Öne çıkmış olan görsel, çınar ağacının dibinde tandem bisikletler yan yana, kilitli durumda. Ağacın dalında Eşpedal tur pankartı asılı iplerle. Solda piknik masaları üç tane sıralı dizilmiş.
Herhalde uzun süredir bisiklete binmediğimden olacak dünkü tur biraz yordu beni, o yüzden bu gece derin bir uyku çektim kesintisiz. Haliyle derin uyumanın etkisi olmalı erkenden uyanıyorum. Yattığım yerde biraz gerinip daha da uzun oldum. Kaslarımdaki hafif ağrı biraz gerilmeden dolayı kendine geldi ve çadırımdan dışarı çıktım. Her sabah olduğu gibi yine henüz ayakta olan yok. Sabah kahvemi pişirip keyifle içiyorum. Kuşlar sanki burayı terk etmiş gibi. Ortalıkta kuş sesi duymuyorum neredeyse. Ara sıra uzaklardan bir kuş sesi geliyor. Bazen de aşağıdaki piknik yerinde olan horoz ötüyor. Horoz ötüşü kamp alanına kadar gelse de uyanan yok henüz. Neyse ben sessizlikte kahvemi içtim ve kahve takımlarını topladım. Bir süre sonra çadırlarda hareket başladı ve dışarıya çıkıp ilk önce tuvalete, sonra çadırlara gelip hazırlık yapılmaya başlandı. Kahvaltıyı yapmadan önce dün patlayan lastikleri kontrol edip yamadım. Yedek olarak çantaya yerleştirdim hazır olarak. Bu gün copilotum değişti, Mehmet Arda benimle birlikte sürecek.
Piknik masasına oturmuş olarak iç lastiği yamarken beni çekiyor Şevket. Arkada diğer arkadaşlar kendi aralarında konuşuyorlar.
Henüz yola çıkamadık. Yola çıkmadan önce kamp girişine gelerek bisikleti duvara dayadım. Copilotum Mehmet Arda’yı bisikletin yanında durmasını söyledim. Mehmet Arda binanın yanında tandem bisikletle duruyor kımıldamadan. Çıkarken video çekeceğim.
Video çekmek için yerimi aldım. Videoyu cep telefonumla çekeceğim. Kamp yerinden düzensiz, bölük pörçük çıktıkları için istediğim gibi video çekemedim. Artık yarın sabah bir daha denerim. Çektiğim videonun linki aşağıda.
Bu gün rotamız dün olduğu gibi ilk önce Kızılkeçili yolu. Kızılkeçili köyü yakın olduğu için durmayıp yolumuza devam ettik. İlk molamızı Güre köyünde verdik. Burada çay, kahve, soda ve soğuk su içerek biraz serinledik. Köyün meydanında, ağaçların gölgesinde oturuyoruz. Meydanda Atatürk heykeli dikilmiş.
Köy evleri tek katlı ve kerpiçten. Eski sayılır, sokaklar taş döşeli.
Güre köyünden ayrıldık, yolumuza kendi halinde dolaşan bir eşek çıktı. Eşeğe selam vermeden geçmek olmaz deyip selamımı verdim. Eşek te başını sallayıp selamımı aldı. Bir poz çekiyorum eşeği. Eşeğin üst kısmındaki kılları siyah, kanındaki kıllar beyaza yakın boz renginde.
Ağustosun ilk günlerinde bu sıcakta bisiklet sürmek terletiyor. Gerçi durduk yerde terliyoruz. Haliyle su kaybı çok olunca ilk bulduğumuz çeşmeden suları içip serinlemeye çalışıyoruz. Şişeleri, mataraları da dolduruyoruz. Taş duvar olarak yapılmış çeşmenin yalağı biraz yukarıda kalmış. Su akan boruya erişmek için altta araba lastiği konmuş, üstüne de tahta rahat duralım diye. Lastik olmasa akan suya uzanmak olanaksız. Kör arkadaşları lastik üzerine çıkarıp su içmelerini sağladık. Bir tane çeşme olunca kuyruk oluştu. 6 Kişi su içmek için sırada beklerken sadece bir kişi boruya uzanmış su içmeye çalışıyor. O da Tuğçe Çiğdem.
Yola devam ediyoruz, yol inişli çıkışlı. Hava aşırı derece sıcak ama bu bisiklet sürmemize engel değil. Terliyoruz ve bolca su tüketiyoruz. Bir çeşmeye gelince burada ısınan pistonları soğutmaya çalışıyorum. Tuğçe Soyyiğit resmimi çekiyor kendi cep telefonu ile. Burada su savaşı yaptık birlikte. İlk önce su mataraları dolduruyoruz, sonra herkes birbirine su atarak ıslatıyor. Bu bir su savaşı ve çok eğlendik. Sıcak havanın etkisi ile üzerimiz çabucak kuruyor. Çeşme yalağında ayakların yalağın içinde poz vermişim. Saçlarım örgülü, sabah Pınar örmüştü.
Bisiklet üzerinde pek resim çekme olanağım yok. Tandem sürerken sürekli kontrol etmek gerek bisikleti. Bu gün copilotum Mehmet Emre Ökten. Pek bisiklet sürmemiş, acemi ve antrenmansız. Pedala da tam basamıyor, bütün yük bana kaldı. Haliyle yoruluyorum bu gün de. Böylece her çeşmede mola vererek dinlenmeye çalışıyorum. Mola yerindeki çeşmede durduk. Çeşmenin aynasına kırmızı boya iler yazılar yazılmış. Yazılanlar;
Hacı Emin oğlu Galip Dumanlı tarafından yapılmış olan bu çeşme müsanleyk oluşu dolayısile Bu kere büyük Hemşir eşi Hatice Feratoğlu yedi ile tamir ve ihya edilmiştir. Merhumun ruhuna Hatice Feratoğlunun hayrına dua 945
Çamlıbel köyüne geldik, bu köyün eski adı Tahtaköy. Sonradan değişmiş olmalı. Bunu nerden anlıyoruz? Köyün meydanındaki çeşmeden. Eski yapım olan çeşme paralel olarak iki duvar üstüne beton çatı yapılmış. Çeşme kısmına iç içe iki girinti var. Köşeler kahverengi boya ile boyanmış. İç tarafa Tahtaköy, 8 5 1951 yazılmış. Çeşme yolun ortasında, solda benim kullandığım tandem kaldırım kenarında pedalı ile park edilmiş.
Burada topluca resim çekilmek için bir araya gelince ben kareye girmeyip hepsini çekiyorum bir poz. Önde pankartımızı tutanlar var.
Sonradan Çamlıbel adını alan köy Edremit belediyesine bağlı. Tabelaya bakılırsa Edremit belediyesi tarafından yapılıp köye takılmış. Tabelada; T.C. Edremit belediyesi Çamlıbel mahalle muhtarlığı yazılmış. Muhtarlık park içinde.
Bu köy Kaz dağlarının yamacına kurulmuş. Yüksekte olduğumuzdan manzara güzel. Edremit körfezi ayaklarımızın altında. Deniz masmavi, önde zeytin ağaçları var. Çamlıbel köyünde ünlü oyuncu, tiyatrocu ve ses sanatçısı Tuncel Kurtiz yatıyor. Mezarı burada ama organize olamadığımızdan mezarını ziyaret edemiyorum. İleride gelip mutlaka mezarını ziyaret edeceğim. Çamlıbel köyünde kumanyaları yiyerek karnımızı doyurduk.
Çamlıbel köyünden inerken yolu şaşırdık, indiğim yolu bir daha çıkmak zorunda kaldım. Sert olan yerleri bisikletten inerek yürüdüm. Zorlamaya gerek yok, copilotum pedala basamıyor ve yoruldu. Yokuşu yürüyerek çıktıktan sonra ana yola kadar pedal basmadan hızlıca indik. Yolun karşısına geçip Kazdağı müzesine geldik. Burası özel bir müze ama bizden ücret almıyorlar. Müze giriş kapısını çekiyorum.
Müzenin içi küçük olduğundan iki gruba ayrıldık. İçeride tanıtım filmini izleyeceğiz. İlk grup içeriye girdi. Ben ikinci gruptayım. Müze dışındaki bazı nesnelerin resmini çektim Bunlardan birisi eski benzin pompası. Üzerinde Motorin ve Kazdağı müzesi yazılmış. Pompa tabancası yandaki yerine asılmış. Pompanın yanında lastik şişirmek için kullanılan mekanik göstergeli alet konulmuş. Rengi kırmızı, hava hortumu helezon biçiminde.
Mavi – beyaz boyalı sepetli motor pırıl pırıl.
Bahçede Kazdağı müzesi hatıra resmi çekilen perdenin önündeyim. Burada savaşçıların kullandığı baş miğferini takıp çekiliyorum. Sağ elimde de silah olarak çakı var ama pek görünmüyor.
Kadınların boş zamanlarında ördükleri örümcek ağ model desenli yün örgüler renkli iplikler birleştirilip ağaç gövdesini tamamen kaplamışlar. Ağacın kalın gövdesi 1.5 metre sonra üç dala ayrılıyor. Üç dal ve gövde örgülerle tamamen sarılmış.
Müze binasının dışındayım, önüme zeytin tanelerini ezmek için kullanılan cendere var. Cendere ağaçtan yapılmış. Ortada yivli vida sapı, üstte destekli tahta yatak. Vidanın altında baskı tahtası. Altta çıkıntılı sopalarla vida döndürülüp çuvaldaki zeytinler ezilip yağı çıkartıyorlarmış.
Preste sıkılıp çıkan yağları bu kocaman küpte saklıyorlarmış. Ağzı yana bakacak şekilde yan konulmuş küp pişmiş topraktan yapılmış.
Geçmiş yıllardan kalan cadde tabelası. Tabelada Fabrika Caddesi yazıyor. Altına da sağa ok işareti konulmuş. Tabela paslı biraz.
Müzenin dış duvarına hatıra resmi çekilen yer yapılmış. Daha çok mavi, az sarı renkli kanatları olan kelebek önünde resim çekiliyorum. Resmi Tuğçe Çiğdem Soyyiğit çekti. Duvara da siyah – beyaz boya ile;
“Uçmak için kanatlara değil düşlere ihtiyaç vardır” diye yazılmış.
Müze içini geziyoruz ikinci grup olarak. Burada Atatürk köşesi, Çanakkale ve Kurtuluş savaşı köşesi, Koca Seyit ve Tuncel Kurtiz köşesi var. Ayrıca eski ve şimdilerde kullanmadığımız eşya, alet edevat sergileniyor. Projeksiyon gösterimini de izliyoruz. Tuncel Kurtiz’in kendi sesinden hazırlanmış dinletiyi izledik. İçeride hiç resim çekesim gelmedi. Copilotum Mehmet Emre’yi koluma takıp gördüklerimi betimleyip müzeyi gezdirdim. Müzeyi gezdikten sonra dışarıda toplanıp diziliyoruz. Ben de topluca resimlerini çektim. Önlerindeki pankartta yazan;
Yeşil pedallar engelsiz bisikletliler kampı. Çocuklara bisiklet ve sanat atölyesi
Bu gün yaptığımız kısa turu bitirip kamp alanına döndük. Bisikletleri çınar ağacının gövdesine yaslayıp tümünü kilitliyoruz. Çalınan bisikletten henüz haber yok. Artık önlem almak zorundayız. Bu resmi öne çıkan görsel olarak seçiyorum.
Bu akşam bahçe hortumu ile duş alıyorum, terli atlet ve tişörtü su ile yıkıyorum sabun kullanmadan. Yarın copilotum Songül Parlak olacak. İzmir’de oturduğu halde henüz yüz yüze tanışmamıştım. Birlikte tandem sürerek daha iyi tanıyacağım. Hava sıcak o yüzden üzerimiz çıplak. Çıplaklardan birisi de Baattin. Çaktırmadan yandan resmini çekiyorum. Baattin saçlarını uzatmaya başlamış daha yeni. Biraz uzamış saçlarını lastik toka ile bağlamış. Anlında bir miktar saç püskülü var. Gözünde yakın gözlüğü takılı. İlginç bir görüntüsü var, Çinlilere benziyor, yoksa Japonlara mı? Çinli mi? Japon mu?
Bu akşam müzik var, saz çalan Gazianlep’li Hasan Hüseyin Kaçar, yanında Murat Parun, türkü söylüyor. Ukulele gitar çalan Mehmet Doğancı yan yana oturuyorlar.
Saz çalan Hasan Hüseyin aynı zamanda milli atlet ve bir çok madalyası var. T 11 sınıfında orta ve uzun mesame koşucusu. Branşı Para Atletizm. Sazı da güzel çalıyor, biz de ona eşlik edip türküler söylüyoruz. Hasan Hüseyin’i saz çalarken sazın sap tarafından çekiyorum.
Gecenin geç saatlerine kadar çalıp söyledik türküleri, şarkıları. Uyku kapıya gelince kalkıp yatıyorum çadırıma girip.
Bu gün yaptığımız yol yaklaşık olarak 26 Kilometre civarı.
Karahisar kalesi yıkılır gelir Kakülü boynuna dökülür gelir
Yayladan gel allı gelin yayladan Kesme ümidini kadir Mevla’dan Ver elini karlı dağlar aşalım Bayramlaşalım
Ben bir koyun olayım sen de bir kuzu Meleye meleye getirem yazı
Yayladan gel allı gelin yayladan Kesme ümidini kadir Mevla’dan Ver elini karlı dağlar aşalım Bayramlaşalım
Kapıma bağladım da kınalı koçu Harmanı kaldırdım kız senin için
Yayladan gel allı gelin yayladan Kesme ümidini kadir Mevla’dan Ver elini karlı dağlar aşalım Bayramlaşalım
Hidayet Çalbudak Afyon yöresi türküsü
Öne çıkmış olan görsel, İki direkte Türk bayrağı, ayakta ellerini pençe yapmış yerdeki düşmanı etkisiz hale getirmiş heykel. Arkada iki katlı bir ev. Afyon’un yüksek kaya kütlesi üzerinde Afyonkarahisar kalesi. Heykelin altında Atatürk kabartması.
Günlerden bir gün arkadaşım İsmail Odabaşıoğlu telefon ile aradı. Zaten canı sıkılınca sürekli arayıp sohbet ediyoruz. Bana “Urim Baba Afyon Frig vadi bisiklet festivaline katılacak mısın?” diye sordu. Ben de “Pek niyetim yok ama düşünüyorum katılıp katılmamak için” Bu aralar hafta sonu salgın nedeni ile sokak kısıtlaması var. Gerçi festivalleri özlemedim değil, uzun süredir arkadaşlardan kimseyi göremedim. Özlem had safhada. Bir kaç gün sonra telefonum çaldı. Arayan yıllardır tanıdığım bisikletçi Birsen Esinti. Bana “Urim Baba Afyon Frig bisiklet festivaline bekliyorum” diye davet etti. Eh davet büyük yerden gelince “Tamam geleceğim” diye cevap verdim. Kayıt açılınca benim ve bacanağım Selahattin’in kaydını yaptırdım. Bacanak ile festivalden bir gün önce gündüz Afyon’a gidelim diye kararlaştırdık. Hazırlıklarımı yaptım, yanıma alacağım eşyaları, alet edevatları çantalara yükledim. 17 Haziran Perşembe sabahı bacanağım evime geldi. Kendisi bisikletini yüklemiş taşıyıcıya. Benim bisikleti de yükleyip güzelce bağladık. Çantaları da arka koltuğa yerleştirdim. Sadece ikimiz varız, arka koltuk boş. Birlikte sabah kahvaltısını yapıp yola çıktık araba ile.
Otobüs bilet fiyatları salgın nedeni ile pahalı. Sadece bir kişi 100 Lira. İki kişi gidiş dönüş 400 Lira tutuyor. Bu para ile arabanın yakıtını doldurup rahatça gidip gelebiliriz. Yol kıyısında meyve satan tezgahın birinden meyve aldık, yolda yiyerek gidiyoruz. Bacanağıma “Yolda hiç taş köprü gördün mü? diye sordum. O da “Ne taş köprüsü?” diye cevap verdi. Demek ki şimdiye kadar kimse taş köprüyü görmemişti. Araçla yol alınca kimse koskoca taş köprüyü görmemiş. İki yıl önce Suyun kaynağına yolculuk yaparken Gediz nehrini takip ediyordum. Gediz nehri Kula’dan sonra Ankara yolu ile birlikte olunca ana yoldan gittim bir süre. Bisikletle gidince yoldaki her şeyi gördüğümden karşımda tarihi bir taş köprüyü görmüştüm. Taş köprüde mola verip öğle yemeğimi ve kahvemi Gediz nehrinin kıyısında keyifle içmenin hazzını yaşadım.
Tarihi taş köprü uzaktan görünümü, altından Gediz nehri bulanık akıyor. Taş köprü yolun sağıda. Köprünün ismi Çataltepe taş köprüsü
Taş köprüye gelince sağa yanaşıp arabayı park ettik bankette. Taş köprünün tam üstünde kahve takımlarını çıkarıp kahve pişirdim. Afiyetle içmeye başladık Bacanağım ile birlikte.
Elçek ile taş köprü üzerinde fincanlar elimizde bacanağım ile Gediz nehrini çektim. Benim başımda mavi buff, bacanağımda bej renkli şapka var.
Taş köprüye kadar bacanağım arabayı sürdü. Taş köprüden sonra direksiyona ben geçtim. Fazla sürat yapmadan Afyon’a rahatça geldik. Kamp alanını navigasyon yardımı ile kolayca bulduk. Kamp alanı pek kalabalık değildi. Bizden önce bir kaç kişi gelip çadırını kurmuştu. İçlerinden beni tanıyan arkadaşlar var. Hoş geldiniz diye karşıladılar. Çadırları çardağın altına kurup yerleştik. Akşam yemeği için bisikletlerle Afyon merkeze pedalladık. Antalya’dan Ertan bizi Afyon’un meşhur tandır yapan yere götürdü. Bizimle beraber Özgün Tuykun ve arkadaşı da akşam yemeğine katılacak. Meşhur olunca ücreti de ona göre meşhur oluyor hani. Gerçi etler lezizdi, üstüne de afyon kaymaklı ekmek tatlısını yedik. Kızlarla resim çekiliyoruz masa başında. Özgün Tuykun, arkadaşı ve ben sandalyede oturmuş durumda. Arkada mutfak, camlı bölme ile ayrılmış. Köşede dört kuşak tandırcıların portre resimleri asılmış.
Sıra geldi ücret ödemeye. Yanımda da hiç para yok. Ne var ne yok eve bırakmıştım. Üstelik bacanağımdan da biraz takviye almıştım. Bankaya gidip para çekeyim dedim. Bana verdiği paranın hepsi on Liralık kağıt para. Paralar gıcır gıcır, henüz Güneş görmemiş, oksijenle temas etmemiş gibiydiler. Kırk tane kağıt para seri numaraları sıralı, darphaneden çıktığı gibi bankamatiğin kasasına, oradan da bana geldi. Ekonomimiz uçuyor resmen, hükümet para yetiştiremiyor. Sürekli para basıyor ama sonumuz hiç iyi değil. Basılan bu paraların acısı çıkacak bir gün. Bacanağa borcumu ödedim, azıcık meşhur hesabımı da ödedim. Zaten meşhur yerlerde pek yemek yemem, ya da bir şey almam. Çünkü her zaman meşhur diye kazık yemek zorunda kaldım şimdiye kadar. Yanımızdaki iki kadın biz ayrı dolaşacağız deyip yanımızdan ayrıldılar. Biz de kamp alanına döndük bisikletlerle.
Aşağıda sadece 7 tane on Liralık para, seri numaraları art arda. Son ilki rakamları 40 tan 46 ya kadar.
Kampa döndüğümüzde Güneş batmak üzereydi. Fotoğraf makinemi alıp gölet kıyısına gelerek optik zoom ile Güneşi daha yakın hissederek batışını çektim çalıların arasından. Sarı renkli olan güneş tüm parlaklığı ile ışığını saçıyor, altta dikenli otlar, yanda ağacın dalları siluet olarak görünüyor.
Akşam olunca katlanır sandalyelere oturup sohbet ediyoruz yatasıya kadar. Uzun süredir matın üzerinde, uyku tulumunda yatmamıştım. Afyon rakımı biraz yüksek olunca geceleri soğuk olur diyerek battaniye almıştık. Battaniye ve uyku tulumu ile üşümeden iyi bir uyku çektim. Yakındaki gölet buharlaştığı için nem oranı yüksek olunca ona göre de soğuk artıyor.
Sabah serinliğinde kalkıyorum, üzerimde polar var. Haziran ayı olsa da Afyon serin. Elimi yüzümü yıkamak için tuvaletten döndükten sonra dün akşam yemek yediğimiz kadınlardan biri olan Özgün Tuykun yanıma yanaştı. Hafif ağlamaklı bir sesle “Urim Baba dün akşam bir şey mi oldu aramızda, bana kızdın mı sizden ayrıldık diye? Sabah sana günaydın dedim ama bana baktığın halde yüzünü hemen çevirdin” dedi. Ben de düşünmeye başladım, sabah uyku sersemi olarak tuvaletler tarafına giderken ne yaşadım diye. Ama ne kadını gördüm ne de yüzünü hatırlıyorum. Kadının sesi titremeye başladı, nereyse ağlayacak. Bu durumda üzülmemesini, herhangi bir kızgınlık yada alınma olmadığını söyledim. Sonra niye kızayım ki? Aramızda kötü bir şey de olmadı. Uyku sersemi belki fark etmemişim olabileceğimi belirttim. Neyse kadının içi rahatladı biraz, sesi normale döndü. Ona her zaman yanıma gelip kahvemi içebileceğini söyledim. Ama yanıma gelmezsen içemeyeceğini söylemeyi de unutmadım. Çadırı, eşyaları toplayıp çantaya yerleştirdim. Sadece bisiklete taktığım çantaları bagaja yükledim. Uyku tulumu, çadır, mat gibi eşyaların olduğu sosis çantayı araca yükledim. Henüz erken ve kalabalık olmadan kahve pişirip içmeye başladık. Şanslı olanlar benimle birlikte kahve içti. Önümde katlanır masa, üzerinde kahve takımları, bacanağım, ben Ertan, Rahmi Söyleyici ve bir arkadaş daha poz verip resim çekiliyoruz. Bisikletim KUZ arkada turuncu çantalarla duruyor.
Yola çıkmaya hazırım. Bu arada festivali düzenleyen arkadaşlar da geldi. Kahvaltıyı hep birlikte yaptık. Kayıtlar başladı ve formalarımızı bez torba içinde aldık. Torbada ayrıca Afyon’a özel haşhaş ezmesi hediye olarak verildi. Kayıt işlemleri bitince topluca resim çekiliyoruz. 45 – 50 kişi kadar varız. Arkamızda salkım söğüt ağacı, dalları neredeyse başımıza değecek kadar sarkmış.
Festivalin anası Birsen Esinti, kahvaltısını yaparken bana poz veriyor. Ortalık yeşil ağaçlar ormanda olduğumuzu hissettiriyor.
Bacanağım ile birlikte çardağın altına kurmuştuk çadırımızı. Bisikletim KUZ çardağın yanında yola çıkmaya hazır. Etrafta bisikletini kontrol edenler var.
Çardaklar küçük bir meydanda kurulmuş. Tam ortada fıstık çamı var, kıyısında oturma bankları konulmuş.
Henüz harekete geçmeden parkın içinde bulunan göletin resmini çekiyorum. Su durgun olduğundan yeşile çalan rengine yansıyan ağaçlar tablo gibi. Su durgun olunca yaşamı sadece su yosunları oluşturuyor.
Göletin ortasına köprü konularak karşıya kestirmeden ulaşım sağlamış. Yansımalar gölete vurmuş durumda
Bacanağım karşımda hazır, tıpkı KUZ gibi.
Arkadaşım İsmail Odabaşıoğlu sabaha karşı kamp alanına ulaştığından uyumadan beklemiş. Kendisi çok az gören kör. Türkiye’nin bütün illerini ve hemen hemen bütün ilçelerini görerek dolaşmış gezginlerden birisi. Sonradan geçirdiği bir rahatsızlıktan dolayı görme kaybını yaşadı. Ama “Yılmak yok, yola devam” diyenlerden birisi. Kaliteli katlanır tandem bisiklet alarak gezmediği, görmediği yerlere kendine pilot bularak fırsat buldukça dolaşıyor. İsmail’in pilotu Enes. İsmail kaldırıma oturmuş bakınırken resmini çekiyorum.
Artık yola çıkmak için tüm bisikletçiler hazır duruma geçti. Son kalanları toplamaya çalışıyorlar.
Bisikletim KUZ park halinde, gidon ve çantayı çekiyorum Çantanın önünde Suyun kaynağına yolculuk, Büyük Menderes nehri temiz aksın tabelası asılı. Logo da damla şeklinde ağaç ve damarları akan nehirler gibi, nehirler mavi, ağaç yeşil renkte. Gidona sarı renkli kaskım asılı.
Baş tarafa geçerek video çekimine hazırlandım. Kamerayı hazır tutarak video çektim tüm katılımcıları. Videonun linki aşağıda.
Parkın içinden çıkarak Afyon yollarından güvenle geçiyoruz trafik polisleri sayesinde. Geçeceğimiz yollarda araçları durdurarak bizlere yol açtılar. Uzaktan Afyon’un ünlü Karahisar kalesini çekiyorum. Kale yalçın kayalıklardan oluşmuş devasa dağın tepesine yapılmış. Ön kısımda şehrin beton yığınları.
Karahisar kalesi gibi başka kayalık tepeler de var etrafta. Tam demiryolu köprüsü üzerindeyim. Binalar uzakta ve tren yolu altımdan geçiyor.
Afyon merkeze geldik. Burada protokol konuşma yapıp festivali başlatacaklar. Meydanda iyice yakınlaştığım Karahisar kalesini biraz daha yakınlaştırıp çekiyorum. Her ne kadar yalçın kayalık ve dik uçurumları olsa da yine de kale duvarları ile çevrelenmiş kale içi. Kale burçları net görünüyor. Kale içi de yalçın kayalıklar sivrilmiş, tam düz değil.
Konuşmalar yapılıyor, protokol önde çekiyorum bir poz.
Sevgili dostum İsmail ve pilotu Enes Çalışkan’ı tandem bisikleti ile çekiyorum. İkisinin üzerinde sarı yelekler var dikkat çekmek için.
İzmir’den arkadaşlarım Figen ve Metin benim fotoğraf makinesi ile resim çektiğimi görünce kendilerini çekmemi söylediler. Ben de onları çekiyorum bir poz. Yanlarında bisikletleri var. Arkada ağaçlar ve Karahisar kalesi var.
Meydanda toplanmış bisikletçiler güneş altında pişerken ben gölge bir yerde uzaktan onları çekiyorum.
Bisikletçiler toplanmış, aceleleri varmış gibi harekete hazır durumda bekliyorlar. Ama harekete geçmeye daha çok var.
Bulunduğumuz yerin hemen üstünde zafer anıtı ve top var. Top iki tekerlek üzerinde. Topu Karahisar kalesi ile çekiyorum.
Zafer heykelini çekiyorum, bronzdan yapılmış heykeller; ayakta ellerini pençe olarak açmış Türk askeri ayakları dibinde yatan düşman askerini parçalayacakmış gibi duruyor. Heykeller tamamen çıplak. Yanlarda iki direkte Türk bayrakları göndere çekilmiş. Arkada kayalıklar üzerindeki Afyon Karahisar kalesi. Heykelin altında Atatürk kabartması yapılmış. Bu resmi öne çıkan görsel olarak seçiyorum.
Heykellerin olduğu yer yoldan biraz yüksekte. Aşağıda toplanmış, bir an önce harekete geçmek için sabırsızlanan bisikletlileri çekiyorum. Sıcağın anlı kabağında bisikletleri ile pişiyorlar. Solda tarihi bir bina görünüyor, meydanda ağaçlar dikilmiş.
Karşıdaki binayı iyice yakınlaştırınca burasının Zafer Müzesi yazısını görüyorum. Demek ki bir müze var, orayı görmeliyim. Müze iki katlı, orta bölümü giriş kapısı olduğu yerde kemerli pencere var. Pencere cam ile kaplı, iki kat boyunda. Kenarları taş bloklardan, gri renkte çatıya kadar duvar şeklinde örülmüş. Üst katta kemerli ikişer pencere, alt katta kare şeklinde pencereler var. Kapısı dikdörtgen ahşap, iki kanatlı.
Müzeye gelip bir göreyim dedim. Kapısı kapalıydı, kapı tokmağını çalıp içeri girmek istedim ama içeriden ses gelmeyince müzenin kapalı olduğunu anlıyorum. Pencere camından içeriye bakınca içeride sıvaları kazınmış duvarları gördüm. Tuğlalar görülüyor, yerler sıva artıklarıyla dolu. Demek ki tadilatta müze. Hiç bir şey olmayınca Zafer Müzesini göremiyorum.
Sonunda beklenen an geldi, bisiklet festivali başladı ve harekete geçtik. Afyon’un dar sokaklarında gidiyoruz. İki tarafı sokak olan bir cami gördüm. Kısa minaresi ve taş duvarlarına bakarsak tarihi bir cami olmalı. Bisikletliler caminin sağındaki yoldan gidiyorlar.
Tarihi Ulu camiye geldik, mermer levhada yazılanlara göre 1273 yılında Selçuklu zamanında yapılmış. Giriş kapısı ahşap iki kanatlı. Bir kanadı açık, oradan içeriye gireceğiz. İçeri girenler ayakkabılarını dışarıda çıkarıyor.
Minaresini dibinden yukarıya doğru çekiyorum. Blok taş ve tuğlalara bakılırsa minare yenilenmiş.
Caminin içine giriyorum, tamamen ahşaptan yapılmış cami. Beşer metre aralıklarda kalın ahşap direkler çatıyı ayakta tutuyor. Kalın kalaslardan yapılmış kirişler soldan sağa doğru direklerin üstünde. Direk ile kirişin birleştiği yerler kabartma süslerle bezenmiş.
Caminin kıble tarafında bulunan Mihrap, hoca burada cemaate namaz kıldırıyor. İçeriye doğru girintisi olan Mihrap, kenarları ve üstü Arapça yazılar yazılmış, yazılar altın yaldız renginde.
Mihrabın solunda Minber var. Burada hoca Cuma günleri cemaate hutbe okuyor. Minber tamamen ahşaptan yapılmış ve çivi kullanılmamış. Minberin solunda yerde uzun bir saat duruyor.
Minberin merdivenindeki korkuluklar yıldız şeklinde kalın çıtalar ile yapılmış. Yan bölmeler de çapraz tahtalardan kare desenli olarak süslenmiş. Duvar saati Minberin yanında, uzun ve dar gövdesi, kadrana Osmanlı rakamlar yerleştirilmiş. Uzun sarkacı aşağıya kadar sarkıyor. Camlı bir kapağı var saatin. Saat 11’e 11 var olduğunu gösteriyor.
Karahisar kalesinin arka kısmındayız şu an. Dikine yarık kaya kütlesi üzerinde kale duvarları ve burçlarını aşağıdan çekiyorum. Dik bir duvar gibi yalçın kayaları tırmanmak neredeyse olanaksız. Zapt edilmesi çok zor bir kale görünümünde. Kayaların bazı yerlerinde tek tük ağaçlar çıkmış.
Dışarıdan Ulu caminin minaresini kadraja sığdırmak için uzaklaşarak çekiyorum. Geniş sokakta bekleşen bisikletçiler.
Caminin karşısında kültür evi var, burayı ziyaret ediyoruz. İçerisi çok odalı bir ev, her oda etnografya müzesi sanki. Yerel kullanılan eşyalar, kilimler, sofra, duvar halıları ile döşenmiş. Tavana kefeli terazi asılmış. Trabzana heybeler asılmış.
Odanın ortasına sofra konulmuş, sofraya bir mavi desenli bir vazo, vazonun içine Afyon’un simgesi ve adını aldığı kurumuş haşhaş başları üç tane. Afyon haşhaştan uyuşturucu olarak üretiliyor. Yerde halı, kenarlarda işlemeli minderler, yastıklarla çevrelenmiş. Duvarda duvar halıları. Kırmızı renk ağırlıkta, desenler Türk motifi.
Çoban mankeni, kıyafetleri yöreye uygun, uzun bir kaftanı, belinde kuşak ve elinde uzun bir sırık. Başı sarı poşu ile bağlı. Yanında saplı büyük bir sini duruyor çobanın. Çobanın sağında bir kukla bir çocuk duruyor. Kırmızı renkli şalvarı, renkli gömleği ile başı siyah bir tülbentle örtülmüş.
Yörüklerin koyun yününü eğirmek için kullandığı kirman. Kirman; dört tahta artı biçiminde birleştirilmiş. Tam ortası delinerek uzun bir çubuk geçirilerek sabitlenmiş. Alt kısmı kısa, üst kısmı uzun kalacak şekilde. Alt kısma ağırlık konuşmuş. Koyun yünleri sol kolda toplanıyor. Elleri ile ilk önce ip şeklinde burarak artı olan tahtaya bağlanıyor. Ağırlık merkezi kısa tarafta olunca dönme hareketi yaptırıp döndürülerek yünler burulmaya başlıyor. Sürekli dönen ipe yünü besliyorlar. Böylece sağlam, burulmuş ip olarak artı olan tahtalara sarılıyor. Bu sürekli döndürme hareketi ip oldukça devam ediyor aynı yönde. Bu alet ilk çağlardan beri kullanılıyor. Yani ilk ip aleti, ilkel, basit ve kullanışlı.
İzmir’den arkadaşım Aysel Ataş bana poz veriyor divanda oturmuş olarak. İki eli sağ dizinde birleştirip hafif yukarı kaldırmış sağ tarafına bakıyor. Üzerinde festivalin formasını giymiş, başında kırmızı buff var.
Bizi çekecek kimse olmadığı için fotoğraf makinesini karşıdaki divana koyup 10 saniyelik zaman ayarlayarak birlikte çekiliyoruz. Duvarda boncuk örülerek yapılmış kalın bir kolye asılı.
Bu kez ocağın önünde yere oturarak birlikte çekiliyoruz. Aysel’in yanında sürahi ve yüksek sehpa duruyor. Ocağın kenarları siyah ve kahverengi boya ile boyanarak süslenmiş şerit biçiminde. Duvarlar beyaz badanalı.
Köşenin birinde az önce gördüğünüz kirmen, çubuklardan yapılmış minyatür kağnı arabası ve marangozların kullandığı rende.
Avluda mekanizması demir, gövdesi tahtadan yapılmış kriko. Demir kolu çevrilerek ağırlık kaldırılıyor bu kriko ile. Duvarda yeşil renkli hortum asılmış.
Yere yatırılmış ağaçtan araba tekerleği, üzerine de şekilli ağaç gövdesi konulmuş.
Avluda ağaç direklerden yapılmış çardak köşeye yapılmış. Tahta oturma yerleri ve katlanır masa konulmuş. Çardak tahtalardan oluşmuş yüksekçe bir zemin. Buraya bağlama konulmuş. Aysel bağlamayı alıyor eline, ben de çekiyorum bir poz. Aysel solak olduğu için sapı sağ elinde.
Bu kez ben sazı alıyorum elime, az çok saz çalmasını bilirim ama o kadar değil. Hem sazın da akordu yok. Sazın sapı sol elimde poz veriyorum. Beni Aysel çekiyor çardakta. Çatısı ağaçtan yapılmış, üzerinde kiremit var. Alına Türk bayrağı asılmış.
Kültür evinden çıktık, ben önden gideceğimiz yönde harekete geçtim. Yanıma dolu gaz tüpünü almamışım, o yüzden çakmak gaz tüpü bulmam gerek. Ne olur ne olmaz, kahve yaparken gazsız kalmayayım. Bakkalın birine sordum çakmak gazı tüpü var mı diye. O da olduğunu söyleyince hemen bir tane alıp çantama yerleştirdim. Artık içim rahat. Ben gaz tüpünü alır almaz bisikletli grup geldi. Ben de aralarına katılarak yola koyuldum. Yolda biraz hızlı gidince pek resim çekecek ilginç ve tarihi bir yer olmayınca en önde bisiklet sürerek Gazlıgöl kasabasına vardık. Burada öğle yemeği yiyeceğiz. Yemek arabası da gelip tezgahı kurmuşlar. Yemek dağıtıcıları, önlerinde yemek tepsileri olduğu halde çekiyorum. Ayran paketleri üst üste konulmuş.
Ben yerde oturup yemeğimi yerken bacanağım binanın iç balkon duvarına köpük tabağını koyup yemek yerken çekiyorum. Acıktığı için yemek yemekten beni görmüyor bile.
Aynı balkonun devamında bir çok arkadaş yemeklerini yiyorlar.
Yemekten sonra hamağımı kurup bir süre kestiriyorum. Oturduğum yerde öyle bir uyku bastı ki anlatamam. Çantamda her zaman hamak hazır durumda. Yemek zamanı epey olunca çay içelim dedik ama kafede çay anca bulabildik. Burada çay biraz pahalı. Gazlıgöl kasabasında termal su çıkıyor ve bir çok termal otel var. Hareket saati gelince hep birlikte harekete geçtik. Bu kez en önlerde gitmeyeceğim. En arkada sayılırım. Önümde giden bisikletçileri çekiyorum. Yüzlerce bisikletçi var.
İhsaniye kasabasına geldik, burada çay molası vermişler. Kendime ilk önce bir gazoz alıyorum, soğuk gazoz iyi geliyor. Hem şekerimi de yükseltiyor. Çay bahçesi kıyısında park etmiş bisikletler. Bahçede ağaçlar var.
Bacanağım ile duvar dibinde, Güneş altında resim çekiliyoruz. Bizi çeken de arkadaşım Mehmet Cıngıl. Bacanağım ile kollarımızı omuzlara atarak poz vermişiz kameraya.
Mola bitimi yola çıktık, hafif yokuş olan bir yerde topluca giden bisikletçileri uzaktan yakınlaştırıp çekiyorum arkalarından. Ufukta kalın bulutlar belirdi.
Sonunda Afyon’a adını veren afyon tarlası görüyorum. Tabi ki afyon denmiyor bitkilere haşhaş diyorlar. Tarlada şu an çiçek açmış olan haşhaş, olgunlaşıp baş büyüyünce çiziyorlar. Akan beyaz sıvı donunca kazınarak afyon elde ediliyor. Elbette herkes kafasına göre ekim yapmıyor. Belirli kota veriliyor gereksinime göre. Bunun dışında ekim yapılırsa cezalar büyük. Tarlada beyaz çiçek açmış haşhaşlar. Aralarda tohumlar karışmış olmalı ki mor çiçek açanlar da var.
Sonunda Frig vadisine giriş yapıyoruz. İlk köy olan Üçlerkayası köyündeyiz ama köy epey içerilerde. Sadece tabelası yol kıyısına dikilmiş. Solda mağara deliği olan kaya parçası görülüyor. Bir kaç bisikletçi kavşakta durmuş. Biz köye girmeyip düz gideceğiz.
Frig vadisine girdik dedim ya arazi yapısı da değişiyor. Toprak aynı toprak ama topraktan fışkıran kaya parçaları hafif engebeli araziye yayılmış durumda.
Yerden fışkıran kayalara yaklaşmadan kamera ile yakınlaştırıyorum dibime kadar. Dört kaya parçası birbirine benzemez yapıda.
Artık sınırları geçtik sayılır, kayaların şekli ilginç ve delikler oluşmuş doğal olarak. Sanki Kapadokya’da peri bacalarına geldik, sadece tepelerinde kaya parçaları yok.
Demin uzaktan gördüğüm kalın bulut parçası iyice yaklaştı. Bir kaç kilometre ötede yağmurun yağdığını görüyorum. Arazi kıraç, tek tük ağaçlar var. Yol kıyısında yonca tarlası yemyeşil.
Yol kıyısında yerden fışkırmış kaya parçası ilginç oyuklar oluşarak yamuk yumuk hale gelmiş.
Daha uzakta kaya silsilesi, kimi sivri külah gibi. Bir tanesinin üzerinde kaya parçası var peri bacası gibi. Havada bulutlar parçalı. Önümde buğday tarlası henüz sararmamış, yemyeşil.
Peri bacası şeklinde olan kaya kütlesini yakınlaştırıyorum. Üzerindeki taş kaya kütlesi ile bir. Peri bacalarındaki gibi ayrı bir taş değil. Doğal oluşmuş.
Yonca tarlasının sınırına taş duvar örülmüş bir metre yüksekliğinde. Dış tarafına da çeşme yapılmış, yalağı uzun. Demek ki burada hayvancılık yaygın. Uzun yalakta koyun, ya da inekler su içiyor.
Demir bir borudan yalağın içine sürekli su akıyor. Yakından çekiyorum. Suyun döküldüğü yerde minik hava kabarcıkları oluşuyor devamlı su yüzeyinde.
Suyun aktığı boru ve yalağı yandan çekiyorum. Yalak uzunlamasına üç bölümden oluşmuş. Çeşmeden sularımı tazeliyorum, biraz da su içiyorum kana kana.
Yalağın içindeki su o kadar berrak ki bakmaya doyamıyorum. Su yüzeyinde ağaçların yansıması, dibindeki yosunlar gayet net görünüyor. Berrak suya bakarken sanki gözlerim tedavi oluyor, baktıkça daha da netleşiyor gördüklerim. Gözlerim iyice açılıyor sanki, öyle hissediyorum.
Artık gruptan koptum sayılır. Önümde kimse kalmadı sayılır. Buraları ilk defa görmenin mutluluğunu ve anı yaşarken acele etmenin anlamı yok. Etrafımdaki güzellikleri seyrediyor, ayrıntıları fotoğraf makinem ile resimlerini çekerek kaydediyorum sürekli. İşte karşımda çeşme, mavi seramik döşeli çeşme yapısı, yanında uzun yalak. Arkada tren rayları ve ağaçlar. Görülmeye değer bir manzara var karşımda.
Bazen uzakta, bazen yakında kaya kütleleri görüyorum. Yeşil çimenler yanında fışkırmış kayalar, şekilleri birbirine benzemez.
Dediğim gibi uzayıp giden yolda kimseler yok. Tek başıma bisiklet sürüyorum. Bu güzellikleri çekmeden geçip gitmek doğaya aykırı olsa gerek. Ben öyle düşünüyorum. Sürekli manzara değişiyor, kayalıklar şekilden şekle giriyor yol boyunca. Sağ tarafta kayalıklar, bulutlar üzerime üzerime doğru hızlıca gelmeye başladı. Belki yağmura yakalanabilirim, belli mi olur. Yaz sıcağında iyi olur ıslanmak.
Kaya kütlesi yarılmış, sanki sığınılacak ev gibi oluşmuş. Üstü birleşik, altı geniş bir mağara. Önde de çeşme ve yalağı.
Tren yolu bir yarığın içinden geçiyor, sağdan sola doğru dönen raylar nereye gidiyor belli değil. Meçhule giden tren rayları. Dönemecin sol tarafı görünmüyor.
Kaya kütlesi karşımda, kaya yanları doğal olarak içinde barındırdığı mineraller eriyip oyuklar oluşmuş düzensiz şekilde.
Derken üzerime gelen bulut yağmurunu boşaltmaya başladı. Hemen yağmurluğumu giydim. Karşımda duvar gibi kayalık var, yerden bir kütle fışkırmış arazide set oluşmuş. Üzerinde bir kaç katran ağacı görünüyor. Ön kısımda ekin tarlaları var. Resmi zar zor çekiyorum, yağmurdan fotoğraf makinesi ıslanmasın diye.
Fotoğraf makinesinin üzerine eğilip bisikletim KUZ ve yolu çekiyorum. Yağmur bardaktan boşalırcasına yağıyor. Hemen fotoğraf makinesini bagaj çantasına koyuyorum ıslanmasın diye. Cüzdanı ve cep telefonumu da öndeki gidon çantama koyuyorum. Bisikletim KUZ, turuncu çantalar ve yol yağmurdan sırılsıklam. Islanacak eşyalarım güvende, bisiklete binerek yağmurda bisiklet sürmenin zevkini tadıyorum. Yağmurluğum altında kalan kısım hariç saçlarım, başım, etek altı ayaklarım tamamen yıkanıyor yağmur damlaları ile. Ayağımda sandalet var o yüzden ıslansa da olur. Birikmiş su birikintilerine aldırmadan içinden geçip gidiyorum suları yararak. Yağmur yağarken su birikintilerinde tamamen ıslanmak gibisi yok. Mükemmel bir an yaşıyorum.
Döğer kasabasına geldim, burası Frig’yanın baş kenti, Kasabanın girişinde iki ceylan ve elinde testisinden su döken kadın heykeli konulmuş.
Kasabada kaz sürüleri görmek olası. Karşıma küçük bir kaz sürüsü çıkıyor, kazlar benden uzaklaşmaya başlıyorlar.
Geniş arazi ve otlak olunca koyunları otlatan çoban sürüsünü yayıyor yeni yağmur yağmış çimenlere. Böyle taze ot nerede bulunur bu yaz gününde. Çoban da ihtiyar bir kadın. Selam veriyorum uzaktan çoban kadına. O da selamıma karşılık veriyor elini sallayıp. İhtiyar kadın çobanlık yaptığına göre köyde pek genç insan yok. Öyleyse gelecekte koyunları otlatacak kimse kalmayacak bu gidişle.
İlginç kaya kütlesi ve yükselen tepe.
Kasabadan çıkmak üzereyim, tabelalar gideceğim yönü belirtiyorlar. Üstteki tabela mavi renkte, sola ok işareti ve Yunus Emre tekkesi yazılmış. Altında kahverengi boyalı tabelada sola ok işareti, Emre Gölü yazılmış. Altında kırmızı şeritle çerçevelenmiş üçgen tabelada inek resmi konulmuş dikkat çekmek için. Yani inek çıkabilir. Onun altında daha önce beyaz olan tabela üzerine kahverengi renkte yapıştırılmış Döğer Emre gölü tesisleri yazılmış. Kahverengi yapışan kısım bir tarafı kalkmış durumda. Tabelalar sola doğru yönü belirttiklerine göre yolum sol tarafa demek ki. Arkada yol ve az ileride ağaç kümesi var.
Yaz yağmuru yağıp geçti ama asfaltta ıslaklığı duruyor. Benim üzerim çoktan kurudu bile. Karşımda düz kayalardan oluşmuş bir kütle var.
Yeşil otlakta bir çukur görüyorum Çukur o kadar derin değil, geniş te değil ama çukur üstüne taş köprü yapılmış sanki yol varmış gibi. Köprü tek gözlü kemer biçimimde yapılmış. Demek ki eskiden yol oradan geçiyormuş. Küçük boyutta olsa da köprü köprüdür. Hem de taş gibi köprü.
Kulaklarıma koşan bir atın çıkardığı nal sesleri geldi. Bir de baktım ki bir atlı dört nala otlakta koşturuyor. Bisikletlilerden daha hızlı koşuyor at. Sürücüsü de dörtnala giden atın üzerinde arada zıplıyor aheste aheste.
Derken bir atlı daha dört nala geçiyor yanımdan. Onun da resmini çekiyorum. Yanımdan hızlıca çekip gitti.
Fazla uzaklaşmadan atlıyı arkasından yakınlaştırıp çekiyorum. Atın kuyruğu havada. Atlının sağ elinde kısa bir kamçı var sürekli vuruyor atın hızlı koşması için.
Karşımda 20 metre boyunda, 200 metre genişliğinde kaya kütlesi var. Burada doğal oluşmuş oyuklar, mağaralar var. Sanki mağara şehri gibi. Cem Yılmaz AROG filminin çekimleri burada yapılmış.
Uzakta olan tahta bir tabelaya da AROG Nüfus 100 yazılmış. Tabelayı optik zoom ile yakınlaştırıp çekiyorum.
Kayalığın dibinde oda şeklinde geniş ağızlı mağaralar var. İyice yakınlaştırıp çekiyorum uzaktan.
Kimi yer insan eliyle oyulmuş gibi. Oda gibi bir mağaranın üzerine kapı büyüklüğünde oyulmuş delik var. Üzerine de üç tane üçgen şekil oyulmuş. İnsan yapımı olduğu belli.
Delik deşik kayalıkların diğer yanı.
Bizimkileri görünce tabelanın yanında poz vermelerini istiyorum. Uzaktan optik zoom ile iyice yakınlaştırıp tabela ile çekiyorum. Solda kör olan İsmail Odabaşıoğlu, sağda Zerrin Aslantaş, tabelanın önünde yere oturmuş Enes Çalışkan.
Bisikletimin üzerindeki kamera tutucuya kamerayı bağladım. Otomatik zamanlayıcıyı 10 saniyeye ayarlayıp düğmeye bastım. Koşarak arkadaşların yanına geçerek pozumu verdim. Solda Enes, ben, Zerrin ve İsmail. Arka fonda AROG kayalıkları ve mağaralar.
Tabelada yazdığına göre Döğer Emre gölü tesislerine gelmişim demek ki. Tabelanın resmini çekiyorum.
Tesislere girmeden önce çevrede gördüğüm haşhaş tarlasını ve çeşmeyi çekiyorum. Çeşmede uzun bir yalak var.
Çeşmenin aynasını iyice yakınlaştırınca çeşmede suyun akmadığını fark ediyorum. Çeşme borusu da yok. Çeşmenin aynası betondan bir duvar. İzlere bakılırsa bir zamanlar çeşmeden sular akıyormuş.
Tesislerin sağ tarafında küçük bir tepe üzerinde kayalar abide gibi duruyor. Etraf çam ağaçları ile kaplı.
Daha ileride yüksek kayalık kütle kendini gösteriyor. Çeşitli boyutta oyuklar oluşmuş kayalıkta.
Tesislerin giriş kapısı, odunlardan yapılmış. İki yol var, üç örgülü direk, üzerinde örgülü kiriş. Örgüler yuvarlak ince odunlardan yapılmış. Kiriş üzerine de “Emre gölü Frig medeniyet bahçesi” yazılmış harflerle. Kamp alanı soldaki yolda.
Ben en son geldim sayılır, herkes çadırını kurmuş yeşil alana. Bir bisiklet çimenlere serilmiş.
Arabamız Afyon’da kaldı, arabaları almak için minibüs ile yaklaşık 60 Kilometre uzaklıkta. Bacanağım da önden geldiğinden minibüse binerek Afyon’a doğru gitmeye başlamış. Kamyondan sosis çantamı alarak tuvalete yakın yerde çadırımı kuruyorum. Yemek zamanı yemeğimi yiyip karnımı doyurdum. Gidenler için yemek ayrıldı. Yaklaşık 1.5 – 2 saat sonra arabalar geldi. Yanıma bacanağım da çadırını kuruyor. İçine eşyaları yerleştiriyorum gerekli olanları. Sonrasında getirdiğim portatif masada kahvemi pişiriyorum. Yanımda olan şanslı kişiler kahvelerini içiyorlar. Sohbet, muhabbet derken uyku gelip çatıyor gözlerime. Uykumu kaçırmadan çadırıma girip tatlı düşlere dalıyorum.
Bugün yaptığım yol yaklaşık olarak 59 Kilometre civarı.
Ben yürürem yane yane, Aşk boyadi beni kane Ne akilem ne Divane, Gel gör beni aşk neyledi Gah eserem yeller gibi, Gah tozaram yollar gibi Gah akaram seller gibi, gel gör beni aşk neyledi
Akan sulayın çağlaram, Dertli cigerem dağlaram Şeyhim anuban ağlaram, gel gör beni aşk neyledi Ya elim al kaldır beni, ya vaslına erdir beni Çok ağladım güldür beni, gel gör beni aşk neyledi
Mecnun oluban yürürem, ol yari düşte görürem Uyanıp melul oluram, gel gör beni aşk neyledi Miskin Yunus biçareyem, baştan aşağı yareyem Dost ilinden avareyem, gel gör beni aşk neyledi
Yunus Emre
Öne çıkmış olan görsel, bisikletim KUZ toprak yolda park etmiş, hafif eğimli yamaçta makilik meşe ağaçları seyrek.
Gece boyu çakalların ağlamaya benzer ulumaları ile geçirdim. Sanki yaramaz çocuklar ortalıkta ağlamaya benzer uluyarak geziniyorlar. Bir ara çadırımın dibine kadar geldiklerini hissettim. Etrafımda gezindiklerini biliyorum. Kuvvetlice bir kaç kez öksürünce bütün bağırışlar, ulumalar, ağlaşmalar kesildi. Bir daha da seslerini duymadım sabaha kadar. Gün ağarınca kalkıp çeşmede elimi, yüzümü yıkıyorum. Sabah kahvaltımda çay demleyip yumurta kaynatıyorum iki tane. Sabah kahvaltısı önemli. Güne başlarken iyi beslenmeliyim, çünkü pedal basmak, hele inişli- yokuşlu toprak arazide kolay değil. Bol enerji gerekiyor. Kahvaltım zengin, bal ve zeytin de var. İşin pratiğini öğrendim sayılır; balı yarım litrelik pet şişeye dolduruyorum, böylece taşırken baldan yapış yapış olmuyor. Bir de zeytin tanelerini kapağı sıkı kapalı, ağzı geniş şişede taşıyorum. Şişe çantada dik durunca içindeki yağ dökülmüyor. Yiyeceğim kadar zeytini tabağa döküyorum, balı da şişeden ekmek lokmasına döküyorum. Böylece temiz bir kahvaltı yapmış oluyorum. Yumurtayı da barbunya konserve kutusunda kaynatıyorum. İki yumurta yaklaşık 11 dakikada pişiyor. Cep telefonumda alarmı kuruyorum. Alarm çalınca ocaktan yumurtaları indirirken daha önce demlediğim çay da oturmuş oluyor.
Kahvaltımı güzelce yaptıktan sonra takım taklavatları toplayıp çantalara yüklüyorum. Gece telefonumu şarja bağladığım powerbankı Güneş paneline takıyorum dolsun diye. Akşama kadar ne doldurursa. Güneş paneli bagajdaki sosis çantasının üzerinde. Her şey hazır olunca yola çıktım. Biraz yüksekten gidiyorum, Aşağıda akmış lav kayalıklarını görüyorum arazide.
Bazı yerde yol iyice yaklaşıyor lav kayalıklarına. Her ne kadar siyah renk görünümde ve ot bitmese de küçük ağaçlar seyrek olarak kaplamaya başlamış kayalıkların üzerini.
Arazide bir yerden akan lav kayalıkları bazı yerde geniş bir alana yayılmış.
Yeşil ağaçlar ve ekili buğdayların arasından lav kayalıklarının siyah rengi ile kontrast renk oluşturmuş.
Manisa Kula ilçesinde bulunan Kula Volkanları ve çevresi, volkanik özellikli jeolojik yapıya sahiptir. Kula yöresinde volkanik etkinlikler dördüncü zamanın başlarına kadar sürmüş ve genç volkanlar oluşmuştur. Sönmüş küçük volkanların bulunduğu bu alanda, çeşitli dönemlerde püskürmeler olmuş ve lav akıntıları çevreye yayılmıştır. Bu özelliğinden dolayı tarihte Kula ve çevresine Yanık Ülke(Katakekaumene) denilmiştir.
İzmir- Ankara yolu üzerinden de izlenebilen volkanik tepelerin en büyükleri Sandal ve Kara Divlit’tir. Kula ilçe merkezinden başlayarak, Demirköprü Barajı’nın batısına kadar uzanan volkanik alan 600- 700 metre yükseklikte bir yayla üzerindedir. Bu yayla, kuzeyde Gediz Nehri ve güneyde Alaşehir- Salihli Grabeni ile sınırlanmıştır. Bu alanda volkan konileri, Alaşehir- Salihli Grabeni’nin (Gediz Grabeni) uzanımına uygun olarak kuzeybatı-güneydoğu yönünde irili ufaklı bir şekilde dizilmektedir ve graben kırık sistemi ile ilgilidirler. Volkanizma tipik çatlak “Fissür” volkanizmasıdır ve tüm lavlar “Aa” tipi olup üzerlerindeki blok ve pürüzlerdeki girinti ve çıkıntıların büyüklükleri birkaç santim ile 1 metre arasında değişir. Lavlar ve cüruflar üzerinde bol miktarda “hornitos”lar bulunur. Yer yer de lav tünelleri izlenmektedir. Tüm volkanlar “maar” tipi volkanlardır. Volkan konileri “sinder” ve “spatter” tiptedirler ve yaşları ile aşınma dereceleri bakımından bazı farklılıklar gösterirler.
Özellikle yaşlı konilerde kraterler daha iri olup daha genç konilerdeki kraterler nispeten küçüktür. Konileri lav, lapilli, cüruf ve çeşitli irilikteki volkan bombaları gibi piroklastikler (tefra) oluşturmaktadır. Sayıları yetmişi bulan bu konilerin çevrelerinde, çıkardıkları siyah bazaltik lav akıntıları görülmektedir. En genç koniler güncel koni görünümündedirler ve halk bunlara “Divlit” adını vermektedir. Bazı volkan konilerinde ise kraterler çifttir. Çalışma alanında yapılan araştırmalar sonucu Kula volkanitlerinin aralıklı üç ayrı evrede etkin oldukları saptanarak Burgaz volkanitleri; Elekçitepe Volkanitleri ve Divlittepe Volkanitleri olarak adlandırılmışlardır.
Kaplan köyüne yaklaşırken yolda gezinen iki adama rastladım. İsimlerini not almışım; Canan ve Emir. Durup muhabbet ediyoruz bir süre. Canan kamyon şoförlüğü yaptığını söylüyor. Köyde bu gün hayır yemeği dağıtacaklarını ve beni de yemeğe davet ettiler. Beni bisikletli görünce Canan çocukluğunda başından geçen bir olayı anlatıyor. Canan ve Emir köyde bir bisiklet bulup biniyorlar. Bisiklet eski ve frenleri tutmuyor. Çocuklarda deli cesareti olur ya öylece ikisi bisiklete binip yokuş aşağıya çılgınlar gibi gitmişler. Haliyle frenler tutmadığı için ilk dönemeçte tarlaya uçmuşlar ikisi de. O gün yaşadıklarını gülerek neşe içinde anlattılar bana. Hikayelerini dinledikten sonra yoluma devam edip köy çeşmesine vardım. Okulun bahçesinin duvarı boyunca çeşme yalağı yapılmış uzunca. Çeşme aynası da kalın biçimde duvardan yukarıya kadar çıkmış. Bir borudan yalağa su devamlı olarak akıyor. Suyun aktığı yerde köpükler var. Yerde kalın hortumlar duruyor.
Boru demirden olduğu için paslanmış epeyce. Herhalde deterjanla bir şeyler yıkanmış, yalağın içi köpüklenmiş.
Okulun bahçesinde üç iri taş üzerine kazan konulmuş. Altında odunlar yanıyor. Kazan üzeri büyük tencere kapağı ile örtülmüş.
Okulun bahçesinde Mayıs ayının çiçeklerinden mor salkımlı leylak açmış, kokusu ortalığa yayılıyor mis gibi.
Köylerde pek insan kalmamış, insanlar azalınca çocuklar da yok. Çocuklar da olmayınca köy okulu kapanıp taşımalı eğitime geçmişler. Okul binasında köylüler ortak alan olarak kullanıyorlar. Okulun duvarına ünlü şairimiz Nazım Hikmet Ran’ın şiirinden bir kuple yazılmış;
Yaşamak bir ağaç gibi
tek ve hür ve bir orman
gibi kardeşçesine
Bu gün pazar, köyde oturmayanları çağırmışlar hayır yemeğine. Diğer büyük şehirlerde oturanlar arabaları ile babalarının köyüne gelip toplaşmışlar köy okulun bahçesine. Bahçeye dikilen çam ağaçlarının gövdelerinin kalınlığına bakarsak okul binası çok eski olmalı. 60 yada 70 yıl olmalı. Ağaçların boyu da çok büyük.
Kestikleri hayvanın etleri kazanda pişiyor. Sürekli olarak dal parçalarını kazanın altına sürüyorlar.
Köz haline gelmiş ateş nar gibi kıpkırmızı renkte. Optik zoom ile çekiyorum yakınlaştırıp közü.
İki genç delikanlı yere serilmiş kilime uzanarak bilek güreşi yapıyorlar çocukluğundaki gibi. Böyle bilek güreşini yaşadıkları şehirlerde yapmaları olanaksız. İş, güç, hayat telaşı onları bir araya getirmiyor şehirlerde. Anca babalarının köyünde toplanınca bilek güreşi yapabiliyorlar. Güreş yapanlardan birisi İzmir’de mali müşavirlik yapıyor Bornova da. Köylülerin dediğine göre çocuklar okuyup üniversiteyi bitiriyorlar. Babaları gibi köyde hayvancılık ve tarımla uğraşmak istemediklerinden şehirlerde iş bulup kalıyorlar. Böylece köylerde insan kalmıyor. Bir yada iki kuşak sonra köyde kimse kalmayacak gibi.
Kazanda etlerin pişmesi uzun sürdü. Epey bekledim yemeğin pişmesini. Sonunda etler pişti ve etli pilav yedim bir tabak. Fazla oyalanmadan yoluma devam etmeliyim diyerek izin istedim. Çeşmeden sularımı tazeleyip dolduruyorum. Deminki köpükler kalmamış yalakta, su tertemiz akıyor borudan yalağa.
Toprak olan yolda gidiyorum tek başıma, kimseler yok, in cin top oynuyor arazide. Etraf maki ağaççıkları ile seyrek olarak yeşilliğe bürünmüş.
Bisikletle gidince her şeyi görüyorum. Bunlardan birisi hayatını, geleceğini garanti altına almak için sürekli uğraşan bok böceklerini görünce duruyorum. Bir yerden buldukları hayvan bokunu yuvarlak bir top şekline getirerek götürmeye çalışıyorlar. İki tane kara renkli bok böceği küçük taşların üzerinden güvenli bir yere götürmeye çalışıyorlar. Bu yuvarlak top boku yemek için değil. Yumurtalarını içine bırakacaklar. Zamanı gelince yumurtadan çıkan böcekler bu besin ile bir süreliğine karnını doyurup yaşayacaklar. Böylece nesilleri devam edecek. Bütün uğraş gelecek nesiller için.
Şimdiye kadar kimsenin geçmediği bu yerlerde tekerlek izlerimi bırakıyorum hafif ıslak toprağa.
Arazideyim ve tek başınayım. Bisikletim KUZ toprak yolda park etmiş durumda. Turuncu sosis çantam bagajın üzerinde güneşten parlıyor Etrafta maki çalılıkları. Bu resmi öne çıkan görsel olarak seçiyorum.
Bazı yerde yol yol olmaktan çıkmış. Ne giden olmuş ne de gelen. Yol otlardan neredeyse kaybolmak üzere. Gelip geçen olmayınca iz de yok. Ama yol buradan gidiyor, ben de yolu takip etmek zorundayım. Bu yolun beni hedefime ulaştıracağını biliyorum.
Kimseni geçmediği yolda sakince gidiyorum, tek başınayım. Yol hafif bir inişe geçti, ileride çeşme olduğunu öngördüğüm bir duvar gördüm. Ön tarafı da ıslaktı. İçimden çeşmede mola vereyim de bir kahve içeyim diye düşündüm. Tam çeşme önüne geldiğimde iki tane azman köpek serinlemek için yattıkları yerden beni birden bire görünce kalkıp havlamaya başladı. Ben de refleks olarak hemen bisikletimden inip savunma pozisyonumu aldım. Sanırım iri azman köpekler genç ve beni birden bire görünce korktular. Onlar da savunma pozisyonlarında sadece havlamakla yetiniyorlar şimdilik. Çünkü çeşme onların bölgesi değil ve koyun sürüsü ile birlikte gelmişler, çamurda serinliyorlar sıcaktan. Köpekler havlamaları kesilmiyor, etrafa baktım, biraz ötedeki yamaçta koyunların çıngırak sesleri geliyordu. Yamaçta otluyordu koyun sürüsü. Köpekleri nasıl def edeceğim diye düşünürken çobanın sesini duydum. Çobana avazım çıktığı kadar bağırmaya başladım;
Çoooobbaaaan çooobbaan, ulaaannn çoobaaaaaaaannn, gel de köpeklerine sahip çok çooobann
Çoban konuşmaya devam ediyor ve aşağıya inmiyor bir türlü. Derken daha iri bir çoban köpeği daha güçlü havlayarak sürünün olduğu yerden aşağıya inmeye başladı. Şimdi ayvayı yedim işte, bakalım nasıl defedeceğim üç köpeği. Bisikletimin ardında duruyorum kıpırdamadan, bir taraftan da çobana sesleniyorum. Üç köpekle baş başa onlar havladı ben çobana bağırdım bir süre. Sonradan gelen erkek çoban köpeği iki köpeğin babaları olmalı. Daha iri cüsseli ve sesi daha gür çıkıyor havlarken.
Neyse çoban aşağıya cep telefonunla konuşarak indi, yanıma gelince telefon ile konuşmasını bitirdi ve selam verdi. Çobana;
“Arkadaş o kadar bağırdım çağırdım niye inmiyorsun aşağıya, köpeklere yem mi edeceksin” diye söyledim. O da;
“Korkma bir şey yapmazlar” dedi. Gerçi korkmadım ama biraz tırstım desem yeridir. Daha beter durumlarda kalmış olsam de hepsini def etmesini bildim sonuçta. Şimdiye kadar bölgelerinden geçtiğim için havlayıp durdular, öyle ısırmak için saldıran olmadı. Aklıma nedense kediler daha sevimli geldi. Kedilerin yoldan geçen yolculara saldırdıklarını, ısırdıklarını görmedim. Sadece kendini sevdirmek için sırnaşanları, yiyecek istemek için miyavladıklarına denk geldim. Gerçi evde rotvaydır köpeğimiz var, onu sevip okşuyorum. Başkaları korksa da alışkınım iri ve güçlü köpeklere.
Çoban gelince köpekler haliyle susup çamurlu serin yere yattılar. Çoban ile muhabbet ediyorum, bir yandan da kahve takımlarını çıkarıp kahve yapmaya başladım. Koyun sürüsü kendisine ait olduğunu, bankadan kredi çekip tarla alıp çocuklarının okuması için geleceğe yatırım yapmaya çalıştığını anlattı. Yarım düzine çocuğu varmış. Dedim “Neden bu kadar çocuk yaptın” diye. O da “Allah rızkını verir” diye cevapladı. Kahve pişti, fincana döküp ikram ettim çobana. Kahve içerken çobanla birlikte elçek resim çekiyorum çeşmenin başına oturmuş olarak.
Kahveleri içtik, takımları çantaya yükledim ve çoban ile vedalaştım. Çoban sürünün başında koyunları otlatmaya devam etti, köpekler de sürünün önüne geçerek gözden kayboldular. Ben de ıssız arazide yoluma devam ettim. Buradaki tarlalarda ekilen buğdaylar yeni büyümeye başlamış.
Yeşil buğday tarlaların uzaklarında volkanik dağ görünüyor. Bölgedeki dağların, tepelerin bir çoğu kendini belli ediyor volkanik oldukları.
Yolum Emre köyüne vardı. Burası Yunus Emre ve Taptuk Emre’nin köyü. Hazır Emre köyüne gelmişken türbeyi de ziyaret edeyim dedim. Bisikletim KUZ beton taş döşeli yol kıyısında park etmiş durumda. Arkada çam ağaçları gölgesinde taş ile yapılmış türbe binası var. Solda kısa bir duvar ve demir kapı var. Sağda ise duvar yok ve üç basamakla çıkılan türbenin avlusu.
Burada Yunus Emre’nin mezarı olduğu söyleniyor ama kesin değil. Türbenin dışına mermer taşına kabartma olarak “Yunus Emre Hazretleri” yazılmış. Yazılı taşın etrafı çerçevelenmiş. Bu yazılı taş iki ayak üzerinde bahçede duruyor.
Türbenin duvarına aynı taş çerçeveli mermere “Tapduk Emre Hazretleri” yazılmış. Burası Taptuk Emre’nin dergahı. Ölünce de mezarını buraya yapıp türbeye çevirmişler. Kula belediyesi de türbeyi onarıp etrafı beton taş ile döşemiş. Buranın ziyaretçileri çok.
Türbenin içine girip ölmüşler için duamı edip çıkıyorum dışarı. Bisikletime binip yoluma devam ediyorum. Volkanik lav kayalarının dibinden geçiyorum.
Her yerde volkanik lav kalıntıları yok. Normal toprak rengi ve arazide uzun yalağı olan çeşme görüyorum. Çeşme sürekli aktığından az aşağısında küçük bir gölet oluşturmuş. Sürüler buraya gelip susuzluğunu gidererek bir taraftan da gölette serinliyorlar sanırım. Önümde bir taş yığını var, taşlar ufak.
Ekin tarlasında başaklar yeni çıkarak boy vermiş. Hafif rüzgara boyun eğip bir sağa bir sola, ağırlaşmaya başlayan başaklarını sallıyorlar dans eder gibi. Bir süre başakların dans edişini izliyorum. Başakları izlemek huzur veriyor. Ruhum benimle birlikte dinginleşiyor. Çünkü hızlı gitmiyorum ve ruhum geride kalmıyor. Doğada olmak ne güzel tek başına ve hür.
Sandal Divlit volkanı karşımda. Volkanın bana bakan tarafındaki krater duvarı yok, akıp gitmiş. Volkanın dibinde bir köy görüyorum, yolum oraya gidiyor ve akşam olmadan kamp yerini bulmam gerek.
Volkanın dibindeki Saraçlar köyüne geldim. Köyün içinden geçerken geniş okul avlusunu görünce direk daldım. Avlu tamamen beton taş ile kaplı. Tek katlı okul binası sarı boyalı ve eğitim olmadığı için bakımsız görünüyor. Bisikletim KUZ Atatürk büstünün olduğu kaide önünde park edip uzaktan okul binası ile resmini çekiyorum
Bu köyde kamp yapmaya karar verdim. Atatürk büstü önüne çadırımı kurdum. Çadırı kurarken meraklı köy çocukları da etrafıma toplandı. Çadırı kurduktan sonra gidon çantamdaki BayKuş kesemi aldım. Çocuklara bakkalı sordum ve gelin hep birlikte bakkala gidelim diye davet ettim. Çocuklarla bakkala gidip ne isterseniz alın bakalım deyince her çocuk kendi istediği şeyi aldı. Bisküvi, çikolata ve şekerleme. Dondurma henüz yok. Bir de lastik top alıp çocuklara verdim. Hesabı ödemeye gelince Bay Kuş kesemdeki bozuk paraları çıkarıp vereyim dedim. Kadın olan bakkal teyze nedense 5, 10 ve 25 Kuruş paraları kabul etmedi. “Neden?” diye sorunca “Burada geçmiyor” dedi. “Öyle şey mi olur, Türk parası nasıl geçmez” desem de bakkal teyze Nuh dedi peygamber demedi. 1 Liralık bozuk paraları kabul etti ve hesabı ödedim.
Çocuklarla beraber okulun bahçesine geldik. Beraber yeni top ile futbol oynamaya başladık. Çocuklar sevinçle top oynuyorlardı. Ben de onların sevincine ortak oldum. Hava kararmaya yakın, tam da ezan zamanında çocuklar evlerine dağıldı. Ben de akşam yemeğimi yiyeceğim ama bir türlü katlanır küçük sandalyemi bulamadım. Çadırın içine, çantalara defalarca baktım ama bulamadım. Neyse herhalde çocuklar aldı deyip yere matı serip oturdum. Akşam yemeğimi yedim, kahvemi pişirip içtim. Çay demlemedim çünkü köy kahvesi yakında olduğundan orada içeceğim çayı. Bir ara köyün muhtarı geldi, muhtara kimliğimi verip jandarmaya baktırmaya gitti. Sonra kimliğimi geri getirdi. Ben de kahveye gidip köylülerle çay içtim. Bir süre sohbet ettik. İçtiğim çay parasını ödemeye kalktığımda parasını almadı kahveci. Ben de teşekkür edip fazla geç olmadan çadırıma dönüp yattım. Bu gün Kaplan köyündeki hayır yemeği için çok durduğumdan az bir yol kat ettim. Ne yapalım bu gün yeter, nasıl olsa acelem yok.
Bugün yaptığım yol yaklaşık olarak 26 Kilometre civarı.
(Görme engelli arkadaşlar için betimleme yapılmıştır)
Hepimiz bir yerlerdeydik Başka bir yere geldik Değişen dünyanın sürecinde Karanlık bir sudan geldik
Ruhi Su
Öne çıkmış olan görsel, 23 Nisan Çocuk bayramı kutlamaları. Bir masada kız ve erkek öğrenci oturmuş. Arkasında kızlar, erkekler alkışlıyor okul bahçesinde.
Sabah erkenden kalktık, çadırları, eşyaları toplayıp kıytırığa yükledim. Buradaki kum denizinde pankartımızı bağlayacak ağaç pek yok. Bir tane okaliptus ağacının gövdesine bağlayıp diğer taraftan Sezer ipi çekip pankartı germiş oluyor. Hatıra çektirmek isteyenler resim çekiliyorlar. Olan baytar Sezer’e oluyor, kolları koptu germekten. Pankartta “Az bilinen antik kentler turu Hatırası, #abakheryerde #abakseninlegüzel” yazıyor. Bisiklete binmiş kadın ve erkek resmi, sadece başları delik. Burada başları çıkarıp resim çekiliyoruz. Bisikletler taş tekerlekli ve kadrosu kemikten. Ortada sütunlu tapınak var
Kahvaltıdan önce kahvemi pişiriyorum, yanımda bacanağım var. Birlikte resim çekildik. Bacanağım çömelmiş, ben sandalyemde oturmuşum.
Kahvaltıyı birlikte yaptık. Ketring Ayşe son kez kahvaltıyı sundu ve takımları toplayıp Aliağa’ya döndüler. Biz de yola çıktık, bu gün 23 Nisan Çocuk bayramı. Bademler köy ilkokulunda kutlayacağız. O yüzden erkenden, fazla oyalanmadan okulda olmamız gerek. Urla’ya ana yoldan değil de bahçeler arasından, trafiğin olmadığı yerden gideceğiz. En arkadan geldiğim için benden başka Enes ve Cem var. Bahçeler içinden geçen yeşil yolda bisiklete biniyorlar.
İzmir – Çeşme yoluna çıkmaya çok az kaldı. Arkadaşlar benzinlikte bizi bekliyorlar. Aradan onları görüyorum. Cem ve Enes önümde gidiyorlar.
Bizi bekleyenlerle buluştuktan sonra fazla zaman geçirmeden yola çıktık. Urla’nın içinden hızlıca geçip arka yola geçerek Bademler köyüne gideceğiz. Sarı çiçeklerin ardından yola çıkmış bisikletçiler giderken.
Urla’nın arka mahallesinde üstü kapalı, önü açık çeşme var. Yaz kış üç borudan sürekli akar. Tamamen beyaz kireç vurulmuş çeşmeye.
Üç borudan akan sular yalağa dökülüyor. Üç çeşmeyi sığacak şekilde çekiyorum.
Tek çeşmeyi daha yakından çekiyorum. Dibi yosun tutmuş çeşmenin.
Grubun arkasından ben de yola çıktım. Yol iniyor ve tekrar küçük bir yokuşu aşmak gerek. Epey arkalarda olduğumdan tüm bisikletçileri yokuşu çıkarken yakınlaştırıp çekiyorum. Beton direkler ve sarkan elektrik telleri de görüntüye girdi.
Tepeye çıkınca manzara da güzelleşti. Urla, Karantina adası, İskele, Çeşmealtı ve adalar manzarayı oluşturuyor deniz ile birlikte.
Düzlükte resim çektikten sonra Hakan fotoğraf makinesini alıp orada küçük bir sürüyü otlatan çobanı yakından çekiyor bir kaç poz. Kazak giymiş, üzerinde deri ceket, saçı sakalı kırlaşıp uzamış, soluna doğru derin bakışları atıyor.
Yüzü ve anlı kırışmış, şimdiye kadar neler yaşadığının derin izlerini oluşturmuş. Her kırışıklığın bir hikayesi olmalı ama çoban sessizliğini bozmadan her şeyi anlatıyor sanki. Ne şapkası var, ne güneş gözlüğü. Yüzü Güneşten yanmış gözlerini kısarak resim çeken Hakan’a bakıyor. Açık alınlı, kısa kır saçı sakalına karışmış, sigaradan sararmış bıyıkları ile dertlerini anlatamıyor bile.
Fazla yüksek olmayan tepeleri aşıp Bademler köyünün içindeki okulun bahçesine geldik. Okul bahçesinde Öğrenciler ve Öğretmenler toplanmış bizleri dört gözle bekliyorlardı. En son ben geldikten sonra hemen törenlere başladı çocuklar. Geleneksel hale gelen Az bilinen antik kentler bisiklet turunun bir özelliği olan 23 Nisan çocuk bayramını çocuklarla birlikte, çocuklar gibi kutlamak. Her zaman olduğu gibi en küçüklerden başlıyor gösteriler. Ana okulundaki öğrenciler oyunlarını bizlere göstermeye başladı.
Diğer öğrenciler kıyılarda toplaşmışlar gösteri yapanları izliyorlar yere oturmuş.
Üç erkek öğrenci merdivenin basamağına oturmuş elinde Türk bayrağı ve Türk bayraklı tişört gitmiş halde izliyorlar.
Sonra 1. sınıf öğrencileri çıktı sahneye. Kırmızı etek, beyaz uzun kollu tişört, önünde Atatürk resmi basılı oynuyorlar.
Gösteriyi sunan biri kız, biri erkek öğrenci mikrofondan gösteri yapanları sunuyorlar.
Karşı köşede ABAK bisikletçileri toplaşmışlar gösterileri izliyorlar. Çoğu oturmuş, bir kaç kişi ayakta. Solda kaide üstünde Atatürk büstü var.
ABAK bisikletçilerini komple kareye sığdırıyorum.
Erkek öğrenci şiir okuyor bizlere mikrofonla.
Henüz 23 Nisan çocuk bayramını bilmeyen Güneş ilk defa bayrama katılıyor. Annesi Şeyma de yanında. Turkuaz mavi elbiseler giymişler ana -Oğul.
Başka bir çocuk ta annesi Merve ile birlikte 23 Nisan çocuk bayramını kutluyor.
Bu yıl çocuklu ailelerin tura katılmalarını sağladık daha çok, Bebekler olduğu kadar daha büyük çocuklar da var. Feyzan ve kızı yere oturmuş gösterileri izliyorlar.
Öğrenciler Gelin ve Damat oyununu nikah masasına oturmuş olarak oynuyorlar.
Gelin ve Damadın arkasında çocuklar da onlara alkış tutarak eşlik ediyorlar. Bu resmi öne çıkan görsel olarak seçiyorum.
Şimdiye kadar tarih boyunca kurulmuş Türk devletlerinin bayrakları çocukların elinde bizlere tanıtıyorlar.
Küçük öğrenciler toplanmış olarak 23 Nisan şiirini okuyorlar.
Masal gibi küçük bir kız çocuğunun bayramı değil 23 Nisan ama ilk defa katılıyor annesi Senem ile. Masal elinde oyuncağı ile oynuyor.
Sıra geldi ortaokul öğrencilerine. Ellerinde püsküllü toplarla oyun oynuyorlar.
Sevimli Güneş’i başkasına verip yan yana oturuyor Şeyma ve Olcay. İkisini bir arada görmek zor.
Ortaokula giden kız öğrenciler grup dansı yapıyorlar seyircilere.
En son olarak ABAK bisikletçileri ile öğrenciler dans ediyorlar birlikte.
Törenler, gösteriler, şiirler bitti, sıra geldi öğrencilerin hediyelerini vermeye. Hazırladığımız hediye torbalarını çocuklara ABAK bisikletçileri tek tek veriyorlar sırayla. Bir erkek öğrenci hediye torbasını almış.
Ben de bir öğrenciye hediye torbasını verirken İlknur Sözündeduran çekiyor.
Sıranın sonuna kaçak olarak giren yaramaz çocuklar da var. Boyunu küçültmek için çömelerek giden Hakan sıranın sonunda. Boyunu küçültmeye gerek görmeyen bacanağım Selahattin de sırada hediye almaya çalışıyorlar. Elbette onlara vermiyoruz.
Uzun süredir görmediğim, turda da işlerinden dolayı pek konuşamadığım Esra Alkan ile sohbet etme fırsatı doğuyor. Birlikte resim çekiliyoruz bisikletlerimize binmiş olarak.
Bisikletim KUZ ve kıytırık yola çıkmaya hazır. Ben erkenden yola çıkacağım, o yüzden arkadaşlardan önce yola çıktım. Çünkü İnciraltı kent ormanından geçen ABAK katılımcılara kendi yerimde kahve pişirip ikram edeceğim. Erkenden gidip hazırlıklarımı yapmalıyım. Bisiklete binmiş yola çıktığım an.
Hakan ile birlikte yola çıktık, hızlıca İnciraltı kent ormanına vardık. Burada fotoğraf makinesini Hakan’a veriyorum. O da resim çekiyor kafasına göre. Ama güzel çekimleri var, bu işi biliyor. Zaten fotoğraf makinesini o vermişti. İnciraltı kent ormanı kıyıları kumluk ve sığ. Burada kum midyesi yetişiyor ve bu kum midyesini çıkarıp satanlar var. Balıkadam elbisesi giymiş midye çıkarıcıları, elinde kürek ve elekle akvades (kum midyesi) çıkarıyorlar. Deniz dibindeki kumları kürekle eleğin içine atarak eliyorlar kumları. Elekte akvadesler kalıyor. Bunları torbaya koyarak akşama kadar topluyorlar. Sonra alıcıya gidip tartarak satıyorlar ve iyi para kazanıyorlar. Bu akvadesleri İtalya’ya ihraç ediyorlar.
İnciraltı kent ormanına girdik, burada eskiden balık çiftliği dalyan vardı, şimdilerde dalyanın büyük bir bölümü toprakla doldurulup ağaçlar dikilerek kent ormanı oluşturuldu. İzmir’de en büyük yeşil alan burası. Dalyan lagüne dönüştü. Deniz ile bağlantısı var iki kanaldan. Sular yükselince deniz içeri akıyor, alçalınca dışarı akıyor sürekli. Kanalların biri küçük, birisi büyük. İkisinde de köprü var. Büyük kanalın üzerine yapılan köprünün ismi Barış Manço köprüsü. Hakan Sevin beni bisikletin üzerinde köprüden aşağı inerken çekiyor. Köprünün iki yanında mavi boyalı korkuluk demirleri var.
Lagün tarafı çok sığ, burada su kuşları gelip besleniyor. en önemli kuşlardan flamingo kuşları sürekli buraya gelip yemleniyor. Kanalın ağzında kamış olta ile balık avlayan birisi ayakta. Lagün üzerinde bazı yerler yosun ile kaplı. Karşıda Narlıdere dağları.
Lagünün daimi sahipleri flamingo kuşları için cennet sayılır. Burada rüzgarın durumuna göre yer değiştiriyorlar. Uzun ayakları sayesinde sığ olan lagün içinde gezinerek yemlerini yiyorlar bütün gün. Uçmadıkları zaman tüylerinden dolayı beyaz görünüyor. Kanatlarını açıp uçmaya başlayınca tüm güzelliği ortaya çıkıyor. Kanat altı ve uç kısımları turuncu ve siyah tüyleri ortaya çıkıyor. Bu görsel anı yakalamak için uzunca beklemek gerek. Uçmaya başlayınca beklemeye değdiğini göreceksiniz. Bir flamingo kuşu uçuyor deniz üstünde. Geniş kanatlarını açmış deniz üstünde turuncu ve siyah renklerini gösteriyor. Diğer flamingo kuşları geziniyorlar uzun bacakları ile.
Martılar denizlerin hakimi, her yerdeler ve hem denizi hem de karayı kontrol ediyorlar sürekli olarak. Bir martı çok yüksek olan aydınlatma direğindeki lambaya konmuş etrafı gözetliyor. Burada bir gerçeği söylemek istiyorum “Martılar telgraf tellerine konmaz!” Nedeni ise perde ayaklı olmaları. İnce telleri kavrayacak pençeleri olmadığı için telgraf tellerine tutunamazlar. Düz olan zeminlere konarlar.
Sonunda kahve yaptığım yer olan Çakalburnu’na geldim. İnciraltı kent ormanında, denizin kıyısında, tam da burun ucunda kahvemi yapıyorum. 2015 Yılının Ekim ayından beri İzmir de olduğum zamanlarda her Cumartesi günü kahve etkinliği yapıyorum. Burada kahvenin duvarı yok, çatısı da yok. Açık alan, bir ılgın ağacının dibinde Urim Baba’nın kahvesi. Hani soruyorsunuz ya dükkan nerede? Dükkanı kime bıraktın? İşte dükkan burası, kimseye de bırakmıyorum. Ben neredeysem dükkan orada. İzmir de en uygun yerde arkadaşlarıma, dostlara, tanıdıklara, tanıdık olmayanlara, yoldan geçenlere muhabbet eşliğinde kahve pişirip ikram ediyorum. Hem kahve beleş, sadece fal bakılmıyor. Arkadaşım Emre Kanat tarafından dron kamera ile havadan çekilmiş kent ormanı, ağaçları, çimenleri ve yolları görünüyor. Evim da karşıki yamaçta, yani buraya 4 Kilometre yakınlıkta.
Kendi yapımım olan kuş yuvasını ılgın ağacına bağladım. Belki bir kuş yuva yapabilir. Bu kuş yuvalarından çokça yaptım ve ormandaki ağaçlara astık arkadaşlarla birlikte. Çoğuna kuşlar yuva yaptığını gözlemledik ve her baharda yavrular yetiştiğini gördük.
Arkeologların İnciraltı kent ormanında, Çakalburnu civarında yaptıkları kazılarda elde ettikleri tek bulgu bir tablet oldu. Yapılan incelemede bu tablet pişmiş topraktan yapıldığı, yapıldığı zaman ise M.Ö. 8.000 yıl dönemine ait bir çalışma olduğunu tahmin ediyorlar. Bunun kanıtı tabletteki sol üst köşesindeki işaretten anlaşıldığını söylüyorlar. İşaretin ortasındaki 8 küçük üçgen belirtiyor yapıldığı tarihi. Demek ki bir bilinmeyen dönemle karşı karşıyayız. Turumuzun adından anlaşılacağı gibi Az Bilinen Antik Kentler turuna uygun bir yerdeyiz. Buraya o yüzden Urim Baba’nın kahvesi adı verilmiş. Tablette Urim Baba’nın kahvesi logosu basılmış. Bisiklet tekerleği, siyah bir tüy, ucu beyaz ve kahve cezvesi.
Ben Urim Baba’nın kahvesine gelip tezgahı açtıktan sonra ilk olarak Eczacı Demet geldi.
İlk gelenlere kahve pişirip ikram ediyorum. Kahve içerken resim çekiliyoruz, kahve tezgahı olarak üzer düz olan mermer blok taşını kullanıyorum. Bisikletim KUZ ve kıytırık solda. Toplam 7 kişiyiz.
Sonrasından tüm katılımcılar geldi, hepsine kahve pişirip ikram ettim. Kimseden para almadım, zaten kahve beleş. Kahve içerken her zaman olduğu gibi bol bol muhabbet edildi. Kahve değirmeni sürekli çalıştı, taze kahve çekildi. Kahve kokusu ormana yayıldı. Buradan İzmir de oturanlar evlerine dağıldı. Son kalanlarla birlikte Konak meydanındaki Saat Kulesinde turu bitiriyoruz.
Böylece bir turun ve tur yazısının sonuna geldik. Bu turdaki bir kaç yeri daha önceki yazılarımda yazıp paylaşmıştım. İlk defa Foça dan Mordoğan’a vapur ile geçerek bir yenilik yaptık. Elimden geldiği kadar resim çekip sizlerle paylaştım. Her resimde görme engelli arkadaşlar için betimleme yaparak onların da dünyasına gezdiğim yerleri bir derece göstermeye çalıştım. Yeni turlarda görüşme dileği ile
Bugün yaptığımız yol yaklaşık olarak 49 Kilometre civarı.
Bostanlı – Kuş cenneti – Seyrek – Panaztepe – Foça
Bir sergiyle geldi bahar Ne don vurur, ne meyve verir Öylece bir çiçek düşlemesi Ne güzel bir oyundur canım Taşlara bakan gözün çiçeği görmesi
Ruhi Su
Öne çıkmış olan görsel, Denizde yassı ada ve tepeleri olan ada. Kıyıda bina çatıları.
Merhaba sevgili dostlar, yine bir tur yazısı, her yıl tekrarladığımız Az Bilinen Antik Kentler Bisiklet Turu, kısacası ABAK turunu anlatacağım. Bu kez değişik bir rota, İzmir körfezini komple dolaşacağız. Turda Foça’dan Mordoğan’a vapur ile geçeceğiz. Bu ABAK turlarındaki değişiklik ilk kez olacak. 8. ABAK bisiklet turunu yapacağız bu yıl. Her yıl olduğu gibi tur için toplantılar, verilecek hediyeler, belediye ve kurumlarla görüşmeler yapıldı. Tur için keşifler, kamp yerleri, mola yerleri ve vapur için İzmir büyükşehir belediyesinden bir vapur ayarlandı. Her yıl çocuklarla birlikte kutladığımız 23 Nisan çocuk bayramını kutlamak için okulumuzu seçtik. Okul müdürü ve Öğretmenlerle görüştük, kutlama programını ve saatini ayarladık. Uzun uğraşlara değdi bu çalışmalar. Ve tur için bisikletim KUZ ve kıytırık hazırlanıp gerekli eşyalar ve malzemeler ayarlandı.
Bahar aylarının güzel bir sabahında ağaçlarım yapraklandı, çiçekler açtı ve arılar nektarını sabahın erken saatlerinde toplamaya başladığında hazır olan bisikletim KUZ ve kıytırık ile evimin kapısında resim çekiyorum.
İlk olarak Üçkuyular vapur iskelesine gelip arabalı vapuruna binerek Bostanlı’ya vardım. Bostanlı’daki tören meydanında toplanmaya başladı tura katılacaklar. Katılımcılar bisikletlerini park etmiş sohbet ediyorlar. Tören meydanında beş tane direkte Türk bayrakları dalgalanıyor.
Meydanda takım elbise giymiş Atatürk heykeli var. Giderek katılımcılar çoğalmaya başladı.
Tüm katılımcılar meydana geldi, kayıtları yapıldı, hediye torbaları tek tek verildi ve hepsini uzaktan çekiyorum meydanda. İki yanda beşer Türk bayrakları ve ortada Atatürk heykeli.
Her zamanki gibi turda görevlerimden birisi artçı olarak katılımcıları süpüreceğim. Bu yıl kadınlar, evli çiftler ve çocuklu çiftler çoğunlukta. Eh çocuklar uslu oturacak değil ya, huysuzluk yapacaklar. Onlardan birisini sakinleştirmek için annesi ve babası epey uğraştılar. Bazen durduk, o yüzden çok gerilerde kaldık ve grup önden gidince bir daha yakalamanın olanağı olmadı. Anca Maltepe köyüne gelmeden ilk Antik kent olan Panaztepe de grubu yakaladık. Tepedeki kazı alanına doğru çıkan arkadaşlar patikadan tek sıra halinde yürüyorlar. Tepe tamamen yeşil çimenlerle kaplı.
Yukarı yavaş adımlarla çıkanların arkasında gidip onları yakalıyorum.
Sanki zafer kazanmış komutan edası ile kadehini havaya kaldırmış birisi. Taşa oturmuş elinde su matarası yokuşun yorgunluğunu dinlenmekle hallediyor.
Kazı alanına, tepeye ulaştık. Burada ara sıra kazılar yapılıyor. Definecilerin kaçak kazıları resmi kazılardan fazla sürdüğü kesin. Kalıntıların taş duvarlarına oturmuş iki kişi elindeki cep telefonuna bakarken çekiyorum Hava serin ve rüzgarlı olduğundan uzun kollu giyinmişler.
İki sıra taş duvar kalıntısından başka yüksek bir yapı yok.
Bu yapı büyük bir tapınak olduğunu sanıyorum. İç kısımda arkadaşların kimisi ayakta geziniyor, kimisi yere oturmuş rüzgardan korunuyorlar.
Oturanlar ve yan gel Osman, üç dönüm bostan misali Fırat yere uzanmış cep telefonuna bakarak oyalanıyor. Yanındaki iki kişi de oturmuş cep telefonunda bir şey var mı diye bakıyorlar.
Artık herkes dilediği kadar cep telefonu ile resim çekmekle serbest. Birisi elini kaldırmış cep telefonu ile resim çekerken duvara dayanmış iki kişi burası ile ilgili bilgileri anlatan arkeolog arkadaşı dinliyor.
Yan gelip yatanlardan birisi de canavar-ül velosipet Enes. Duvara yarım dayanmış uzun oturuyor. Yanında da bacanağım cep telefonu ile resim çekmekten ara vermiş bana bakıyor.
Aramızda kabak kemane sanatçısı ve eşi poz veriyor, kafalarında kaskı çıkarmayı unutmuşlar, gözlerinde güneş olmasa da gözlükler var. Dişlerini göstererek gülümsüyorlar resim çekilirken.
Eskişehir’den katılan üniversitede öğretim görevlisi Çiğdem Suzan bir taşın üzerine oturmuş bana poz veriyor çekerken.
Denizli’den katılan eczacı Demet Ertaylan duvarın kenarına oturmuş aşağıdakilere bakıyor.
İsmail’in pilotu Hasan da duvar dibine oturmuş, güneş gözlükleriyle gülümsüyor.
Yüksekten aşağıda kalan tarlaları çekiyorum, henüz bir şey ekilmemiş sanki, yeşillik yok. Kıvrılıp giden asfalt yol tepenin dibinde gidiyor sola doğru.
Aşağıda park etmiş bisikletler ve bekleyen bir kaç kişiyi çekiyorum.
Yukarı çıkmayan 6 kişiyi yakınlaştırıp çekiyorum. Bunlardan birisi artık çok az gören İsmail Odabaşı. Antik kenti görmesine gerek yok. Bisikletim KUZ park halinde sessizce bekliyor yol kıyısında.
Tepeye çıkarken yoruluyor insan ama iniş yorulmaktan ziyade daha zor oluyor çıkmaktan. Artık tek sıra inmeye başladılar.
Ben de aşağı indim kısa sürede, yukarıdan hala gelenler var.
Antik kenti merak etmeyen ve fırsattan istifade otlara serilip yatanlar var. Bunlardan iki kişi otların arasında kamufle olmuş.
Çocuklu bir aile kız çocuklarını römorka bindirmeye hazırlanıyorlar.
Uzun yıllardır tanıdığım arkadaşım, daha bisiklete yeni binmeye başladığım yıllardan beri bir çok turda beraber bisiklet sürdük. Bu kişi Nilgün Bilgin’den başkası olamaz.
Bu bölge de Eurovelo bisiklet rotasına dahil oldu yakın zamanlarda. Belediye ile yapılan çalışmalarda rotalar belirlendi ve tabelalar takıldı direklerin üstüne. Bu tabelada yönleri, yer isimleri ve kaç kilometre mesafede olduklarını belirtilmiş. İzmir’in güney rotası daha önce belirlenmişti, şimdilerde kuzey tarafı da Euroveloya dahil olunca bir şekilde iki rotayı bir seferde yapacağız bu turda. Tabelada; Seyrek 8 km, Maltepe 3 km ve buradaki yer olan Panaztepe’yi belirtmişler. Tabelaya yanlış olarak Palaztepe yazlmış.
Herkes aşağıya inince yola çıktılar, ben de geride kalanları yola çıkardıktan sonra arkalarından gitmeye başladım. Hava serin ve rüzgarlı olduğundan bisikletleri hızlı sürüp ısınmaya çalışıyorlar herhalde. Grup yine kayboldu ama gittikleri yeri bildiğimden hiç acele etmiyorum. Köylerden geçip Foça yoluna çıktım. Bu yolda Pers Mezar Anıtı var. Onun resmini uzaktan çekiyorum. Mezar yoldan biraz içeride olduğundan girmiyorum. Zaten kimseler de yok. En arkada ben varım.
Yolda kahverengi tabelaya Pers Mezar Anıtı, The Persion Monumental Grave yazılmış. Hem Türkçe, hem İngilizce. Üstünde de Eurovelo bisiklet rota tabelası takılmış.
Römorkum kıytırık yüklü ve ağır, Foça’ya gelmeden önce biraz sert yokuşu ağır aksak çıkıyorum rüzgara karşı. Tepeye varınca bisikletimi park edip biraz nefesleniyorum. Ağacın birine sırtımı yaslayıp dinlenirken sevimli bir yaratık çıkageldi yanıma. Bu sevimli köpek yavrusu insanlardan sevgi bekliyor ve onun bu isteğini yerine getiriyorum. Biraz sevip okşuyorum yavru köpeği. O da seviniyor ve birlikte resim çekildik. Bisikletim KUZ ve kıytırık önde. Kıytırığın arkasında iki Türk bayrağı çubuklara takılı.
Tepeden inmeden önce Foça’nın yukarıdan manzarasını çekiyorum. Şirin bir kasaba doğal güzelliğini kaybetmemiş, fazla büyük ve yüksek binalar olmadan da bir kasaba var olur. Yeter ki aç gözlü insanlar bu güzel kasabayı talan etmesinler. Doğal güzelliğine güzellik katan denizdeki bir çok ada manzarayı tamamlıyor.
Tepelerde topraktan fışkırmış kaya kümesi doğal güzelliği ile hayran bırakıyor.
Adalar kıyıya fazla uzakta değil ve bu adalar Foça kasabasını bir şekilde denizin hırçınlığından koruyormuş gibi. Bu resmi öne çıkan görsel olarak seçiyorum.
Kamp alanına geldim, benden önce herkesin geldiğini Olcay ile konuşarak anlıyorum. Geçen seneki ABAK turunda beklediğimiz Güneş turdan hemen sonra, İşçi bayramında doğdu ve neredeyse bir yaşına basmak üzere. Güneş babasının kucağında bir poz veriyor. Ben çekerken dikkatlice bana baktığının farkındayım.
Kamp alanında millet kıyıya köşeye çekilmiş rüzgardan korunaklı yere çadırını kuruyor. Bisikletim KUZ ve kıytırık park etmiş okaliptüs ağacının dibinde. Zemin Arnavut kaldırım taşı döşeli, Kamp alanı deniz kıyısında.
Hafif yüksek bir kayalığın ardına kimisi çadırını kurmuş bile.
Burası bir derece rüzgar almıyor.
Burası belediye plajı ve yelken kulübünün olduğu yer. Henüz sezon açılmadığı için plaj işletmeye açılmamış, Hakan Sevin benden önce geldiğinden sandalyelerin arasında kuytu bir yer ayarlamış bana. Çadırımı oraya kuruyorum, eşyaların bir kısmını çadıra koyup yatılacak hale getirdim. Sonra dışarı çıkıp Hakan’ı yakından çekiyorum bir poz. Omuzundan çapraz takmış çantanın kemeri mavi rüzgarlığın üstünde. Bana öylece garip garip bakıyor.
Burada yelken kulübü ve yelkenli tekenler var. Hayalimde olan böyle yelkenli bir kano mutlaka yapacağım. Yeni ufuklara yelken açacağım.
Yakındaki adalar sayesinde dev dalgalar kıyıya ulaşmadan sönmüş oluyor. Hava sert bir karayel esiyor. Denizde küçük dalgalar kıyıya ulaşmıyor bile. Ama gece soğuk olacağının işareti denizden geliyor sanırım. Umarım yarın deniz durulur da vapurla sorunsuz Karaburun’a varırız.
Her zaman olduğu gibi bu yıl da yemekçimiz ketring Hatice. Leziz ve doyurucu yemeklerini afiyetle yine yiyeceğiz. Akşam olunca yemeği getirip gönüllülerle birlikte dağıttılar. Herkes karnını doyurdu, akşam kapalı alanda toplaşıp çaylarımızı içerek sohbet ediyoruz. Uyku kapının ardına gelince fazla geç olmadan çadırıma girip yatıyorum mışıl mışıl.
Bugün yaptığımız yol yaklaşık olarak 67 Kilometre civarı.