında kalmış yapısına merdivenlerden iniyorum. Kilisenin kalın duvarları ön kısmında bulunan yarım yuvarlak çıkıntı odaları restore edilmiş. Henüz çatısı yok ama üzeri kalın branda ile korunmakta.

Kilisenin ana giriş kapısında girerken kalın duvarlar, kemerli kocaman kapıdan geçiyorum. Girişte yüksek bir seki var, burayı iki basamakla çıkıp iniliyor.

Nişlerin içine Aziz Nikolas ve yardımcılarının freskleri renkli boyalarla yapılı. Uzun etekleri ve omuzlarında uzun şalları ile betimlenmiş. Aziz olduklarını belirtmek için başları turuncu renkli bir daire içine alınmış. Yüzleri böylece daha belirgin olarak görülmesi sağlanmış. Resimde üç kişi var, ortadakinin elinde İncil kitabı, diğerleri sanki İncil kitabını kutsuyorlarmış gibi.

Başka bir nişte biraz tahrip olmuş freskler var. Nişin dibinde iki sütunlu pencere var, dışarıdan içeriye ışık giriyor.

İç avluda kenarları kalın ve yüksek duvarla çevrelenmiş. İç tarafta kemerli kapılar birbiri ardında. Zemin mermerle kaplı, sağ tarafta altı köşeli kaldırım taşı ve ortasında kalın bir sütun. Bu sütun kısa, büyük bir olasılıkla çeşme olabilir.

İç kısımları birbirine kemerli koridorlarla bağlantılı. Zemin mermer kaplı ve parıldıyor. Bu parıltılar gelen ziyaretçilerinin ayakkabılarla dolaşmaları sonucu sanki cilalanmış gibi parıldıyor.

Üzeri kemerli kapı içinde dikdörtgen kapı. Kapının kenarları ve üstü kemerden ayrı kondurulmuş.

Koridorlar kemerli geçişlerle birbirine bağlı. Yan odalara girişler de kemerli. Kemerin üst yarım yuvarlak kısmı pişmiş, ince ve uzun tuğlalardan yapılı. Bir metre kadar iki sıra mermer blok üzerinden tuğla örülmeye başlanmış. En arkada küçük bir pencereden beyaz gün ışığı içeriye vuruyor. Koridora vuran ışık zemindeki mermeri parıldatıyor.

Kemerlerin bazı yerlerinde duvar, bazı yerinde kalın sütun üzerine kondurulmuş. Tavan mermer blok taşlarla kubbe biçiminde örülerek kapatılmış.

Ayin salonu girişindeki koridorda tavan sıvanarak fresk resimleri boyanmış. Kemerler onarıldığı için resimlerin bazı yerleri yok. Salona giriş kapısından içerisini görüntülüyorum. İçeride iki sütun, arkasında amfi oturma yerleri. Üç pencereden vuran ışık salonu aydınlatıp zemini parlatmış durumda.

Önümdeki kemerli kapıdan iç kısmındaki iç içe iki kemerli nişte bir mum yanıyor.

Dilek olarak yakılan mum taşları is yapıp karartmış ince çizgi gibi.

Üç pencereden vuran ışığın aydınlattığı amfi ve iki tarafta üçer sütun. Zeminde papazın kürsüsü mermer kalın bir blok tam amfinin merkezinde.

Zemindeki mermerler, basamaklar epeyce aşınmış ve iyice parıldamış durumda. Yerli ve yabancı ziyaretçiler burayı çokça ziyaret ettikleri mermerin aşınmasından belli. Zeminde ve basamaktaki mermerler birbirine benzemiyor ve renkleri farklı.

Ortasında krem renkli, beyaz damarları olan yuvarlak bir mermer. Etrafında içten dışa doğru renkli üçgen parçalar yan yana dizilerek çember şeklinde yapılmış. Üçgen boşlukları da beyaz üçgen parçalar ile doldurulup desen tamamlanmış. En içteki üçgenler küçük sonrasında üçgen parçaları büyüyerek 7 kat olarak yapılmış. Üçgen paçalarının sayısı her katta 59. Hem renkli üçgenler hem de beyaz üçgenlerin sayısı 59. Yapan usta bir amaç uğruna yaptığı belli. Daire bitiminde 5 santimlik mermer ile çerçevelenmiş. Sonrası dikdörtgen mermer ve karo plakalarla devam edilerek buranın kutsal bir yer olarak belirtilmiş.

Zemin, mermer ve mozaik taşlarla süslenerek yapılmış. Kahverengi, krem damarlı mermer, mozaik süslemeli karo taşları. beyaz mermerler döşenmiş rengarenk.

Bakır bir levha sütun ayağına kaplanmış. ortada Dünya yer küresi, kıtalar çizilmiş. Avrupa, Asya ve Afrika. Merkezi ise Anadolu. Dünyanın etrafı kabartma olarak işlenmiş levhanın. Altta ise renkli desenlerle sanki Dünya alevler içinde yanıyor gibi.

Aziz Nikolas Kilisesi ziyaretimiz bitti. Dışarı çıkıp Demre de bir güzel karnımızı doyurduk. Acelemiz yok, yemeği yedikten sonra hemen Demre’nin çıkışında bulunan Andriake antik kentine doğru gidiyoruz. Cem önde bisikletini sürerken yol tabelasında düz olarak Kaş, Muğla. Sol tarafa ise kahverengi çerçevede Çayağzı (Andriake), altında beyaz çerçevede Yat Limanı Yazılı. Düz giden yolu D.400 olduğunu da belirtmişler. Sağ tarafta üzeri naylonla örtülü seralar var.

Biz Antik kente doğru döndük karayolundan. Küçük bir tırmanıştan sonra kazı alanına geldik. Dış kısımlardaki antik kemerli duvar yapısını görüyorum. Karşımda kayalıklı yamaç, zeminde çay yatağı sazlar ve otlarla kaplı. Sağda bir iş kamyonu park etmiş durumda.

Antik kent girişindeyiz. Kahverengi boyalı tabelada “Andriake Örenyeri Likya uygarlıkları müzesi” yazılı. Sola doğru ok işareti ile belirtilmiş nereye gideceğimizi.

Andriake, Demre kent merkezinden nehir boyunca batıya uzanan asfalt yol üzerinde 5. km.de bulunan Çayağzı mevkiinde yer alır. Kent, Myra’nın limanı ve onun oluşturduğu bir yerleşim olarak bilinir. Ancak M.Ö 200 yıllarında Andriakos (Kokarçay) nehrinin ağzında Andriake isimli bir şehrin olduğu ve M.Ö. 197’de III. Antiokhos’un Antiokheia’dan çıkarak, Ptolemaioslar’ın elinde bulunan yerleri alarak, filosuyla Andriake’ye geldiği bilinmektedir. Livius’ta ise Andriake’nin ismi güney Lykia kentleri arasında sayılmaktadır. Part Savaşını planlayıp, Asia ve Lykia’ya gelen Traian, Myra’da konakladığında Lykia’nın güneyinde güzel bir limanın planlamasının yapılması gereğini belirtmiştir. Fakat planlama ve uygulama Hadrianus’a ve onun zamanına aittir. İ.S. 18’de Germanicus ve karısı Agrippa’nın Myra ziyareti, Andriake’ye dikilen heykellerle onurlandırılır. İ.S. 60’ta ise Kudüs’te huzursuzluk çıkardığı için Roma’ya hesap vermek üzere yola çıkan Aziz Paulos’un gemi değiştirmek üzere burada mola vermiş olması, Andriake tarihinin renkli sayfaları arasındadır. Andariake antik kentinin kalıntıları büyük ölçüde limanın güneyindeki tepenin eteğine yayılmıştır. Demre yönünden ilk karşılaşılan yapı, Andriake’ye tatlı su getiren aquadükt’tur. Kemerli girişi, içte nişli duvarları ile tipik bir Roma devri yapısı olan nymphaion, kentin doğusundadır. En önemli kalıntısı, 65*32 m. boyutlarında, sekiz odalı, dikdörtgen planlı Hadrian Dönemi (İ.S. 117-138 ) ( silo, tahıl ambarı ) Granariumu’dur. Cephede girişi sağlayan sekiz kapı bulunur ve her kapı bir odaya açılmaktadır. Ön cephe duvarında kapıların üstündeki pencereler iç kısmı ışıklandırmak için yapılmıştır. Ön cephede terasın iki yanında depo ile ilgili görevli odaları yer alır. Ortasındaki büyük giriş kapısının hemen yanında Roma imparatoru Hadrian ve karısı Sabina’ya ait aynı büyüklükte iki büst bulunmaktadır. Cepheye yerleştirilmiş aralarında grifon olan Serapis ve Pluton kabartması ise, yazıtında açıklandığı üzere granarium memurunun rüyası üzerine yapılmıştır. Granarium ile liman arasındaki alanda liman caddesi, caddenin önünde de üstleri yarıya kadar açık gemi barınakları bulunmaktadır. Kentin en büyük yapısı Plakoma adı verilen Pazaryeri veya agoradır. Agora’nın güney yönü hariç, üç tarafı dükkânlarla çevrili olup ortasında sarnıç bulunmaktadır. Agora’nın önündeki yükseltide ise ev kalıntıları yer alır. Gözetleme kulesi yamacın batısındadır. Limanın kuzey kısmı büyük ölçüde Lykia türü lahitlerin bulunduğu, bu arada iki Bizans dönemi kilisesinin kalıntılarına rastlanan nekropol alanıdır.

(Kaynakça: “Andriake” Dünden Bugüne Antalya [II. Cilt], Antalya İl Kültür ve Turizm Müdürlüğü, 2012, Antalya, 194.)

Aşağıda Andriake yerini anlatan yazı resmi.

Aşağıda çay ağzı, sazlık ve yakın dönemden kalan bina yıkıntıları.

Üç sütunu sağlam, bir sütun ortadan kırık, kare yapılı, sadece bir sıra duvar çevrili tapınak. Sütunların tepesinde işli başlıklar da sağlam duruyor.

Büyük mermer bloklardan yapılmış duvarı yandan çekiyorum. Yanda yürüme yolu Arnavut kaldırım taşı ile tren raylarından sökülmüş ağaç traversler ile yol haline getirilmiş.

Girişte iki sütun ve mermer bloklardan yapılmış bina giriş kapısı. Duvarları da kalın bloklardan yapılmış.

Binanın dibinde su kanalı var.

Yıllarca antik kentin üzerinde ekip biçmiş, hayvanlarını otlatmış Hasan bizim rehberimiz. Antik kentin olduğu yer Hasan’ın ailesine aitmiş. Kazı olayları başladığında istimlak edilmiş arazi. Şimdilerde Hasan işi gücü buraya gelen ziyaretçileri gezdirmek antik kenti. Uzamış sakalı beyazlaşmaya başlamış. Başındaki geniş açık renkli bez şapka kafasında güneşin yakıcı sıcağından koruyor Hasan’ı. Küçük kareli gömleği, esmer teni güneşten yanmış, uzamış sakalı ile sanırsın ki kazı başkanı Profesör Doktor Hasan. Görünümü öyle ama tatlı ve hoş sohbetli bir adam. Antik kenti gezerken güneşin yakıcı sıcağının etkisi ile biraz yorulunca oturup dinleniyoruz. Böylece Hasan, Cem ve ben elçek resim çekiyorum kendimizi bir poz. Güneş yüzümüze yansımış, yere oturmuşuz. Arkada antik kentin taş duvarları.

Epey geniş alana yayılmış olan antik kent bir zamanlarda ihtişamlı bir yaşam sürüldüğü yapılarda kullanılan taş bloklardan belli. Düzgün yontulmuş taşlar aynı titizlikle üst üste konularak sağlam yapılar meydana getirmişler. Bu yapı tahıl ambarı olarak kullanılmış. Odaları 65 X 45 metre boyutlarında, alanı 2300 m. Onca geçen zamana rağmen çatısı hariç duvarların çoğu ayakta ve sağlam. Uzun bir binanın bej renkli taş duvarı boydan boya. Arkada tepe ağaçlarla kaplı.

Geniş taş bloklarla kaplı zemin görüyorum. Tam ortasında bir kuyu var. Kuyu kare yapılı, yanlarda iki direk. Direğin üzerinde tambur ve kolu. Bu tambura ip bağlanıp kova ile kuyudan su çekiyorlarmış eskiden. Şimdi ise ip ve kova yok, öylece yapılı duruyor.

İlk önce kuyu olduğunu sandığım yer aslında yeraltı sarnıcı. Sarnıcın içine giren merdivenlerden aşağıya iniyorum. Merdivenin boşluk olan kıyılarında tahta korkuluk var.

Zeminde gördüğüm geniş taş blokları tutan kemerli yapı görüyorum. Kemerler kalın taş bloklarda sık olarak yapılmış. Kemerler 3 metre genişliğinde, bir adam boyundan biraz fazla. Zemin yürümek için tahta kaplanmış. 7 tane kemeri iç içe çekiyorum tam ortadan.

Arka tarafımdan da bir poz çekiyorum kemerleri. Dipte sarı renkli lambanın ışığı duvara yansımış. Solda tavandan gün ışığı içeriye girip aydınlatıyor ortamı.

Işığın geldiği yeri çekiyorum tavanda. Kemerli duvarların üzerine enlemesine geniş taş bloklar konulmuş. Onun üzerine de iki kemer arasını kapatacak kadar daha geniş taş plaka ile örtüldüğünü buradan görünce anlıyorum. Tavanda gün ışığının geldiği boşluk yukarıda gördüğüm kuyunun ağzı.

Kare kolon üzerinde kemerin başlangıç noktasını çekiyorum. İki yana doğru yarım daire biçiminde taş bloklarla yapılmış. Kendi ağırlığı kolon üzerine eşit olarak dağıtılıp tavan kısmını taşıyor. Kemer taşlarının üstü normal biçimde taşlarla örülüp doldurulmuş.

Bir zamanlar bu sarnıç su ile dolu imiş. Kanallarla uzaklardan su getirilip sarnıç içine akıtılarak binlerce ton su depolanıyormuş. Bu kadar büyük sarnıç yapılması burada yapılan mureks işliklerinde bol su kullanılması. Sarnıç’ın içine giren su oluklarında birisinin resmini çekiyorum yakından.

Kuyuyu daha yakından çekiyorum. Tek parça kare bloktan kuyu ağzı yapılmış, taş blokun yüksekliği 80 santim. Tahtadan iki direk, direklerin arasına da tambur yerleştirilmiş. Tamburun mili yanlardaki iki tahtadaki deliklere yerleştirilerek tahta bir kol tamburun bir ucunda. Bu kuyu yeni yapılmış. Taştaki çekiç izleri ve tahtaların yeni görünümü kahverengiye boyanması ile belli oluyor.

Mureks, bizdeki olta balıkçıların Madya olarak adlandırdığı deniz kabuklusu elde etmek kolay. Gel gelelim bu kabuklulardan mor boya elde etme hiç te öyle kolay değil. 12.000 kabukludan sadece 1.5 ila 1.7 gram boyar elde ediliyor. Böyle zor şartlarda ve az elde edilmesi antik dönemde mor rengin altından daha kıymetli olmasını sağlamış. Mor renkli boyalı kumaşları krallar ve soylular anca alıp giyebiliyormuş eski zamanlarda. Binlerce Mureks kabuklusundan elde edilen mor boya değerli olduğu kadar kötü kokusu kumaş boyası yapılan atölyelerin şehir dışına yapılmasına neden olmuş. Bu kadar çok kırık kabuklar nereye atılacak? Tabi ki işliklerin hemen yakınına. Metrelere yüksek tepeler oluşturmuş kırık kabuklar. Yapılan kazılarda bu kabuk tepeleri de ortaya çıkmış.

Artık neredeyse birbirine kaynamış olan kabukların yakından resmini çekiyorum.

Zeytin ağaçlarının gölgeleri kabuk tepelerine vurunca Hasan ve Cem tepenin üzerine oturup gölgede serinliyorlar.

Kazısı tamamlanmış su kanalları ortaya çıkmış. Mureks deniz kabuklarının işliklerinin su gereksinimini karşılıyor. Kanal L biçiminde zeminde. Başı ve sonu yok.

Su sarnıcında iki kuyu var, Sarnıcın etrafında dükkanların kalıntıları çevrelenmiş olarak duruyor.

Binanın çatısından akan su kanallarla sarnıca doğru akacak şekilde yapılmış. Düz ve yüksek bir duvar ve dibinde su kanalı.

Sarnıcın çevresindeki dükkanların birindeki taş blokların arasında zeytin ağacı çıkmış. Zeytin ağacının gövdesi kökleriyle birlikte duvar arasında kendine yer edip bir taş bloğu çepeçevre sıkıca kavrayıp yerinden oynatarak yaşamın gücünü bize gösteriyor.

Duvardaki taş bloklar o kadar düzgün yontulmuş ki taşların birleşim yerlerindeki boşluk yok denecek kadar az. Bazı bloklarda L biçiminde oyuklar yapılmış. Büyük bir olasılıkla tahtaların girinti yerleri olarak yapılmış.

Andriake çayının alüvyonlarla kapattığı liman ve limanda kullanılan ahşap vinçler.

Vinçleri daha yakından resmediyorum cep telefonum ile. Bu vinçler antik dönemden kalma değil, yakın zamanda yapılıp kahverengi ahşap boya ile boyanmış. Dört tekerlekli, ön ve arka dingilleri birleştiren iki kirişle bağlanmış. Arka kısmı ağırlık taşları konulsun diye uzatılmış. Önde ise vinç kaldırma kolu ileri ve yukarıya doğru uzatılarak kaldırma işlemini yapıyor.

Daha büyük bir vinç yapısı var karşımda. Arkada sabit kocaman bir tambur, tamburun miline ip dolanıp vincin ucuna getirilerek yük kolayca kaldırıyorlarmış.

Kocaman bir binanın önüne geldik. burası Likya uygarlıklar müzesi. Tabela müze binasının girişinde. Tabelada Müze, Likya uygarlıklar müzesi, Lycian civilization museum yazısı yazılmış.

Müzenin içine giriyoruz. İlk göze çarpan yazılar burasının tarihini anlatan tabelalar. ANDRİAKE diye başlık atılmış. Altında yukarılarda yazdığım tarihçesi yazılı.

Antik dönemde paralı Lidyalılar bulduktan sonra gelişen para basma işi her tarafa yayılmıştı. Burada da darphane olarak adlandırdığımız bir atölyenin resim çizilerek anlatılması betimlenmiş. Darphane de üç işçi çalışıyor, üzerlerinde işçi kıyafetleri giymişler. Karşıda ocak yanıyor, bir işçi elinde küçük bir potada erimiş madeni sıcağı sıcağına kalıba döküyor. Bir işçi de para büyüklüğünde dökülen metal üzerine çekiç ile zımbalayıp paraya şekil veriyor. Diğer işçi de basılmış metal parayı elinde tutup kalite kontrol yaparak parayı kontrol ediyor. Ocağın üstünde asılı demircilikte kullanılan aletler asılı. Sıcak metalleri tutmak için uzun saplı çeşitli maşalar, yerde kovanın içinde şişler, bir demirci makası. Bir kütük, üzerinde paraya şekil verilen zımba kalıbı. Burası küçük bir atölyede bir para basılan darphane.

Mermer plakaya yazılmış yazıt. Yazı Yunanca yazılmış, üste solda üç küçük dikdörtgen oyuk var, yazının başlangıç bölümünü bozmuşlar nedense. Ortada da bir oyuk açılmış.

Antik dönemden kalma pirinçten yapılmış 3 tane değişik boyutta olta iğneleri. Demek ki o zamanlarda olta balıkçıları varmış.

İki tane parmakları olan ayak uçları heykelin birinden kopup ayrı bir yerde bulunmuş olmalı. İki ayak ta sol ayak ucu. Gövdeler kim bilir nerde.

Üç çömlek yan yana, arkamdan vuran sarı renkli ışık taş duvarı aydınlatırken yürüyen bir adamın silueti görünüyor.

Antik dönemdeki tiyatrolarda kullanılmış mask örneği. Ağız ve gözleri oyuk. Mask kireç taşından yapılmış.

Duvara asılmış afişte yazanlar;

Mureks İşlikleri

Andriake’de en ilginç mekânlardan birisi de Plakoma’nın kuzey kapısının doğusunda 6.yy.’da faaliyet gösteren Mureks adındaki kabuklu deniz yumuşakçalarından elde edilen mor kumaş boyasının üretildiği işliklerdir. Kumaş boyamakta kullanılan renk, mureks türü deniz yumuşakçalarının salgı bezinde bulunan mukusun havaya bırakılarak oksitlendirilmesi ve fırınlanması ile elde edilmektedir. Aperlai de kullanılan murekslerin kabukları denize atılmışken, Andriake’de Agoranın doğu ve batı kısımlarına yığılmıştır. Yer yer 3 metreye varan tepeler biçimindeki bu yığınlar yaklaşık 400-800 metre küp arasında deniz kabuğu içermektedir. Bu atıklar kireç harcı ile karıştırılıp mureks harcı olarak yapılarda kullanılmıştır.

Renkli kalemle çizilmiş mureks kabukları. İçleri boş olan 5 tane kabukların dış kısmı çıkıntılı sarmal olarak çevrelenmiş.

Sunak taşı, dairesel olarak çiçekler oyularak şekillendirilmiş. Kötülüklerden ve kötü ruhlardan koruyucu olarak 3 gorgon kız kardeşlerden Medusa, bakışları ile karşısındakini taşa çeviren kesik baş betimlenmiş.

Müzenin içinden dışarıya çıkınca güneşin parlak ışıkları gözlerimi kamaştırıyor ilk önce. Müze içindeki lamba ışıkları loş ortamda yumuşak geliyor gözlere. Gözler güneş ışığına alıştıktan sonra gezimize devam ediyoruz. Küçük dikdörtgen tekne, sığ sularda uzun bir sopa ile hareket ettiriliyor su üzerinde.

Küçük teknenin kullanıldığı çayın ağzındaki sığ sular aşağıda görünüyor. Bir tane de ahşaptan yapılmış yelkenli gemi gözüme çarpıyor.

Müzenin dışında gölgelik bir yere oturup dinleniyoruz biraz. Ben, Cem ve rehberimiz Hasan. Müze dört bölümden oluşmuş koca bir hangar. İçeride çok sayıda eser sergilenmiş. Hepsinin resmini çeksem de burada çok yer kaplayacağından sadece bir kaç resim koydum. İsteyen gidip yerinde ziyaret edip görebilir.

Geminin olduğu yere doğru inmeye başladım. Altımda binanın taş duvarları bölüm bölüm, sanki limanda depo olarak kullanılmış gibi.

Dikdörtgen bir blok halinde yapılmış bina, üzeri taş plakalarla kapatılmış. Bekçi kulübesi kadar bir yapı, aşağısında da gemi ve çayın ağız kısmı.

Yerde kanalların izini görüyorum. Kanalın üzeri taş plakalarla örtülmüş. Sadece bir kapak yerinden çıkarılıp alınmış.

Ahşap geminin yanına geldim sonunda. Üzerine tahta merdivenlerden çıkılıyor. Geminin kaptan kamarası tam ortasına yapılmış. Ön kısmında uzun boyunlu bir kuğunun ahşaptan oyulmuş heykeli yapılmış.

Geminin uzun ahşap yelken direği. Tepesinden aşağı doğru inen  yelken ipleri.

Güvertenin üzeri tahtalar ile kaplanmış. Direkten aşağıya doğru inen halatlar küpeştelere ve ortadaki bağlantı yerlerine bağlamışlar.

Geminin ambar kısmına iniyorum. Burada amforalar yatık durumda sıralanmış. Amforaların dipleri sivri olduğundan dik olarak kullanılmıyor. Amfora içlerinde sıvı taşıdıklarından geminin sallantısından etkilenmemeleri için tavana asılıp dökülmeleri engellenmiş oluyor.

Geminin arka kısmında yanda dümen palası konulmuş. Uzun bir kalın sırık, sudaki bölüme kürek yapılmış. Küpeşteye demir bir halka ile bağlanmış durumda. Kürek kısmında ise iple yukarıdan sarkıtılarak bağlanmış. Yelkenle giderken gemiye yön veriliyor dümen ile.

Karada kullanılan ırgat. Irgat dedikleri tabanda iki uzun kalas üzerine dört ayak konulmuş, boyu 1 metre. Ayakların bitiminde küçük bir platform, ortası delik. Aşağısında da ortası delik mil yatağı. Dikine konulmuş 30 santim kalınlığında kalın bir mil. Milin üstünde iki delik 90 derecelik açıyla delinmiş.  Bu deliklere uzun sırık geçirilmiş. Mil gövdesine tutturulan halat  sırıkları ittirilerek milin dönmesini sağlayıp halat dolanarak ağır gemileri karaya çekmeye yarayan bir alet.

Liman ambarları olarak kullanılan depoların sokağındayım. Sokağın iki tarafında depolar ve giriş kapıları.

Sararıp düşmüş okaliptüs yaprakları yerde, arasından sadece beyaz, uçları hafif pembeleşmiş bir çiçek açmış.

Antik gezimiz de bitiyor ve bu arada Merve yanımıza geldi arabası ile. Onu kapıda karşılıyoruz.  Hasret giderdikten sonra kahve takımımı çıkarıp kahve pişirmeye başladım. Merve ile Eşpedal derneğinin düzenlediği Ege turunda tanışmıştık. Yanımızda da buranın arkeoloğu Ayşe de var. Hep birlikte oturup sohbet ediyoruz kahve pişerken. Elçek ile resmimizi çekiyorum.

Kahveleri afiyetle içtikten sonra bisikletleri arabanın taşıyıcısına yükledik. Eşyaları da bagaja yerleştirdikten sonra bizlere rehberlik eden Hasan ve Ayşe ile vedalaşıyoruz. Kendilerine bize gösterdikleri yakınlıktan dolayı teşekkür ederim.  Bu arada kendisi yolda olan dengesiz arkadaşım İrfan da Kaş’ta olduğunu öğreniyorum Merve ile görüşüp bizimle gelebileceğini onayını aldıktan sonra İrfan’ı arayıp bizi Kaş’ta beklemesini, oraya geleceğimizi söyledim. Arabaya binerek Kaş’a geldik. Akşam karanlığı bastırdı bu arada. İrfan ile buluştuktan sonra akşam yemeğini bir lokantada yiyoruz. Kaş’ta bisikleti ile gezen bir bisikletçi ile karşılaştık. O da bizimle beraber yemek yedi. Hesabı ödedikten sonra dışarıda elçek bir resim çekiliyoruz hep birlikte. Resmi ismini hatırlayamadığım arkadaş bizi elçek çekerken arkasında ben, Merve, Cem ve İrfan bisikletlerle.

Arkadaşla vedalaşıp İrfan’ın bisikletini arabaya yükleyip iyice bağladık. Bir süre deniz kıyısından gecenin karanlığında ilerliyoruz denizi görmeden ama iyot kokusu ortamda var. Her zaman resimlerde gördüğüm Kaputaj kumsalını görüp denizine girmek isterdim. Ama elimde olmayan nedenlerden araba ile seyahat ettiğimden bu güzelliği sokak lambaları ışında görüyorum. Kaputaj kumsalında durup kumsalı yüksekten izliyorum. Kumsal bir işletmeye verilmiş o yüzden şezlong ve Güneş şemsiyeleri düzgün sıralanmış sahilin belli yerinde. Denizin dip dalgaları köpürerek kumsala vuruyor usulca ve 4 sıra şezlonglar sarı renkli lamba ışıkları altında kum rengi olan bej renginde. Deniz karanlık sadece kıyıya vuran beyaz köpüklü dalga görünüyor.

Kalkan köyüne kadar sahil boyunca gittikten sonra Kalkan’dan Toros dağlarına doğru tırmandık. Merve’nin Öğretmenlik yaptığı köy olan Sütleğen’e geldik. Bu gece Merve’nin evinde kalacağız. Bisikletleri ve eşyaları arabadan indirip eve yerleştik. Önce sıcak bir duş ardından sohbet, muhabbet kahve içerek zamanın nasıl geçtiğini anlamadık bile. Gecenin geç zamanında yatıyoruz.

Bu gün yaptığımız yol yaklaşık 66 Kilometre civarı.

Aşağıda yaptığımız yolun haritası Kumluca –  Demre

Powered by Wikiloc

İki Ada Bir Yarımada 6. Gün

28 Ağustos 2017 Pazartesi

Kapıdağı Yarımada Turu

(Kör arkadaşlar için betimleme yapılmıştır)

 

Denizden yeni mi çıkmıştı, neydi;
Saçları, dudakları
Deniz koktu sabaha kadar;
Yükselip alçalan göğsü deniz gibiydi.

Yoksuldu, biliyorum
-Ama boyna da yoksulluk sözü edilmez ya-
Kulağımın dibinde, yavaş yavaş,
Aşk türküleri söyledi.

Neler görmüş, neler öğrenmişti kim bilir.
Denizle boğaz boğaza geçen hayatında!
Ağ yamamak, ağ atmak, ağ toplamak,
Olta yapmak, yem çıkarmak, kayık temizlemek…
Dikenli balıkları hatırlatmak için
Elleri ellerime değdi.

O gece gördüm, onun gözlerinde gördüm;
Gün ne güzel doğarmış meğer açık denizde!
Onun saçları öğretti bana dalgayı;
Çalkalandım durdum rüyalar içinde.

Orhan Veli KANIK

 

Öne çıkan görsel, Yüksekçe bir yerde, yere oturmuş, Marmara denizini izliyorum. Solda küçük bir ada ve biraz daha büyük ada var.

Güzel bir uyku olmasa da iyi uyudum sayılır. Rüzgarla beraber uçuşan kumların sesi ve dalgaların kıyıyı kucaklarken çıkan sesler sabaha kadar sürdü. Kaya biraz korusa da rüzgar bizi hissetmiş olmalı kıyıdan dönüp üzerimize esti tüm gece. İşin en tatlı yanı da çadırın fermuarını açınca direk denizi görmek. Bir süre denizi ve kıyıyı döğen dalgaların sesini dinliyorum. Çadırımın içinden deniz manzarası.

Her tarafım kumlu olarak eşyaları ve çadırı topluyorum. Kahvaltı yapmadan yola çıkmaya hazırız. Bisikletim KUZ ve dut ağacı ile birlikte resimlerini çekiyorum. Dutun bir dalı rüzgara dayanamamış yere yatık durumda öylece büyümüş.

Gecelediğimiz küçük koydan yola çıktık. Yukarıdan küçük koy ve açığında kayalık ada. Koy içeri doğru çay ağzına benzeyen kumluk bir yer.

Yola çıkınca çeşme görüyorum ama ne çeşmesi kalmış ne de su akıyor. O yüzden şişelerimi dolduramıyorum. Bisikletim KUZ ve akmayan çeşme. Arka bagajda gece telefonu şarj edip boşalttığım bataryayı güneş paneli ile doldurmaya başladım sabahtan. En son Avşa adasında prizden şarj yapmıştım. Ondan sonra hep güneş panelinden elektrik sağlıyorum. Güneş paneli 7.5 Wattlık, tüm gün bataryayı şarj etmeye yetiyor. Ayrıyeten göbek dinamo şarj için var ama çok sıkışırsam ve güneş olmazsa onu devreye sokarım yeri gelirse.

Kapıdağı yarımadası kıyıları o kadar girintili ve çıkıntılı ki sürekli S çiziyoruz. Girinti ve çıkıntılar, yukarıda ise kara bulutlar görünmeye başladı.

Biraz geniş sahili olan koya tepeden bakıyorum. Burası daha çok yazlıkçıların olduğu sahil yeri. Kumsalı ve denizi iyi görünüyor.

Burada durmayıp devam ediyoruz. Kahvaltı yapacak bir yer de yoktu. Koydan çıkarken solda arabanın çarptığı bir domuz ölüsü yatıyor. Henüz kokmaya başlamamış. Demek dün gece birisi çarptı domuza.

Bir koyu yukardan çekiyorum, burası geçtiğimiz yer.

Diğer tarafta gideceğimiz yerde aynı büyüklükte başka bir koy daha var. İki koy birbirine komşu. Sadece denize uzanmış yarımada iki koyu birbirinden ayırıyor. Burası Doğanlar köyü.

Bulutlar denizi kapatmaya başladı. Belki yağmur geliyor, hava tahminlerine de bakmıyorum. Yağarsa bereket yağar deyip karşımdaki yarımadayı izliyorum.

Bulutlar dağın tepesini örtmeye başladı. Dur bakalım neler olacak.

Çayıra bağlanmış at bana bakarken çekiyorum.

Doğanlar köyüne girdik. Sahilde bir bankta oturup kahvaltılıkları seriyoruz. Bakkaldan domates, salatalık ve yumurta alıp hazırlıyoruz. Yakında olan kahveden de çayları içeceğiz.

Yumurtaları kaynamaya koyduk, bu arada denizde bağlı olan küçük bir kayığın resmini çekiyorum. İnsanın burada yaşayası geliyor. Küçük bir ev, küçük bir bahçe. Denize yakın olmalı. Her gün küçük tekneye binip günlük kısmetini yakalamaya gideceksin. Balıkları biraz besleyip bir  tane tutarak o günkü kısmetinle karaya çıkacaksın. Yaşamdan fazla beklentin olmayacak, sade ve sakin.

Çınarların altında kalmış kahve ve masalar uzaktan çekiyorum komple.

Buranın serçeleri sakinliğe ve insanlara o kadar alışmışlar ki yanıma kadar yaklaşıyor. Ben de ekmek parçalarını serçenin yemesi için atıyorum az ileriye. Zeminin sağ tarafı Arnavut kaldırımı. Sol taraf beton dökülmüş.

Serçeyi dijital zom ile daha yakından çekiyorum. O da çekinmeden bana bakıp poz veriyor Arnavut kaldırım taşları üzerinde. Bana bir anlık poz verdikten sonra yerinde durmayıp zıp zıp zıplayıp yiyecek peşinde gidiyor.

Kahvaltıyı yapıp yola çıktık. Yol kıyısında olgunlaşmış böğürtlenleri görünce durup tadına bakmak gerek. Olgunlaşmış siyah taneler ye beni diyor. Ben de onları kırmayıp yemeğe başladım. Kahvaltıdan sonra tatlı meyve iyi gidiyor. Böğürtlenin dikenli dalları arasında henüz olmamış kırmızı renkte meyvelerin yanında siyah renkteki böğürtlenler tüm hayvanlara olduğu gibi bizlere de nasip oluyor.

Bir avuç kadar böğürtlen toplayıp cep telefonum ile bisikletim KUZ, yol ve deniz manzarada resmini çekiyorum. Böğürtlenler sol avucumun içinde.

Dağların başı dumanlı, bulutlar sürekli devinim içinde. Gelen bulut zirvedeki bulutlarla karşılaşıp dönüyor. Henüz üzerimize gelip yağmur damlalarını bırakmaya niyetleri yokmuş gibi.

Bisikletle gezmenin en güzel tarafı küçük te olsa çeşmeyi görebilmek. Araba ile görmek olanaksız. Az da olsa akıyor çeşme ve sularımı dolduruyorum. Etraf bitkilerle sarılmış durumda. Çeşmenin solunda birazı silinmiş bir yazı var. Sadece TÜRKÜM DİYENE kalmış. Her ne kadar üst taraftaki yazı silinse de Atatürk’ün ünlü sözü hep aklımızda “NE MUTLU TÜRKÜM DİYENE”

Yol kıyıdan değil de içe doğru, karadan gidecek bir süre. O yüzden denizi ve Doğanlar köyünü yükseklerden çekiyorum bir poz.

Biraz arkada kaldığım için Cem ve Yıldız beni beklerken buluyorum. Biraz da yokuşun etkisi var. Sürekli içe doğru çıkıyoruz rampayı.

İyice denizden uzaktayız, tepelerin ardından denizi biraz görebiliyorum.

Ormancılar tepeleri paralel temizleyip ağaç dikmişler. Yamaç paralel teraslar olarak kademeli yapılmış. İleride büyük bir orman olacağa benziyor.

Bir süre karadan gidip tekrar denizin olduğu kıyı şeridine yaklaştık. Deniz olmadı mı pek güzel olmuyor. Orman iyi hoş ve yeşillik olsa da mavi rengin ortama kattığı güzellik inkar edilemez. Deniz kıyısı sürekli girintiler ile denize doğru uzamışlar.

Bazı yerler bakir ve henüz ulaşılmamış yerler. O yüzden temiz olarak kalmalı, sadece uzaktan izlemek yeterli olur sanırım.

Bir yerde duruyoruz. Burada böğürtlen tarlası var ve bolca toplamaya başladık olgunlaşmış böğürtlenleri. Topladıklarımızı bir kaba koyuyoruz, Yıldız reçel yapacakmış. Bisikletler park etmiş, Cem ve Yıldız çalılarda böğürtlen topluyor.

Biraz yüksekte güzel bir manzara bulunca durup manzaranın keyfini çıkarmak gerek. Elbette kahve içerek. Kahve takımlarımı çıkarıp kahve pişirmeye başladım manzaraya karşı. Karşımda Marmara denizi ve Marmara adası. Solda iki tane kayalık ada manzaramın süsü. İnsan manzarayı izlerken derin hülyalara dalabilir. Bir sakıncası da yok, nasıl olsa yoldasın ve yolun uzun. Aynı zamanda her gördüğüm yeri ilk defa görüyorum ve anı yaşamaya çalışıyorum. Kafam engin Marmara denizi gibi dingin, sakin ve huzurlu. Kanatlarım olmasa da kendimi Marmara denizinin üzerinde uçuyormuş gibi hissediyorum. Harika bir an yaşıyorum kimine göre ulaşılmaz ama benim yakınımda ve içindeyim hayatın. Dünyalar sizin olsun, bana bir fincan kahve ve bu manzara yeter. Bu resmi öne çıkan görsel olarak seçiyorum.

Kahveler pişiyor ve arkadaşlara ikram ediyorum. Sol elimde kahve dolu fincan eşsiz manzarada denize karşı yudum yudum içiyorum Marmara denizini.

Yanımda şanslı olan Cem ve Yıldız da aynı manzarayı izleyerek kahvelerini yudumluyorlar ellerinde ki fincanlardan. Cep telefonumla elçek resim çekerek üçümüzü ölümsüzleştiriyorum bir anın içinde.

Manzara pek değişmese de küçük yarımadaların boyutu ve şekli değişiyor sürekli olarak.

Yüksek bir dağ ve dibinde harika bir koy görünüyor tepeden. Burası Turan köyü, bakalım nasıl bir yer.

Turan köyüne gelmeden önce toprak bir yoldan küçük bir kumsala inen yolu görüyorum. Acaba burada denize mi girsek. Yüksekte olduğumuzdan epey aşağı inmek ve tekrar çıkmak gerek. Köyün girişinde kumsalın başladığı yere dalgakıran yapılıp teknelere güvenli bir yer yapılmış.

Koy ve manzara güzel de çöp ve molozlar manzarayı bozuyor. İnsanlar kendi ürettiği her türlü pisliği yaşadığı yere değil de az dışarıya götürüp çevreyi kirletmesi kadar korkunç bir şey yok. İnsanlar gerçekten korkunç yaratıklar.

Çalıların, otların arasında saklı kalmış bir çeşme görüyorum. Suyu akmasa da çeşme görmenin mutluğu var.

Öğle sıcağında serinlemek için kumsalı güzel olan Turan köyünün sahiline giriyoruz. Burada denize gireceğiz. Deniz donumu giyip denize giriyorum. Su harika, Marmara denizinin turkuaz renkli denizindeyim. Yanımda taşıdığım su geçirmez kamerayı deneme fırsatım oldu. Denizin içinde çekim yapmak kolay değil. Anca kendimi bir poz yakalayabiliyorum. Uzamış sakalım ve su kabarcıkları etrafımda yukarıya doğru çıkarken bir an donduruyorum.

Bir süre zaman geçiriyoruz denizde, sonra çıkıp kurulanıyorum. Arkadaşlar duşu olan yerde denize girdiklerinden onları kumsaldan az içeride bir ağacın gölgesinde bekliyorum. Beklerken de kahve içiyorum. Onlar yanıma geldiğinde hazırdım yola çıkmaya. Deniz seviyesinden tekrar yukarılara çıkarak az önce denize girdiğim Turan köyünün denizini çekiyorum.

O koy bitiyor başka koy başlıyor. Sürekli olarak değişik yapıda koylar önümüze çıkıyor. Hepsi de birbirinden değişik ve ayrı güzellikte. Düzlük bir alanda çiftlik ve bahçesi var. Solda deniz kıyısında sıralı şemsiyeler burasını işletenler olduğunu gösteriyor.

Koyu geçip giderken arkadan sevimli koyu çekiyorum sahili ile beraber.

Küçük adalardan oluşmuş, sadece kayalıklı sıra halinde denizin az açığında. Açığa doğru kayalıkların üst kısmı denizin üzerinde az görünüyor. İlk başla üç tane kaya ada daha büyük boyutta.

Bakir koylardan birisi daha karşımda. Her koyda deniz seviyesine inip burunda zirvelere çıkıyoruz. Koy epey aşağılarda, yani yüksekteyim.

Daha geniş ve az düzlüğü olan yerlere yazlıkları konduruvermişler. Güzel koylardan birisi daha. Burası Orhanlı köyü.

Bazen o kadar çıkıyoruz ve sonra hızlıca aşağıya bırakıyoruz kendimizi. Yıldız önde, Cem arkada dönemeci dönerlerken.

Yakınlardan gelen tekneler demir atmış olta ile balık tutmaya çalışıyorlar. Uzaktan küçük karınca gibi görünüyor tekneler. Marmara denizinde kaybolmuşlar sanki.

Çöp attıkları yetmiyormuş gibi mutfak dolapları ve çekmecelerini de atmışlar çalıların arasına.

Güzel bir koy ama kıyı o kadar dik ve kayalık ki ne inilmesi ne de çıkılması olanaksız. Yani insan eli değmediği için bakir koylardan birisi.

Koylardan birisinin iç kısmı düzlük ve birisi burada tarlalar oluşturmuş ekip biçiyor.

Buraların bitki örtüsü de çok hoşuma gitti. Dönemecin olduğu yerde bol ve sık orman kıyısında bir ev yapıp burada yaşamak isterdim. Küçük bir dere yatağı da var. Suyu eksik olmaz buranın.

Düzlüğü olan koyu geçip az yukarıdan bakınca koyun muhteşem görünümü ortaya çıkıyor. Koyun uç tarafı yüksek kayalık sanki koyu koruma altına almış devlerden birisi oturmuş gibi. Belki de dev bir deniz canavarı yüz yıllık uykusuna yatmış uyuyor.

Yokuşları sürekli olarak inip çıkıyoruz. İşte onlardan birisi.

Harika bir bitki örtüsü ormanı oluşturmuş sık dalların arasından küçük bir aralık bulan güneş ışınları hüzmeler halinde yere ulaşmaya çalışıyor.

Kayaların üzerinde kalmış bağımsız yassı kaya parçası güneşlenen kertenkele gibi duruyor. Yanına yaklaşınca kaçacakmış gibi. Solda ağaçlar uzun ve gölgesi yolu kapatmış durumda.

Az yana yatmış dikilitaş gibi tek başına kaya parçası duruyor.

Yine güzel koylardan birisini geride bırakıyorum.

Yolda bisikletli bir grup ile karşılaşıyoruz. Bunlar İzmir’den tanıdıklar. 4 kişiler ve Erdek’ten başlamışlar bizim yaptığımızın tersini yapıyorlar. Yolda karşılaşmamız burada oluyor. Hoş beş sohbet ederek ayak üstü konuşuyoruz. Elçek ile hepimizi alacak şekilde elçek çekiyorum bir poz.

Kıyıdaki kayalıklar 45 derece yatık durumda yalçın kayalıklar olarak deniz dalgalarına karşı koyuyorlar binlerce yıldır. Kayalar o kadar sert ki henüz kumsal olmamış. Belki daha binlerce yıl daha denizin dalgaları kayaları döğmesi gerekiyor.

Terasların olduğu yamaçların altındaki yoldan gidiyoruz.

Denize girinti yapmış kayalığın ardında geniş bir koy olduğunu tahmin ettiğim bir yerleşim yeri görüyorum. Bakalım nasıl bir yermiş.

Burası Balpınar köyü, geniş bir sahili var. Köy karşı tarafta kurulmuş. Bu tarafta hiç bir şey yok, safi kumsal. Köyün tarlaları da geniş bir arazide ekilmiş duruyor.

Koy denize sıfır bir yolda dümdüz gidiyor. Solda deniz ve kumsal. Haliyle denizden gelen çöpler kumsalda duruyor öylece.

Köyde kahve var, burada çay molası vereceğiz.  Köyün sol tarafındaki kayalıklara tekneler karaya çekilmiş. Burada bakımları yapılıyor teknelerin.

Kahvede oturup atıştırmalık bir şeyler yiyip çay içiyoruz. Ortalıkta kimseler yok, kahvenin sandalyeleri ve banklarını bisikletlerimizle çekiyorum. Çekerken uzamış gölgem de yerde.

Çay molasında biraz dinlendik. İn çıklar yordu biraz. Tekrar yola çıktık ve bir çeşme yalağı ile birlikte karşıma çıktı. Solda yamaçta batan güneşin ışıkları ile çeşmenin resmini çekiyorum. Bu güneşin batışının birincisi.

Bazı koylar derinde ve ulaşılması olanaksız.

Yol yukarıda görünüyor ve ben aşağıdayım. Demek epey bir tırmanış var önümde.

Demin aşağıda çeşmenin başında güneşi batırmıştım. Yükseğe çıkınca güneş yeniden ortaya çıkıp tekrar batmaya başladı. Bu ikinci güneşin batışı. Koy güneşin arkadan ışık vermesi ile harika görünüyor.

Güneşten uzaklaştıkça tekrar doğmaya başladı ve batmaya niyeti yok sanki. Harika koy manzaraları, yarımadalar ve uzaklarda kalan Marmara adası.

O kadar yükseğe çıktık ki güneş te yükseldi bizle beraber. Oysa iki kez batmıştı. Manzara kıyı şeridinin girintileri süper.

Ve güneşi üçüncü kez batırıyorum bir gün içinde. Bu hayatımda ilk defa oluyor. Bir günde üç gün yaşamış gibiyim. Çünkü üç kez güneş batmıştı. Artık ilerlemenin zamanı, tırmanış bitti ve yolumuz şimdilik düz. Önde Cem ve Yıldız gidiyor.

Hava henüz kararmadı, bir çeşme daha görünce şişelerimi dolduruyorum ağzına kadar. Yakınlarda kamp atacağız ve su gerekli bize.

Aynasından düşmüş olan çeşmenin yazıtı üste konulmuş. Mermere yazılana göre; “Hanım Suyu Uzun ve Oğulları Hayratıdır Emin Uzun 1972” Çeşmeyi yaptırandan Allah razı olsun. Yolcunun yolda tek istediği sudur. Su olmazsa yolculuk yapılmaz.

Yine yükseklerdeyim ve aşağıda küçük bir koy görüyorum alaca karanlıkta. Bir araba deniz seviyesindeki yolda farlarını yakmış bana doğru gelmekte.

Yukarıdan alaca karanlıkta gördüğüm koya inince hava iyice karardı. Gece lambalarını yakıyorum ve tekrar çıkmaya başladım. Karanlıkta ilerlerken bir kedi sesi duyunca duruyorum. Kedi sürekli miyavlıyor ve aç olmalı ki peşimden gelmeye çalışıyor. Kedinin miyavlamalarına fazla dayanamayıp duruyorum. Yanımda taşıdığım ekmekten bir parça koparıp veriyorum. Hayvan çok aç olmalı ki kuru ekmeği iştahla yemeye başladı. Bir parça daha ekmekten koparıp önüne attım ve yapacak başka bir şeyim olmadığı için gecenin karanlığında ilerlemeye başladım. Yazlıkçılar böyle evcil hayvanları bırakıp gidiyorlar. Arkadaşlardan geride kaldım biraz kediye ekmek verirken. Aşağıda düzlükte beni bekliyorlardı. Burada kamp atalım dediler. Cep telefonumdan konumu ve haritayı açınca biraz daha 1.5 Kilometre sonra köy var. Orada kamp atalım deyince, çok yorulduk, pedal basacak halimiz yok deyip burada kamp atalım diye ısrar edince mecburen kabul ettim. Kumsala doğru gittik, kumlarda bisikletleri elde ittirdik ve uygun bir yerde durduk. Biraz canım sıkıldı bu duruma, köyde daha uygun ve çeşmesi olan bir yerde rahat ederdik. Ama Yıldız dileğimi kabul etmedi ve her tarafı kum olan yerde kamp atacağız. Benim söylendiğimi anlayan Yıldız hadi oraya gidelim deyince bu kez ben “Burada oyun oynamıyoruz, artık gitmenin anlamı kalmadı” diyerek kestirip attım. Çadırları kurup yerleştikten sonra akşam yemeğini yapmaya koyulduk. Karnımız doyduktan sonra zaten ilerlemiş saat olmasından dolayı çadırlara girip yatıyoruz. Bu gün fazla yol yapmadık ama koylarda sürekli inip çıkmaktan epey yorulduk. Hemen uyumuşum yorgunluktan.

Bu gün yaptığımız yol toplam 46 Kilometre.

Aşağıda yaptığımız yolun haritası

Powered by Wikiloc