Aylık arşivler: Mart 2018

V. Az Bilinen Antik Kentler Turu 2. Gün

5. Az Bilinen Antik Kentler Turu 2. Gün

22 Nisan 2016 Cumartesi

Urla içmeler – Urla İskele – Sığacık.

(Kör arkadaşlar için betimleme yapılmıştır)

(Bazı resimler Gürel Gürselp ve Ferdi Kızıl’a aittir)

 

Dövüşmek ancak ona yakışırdı

Ona yakışırdı aşklar ve yolculuklar

Yoktu bağlandığı herhangi bir şey

Bulutlar gibi çekilip giderdi seslerin arasından

Ne bilir ömrün değerini bir çılgın

Yalnızca kendini yaşamayı nereden bilebilir

Ve başarısız eylemler çağında o

Kaçabilir mi binlerce kez ölmekten

Ahmet Telli

 

Öne çıkan görsel, bin yıllık zeytin ağacının gözdesi etrafında el ele tutuşmuş bisikletçiler.

Güzel bir uykunun ardı güne iyi başlamaktır. Güneşin ilk ışıkları kamp alanına vurunca gece esen rüzgarın dindiğini anlıyorum. Kalkar kalkmaz eşyaları toplayıp kıytırığa yükledim. Sabah kahvaltısı da hazırlanıyor bu arada. Rüzgar var diye gece binaların arasına çadırları kurduk. Yemek masaları da burada. Kahvaltıyı afiyetle yiyoruz ve hemen eşyalar bisikletlere yüklenmeye başladı bile. Turda destek aracı yok o yüzden herkes kendi eşyasını kendi taşıyor.

Okaliptüs ağaçları etrafta, ortada masalar. Kimisi masada oturmuş kimi ayakta sohbet ediyor. Güneş bahçeye vurmuş iyice aydınlık ortalık.

Ben de bu arada fincanlarımı çıkarıp kahve pişirmeye koyuldum.

Dört kahve fincanı ve dört kahve tabağı.

Beni mutlu eden Mustafa Güven’e tekrar teşekkürler. Bunu kahve içerek kutlamalıydık. Şanslı olan iki kişi daha aramıza katıldı, Fırat Okutucu ve Doktorlarımızdan Burcu Koçay. Böylece yeni fincanlarımızla ilk kahvemizi kuytu bir köşede içmiş olduk. İlk defa fincan tabaklı kahve içtik ama fala bakmadık, Urim Baba’nın kahvesinde fal bakılmaz.

Tesisin odalarının arka tarafında dört kişi oturmuşuz elimizde fincanlar kahve içerken. Kıytırığın üçgen turuncu ve sarı bayrakları da resmin sol tarafında.

Herkes hazır olunca gönüllü ekip ile masa ve sandalyeleri işletmenin deposuna kaldırdık el birliği ile.

Üstü kapalı yarım yuvarlak bir baraka, iki yanı da açık. Masaları söküp yerleştiriyoruz. Okaliptüs ağaçları burada da var.

Artık tura başlanmalı diyerek yola çıktı grubumuz. İlk durak eskiden karayolu olan deniz kıyısındaki tarihi İskender köprüsü. Burada resim çekilmeden olmaz deyip pankartımızla resim çekiliyoruz hep birlikte.

Köprü taştan yapılmış, iki tarafı da yıkıldığından biraz yüksekte. Köprünün yüksekliği bir adam boyu, uzunluğu da 15 metre civarı. Üç tane gözü var, ortadaki büyük, yanlardaki küçük kemerli göz. 70 kusur kişi kimi köprünün üstünde ayakta, kimisi kıyılara oturmuş. Kimisi de köprünün önünde. Az bilinen antik kentler turunun pankartı önde.

Biz artçılar olarak Doktor Mete ile ayrıca kendi resmimizi çekiliyoruz. İkimizde birer kolumuzu kaldırmış selam veriyoruz. Solda bisiklet canavarı Enes bisikleti ile uğraşırken. Köprünün ardı deniz, önü ise kumsal. Köprü üç gözlü yapılmış.

Ana yoldan Urla kavşağına kadar gelip biraz geri gittikten sonra ara bir yoldan Urla İskele mahallesine geliyoruz. Burada grubu ikiye ayırdık. Bir grup Klazomenai antik kenti gezecek, diğer grup ta tarihi gemi yapım atölyesini gezecek. Ben antik kenti gezen gruba katıldım. Antik kentte kazılar devam ediyor bir yandan. Sadece burası değil başka yerlerde de kazılar yapılıyor bölüm bölüm.

Yerde çakıl taşları dökülmüş yürümek için, karşıda saz çatılı bir yapı görünüyor. Bu yapı zeytin yağı işliği. Solda tarla, tarlada otlar biçilmiş, balya halinde duruyor bir kaç tane.

Çatısı sazlardan yapılmış iki yapı var alanda. Birisi yağ işliği, diğeri kuyunun üstünü örtüyor. Ahşap iskeletin üzerine demetler halinde kalın bir tabaka bağlanmış. Yağmur, sıcak, soğuk geçirmeme özelliği var. Yalnız işçilik önemli, işi ve işçiliği iyi yapmak gerek.

Saz çatının yakından çekimi, ahşap iskelet ve yandan saz demetleri çatıyı örtmüş.

Saz çatının anlı böyle kesilmiş, sazların kalınlığı 8 mm olacak. Sıkı demetler halinde bağlanacak ki üstten yağan yağmur alttaki sazdan aşağı kayıp gitmeli. Saz tabakasının kalınlığı 40 – 50 cm civarı.

Klazomenai (Antik Yunanca: Κλαζομεναί), İzmir körfezi’nin güney sahil şeridi üzerinde, İzmir’in 38 km batısında, Urla belediyesi sınırları içinde bulunan tarihi İyonya kenti. Oniki İyonya kenti arasında anılır. Urla’nın doğusunda uzanan sahil şeridi için kullanılan Kilizman ismi, bu antik kentten kaynaklanmaktadır.

Klazomenai kentinin kalıntıları bugün Urla ilçesinin İskele Mahallesi’nde, denize komşu tarlalarda ve kıyıya yakın Karantina Adası üzerinde bulunmaktadır. İskele Mahallesi’nin antik çağda bir Yarımada oluşturduğuna dair bulgular mevcuttur. Kazıları Ege Üniversitesi adına 1981’den günümüze yürütülmekte olup, tarihi MÖ 4000 yıllarına kadar uzanan ve günümüzde kazıları ayrı bir organizasyon içinde sürdürülmekte olan Limantepe Höyüğü’nün komşusudur.

Nüfus olarak nispeten küçük bir yerleşim merkezi olmakla birlikte, Klazomenai, çoğu kuruluşunun ilk dönemi olan MÖ 7. yüzyıldan kalma ve günümüzde kentin adıyla anılan terrakotta lahitleri ve yine kentin adı ile anılan siyah figürlü yerli seramikleri (Kuzey İyonia kentlerinin kendilerine özgü yaban keçisi stilindeki seramik dahil) ile ün kazanmış olup, önemli bir seramik üretim merkezi olduğu kabul edilmektedir.

Klazomenai ayrıca zeytinyağı ticaretinde isim yapmıştır. Kalıntıları arasında yer alan ve MÖ 6. yüzyıla tarihlenen zeytinyağı işliği tanımlanabilen en eski zeytinyağı üretim tesisidir ve bu tesiste 2004-2005 yılında Ege Üniversitesi koordinasyonunda restorasyon ve yeniden inşa çalışmaları gerçekleştirilmiştir. Sitte aynı tarihlerden kalma ve zeytinyağı işliği ile bağlantılı bir demirci işliği de bulunmaktadır. Mayıs 2007 de deniz yatağının altında MS 7. yüzyıl sonuna tarihlenen çıpa ve diğer buluntular ortaya çıkarılmıştır. Bu çıpayı da keşfedilen en eski gemi çıpası olarak anan kaynaklar mevcuttur.

Pausanais’a göre Klazomenai ve Phokaia’da birer eski Yunan kolonisinin kuruluşu Ege Denizi kıyılarındaki diğer İyon kolonilerine göre daha geç tarihlidir. Klazomenai’de İyon göçmenlerine ait olan arkeolojik izler şimdilik en erken MÖ 10. yüzyılın ortalarına, bir başka deyiş ile geç protogeometrik döneme aittir. Akropol yer alması muhtemel kutsal alanın da MÖ 8. yüzyıl sonlarından itibaren etkin olduğu söylenebilmektedir. Bu durum Pausanias’ın, Klazomenai’nin diğer İon kentlerine göre daha geç bir yerleşim olduğu hakkında vermekte olduğu bilgilerle uyumlu görünmektedir. Pausanias ayrıca, Klazomenai ve Phokaia’nın İyonlar Asya’ya gelmeden önce yerleşime sahne olmadıkları bilgisini vermektedir ki, bu bilginin yanlışlığı Limantepe ve Panaztepe höyüklerinin keşfedilmesiyle anlaşılmıştır.

Klazomenai kuruluşunun ilk evrelerinde Kimmerlerin Frigya Krallığı yıkan saldırılarından payını almış, daha sonra da Lidya devlerinin kuşatmasına maruz kalmıştır. Trakya’da Nestos nehrinin (Türkçe’de Karasu) bereketli alüvyon ovasında ilk kuruluşu MÖ 650 civarında Klazomenai tarafından gerçekleştirilen Abdera kolonisi, buna yakın bir tarihte Miletos’la birlikte yine Trakya’nın Karadeniz sahilinde kurulan Kardia kolonisi, Klazomenai kaynaklı kolonizasyon hareketinin bilinen ilk örnekleridir. Miletos önderliğinde Marmara Denizi ve Karadeniz kıyılarında kurulan ve sayıları 70’e ulaşan kolonilerin birçoğunun kuruluşuna, diğer İyonia kentlerinin yanı sıra Klazomenai’nin de katıldığı anlaşılmaktadır. Herodot’un aktardığı, MÖ 7. yüzyılda İyonya kentlerinin Firavun Psammetikhos döneminden itibaren Mısır’la paralı askerlikle başlayan ilişkilerine Klazomenai de katılmıştır. Arkaik dönem yerleşimi Pers imparatorluğu işgaliyle birlikte MÖ 546 civarında kesintiye uğramış, ve kent alanı 20-25 yıl terkedilmiştir.

MÖ 6. yüzyılın son çeyreğinden itibaren ise, Klazomenai’de özellikle zeytinyağı ihracatına dayanan canlı sanayi ve ticaret faaliyetleri belirmektedir. MÖ 499-494 arasında İyonya kentlerinin Perslere karşı ilk isyanının başarısızlıkla sonuçlanması sonrasında Perslerin ılımlı politikalarının sona ermesinden Klazomenai de etkilenmiştir. Şehir sakinleri anakaradaki topraklarını terketmişler, Pausanias’ın aktardığı şekilde “Pers korkusu yüzünden adaya geçmişlerdir”. Kent MÖ 487’den itibaren Atina tarafından kurulan Attik Delos Birliği’ne düzenli olarak vergi ödemiştir. Peloponez Savaşı esnasında Klazomenai önce Atina’nın yanında yer almış, ancak Atina’nın MÖ 413’de Sicilya’da Sparta’ya karşı bozguna uğraması sonrasında Sparta saflarına geçerek, anakarada yer alan Polikhne’yi (Balıklıova) tahkim etme denemesinde bulunmuşlardır. Atina hakimiyetini kısa sürede yeniden kurmuş, ayaklanmanın önderleri Daphnus isimli yerleşmeye kaçmışlardır. MÖ 405’de Spartalı komutan Lysandros’un kısa ömürlü Anadolu’da egemenlik kurma girişimi esnasında da, Klazomenai’den bir kesimin isyan teşebbüslerini tekrarlayarak anakarada adaya yakın Khytron adlı bölgede bir kent kurdukları anlaşılmaktadır. Adadaki Klazomenai ile anakaradaki Khytron arasındaki savaş hali uzun süre devam etmiş, Klazomenai bu dönemde İzmir Körfezi kuzeyindeki, Gediz nehri’nin eski deltası yakınındaki arazilerde küçük bir kolonizasyon hareketine girişerek, günümüzde Üçtepeler, eski kayıtlarda Kilazmanı olarak anılan bölgede Leukai kolonisini kurmuştur. Büyük İskender, Anadolu’da Pers egemenliğine son vermesi sonrasında Klazomenai’nin üzerinde yer aldığı adayı (Karantina adası) bir yol ile karaya bağlamıştır. Roma İmparatorluğu döneminde MÖ 188 tarihli Apameia barışı sonrasında Klazomenai Romalılar tarafından özgür bırakılan kentler arasında yer almaktadır ve Drymoussa (Uzunada) adasının da kent topraklarına katılmasına izin verilmiştir. 5. yüzyılda adadaki kentin terkedildiği anlaşılmaktadır.

Kazı çalışmasının yapıldığı alan. Yuvarlak taş örülü bir kuyu, üzerinde demir ızgara ile kapatılmış girilmesin diye. Kazılarda ortaya çıkmış üç tane kocaman yağ saklama küpü. Üzerleri tahta kapak ile kapatılmış. Daha ileride demir profil ile yapılmış üstü kapalı kazı alanı. Eski evlerin dikdörtgen duvar kalıntıları kazıda ortaya çıkmış durumda.

Yağ işliği içine giriyoruz, içerisi loş bir aydınlık ama görebiliyoruz neler var. Bazı yerlerde hala kullanılan kocaman bir taş çanak ve iki değirmen taşı. Taşlar ortadan delinip bir metrelik bir dingil ile dikdörtgen dik kalın bir direğe tutturulmuş. Dik duran direk döndürülünce iki değirmen taşı direğin ekseni etrafında çanakta zeytinleri ezme işini yapıyor.

Değirmen taşlarının yanında geniş ağızlı bir kulplu küp duruyor.

Bir başka zeytin yağı çıkarma yöntemi. Presle sızma zeytin yağ üretim aracı. Altta keçe bir örtü, 10 metre uzunluğunda kalın iki direk. Ucunda yine keçe, arada zeytin taneleri konuyor çuvalların içinde. Direklerin diğer uzunda iplerle ağırlık taş bağlanmış. Ezilecek yere yakın olarak destek konulmuş, destek en uçta. Kaldıraç örneğinde olduğu gibi.

Ağırlık taşı ve buna ek olarak iplerle çark sistemi kurulup daha da sıkıştırmak için mekanizma kurulmuş. Kalın yuvarlak bir mile ip dolanmış yukarıda direğe bağlı. Milin ucunda delikler, bu deliklere levye sokularak mili döndürmeye çalışılıyor. Mil geriye kaçmasın diye destekler var.

Taştan oyulmuş lahitler, çevrede kazılarda bulunup buraya koruma amaçlı getirilip sergileniyor. Kimi kapaksız, kiminde kapak var.

Bizim grup yağ işliği gezisini bitirip dışarı çıkmaya başladık. Diğer grup çıkmamızı bekliyor kapı girişinde.

Girişte büyük bir havuz var, havuzun içinde de kırmızı balıklar yüzüp duruyor usulca. Aralarında tek tük beyaz renkli siyah lekeli balıklar da var.

Havuzun en güzel yanı nilüfer çiçekleri, tam da yeni açmış, kimisi tomurcuk halinde açmaya hazır. Kökleri havuzun dibinde, gövdesi su yüzeyine yükselerek çıkmış. Kocaman tabak gibi yayvan yaprakları su yüzeyini kaplamış durumda. Çok az bir alan kalmış su yüzeyi, neredeyse tamamen örtülü yapraklarla. Yaprakların üstünde kolayca küçük böcekler suya değmeden gezinebilirler. Bahar ayının getirdiği güzellikler kendini belli ediyor. Nilüfer çiçekleri havuzun tabanından uzanan sapları ucunda dört çanak yaprak, yaprakların arasından fışkırarak bize güzelliğini sergiliyor. Beyaz renkli, iç içe üç sıra taç yaprakları bir gelinlik gibi. Ortasında üreme organları davetkar kokusu ve parlak sarı renkleri ile döllenmeyi yapacak böcekleri kendine çekiyor. Ödül olarak ta çiçek özü ve polenler oluyor böceklerin.

Havuzun bir kıyısında sazlar ince yeşil gövdeleri ile sudan yarım metre yukarı çıkmış.

Saz demeti havuzun kenarında ayrı bir görsellik katmış. Kamışların ucunda püsküllü çiçekleri açmış durumda ama çiçekler yeşil renkte, salkım saçak. Havuzun ötesinde kazı evi, önünde teras. Terasın üzeri kargılardan yapılmış örtü ile gölgelik yapıyor.

Bahçenin küçük serin evinde,

Amberlerin ve okaliptüslerin altında

İçinde tek bir kırmızı balığın bulunduğu

Sarı havuza yakın

Sepetçi söğüdü kokan serin evde

Bir deniz pusulası buldum

Zamanın ne göstereceğini ondan öğrendim.

Giorgos Sepheris

Nilüfer çiçekleri altında bir tane kırmızı balık yüzüyor usulca.

Deniz kıyısındaki geçmişte kullanılan gemi yapım atölye ve müzesine geldik. Bisikletleri park edip içeriye giriyoruz. Girişte ilk olarak Uluburun batığı olan gemi karşılıyor. Batık geminin kopyası yapılıp burada sergileniyor.

Müzenin etrafı tel çitlerle çevrilmiş, giriş için ücret ödenmiyor. Girişte pankart asılmış, pankartta Ankara Üniversitesi Mustafa V. Koç Deniz Arkeoloji Müzesi yazılmış. Burası deniz kıyısında.

Ahşaptan yapılmış teknenin ön kısmında bulunan 1.5 metre uzunluğunda kare biçiminde teknenin altından gelip önden çıkan direk. Su içinde kalan bu direk teknenin sağa sola sapmadan doğru gitmesini sağlıyor.

Resmi tam direğin önünden çekiyorum, gövdenin aynası burnu oluşturuyor. Yanlardan hafif genişlemesi tam simetrik görünümünde. Tekne takozların üzerine oturtulmuş. Yerde yeşil otlar bitişerek çakıl taşlarını örtmüş durumda.

Aynı teknenin iç kısmı kürek çekenlerin oturma yerleri arkaya doğru sıralanmış. 12 Sıra görünüyor, yelkeni ve direği yok. Kürek çekerek hareket ediyor denizlerde. Gövde tahtaları birbirine kalın iplerle çapraz bağ ile birleştirilmiş.  Gövde yanları ve taban dahil bütün birleşim yerleri aynı iplerle örülmüş. Kürekler de küçük tek kişinin yandan denizde çekecek biçimde. Bir kaç kürek sıraların üzerinde duruyor.

Rehberimiz bize geçmişte kullanılan tekneleri ve yapım tekniklerini anlatıyor. Bizlerde dinliyoruz can kulağıyla. Başımızda bu senenin buffları var yeşil renkte.

Başka büyük ahşap bir tekne. Bu tekne yelkenli ve rüzgarın olmadığı havalarda kürek ile de gidebiliyor. Teknenin çoğu yer boyasız, sadece ön kısmı kahverengiye boyanmış. Balığa benzer bir göz beyaz renkte boyanarak teknenin daha güzel görünmesine neden olmuş.

Bir zamanlar denizin dibini gözlemlemek için kullanılan altı geniş üstü dar tahta bir fıçı. Bir tane yuvarlak cam üst kısımlara doğru sekiz civata ile tutturulmuş. Üstte, altta ve cam bölmenin altında demir çember ile sağlamlaştırılmış. Üstte ve altta artı biçiminde tahtalar konulup dört tane ip ile bağlanmış.

Sazdan yapılmış büyük bir tekne. Tam ortada alt kısmı açık, üstte birleşen iki direk. Yedi tahta yatay konularak merdiven gibi olmuş. Yukarıdan aşağı iki taraftan halatlar bağlamış. Teknenin gövdesi sazlardan yapılarak birbirine bağlanmış.

Yarım yuvarlak yapılmış branda kaplı bir atölyenin dışarıdan içerisi, branda aralığından görüntüsü. İçeride marangoz makineleri, planya, bıçkı makinesi, tekneler, tezgahlar ve keresteler görünüyor. Burada arkeologlar ve marangoz ustaları tarihte yapılmış gemileri araştırılıp bire bir kopyasını yaparak günümüzde de kullanılabileceğini gösteriyor. Ayrıca yapılan gemileri bire bir görmemizi de sağlamış oluyorlar.

İki tane sıpa üzerinde küçük bir teknenin yapımı sürüyor. Tekne henüz bitmemiş.

Tekne ve gemi yapımında kullanılan ağaç malzemeler çeşit çeşit atölyenin kenarında duruyor. Bunların arasında bir tane gemilerde bulunan ağaçtan top dikkatimi çekti. Eskiden ticaret gemilerine deniz korsanları sık sık saldırıp talan ederlermiş. Bunlara önlem olarak gemilerde topa benzer ağaçtan yapılarak konulurmuş. Korsanlar bunu gerçek sanıp saldırmaktan vaz geçerlermiş. Bu atölyede bir çok top örneği var irili ufaklı.

Uzun yelken direği İki sehpa üzerinde boylu boyunca uzatmışlar denize doğru. Önde de kalın bir halat dolanmış.

İp örgülü benze başka bir teknenin içi. Bunda da 12 sıra oturma yerleri var. Tekne kürekle gidiyor. Deniz masmavi laciverte kayan bir rengi ile arkada fonu oluşturmuş. Bir kaç küçük ada da serpiştirilmiş denizin ortasına.

Masallarımı gemilerde öğrendim ben

Yolculardan değil, denizcilerden de değil

Ceplerinde sigara arayıp duran

İskelede bekleyen daimi işsizlerde de değil.

Gemi simaları dünyama yerleştirmiştir benim,

Kimisi Kyklops gibi tek gözle bakar

Hareketsizce deniz aynasına

Kimisi karınca gibi davranır, kimisi kelebek,

Kimisi uykuda gezer gibi ilerler tehlike saçarak

Ve kimisi uyuyakalmıştır denizin derinliklerinde.

Tahtalar, halatlar zincirler.

Giorgos Sepheris

Tekneni halat dolama iki kalın çubuğu, ip örgülü teknenin oturma sıraları ve yandaki teknenin üçgen merdiven yelken direği.

Sadece ön tarafı boyanmış teknenin yandan görünüşü, tekne takozların ve varillerin üzerine oturtulmuş. Yanlardan destek direkleri ile düzgün duruyor. 10 Tane kürek deliği yanda delinmiş. Yelken direği ve seren direği aşağıda yana doğru çevrilmiş durumda.

Ulu burun batığı ve deniz altı gözleme şamandırası önünde toplanıyoruz.

İp örgülü teknenin yanlarında yuvarlak delikten içerisinin resmini çekiyorum. Teknenin diğer yanında aynı delikten bir tane daha var. İçeride üç sıra çapraz bağlı iplerle tutturulmuş yan gövde tahtaları. Oturma sıraları üzerine konulmuş kürekler görünüyor.

Az Bilinen Antik Kentler Turu pankartını elimize geçirip bir resim çekiliyoruz artçı grubu olarak. Soldan sağa doğru; Zeynep Nuray oymak, artçı değil ama aramıza aldık öylesine, kafasında kaskını çıkarmamış. Doktorlarımızdan Burcu Koçay, gerçi pek arkada durmuyor ama elinde okul zilini alınca aramıza alıyoruz mecburen. Kamp ateşinden sorumlu Şafak Omaç, ara sıra yardımcı da oluyor artçı olarak. Kafasında çöl şapkası. Ortada ben ve yanımda Doktorlarımızdan Mete Güney, Mete de kasklı. Kaskını çok seviyor anlaşılan. Artçılardan Ferdi Kızıl, namı diğer Ferdimen oturmuş sadece burnundan yukarısı görünüyor. Bir elinle sol gözünü kapatmış. Güneşe bakamıyor anladığım kadarıyla. Solda da Bodrumdan gelen Ebru Uçurum. Ebru daha önceki turda fren pabucu sürte sürte gelmişti ilk günde. Gidemediğinden neredeyse ağlayacaktı. Ertesi gün neden gidemediğini anlamıştık ve fren pabuçlarını ayarladıktan sonra kızı tutamamıştık. Hepimiz pankartın bir ucundan tutup poz verdik kameraya doğru.

Gemi yapım müze ve atölyesini bitirip dışarıya çıkarak Ünlü şarkıcılarımızdan Tanju Okan’ın heykelinin bulunduğu parka geliyorum. Heykel dikdörtgen bir kaidenin üzerine konulmuş. Tanju Okan sol elini pantolonunun cebine sokmuş, sağ eli ise dirsekten 90 derece kırarak avucu yukarı bakacak şekilde ileri uzatmış durumda heykeli yapılmış.

Tanju Okan

Parkta Yatıyorum

Yıldızlardan yapılmış bir yorgan örttüm üstüme

Yaslamışım başımı o güleç yüzlü mehtaba

Tıkamışım kulaklarımı şehrin keşmekeşine

Sarılmışım geceye bir sevgili niyetine

Ben mekanımı çoktan seçmişim

Ne ev sahibi ne pul ne senet

Ne suyun derdi ne de elektrik

Ben artık parkta yatıyorum

Ben artık parkta yaşıyorum

Ben mekanımı çoktan seçmişim

Ne çatı katının merdiveni

Ne de bodrum katının hücresi

Ben artık parkta yatıyorum

Ben artık parkta yaşıyorum

Yıldızlardan yapılmış bir yorgan örttüm üstüme

Uzanmışım yeşil çimenlere boylu boyunca

Derin derin çekmişim sıcak geceyi içime 

Yaşamanın tadını çıkarıyorum böylece

Ben mekanımı çoktan seçmişim

Ne mutfak derdi ne de kapıcı

Ne konu komşu ne çoluk çocuk

Ben artık parkta yatıyorum

Ben artık parkta yaşıyorum

Ben mekanımı çoktan seçmişim

Ne kasap ne de bakkal hesabı

Ne borcum var ne de alacaklım

Ben artık parkta yatıyorum

Ben artık parkta yaşıyorum

Ben mekanımı çoktan seçmişim

Ne ev sahibi ne pul ne senet

Ne suyun derdi ne de elektrik

Ben artık parkta yatıyorum

Ben artık parkta yaşıyorum

Söz: Mehmet Teoman

Tanju Okan parkında heykelinin önünde topluca resim çekiliyoruz.

Tanju Okan parkından Yunanlı şair Yorgo Seferis’in evine geliyoruz. 1900 yılında doğduğu bu evde çocukluğunu yaşamış ama burada yaşayamayacağını anlayan babası 1914 yılında Yunanistan’a göç eder ailesi ile birlikte. Belki de doğduğu yeri görememenin hasreti ile şair olmuştur. Hasret şairliği Yorgo Seferis’e 1963 yılında Nobel edebiyat ödülünü kazandırmıştır.

Yorgo Seferis’in evinin olduğu yer yıkılıp yeniden yapılmıştır. Burası butik otel ve cafe Yorgo Seferis olarak işletilmektedir. Ahşap döşeli tavanda karpuz lamba aydınlatması iki tane konulmuş. Tahta çıtalardan yapılmış Yorgo Seferis yazısı. Dışarıda küçük iki Yunan bayrağı ortada bir Türk bayrağı asılmış.

Nasıl ki
kalkar, doğup büyüdüğün şehre
gidersin bir gece
ve bakarsın temelinden yıkılıp yeniden
kurulmuş o şehir
ve yakalamaya çalışırsın geçen yılları
onları yeniden bulmanın umudu içinde.

Yorgo Seferis

Masa avizesi, lambası yanıyor. Altında işletmeni kitapçıkları dikine sıralanmış. Üzerinde Boutique Hotel Residence Yorgo Seferis yazısı var.

“Ben büyümeye başladığımda ağaçlar hiç

bırakmadı yakamı,

neden gülümsüyorsunuz? Yoksa çocuklara hiç acımayan

ilkyazı mı düşündünüz?

Yeşil yapraklara bayılırdım

sanırım sırf sıramdaki kurutma kağıdı yeşildi diye

birşeyler öğrendim okulda.

Ağaçların kökleriydi yakamı bırakmayan; kışın ılıklığında

gelip sararlardı gövdeme.

Başka düşlerim yoktu çocukluğumda.

Kendi gövdemi işte böyle tanıdım.”

Giorgios Sepheris

Öğretmenlerimizden sevgili Ayşe Kuş bizlere Yorgo Seferis hakkında kısa bir bilgi veriyor. Elinde notları, dinleyiciler pür dikkat dinliyor konuşmacıyı. Kahverengiye boyanmış ahşap tavanın kalın kalasları taş duvarlara tutturulmuş. İçerisi loş karanlık olduğundan bir kaç avize lambaları yanar durumda ortalığı aydınlatıyor.

Nazım Seferis için bir dize yazmayı ihmal etmemiştir.

Biz de sevgili Seferis biz de
güdük bir yaşam benimsedik sonunda
güdük ve tekdüze.

Nazım Hikmet RAN

Çerçevelenmiş gazete küpürü, Yorgo Seferis başlığı altında yazı ve resimlerle anlatılmış.

Öğle yemeğimizi yedikten sonra belirlenen saatte grup toplanınca harekete geçiyoruz. Ana yoldan Urla merkezine sorunsuzca gittik. Urla belediyesi kendi tesislerinde bizlere çay ikram ederek yorgunluğumuzu aldı bir nebze.

Fazla kalabalık olmasın diye yine iki gruba ayrıldık. Yarımız ilk önce yazarlarımızdan Necati Cumalı’nın müze evini ziyarete gitti. Diğer yarımız da çarşıda oyalandık. Urla’nın sanat sokağında bir süre zaman geçirip Necati Cumalı müzesine doğru yürümeye başladık.

Urla’nın Sanat Sokağını belirtir ahşap tabela beyaz renkte büyük harflerle yazılmış. Sokakta tek yada iki katlı evler, evlerin altı dükkanlar sıralanmış. Sanatçılar ürünlerini, sanatlarını burada sergiliyor.

Necati Cumalı’nın iki katlı taş binasına geldik. Bahçe duvarları taş ile örülmüş geniş bir bahçe. Ortasında bina, bahçe yeşil çim ekili. Bir buçuk kat yüksekliğinde beyaz bir bayrak direği ve rüzgardan dalgalanan Türk bayrağı Gökyüzü mavi, ince bulut tabakası az beyaza boyamış mavi gökyüzünü. Taş binasına giriş küçük bir avlu, avluya giriş kapısı. Çatısı kiremit ile kaplanmış. Bacaları tuğladan örülmüş iki tane. Evin yanında bitişik, avlu tarafından tek katlı daha küçük bir bina var. Üst ve alt katlarda pencereler dar ve uzun, pencere kapakları demir sac tan yapılmış pembe boyalı açık durumda.

Müze içine giriş yapıyoruz.

Necati Cumalı ( 1921 – 2001 )

Necati Cumalı 1921 yılında, bugün Yunanistan sınırları içinde bulunan Florina’da doğmuştur. İzmir Atatürk Lisesi’nden mezun olduktan sonra 1941 yılında başladığı Ankara Üniversitesi Hukuk Fakültesini bitirmiştir. Ankara’da Milli Eğitim Bakanlığı Güzel Sanatlar Genel Müdürlüğü’nde çalışan sanatçı, daha sonra 1950-1957 yılları arasında İzmir ve Urla’da avukatlık yapmıştır. İstanbul Radyosu’nda redaktörlük yapmış olan yazar, Paris Basın Ataşeliğinde de bir süre memur olarak çalışmıştır. Eşinin Dışişlerindeki görevi nedeniyle İsrail’de ve Paris’te de bulunan Necati Cumalı, geri dönüşünde İstanbul’a yerleşmiş ve 10 Ocak 2001’de İstanbul’da yaşamını yitirmiştir.

Edebi Kişiliği:

  • Edebiyata şiirle başladığını söyleyen sanatçının şiirleri aşk şiirleri, savaş karşıtı şiirler, yaşama sevincinin yüklü olduğu şiirler; haksızlıklara başkaldıran, memleketin dertlerinin, Anadolu insanının çaresizliklerinin anlatıldığı şiirler gibi gruplara ayrılabilir. Sanatçı şiir türüne “sevdiği insana sevdiğini söylemek ihtiyacı ile” gönül verdiğini söylemektedir.
  • Şiirlerinin yanı sıra roman, hikâye, oyun türlerinde de eserler vermiş olan Cumalı’nın bazı hikâyeleri filme de aktarılmıştır. Cinsellikle ilgili davranışların bol olduğu hikâyelerinde suça eğilimli insanları fazlaca anlatması da yazarın avukatlık mesleğinin bir getirişidir. Şiirlerinde anlattığı Ege Bölgesi’nin kasaba ve kırsal kesim insanlarına hikâyelerinde de yer vermiştir.
  • Hikâye türünden tiyatroya geçen Necati Cumalı, tiyatrolarda da yaşama sevinciyle yüklü günlük izlenimlerin güzelliklerini, Anadolu insanının çaresizliklerini, aşk ve sevgi konularını işlemiştir.
  • “Dil benim çalgımdır.” diyen Cumalı duru, güzel bir Türkçe kullanmış; süssüz, mecazsız, iç ve dış gözlemleri ustalıkla yansıttığı bir üslup oluşturmuştur.
  • Şiirlerinde belirli bir dönem Garipçilerin etkisinde kalmıştır

İlk önce Necati Cumalı’nın vesikalık resmi karşılıyor bizleri. Altında da ziyaretçilerin yazacağı anı defteri açık durumda.

Anı defterine bizlerin adına Doktor Serhat yazıyor el yazısı ile.

“Değerli Necati Cumalı Müzesi

Yetkilileri

Az Bilinen Antik Kentler Turu bağlamında

120 bisikletçiyle müzeyi gezme fırsatı

buldu. Necati Cumalı’yı Hülya

Hanım’ın güzel sunumuyla rehberliği-

nde gezdik. Bu güzel ziyaret

fırsatını sunan konuya emeği

geçmiş herkese teşekkür ederiz.

Saygılarımla

Az Bilinen Antik Kentler Bisiklet

Turu Adına

Dr. Serhat Değimli

22.04.2016″

Eserleri:

  • Şiir: Kızılçullu Yolu, Harbe Gidenin Şarkısı, Mayıs Ayı Notları, Yağmurlu Deniz, Denizin İlk Yükselişi, İmbatla Gelen, Güneş Çizgisi, Ceylan Ağıtı, Tufandan Önce, Güzel Aydınlık, Bozkırda Bir Atlı, Yarasın Beyler, Aşklar Yalnızlıklar, Kısmeti Kapalı Gençlik
  • Öykü: Susuz Yaz, Yalnız Kadın, Ay Büyürken Uyumam, Değişik Gözle, Makedonya 1900, Dila Hanım, Yakup’un Koyunları, Uzun Bir Gece, Aylı Bıçak, Revizyonist, Kente İnen Kaplanlar
  • Roman: Tütün Zamanı, Acı Tütün, Aşk da Gezer, Viran Dağlar, Yağmurlar ve Topraklar, Uç Minik Serçem
  • Oyun: Oyunlar 1 (Boş Beşik, Vur Emri, Ezik Otlar); Oyunlar 2 (Susuz Yaz, Tehlikeli Güvercin, Yeni Çıkan Şarkılar); Oyunlar 3 (Nalınlar, Masalar, Kaynana Ciğeri); Oyunlar 4 (Derya Gülü, Aşk Duvarı, Zorla İspanyol); Oyunlar 5 (Gömü, Bakanı Bekliyoruz, Kristof Kolomb’un Yumurtası ); Oyunlar 6 (Mine, Yürüyen Geceyi Dinle, İş Karar Vermekte).

Müze rehberinin anlatımıyla müzeyi gezmeye başladık. Devlet Tiyatroları’nın afişi;

Necati Cumalı

BOŞ BEŞİK

Oyun 2 Bölüm

Ucu kıvrık dal deseni pençeleriyle kartal Türkmen kilim motifli beşiği kapmış durumda. Yanında da ayakta baştan sona örtülü kadın siuleti.

En altta açılış nedeniyle oyun 7 Ekim 1987

Boş Beşik Necati Cumalı’nın yazdığı tiyatro oyunu.

Tiyatro Afişi;

Devlet Tiyatroları

Necati Cumalı

Deve Tabanı

Komedi 2 Bölüm

Yöneten : Ekmel Hürol

Dekor : Orhan Alparslan

Kostüm : Yıldız İpekoğlu

Işık : Işık Tunççekiç

Afişte resim, desen yok. Kıyıları çerçeve gri çizilmiş.

Tiyatro Afişi;

Devlet Tiyatroları

Necati Cumalı

NALINLAR

Oyun 2 Bölüm

Yöneten Mahir Canova

Dekor : Hüseyin Mumcu

Kostüm : Sevinç Gürlük

Işık : Nuri Özakyol

Necati Cumalı’nın yazı masası, masanın üzerinde kavun içi renkli muşamba örtü. Daktilo tam ortada kenarlarda porselen iki tabak dikine ayaklar üzerinde duruyor. Karpuz gibi yuvarlak cam kavanoz, içinde ıhlamur çiçekleri. Camdan yapılmış ödül kaidesi, yanıda kapaklı dikdörtgen küçük bir kutu. Kalemlik, Necati Cumalı yazan isimlik ve bir fotoğraf makinesi eskilerden. Masanın arkasında deri bir oturma koltuğu. Pencerenin altında küçük bir sehpa üzerinde kapaklı bir pikap duruyor.

Tiyatro Afişi;

Yugoslavya’nın Makedonya cumhuriyeti Üsküp şehri

Türk ve Şiptar Halklar Tiyatrosu Üsküp

Necati Cumalı

NALINLAR

(Fars 2 perde, 4 tablo)

Sahneye koyan : Kemal Lila

Sahneyi çizen : Doğan Aksel

Lektör : Necati Zekeriya

ŞAHISLAR

Osman Yavaş – – – – – – – – – – – Selaettin Bilal

Muhtar – – – – – – – – – – – – – – – Lütfü Seyfullah

Döndü Karalıkuş – – – – – – – – – Müşerref Prekiç

Ömer Akkuzulu – – – – – – – – – -Cemail Maksut

Esma Akkuzulu – – – – – – – – – -Nezaket Ali

Seher Akkuzulu – – – – – – – – –  Süzan Maksut

Ali Kınalı – – – – – – – – – – – – – – Mehdi Bayraktar

Klarinetçi – – – – – – – – – – – – –  Fehmi Grubi

İspirient:

Enver Behçet

Süflör :

Emine Yaşar

Temsil Tam Saat————————Başlar

Tiyatro Afişi;

Bakırköy imar eğitim kültür ve sosyal hizmetler vakfı

Bakırköy Belediye Tiyatrosu

Necati Cumalı

MİNE

Yöneten: Zeliha Berksoy

Çevre düzeni: Gürel Yontan

Kostüm: Gönül Sipahioğlu

Oyuncular: Münir Akça, Erdoğan Akduman, Orhan Aydın, Cihan Bıkmaz, Mihriban Çelikel, Ayşe Demirel, Burak Karaman, Bora Kaya,

Şefik Kıran, Aytekin Özen, Sait Seçkin, Alptekin Serdengeçti, Aydoğan Temel, Nefrin Tokyay, Doğan Turan, Ali Yaylı, Levend Yılmaz

Adile Naşit kültür merkezi – İncirli Bakırköy

Tiyatro Afişi

Antalya büyükşehir belediye tiyatrosu

DeRya ( R harfi ters yazılmış )

Gülü

Necati Cumalı’nın anısına saygıyla…

Yazının solunda Necati Cumalı’nın portresi

Yazan: Necati Cumalı Yöneten: Cenap Aydınoğlu Özgün müzik: İhsan Kılavuz Işık tasarım: Seyfi Ezilmez

Oyuncular: Hanife Özgür, Cenap Aydınoğlu, Mehmet Özgür

Altta denizin üstünde yelken direkli küçük bir tekne yelkeni yok, kıç tarafında teknenin içinde ayakta durmuş bir adam. Beyaz siluet olarak görünüyor.

Tiyatro Afişi İngilizce

The Oldvic International Season 928 – 7616

May 29 – June 3

The International Turkish Players in

THE TURKİSH

CLOGS

Necati Cumalı Çeviri: Nüvit Özdoğru

Direktor by: Haldun Dormen

with: Yıldız Kenter, Nüvit Özdoğru, Göksel Kortay, Nevra Serezli, Yüksel Gözen, Kerem Yılmazer, Erol Ertan

Altta Türkmen Yörük kadını, yazması önünde boncuklar sarkıyor. yazmanın aşağıya sarkan iki yanında sarmaşık dalı motifleri yapılmış.

Tiyatro Afişi yabancı dilde hazırlanmış

Sadece afişteki resmi çekiyorum, yazılar yok resimde. Mavi boyalı bir teknenin ön kısmı. Teknenin ucuna bağlı bir ip teknenin içine bırakılmış. Teknenin küpeştesine konulmuş kırmızı bir gül fidanı. Resmin alt köşesinde oyunun adı;

LA ROSE DEL MERS

Necati Cumalı müze gezimiz bitince toplanma yerinde buluşuyoruz. Herkesin hazır olduğunu gördükten sonra Urla’nın dar sokaklarında gitmeye başladık. Bir süre sonra kasabanın dış mahallesine geldik. Yol burada genişliyor, ikili sıra halinde gidiyoruz yaya geçidi tabelası yanından.

Ara yollardan Seferihisar’ın Sığacık mahallesine geldik. Zaman geçirmeden Teos antik kentine vararak Az bilinen antik kentler gezimizin bu günkü 2. antik kenti gezmeye başladık.

Duvar kalıntıları üç sıra taş örülü. Üst kademeye çıkmak için tahta bir rampa yapılarak üst tarafa çıkıyoruz. Ağaçlar ve çimenler yemyeşil antik kentin kalıntıları arasından kendini gösteriyor. Çitlembik ağaçları kocaman olmuş.

Amfi tiyatro, götürebildiklerini götürmüşler oturma yerlerinden. Üst kısımlarda oturma yerleri hiç yok. Alt kısımlarda kalanlar ise toprak altında kalmış olan sağlam oturma taşları. Kazı yapıldıktan sonra ortaya yarım bir tiyatro yeri meydana çıkmış. Buradan alınan taşlar Sığacık kalesinde kullanılmış, ayrıca camiler ve evlerin yapımında da kullanılmış. Tiyatronun üst kısmında ise yarım kemer şeklinde odalar görünüyor.

Teos
İzmir İli, Seferihisar İlçesi, Sığacık Mahallesi’nde yer alan antik liman kenti Teos, İzmir’in yaklaşık 50 km güneybatısında yer almaktadır.
Geleneğe göre, yerli halkını Karlar’ın oluşturduğu kente önce Boiotia, sonra da Atina’dan gelen göçmenler yerleşmiştir (Pausanias VII 3,6). Pherekydes kentin kurucusu olarak Boiotia kralı Athamas’ı göstermektedir.
Yaklaşık M.Ö. 600 yıllarında Thales, on iki İon kentinin merkezi olarak Teos’un seçilmesini önermiştir. Ancak Thales’in önerisi kabul görmemiştir. Teos, deniz ticaretinden dolayı hızlı bir şekilde gelişmiş ve çok geçmeden halkının büyük bir bölümünü Phokaia’ya ve Ephesos’a gönderecek duruma gelmiştir.
Teos antik kenti çok erken bir dönemde coğrafik konumundan dolayı büyük bir ticari önem kazanmıştır. M.Ö. 6. yüzyılda bu önemli ticari ilişkilerin izleri, Eski Mısır’a kadar takip edilebilmektedir. Kent, ticari amaçla Nil Deltası’nda yer alan Naukratis kentinin kurulmasında rol oynamıştır. M.Ö. 545 yılından sonra kent, Pers komutanı Harpagos’un eline geçmiştir. Teos, İon birliğinin bir üyesidir. Ancak bu dini ve politik birliğin Pers Kralı II. Kyros’un Batı Anadolu’daki Eski Yunan şehirleri üzerindeki baskısını kıramaması sonucu, birçok Teos’lu M.Ö. 543 yılında kenti terk etmiş ve Trakya Bölgesi’ndeki Nestos deltasında yer alan ve daha sonra önemli bir koloni şehri olan Abdera kentini (günümüzde İskeçe yakınında) kurmuşlardır. Abdera M.Ö. 5. yüzyılda yaşamış ünlü filozof Protagoras ile Demokritos’un vatanıdır. Bazı yazıtlar aracılığı ile iki kentin arasındaki ilişkinin çok yakın olduğunu ve Teos’ta alınan yasal kararların Abdera’da da geçerli olduğunu bilmekteyiz. Teoslular, Abdera’nın dışında M.Ö. 544 civarında Kuzey Karadeniz kıyısında Phanagoria kentini de kurmuşlardır.
Söz konusu göçe rağmen Perslere karşı sürdürülen M.Ö. 494 yılındaki Lade Deniz Savaşı’nda Teos, İon donanmasına 17 gemiyle sayı bakımından en büyük desteği veren kentlerden birisidir. İon Ayaklanması’nın Persler tarafından bastırılmasından sonra Teos, tekrar Pers yönetimi altına girmiştir. Ancak Teos, M.Ö. 479 yılında Mykale Deniz Savaşı’nda Eski Yunan Donanması’nın galip gelmesiyle Pers yönetiminden kurtulabilmiştir. O zamandan itibaren Teos, Attika-Delos Deniz Birliği’nin bir üyesidir ve bu birliğe 6 talent gibi yüksek bir vergi ödeyecek kadar varlıklıdır.
Peloponnesos Savaşları’nın son 8 yılı süresince Atina ve Sparta söz konusu bu zengin şehri oldukça zarara uğratmışlardır. Spartalıların Pers desteğiyle zafere ulaşmasından sonra, Anadolu’daki diğer Eski Yunan şehirleri ve Teos gibi, Spartalılar da Pers Büyük Kralı’nın iktidar isteğine karşı gelmişlerdir. Fakat M.Ö. 387/6 yılındaki Antaldikas Barışı ile Teos tekrar Pers yönetimi altına girmiş, ancak kent Büyük İskender (M.Ö. 334) ile birlikte tekrar özgürlüğüne kavuşmuştur. Büyük İskender Teos’u bir kanalla İzmir Körfezi’ne bağlamayı tasarlamıştı.
M.Ö. 304 yılında tüm İonia Bölgesi’nde etkin olan deprem sonucu olasılıkla Antigonos Monophthalmos Lebedos ile Teos kentlerini synoikismos ile birleştirmeyi planlamış ancak söz konusu bu plan uygulanamamıştır. I. Attalos yönetimi altında Teos, Pergamon Krallığı’na bağlanmıştır. M.Ö. 3. yüzyıldan 2. yüzyıla geçişte Teos kenti, artık Pergamon Krallığı’na bağlı değil, ancak görünüşte III. Antiokhos’un yönetimi altındadır. Çünkü Teoslular’ın tapınakları için sığınma hakkı ayrıcalığına ilişkin ricaları bir Seleukos elçisi tarafından Roma Senatosu’na iletilmiştir. Ancak M.Ö. 192-188 yıllarındaki Suriye Savaşı’nda Teos, Roma ve Pergamon Krallığı’na karşı yer almıştır ve bu yüzden de Apam sonra tekrar Pergamon Krallığı’na bağlanmıştır. M.Ö. 133’de III. Attalos’un vasiyet yoluyla topraklarını Roma’ya bırakmasıyla birlikte Teos, Roma topraklarına dâhil edilmiş ve M.Ö. 129 yılında Roma’nın Asia Eyaleti düzenlemesi ile bu eyalet içerisinde yer almıştır. Teos antik kentinin Roma Dönemi’nde de önemini sürdürdüğü antik kentteki mimari faaliyetlerden anlaşılmaktadır. Hıristiyanlık Dönemi’nde Ephesos metropolitliğine bağlı bir piskoposluk merkezidir.
Sadece yazıtlar aracılığı ile bildiğimiz Dionysos Sanatçılar Birliği, Teos’da çok önemli bir rol oynamıştır. Devamlı bir huzursuzluk kaynağı olarak görülen bu sanatçılar topluluğu M.Ö. 2. yüzyılın ortalarında Teos’dan Ephesos’a sürülmüşlerdir. Ünlü ozanlar Anakreon (M.Ö. 572), Antimachos ve Epikürcü Nausiphanes Teoslu’dur.
Teos Arkeoloji Kazısı 2010 yılından itibaren Ankara Üniversitesi Dil ve Tarih-Coğrafya Fakültesi Arkeoloji Bölümü, Klasik Arkeoloji Anabilim Dalı Öğretim Üyesi Prof. Dr. Musa KADIOĞLU başkanlığında yürütülmektedir.
Tiyatronun seyirci bölümünde oturup pankartımızla birlikte resim çekiliyoruz.
Teos antik kenti hakkında bilgileri Arkeolog Selen Kanat ve bir kısmını da Olcay Ormankıran anlatıyor, biz de dinliyoruz. Bizleri binlerce yıl ötesine götürüyor, şarap tanrısı Dionysos ve ona adanan kurbanlar. Dinlerken aklımıza neler gelmiyor ki !

Binlerce yıl öncesinden günümüze dönüyoruz. Ve düşünüyoruz ki bu yıl Tanrılara, özellikle şarap Tanrısı Dionysos’a kimi kurban edelim. Her yıl zavallı Fırat Okutucu’yu kurban etmekten bıkmıştık. Adam ufak tefek, pek Tanrıların dikkate aldığı da yok zaten. Kış aylarında tur için toplantılar yaparken benim aklıma hep Fırat Okutucu kurban ediliyor, bu yıl da bizim canavar-ül velosipet Enes’i kurban etsek ne olur dedim. Senaryo da kafamda hazırdı. Enes ve Fırat hep turlarda birbirleri ile didişirdi. Her zaman yaptığımız gibi Fırat’ı kurban etmeye hazırlanırken birden bire habersiz olan Enes’e hücum ederek yere yatırıp kurban ritüelini gerçekleştirelim. Arkadaşlar da bu önerimi kabul ettiler ve keşif turunda simülasyonunu yaptık. Nerede, nasıl, ne şekilde Enes’e nasıl çullanacağımızı yerinde test ettik.

Artık sıra geldi bu yıl ki kurban merasimine. Tiyatrodan çıkarken Enes’ kamerayı hazırlamasını söyledik. Fırat’ı kurban edeceğiz diyerek yavaşça Fırat’ın etrafını sardık. Enes kamera ile çekim yaparken birden bire üzerine çullandık. Yere yatırdığımız gibi karga tulumba sunağa doğru taşımaya başladık. Enes’in elinde kamera hala çekim yapmakta. Nedense çektiği görüntüleri hala seyredemedik.

Kollarından ve bacaklarından yakalamışız, kıpırdamasına olanak yok. Allahuekber nidaları ile kurban merasimini gerçekleştirdik.

Fazla çırpınmasın diye hala tutuyoruz kollarından, bacaklarından. Bu olaya en çok sevinen de Fırat oluyor. Yıllardır didişerek geçen ömründe bir gün intikamı alırım diye sabırla bekledi. Sonunda Tanrılar dualarını kabul etti ve canavar Enes ten intikamını almış oldu. Kurban ayaklarımızın altında zafer kazanmış askerler gibi poz veriyoruz. Tanrılara sunduğumuz bu canavar-ül velosipet Enes kabul edilir de bundan sonra bisiklet turlarında yolumuz hep açık olsun.

Kurban merasimi bitti, bisikletleri alarak antik kentin diğer yerlerine doğru elde bisikletler yürümeye başladık.

Burada tarihi bir zeytin ağacı var. Teos antik kentini görmese de yaşı 1000 yıllık olduğu söyleniyor ve bu ağaçtan çıkan zeytin yağının 1 kilosu 1000 Lira dan açık artırmayla satılıyor. 2016 yılında Litresi 1.250 Liradan satılmış. Zeytin ağacı etrafında el ele tutuşarak çember oluşturup dönüyoruz. Ağaca sevgimizi aktarıp enerjimiz ile binlerce yıl daha yaşasın. İnsanlara ve kuşlara zeytin versin diye. 8 Kişi anca ağacın etrafını sarabiliyoruz. Bu resmi öne çıkan görsel olarak seçiyorum.

1000 Yıllık zeytin ağacı önünde pankartımız ile resim çekiliyoruz hep birlikte.

Herkes çekildikten sonra bisikletim KUZ ve kıytırık Zeytin ağacının önüne getirip resim çekiyorum. Ne de olsa bunu hak ediyorlar beni ve yükümü taşımakla.

Sevgili artçı Doktorum Mete Güney bisikletimin yanına gelerek onu da kareye alıyorum bir poz.

Antik kent içinde yürümek için iki metre yürüme yolu yapılmış. Yola Arnavut kaldırımı döşenip kenarlarına beton kaldırım dökülmüş. Yağmurlu havalarda çamurlara batmayalım diye böyle bir yol yapmışlar iyi de olmuş. Yokuş olduğu için bisikletler elde yürüyerek yukarı doğru yavaşça çıkıyorlar. Kimisi bisiklete binmiş düşük vitese çıkmaya çalışıyor. Bisikletlerin bagajlarında yükler olunca sürmek hele arazide zor biraz.

Yukarılarda Tapınak var oraya gelince bisikletleri düz araziye park ediyoruz. Etrafta bir çok zeytin ağacı var.

Çoğu yıkıntı taş yığını haline gelmiş şarap Tanrısı Dionysos tapınağına doğru gidiyoruz.

İyonya da şarap Tanrısı Dionysos’a yapılmış en büyük tapınak burada. Sütunların hepsi yıkık, kırık dökük olsa da etrafa saçılmış durumda. Tabi ki çoğu işe yarayan taşlar çoktan götürülmüş başka yere. Artık olanların olduğu yerde toplanıp Arkeolog Selen Kanat ve Olcay bizlere şarap Tanrısı Dionysos ve Teos hakkında bilgileri sırayla anlatıyor. Herkes oturmuş pür dikkat anlatılanları dinliyoruz. Doktor Mete’nin başının yanından oturanların resmini çekiyorum.

Antik kent turumuz bitiyor ve yola çıkıyoruz. Arkada süpürücü olarak kimsenin kalmadığına emin olduktan sonra artçı ekibi ile peşlerinden yola çıktık. Önümüzde biraz yokuş var, yavaş yavaş çıkıp tepeyi aştıktan sonra deniz manzarası önümüze seriliyor. Mavi bayraklı kumsalı olan Akkum ve çıkıntısı olan küçük bir burun, yazlık evler, oteller kıyıda manzarayı oluşturmuş. Çalılar, ağaçlar beton çirkinliği bir derece olsun örtmüş. Karşı tarafta dağlar, tepeler Çeşme yarımadasını oluşturuyor. Arada deniz sakin görünüyor bu gün. Burada rüzgar sörfü yapılıyor devamlı. İnce bir bulut tabakası gökyüzünü kaplamış durumda.

Bu gece konaklayacağımız Akkum’a vardık. İlk önce belediyenin bizim için getirttiği masaları gönüllü arkadaşlarla kurup düzenlemeye başladık. Turumuzun amaçlarından birisi de tüm katılımcıların gönüllülük esasına dayanarak yapılacak işlerde el birliği ile katılmak, katkı sağlamak. Herkes yorgun argın olabilir ama işin elinden tutmak gerek. Böylece daha iyi kaynaşma olur katılımcıların arasında. Biz buna inanıyoruz.

Yerde kilitli taş döşeli, plastik masaları sıralıyor bir kişi.

Yemeğimizi yedikten sonra çadırımı kurup eşyaları içine yerleştirdim. Kahve takımlarımı çıkarıp az olan çekilmiş kahve kutumu doldurmak için değirmene çekirdek kahve koydum. Değirmeni de kahveyi hak eden bazı gerekli eşyaları ve ateş yakacağımız varili kamp yerlerine ulaştıran şöferin eline veriyorum. Ben bu arada deniz şortumu giyip denize bu yılın siftahını yapıp geliyorum. Kurulanıp giyindikten sonra kahve pişirdim.

Çadırlar kurulu, benim çadırım mavi renkte. Deni şortum ve peştemalim ipe serilmiş durumda, kuruması lazım. Çadırımın yanında bisikletim KUZ ve kıytırık. Kıytırığın bayrak çubuklarına Urim Baba’nın kahvesi tabelamı da asıyorum. Çadırın önünde de küçük tabureme şöfer arkadaş oturmuş değirmendi çekip duruyor. Önünde fincan kutusu ve kahve çekirdeği olan kese kağıdı var. Diğer çadırlar arkada. Yanlarında bisikletler.

Akşam karanlığı çökünce sıra geldi kamp ateşini yakmaya. Yani ABAK ateşi her yerde yanmalı. Kamp ateşinden sorumlu Şafak o işi hemen hallediyor ve ABAK ateşi içimizi ısıtmaya başladı bile.

İnce bulutların arasından ay kendini gösteriyor ve etrafı aydınlatmaya başladı. Ayın beyaz yüzü, ateşin kızıl rengi yüzümüze vuruyor. Şarkılar, türküler, muhabbet, kahkahalar kumsaldan denize doğru yayılıyor.

Gökyüzünde ay puslu bulutların arasından beyaz ışıklarını yansıtmış. Varilde yanan odunlar kızıl alevler içinde etrafında toplanan bizleri aydınlatmış. İğde ağaçlarının silueti karanlıkta gölge gibi.

Gecenin ilerleyen saatine kadar muhabbet devam etti. Artık yatma zamanı diyerek birer ikişer çadırlara çekilmeye başlayınca ben de izin isteyerek çadırıma çekiliyorum. En son kalana ateşi söndürüp öyle yatmasını söyledim. Güzel bir günün ardından yorgunluktan ve denize girmenin verdiği hazla uykuya daldım.

Canavar-ül velosipet Enes Şensoy’un çektiği video görüntüsü.

Bu gün yaptığımız yol 52 Kilometre civarı.

Aşağıda yaptığımız yolun haritası.

Powered by Wikiloc

Bisikletin Öyküsü

15 Ocak 2018 Pazartesi

(Kör arkadaşlar için betimleme yapılmıştır)

 

Evvel zaman içinde

Kalbur saman içinde

200 Yılıldır icat edildikten beri

Pedal çevirip

Tekerini döndürürken

Horozlar

Henüz yatmadan

Sevgili Muhlis Dilmaç ile

Çene çalar iken

Bisikletten in de gel

Bizim fabrikayı gez dolaş bi

Bak bakalım nasıl üretiliyor

Bi gör, gör bi,

Gör

 

Öne çıkan görsel, Accel fabrikasının ana binası. Öndeki yuvarlak meydanda altı kişilik tandem bisiklet duruyor. Meydan yeşil çimenlerle kaplı.

Dedikten sonra henüz soğumamış kış günlerinin Ocak ayının bir Pazartesi sabahın körü olmayan bir saatte, 8 civarı. Ortalık karanlık ama inler ve cinler top oynamayı bırakmış herkes Pazartesi sendromunu yaşamaya başlamış bile çoktan. Öğrenciler okula, işçiler işine, memurlar bürolara akın akın, otobüs, metro yada kendi arabası ile çoktan yollarda. Ben de yılların emektarı ECE adlı bisikletime atladım.

ECE’yi yeni boyatıp toplamıştım, o yüzden henüz ışıkları yok. Sokak lambalarının ışıkları yetiyor, hem kıyıdan, kaldırımlardan geldim Muhlis Dilmaç’ın evinin olduğu yere. ECE yeni boyandı dedim ya bu gün gideceğim Accel bisiklet fabrikasında yeniden boyandı ECE. Yani aynı fabrikada 2. kez boyanan ilk bisiklet olarak tarihe yazıldı. Kadro demirine de oğlumun ismi yazıldı BARIŞ BABACAN diye. 1995 Yılında oğlum için aldığım bu bisikletin markası Bianchi. Manisa da üretilmiş ve biz almıştık. Yıllar geçti emekli olduktan sonra bisiklet dünyasına girince ilk yıllarımda günlük turları ECE ile yapıyordum. Sonrasında tur için KUZ’u alınca ECE ev işlerinde, çarşı alış verişlerinde kullanmaya başlamıştım. ECE demirden yapılmış sağlam bir bisiklet, 26 inç tekerleklere sahip. Fabrikada boyandıktan sonra komponetleri ve jantları yenileyip daha aktif kullanmaya hazırladım.

Apartmanların arasında sadece yayaların geçtiği dar bir sokakta evlerin bahçelerinde yetişen sarmaşıklar yeşil ve doğal bir duvar şeklini almış. Sokak lambasının aydınlığında bisikletim ECE tek ayağına dayalı durumda. Muhlis Dilmaç’ın horozu henüz uyanmadığı için ötmeye başlamamış.

Bisikleti bahçeye bırakıp araba ile İzmir’in korkunç olmaya başlayan sabah trafiğinde boğuşarak uzun bir zaman sonra fabrikaya gelebildik. Pazartesi, sendromu yaşamadık ama araçların gürültüsü, yoğun trafik yetmişti. Şehirden çıkınca rahatlamış olarak yol alıp güzel bir pazartesi sabahında arabadan inerek fabrikanın girişinde resmimi Muhlis usta çekiyor.

Fabrikaya ait aracın yanında duruyorum. Aracın yan tarafında çizgi olarak bisiklete binen bir yarışçı ve ardında Carraro yazısı. Arkamda fabrikanın idari binası. Bina 2 katlı, ön cephesi kare biçiminde, yanlarda V biçiminde iki bina birleştirilmiş. Önde firmanın ismi Accel mavi renkli, soldaki binanın duvarında Carraro kırmızı, altında Bianchi yeşil. Soldaki binada ise Ghost kırmızı, altında Lapierre, onun altında da XLC  siyah renkte markaları yazılmış. binanın yanında ve önündeki meydanda yeşil çimen ve çit çalılarından ekilmiş.

Türkiye’nin en modern ve entegre bisiklet üretim tesislerinden birine sahip olan Accell Bisiklet, 18.743 metrekaresi kapalı alan olmak üzere, toplam 37.196 metrekare alan üzerindeki tesislerde, farklı kullanımlar için nitelikli bisikletler üretmeye devam eder. Yönetim birimi, montaj/boya ve kadro/maşa üretim işletmeleriyle merkezi Manisa’da bulunan Accell Bisiklet’in, İzmir, İstanbul ve Ankara’da da satış bölge müdürlükleri vardır. Türkiye  genelinde, yaklaşık 750 yetkili bayisi ve 450’yi geçen yetkili servisleriyle hizmetlerine devam eder. Sadece ürettiği bisikletlerin nihai tüketiciye ulaşmasını temin etmekle kalmayıp, satış sonrası hizmet organizasyonuyla da son kullanıcıların bisiklete binmelerinden keyif almalarını sağlar. Yaygın servis ağı ve rutin servis hizmetleri dışında, Accell bisiklet kullanıcılarına ücretsiz ilk bakım/ayar hizmeti de verir. Accell Bisiklet, “Kalite Yönetimi’nin insana saygıyla, çalışanların yaratıcı potansiyelinin harekete geçirilmesi için gerekli motivasyonla gerçekleşeceğine inanır. Çalışanların, hem yöneticilerle hem de kendi aralarında sağlıklı iletişim kurabilmeleri ve kollektif düşüncenin sinerjisinden yararlanabilmeyi teşvik eder. Bugün, 27 saniyede 1 dağ bisikleti üretilirken, 45 saniyede 1 şehir bisikleti yapılabilir durumdadır. Üretilen tüm bisikletler, profesyonel veya amatör kullanıcılardan gelen veriler ile tekrar değerlendirilir. Hız, güç, emniyet, ağırlık, kullanım şartları ve diğer tüm kriterleri kapsayan çalışmalarla bisiklet tasarımları yeniden şekillendirilir. Tesislerde üretilen tüm bisiklet modelleri, değişik çap, şekil ve formlardaki özel metal borulardan ve kalitesi onaylanmış tedarikçilerden temin edilen parçalardan yaratılır. Bisikletlerimizin tasarım ve görünümleri, Accell bisikletin kişiliğini yansıtır. Kullanılan renk yelpazesi, global trendler takip edilerek ünlü boya fabrikalarından seçilir. Otomotiv sektöründe de kullanıldığı gibi, çağdaş teknolojide kullanılan iyonize boya tercih edilir. Çevre ve insan sağlığı hep ön planda tutulduğundan, su bazlı boya kullanılır ve bisiklet üzerindeki tüm etiketler, su bazlı boyalarla üretilir. Ayrıca tüm bisikletlerimizde ünlü otomobil markalarının kullandığı toz vernik uygulaması vardır. Accell Bisiklet, bisiklete binmenin alışkanlık haline getirilecek kadar hayati bir öneme sahip olduğuna inanır; bu nedenle de “kaliteli üretim” prensibini benimser. Uygulanacak her yeni fikrin üretim sürecinde, her kademeden personel, ürün kalitesini istenilen seviyede tutma ve geliştirme konusunda doğrudan görev alır. Başlangıç seviyesinden, profesyonel bisikletlere kadar üretilen her tür bisiklet, belirlenmiş gereksinimleri karşılamak ve maksimum performansı sağlamak zorunluluğu taşır. Tüm test ve muayeneler, uluslararası standartlar doğrultusunda gerçekleştirilir. Bisikletlerin dayanma güçleri özel test cihazlarında sürüş şartları simüle edilerek denenir. Üretilen bütün bisikletler, hassas ayarları yapıldıktan, kaynak düzgünlüğü, boya yüzey pürüzsüzlüğü ve tüm fonksiyonların doğru çalışması incelenip onaylandıktan sonra satışa sunulur. Barkod tabanlı izlenebilirlik sistemi, üretimin başlangıç aşamasından itibaren, tek tek her bisikletin tanımlanmasını ve istenilen her türlü bilgiye, her şekilde ulaşılmasını sağlar. Bianchi, Carraro, Ghost, Lapierre ve Whistle Accell Sanayi ve Ticaret Anonim Şirketinin tescilli ticari markasıdır. Accell Bisiklet San ve Tic. A.Ş.

Accel bisiklet fabrıkasının idari binasının önü ve meydanı. Meydan yuvarlak bir alan, çim ekili. Çimlerin üstünde de 6 kişilik bir tandem bisiklet.  Her kişi tarafı değişik renkte boyanmış. Solda sürücü beyaza, sonrası kırmızı, yeşil, siyah, sarı, turuncu renkte. Bu resmi öne çıkan görsel olarak seçiyorum.

İdari binanın içine girerek Muhlıs Dilmaç’ın odasındayım. Kahve takımlarımı çıkarıp masanın bir köşesine tezgahı kuruyorum. Kahve kutusu boş o yüzden kahve değirmenini doldurup öğütmeye başladım.

Masanın üzerinde kahve takımlarım, sandalyede oturmuş değirmende kahve öğütüyorum.

Ben kahve öğütürken Muhlis Dilmaç cep telefonuyla elçek resmimizi çekiyor.

Kahve öğütüldükten sonra cezvede kahve pişti, fincanlara boşaltıldı bol köpüklü olarak. İçilmeye hazır, şanslı olan üç kişiyi bekliyor. Üç fincan yan odada fabrikanın genel müdürü Anıl Şakrak ve misafirine gitti, biri zaten benim.

Masanın üzerinde 4 fincan kahve dolu, cezve, kahve değirmeni, ocağım, şeker, kavanozda kahve çekirdekleri, metal kahve kutum, su dolu sürahi ve yarım dolu bir bardak. Masa takvimi üzerinde notlar tutturulmuş. Bir de masa telefonu.

İkinci parti kahve pişirmeye başladım, kahve pişince daha önceden tanıdığım isimler geliyor. Abidin Bali Uysallı ve Nazlı Ezgi Özkan. Nazlı ara sıra kahvemi içmeye gelmişti İnciraltı kent ormanına. Fabrikaya geldiğimi öğrenince koşarak geldiler. Elbette kahvenin de olacağını. Kahveleri sohbet ederek içiyoruz afiyetle. Nazlı elçek resmimizi çekiyor.

Urim Baba’nın kahvesini her yerde içebilirsiniz. Nerede olursanız olun, eğer şanslıysanız kahvenizi afiyetle içebilirsiniz. Bunun için para ödemenize gerek yoktur, sadece sohbet yeterli kahve içebilmek için. Bir tek fal bakılmaz çünkü fincanın tabağı yok. Sonra fincan içilince telvesi iz yapmaz.

Kahvesi içilmiş boş bir fincan parmakların ucunda. Yeni yaptırdığım Urim Baba’nın kahvesi logolu fincan. Logoda Bir bisiklet tekerleği, tekerleğin göbeğinde kuş tüyünün ucu, tüy dik olarak duruyor. Yanda kahve cezvesi, cezvenin sapı tekerleğin tam üstüne doğru duruyor. Cezve sapının başladığı yerde marka olan Urim Baba’nın markasını belirten yuvarlak daire içinde büyük R harfi. Altında da Urim Baba’nın Kahvesi yazısı.

Fabrikanın genel müdürü Anıl Şakrak’ın odasına giderek Urim Baba’nın Kahvesi işlemeli havlumdan bir tane hediye veriyorum. Havluyu verirken beraber poz veriyoruz kameraya.

Muhlis Dilmaç ile kahve içerken muhabbet sırasında bisiklet ile hikayeni anlatır mısın? diye sordum. O da kısaca bisikletle olan hikayesini anlatmaya başladı;

“Çocukluğumda bir çok bisikletim vardı, her gün onları silip pırıl pırıl yapıyordum. Ama hiç biri benim değildi bu bisikletlerin. Çünkü babamın bisiklet dükkanında babama boş günlerimde, yaz tatillerinde yardım ederek bisikletlerin temizliğini ve bakımını yaparak müşterilerin beğenmesine katkıda bulunuyordum. Hayalimdeki bisiklet kırmızı renkte olan bisikleti ayrı bir özenle saatlerce her tarafını en ince ayrıntısına kadar usulca silmekle geçiyordu zamanım.

Günlerden bir gün babam bana “Seç bir bisiklet bakalım” deyince havalara uçuverdim birden bire. Hayalimdeki bisiklete sonunda kavuşmuştum ve ilk sahip olduğum bisiklet kırmızı bisikletti. Özenle, her gün bakımını yapıp temizleyerek uzun yıllar kullandım kırmızı bisikletimi. Yıllar sonra kendi dükkanımı açıp bisiklet satmaya başladım.

O yıllarda bisiklet sadece bir karne hediyesi olarak görüldüğünden pek kazanç sağlamadığı için bisiklet fabrikasına girip çalışmaya başladım. Uzun yıllar yönetici olarak çalıştım ve işimi severek yaptım bıkmadan usanmadan.

Sadece bisiklet fabrikasında çalışmakla geçmedi yaşamım. Bisiklete binerek ve insanları bisiklete binmeye özendirerek bu günlere geldim. Bisiklete sadece gündüzleri değil gecenin serinliğinde binmek gerek diyerek gece turlarına başladım tek başıma. Sonra beni gören arkadaşlarımın katılımıyla çoğalmaya başlayınca “Perşembe Akşamı Bisikletçileri” grubunu kurdum. Amacım herkesin güvenle, keyif alacağı akşam turlarının yapılacağıydı. Akşam turlarında yediğimiz dondurmanın tadı bir başkaydı. Gel zaman git zaman o kadar çoğaldık ki Türkiye’nin bir çok yerinde, 40 tan fazla hatta Kosova’nın Prizren şehrinde bile her Perşembe aynı saatte bisiklete binilmeye başladı. Bu kadar çok bisikletçinin bir çok yerde bisiklete binmesi bana mutluluk veriyor.

Hala insanların bisiklete binmesine yardımcı oluyor, her türlü desteği vermeye çalışıyorum. Teknik konularda olsun, sürüş konusunda olsun hep desteğim sürece bundan sonra da. Artık aşırı yoğunlaşan trafik keşmekeşliğinden insanların kurtulması gerek. Çocuklarımıza iyi bir gelecek bırakacaksak bu bisiklet sayesinde olacak. Bisikleti hayatımızda çok önemli bir araç olarak görüyorum.  Bisiklet kullanıldığında; ekonomiye katkısı olan, sağlık kazandıran, stressiz çok kolay ulaşımı sağlayan ve oldukça keyifli bir araçtır.   Bisiklet bir oyundur, kültürdür, çok iyi kullanılmalıdır diye düşünüyor ve bu yolda çalışmalar yapıyorum.”

Muhlis Dilmaç’ı daha ilk bisiklete binmeye başladığımdan beri tanırım. Ve onun sayesinde bisikletin ne olduğunu, nasıl bir araç olduğunu kısa sürede öğrendim. Bir çok arkadaşım, dostum bisiklet sayesinde oldu. Beni de tanıyan çok oldu. Onun açtığı yolda birlikte bir çok proje gerçekleştirdik ve bu yolda devam edeceğiz. Tabi seven de var sevmeyen de. Ama Muhlis Dilmaç’ın yaptığı o kadar çok şey var bisiklet dünyasında onu takdir ile karşılıyorum her zaman.

İyi ki seni tanımışım.

Çalıma masasında Muhlis Dilmaç sandalyesine oturmuş. Kollarını göğsünde kavuşturmuş durumda. Gözünde güneş gözlüğü. Saçları sıfır numara traşlı, sakalları uzamış. Siyah bir kazak var üzerinde. Masanın üstünde lap top bilgisayarı açık, önünde kocaman neskafe bardağı, kalemlik, renkli kalemler, not kağıtları

Fabrikayı gezmeye başlamadan önce Bisikletçi arkadaşımız müzisyen Murat Gülersoy dan “İşte Bisiklet” şarkısı sizlere gelsin. Yazıyı sıkılmadan okumanız için.

Kahve faslı bitiyor, fabrikanın idari bölümü günlük toplantısını yaptıktan sonra Muhlis Dilmaç beni alıyor fabrikanın içinde üretim aşamalarını gezdirmeye başlıyor. Bundan sonra bir bisiklet nasıl yapılır bunları göreceğiz aşama aşama, bölüm bölüm anlatacağım. İdari binadan fabrikanın bölümlerine geçiyoruz labirent gibi yerlerden. Bisiklet üretimin başladığı yerden ham maddelerin olduğu depodayız. Bisikletin ana parçası olan borular paket halinde. Borular bir arada paket olunca altıgen görünümünde altı köşeli ve yüzeyli. Boru paketleri raflarda çaplarına göre istiflenmiş. Bu borular kalınları kadro için, inceleri maşaları oluşturacak.

Boru deposu, borular raflarda istiflenmiş.

Depodan alınan borular kesilmeye başlıyor kadro boyuna göre. Uçları da kaynak yapılacak şekilde makinada ağızlı biçimde kesilmiş. Kesilen borular tekerlekli kasalara konularak istenilen yere kolayca götürülüyorlar.

Fabrikadaki üretim bazı yerlerde robotlar devreye girmiş. Bunlardan biriside kaynak robotu. Tamamen kapalı alanda kalıba yerleştirilen maşa ve kadro boruları iç kısımda robot kollar kaynak yapıyor. Kaynak gazları ve kuvvetli ışıkları dışarıya sızmadığı için zararları pek olmuyor. Çevre ve insanlara yararlı bir aygıt. Normalde kaynak yapan işçiler zehirli kaynak dumanları soluması kaçınılmaz olarak zamanla akciğer kanserini tetiklemesi olası. Aynı zamanda kaynak sırasında kuvvetli ışıklar da deride yanıklar ve cilt kanserine davetiye çıkarıyor. Çağımızın hastalığı olan kanser insanlığın sanayi endüstrisi gereği evrimleşmesini sonucu oluşmakta. Bu kaynak robotu biraz da olsa bunun önüne geçmekte. Kanser için harcanan paraları bir düşünün. Buna harcanacağına insanlara faydalı robotlar üretimine harcansa daha az maliyeti olur kanımca.

Robotlar olunca  insanların da işsiz kalmasına neden oluyor. Düşünün tüm işleri makinaların yaptığını. Sonuç insanların ne olacağı belli değil. Doktorlar, hemşireler mükemmel robotlar olmuş hastalık teşhisinde anında yaptıkları analizlerde tedavi yöntemlerini anında yapıyor. Öğretmenler robot, bilgi bankası tüm bilgileri hafızasında. Her şeyi görsel olarak anlatıyor sabırla. Mühendisler robot, işlerini kusursuz hesaplayıp yapıyor. Bankalar şimdiden otomatik bankamatiklerden para işlerini hallediyorlar. İş makinaları robot, operatöre, kullanıcıya gerek yok. Yolları köprüleri yapıyorlar. Fabrikalar üretim yapıyor robot işçilerle. İnsanlar işsiz, para kazanamıyor ve alım gücü yok. Patronlar ürettikleri ürünleri kime satacak? Robotlara, yada makinalara mı? Zannetmem, robotlar yemez, içmez, yorulmaz, uyumaz, hastalanmaz. Arızalanınca yenisini yaparlar. Senelik izinleri olmaz. Sigara, çay içerek kaytarmazlar. Sizin anlayacağınız paraya pula ihtiyaçları olmaz. Ücretsiz çalışırlar. İşe gidip gelirken bisiklete yada arabaya ihtiyaçları olmaz. Zaten evleri de olmaz robotların. Fabrikada çalıştığı yerde devamlı üretim yaparlar. Üretilen bisikletleri kim alacak, işsiz parasız insanlar mı? Ürettiği ürünleri satamayan patron gün gelecek fabrikasını kapatacak. Kendi de işsizler kervanına katılacak.

İşte kapitalizmin sonu böyle olacak. Ama benim aklıma bir düşünce geliyor. Şimdiden yapay zeka üzerinde epey yol kat edilmiş durumda. Yapay zekalı robotlar kendisi düşünüp fikirler üretecek ona göre işleri yapacak. Öyle Amerikan filmlerindeki  gibi korkunç makinelerin dünyayı ele geçirme olayı olmayacak. Bence akıllı yapay zekalı robotlar yaşamı, doğayı, insanları ve hayvanların yaşamlarını devam ettirmeleri için işleri yoluna koyacak. Yapay zeka mantıklı düşünecek. Cennet belki olmayacak ama ona yakın olacak. İnsanlar ve doğa hiç bir zaman zararlı olaylara karşı karşıya kalmayacak. Yapay zeka ilk başta kapitali yani parayı kaldıracak, patronlar olmayacak. Gerektiği kadar üretim yapılıp ona göre tüketim olacak. İnsanlar sağlıklı biçimde spor yaparak, kültür ve sanat işlerinle zaman geçirecekler. Kısacası kapitalizmin korkunç para kazanma hırsı olmadan yaşanılabilir bir dünya savaşsız sömürüsüz olacak.

Kapalı makinanın gözetleme penceresinden robot kolu kaynak yaparken. Kıvılcımlar ve gazların dumanı görünüyor. Gözetleme camının rengi şeffaf kırmızı renkte. Gözetleyen için kaynak ışığından zarar görmesin diye konulmuş.

Makinadan çıkan kaynaklı parçalar sıralı olarak tekerlekli aracın askı demirlerine diziliyorlar. Bu parçalar arka tekerleğin olduğu maşa kısmı.

İşçilerin kaynak yapması için kadro demirleri birbirine punta kaynağı ile tutturuluyor. Punta makinasında çalışan bir işçi parçaları düzgünce yerleştirmeye çalışırken.

Bir işçinin kaynak tezgahı, tezgahta demir kalıplar. Kalıplara kadro parçaları yerleştirilip kaynak yapılacak. Tezgahın üst kısımda kadro boruları rafta istiflenmiş. İçi boş yarım bir varili buraya da diğer kaynayacak parçalar konuluyor. Kaynak pensesi yerine asılmış. Solda kaynak makinası. Kaynak yaparken gazları çeken aspiratör boruları.

Kaynak yapılmış kadrolar askıda dizelenmiş.

Kadro borularını birbirine kaynatan işçi. Elde yapılan kaynak kuvvetli ışınları etrafa direk dağılıyor. Çıkan ışığa direk bakamıyorsun, gözlere zarar veriyor. Sürekli bakarsan kör edebilir insanı. Aynı zamanda kaynak yaparken gerekli olan duman da etrafa yayılıyor. Gerçi üstte aspiratör borusu gazları çekiyor ama ne kadarını belli değil. Kaynak yapan işçinin koruyucu olarak kaynak maskesi var. Maske hem ışınlardan hem de zararlı gazlardan bir miktar koruyor. Elinde deri eldivenler de derisini kaynak ışınlarından ve sıçrayan kıvılcımlardan koruyor.

Tezgahta oturarak kaynak yapan bir işçi, iş elbisesi ve koruyucu kaynak maskesi. Deri işçi eldiveni elinde. Kadroyu kaynak yapıyor. Kaynak sırasında kuvvetli ışıklar etrafa yayılıyor. Tezgahın önünde kaynak sarı tel demeti. Aspiratör borusu üstte. Sağda kaynak yapılan kadrolar üst üste istiflenmiş.

Kaynak yapılmış onlarca kadro tekerlekli sehpalarda diğer işlemlerin yapılması için beklemede.

Kadro gövdesine arka kısmı kaynatan işçi tezgahta kaynak yaparken. İşçinin koruyucu malzemeleri ve önünde aspiratör borusu.

Kadronun alt kısmında bulunan pedal göbek borusunu kaynatan başka bir işçi. Her tezgahta değişik parçalar kaynak yapılıyor. Her işçi tek bir parça kaynak yapıyor tezgahında.

Kaynak yapılmış ön tekerleğin maşaları askılara dizen bir işçi.

Kaynak yapılan kadrolar haliyle kaynak sırasında oluşan ısı ile gönyesinden kaçıyor. Son olarak ölçülü kalıba göre kadro kaçışlarını düzelten iki işçi tezgahta kaçıkları insan gücü ile düzeltiyor.

Kadro ayarları düzeltildikten sonra boyahaneye girmeden kaynak çapaklarını bir güzel temizleniyor. Kadro pürüzsüz bir hale geliyor.

Sıra geldi boyahaneye, boyalar temiz ve kapalı ayrı bir bölümde hazırlanıyor. Kullanılan boya iyonize su bazlı, insan sağlığına zarar veren boyalar değil. İstenilen renk karışımları laboratuvar ölçülerinde hazırlanıyor. İçeriye sadece çalışanlar girebiliyor. En ufak toz tanesi bile girmesine izin yok. Kapının camlı bölmesinden boya hazırlama yerini çekiyorum.

Boya laboratuvarında hazırlanan boyalar boyahanede hazır olan kadrolar boyanmayacak yerler izole edildikten sonra askıya asılıp boyanmaya gidiyor.

Bir kişi sandalyede oturmuş pedal göbeğini boyanmasın diye izole ediyor.

Kadrolar boyanıp fırında bir süre piştikten sonra çıkarılıyor. Günün rengi beyaz bisikletler.

Askıda olan kadrolar yavaşça hareketli telde diğer bölüme doğru gidiyor.

Aynı şekilde maşalar da hareketli askıda asılmış durumda. Maşalar siyah renge boyanmış. Bir işçi de boyanmış olan maşaları elle, göz ile kontrol ediyor.

Boyanmış kadrolar tek tek alınıp kadın işçiler tarafından marka etiketleri ve süsler kadroya özenle yapıştırılıyor.

Etiketleme işleminden sonra vernik toz boya ile kaplanıp tekrar fırınlanarak son işlemden geçtikten sonra iki katlı özel raflara diziliyorlar. Burada siyah, siyah – kırmızı ve turkuaz yeşil renkli kadrolar raflarda.

Beyaz ve siyah maşalar raflara dizilmiş hazır durumda. Siyah maşalarda yanlarda kırmızı şerit olarak etiketlenmiş.

Raflar siyah ve beyaz boyalı kadro ile sıralanmış dolu olarak. Montaj sırasını bekliyorlar.

Ayrı bir bölüm olan jant atölyesine geliyorum. Alüminyum alaşımlı özel yapılmış 6 metre uzunluğunda profiller tezgahta. Profil çift karlı olarak yapılmış, yanlarda iki delik. Üst kısmı bombeli, iç kısmı içeriye doğru girintili. Bu kısım lastik tarafı. Rafta paket halinde profil, yanında da paket açılmış sadece 4 tane profil kalmış. Karşıda profili çember yapan makina. Solda bir işçi çember olmuş olanları makinede kesiyor.

Jant profili makinede kalıpta çember haline geliyor. Bir profilden üç tane jant olarak sipral biçiminde makinenin üzerindeki kolda yapılmış durumda. Solda da çember olan jantlar kalıpta kesiliyor. Her makina ve her tezgahta olduğu gibi burada da uyarı sarı levha ve makinaları kullanabilecek işçilerin bilgileri çerçeve içinde asılmış.

Spiral hale gelmiş çember ölçülü kalıpta düzgün durumda sıkıştırıldıktan sonra yukarıdan aşağı doğru hareket eden daire testere ile kesiliyor. Bir profil çemberinden üç jant çıkıyor. Uçlarda 10 cm civarında fire kalıyor sadece.

Kesilen jant özel kalıpta iki tarafı çentikli kama ile sıkıştırılarak birleştiriliyor. Jant ek yeri düzgün bir biçimde pürüzsüz ve çıkmayacak şekilde perçinlenmiş oluyor.

Hazır olan jantlar ayarlı makinada jant teli delikleri deliniyor. Bir jant için normal standartlarda 36 delik deliniyor. Bazı jantlar daha az delikli olabiliyor.

Kırmızı renkte jantlar delikleri delinmiş olarak hazırlanıp uzun bir demir kola asılmış durumda. Birer düzine yani on ikişer tane üst üste konularak paket bandı ile bağlanıyor.

Şimdi ise montaj bölümüne geliyorum. Burada hazırlanan kadro ve jantlar diğer komponentlerle montajlanacak. Jantlar aşağı eğimli U boru içinde dik olarak yerleştirilip tel ve göbeğin takılmasını bekliyor. Jant alındıkça aşağı doğru kendiliğinden gidiyor.

Jant göbek deliklerine jant tellerini bir ters bir düz takılıyor el gücü ile. Bunu işçiler tek tek yapıp yanına istifleniyor.

Göbek ile jant çemberinin birleşme anı. Makinada ayarlanıp sabitlenen jant tel somun başlarını otomatik takıp belirli ölçüde sıkıyor.

Hazır olan jantlar özel kapalı bir makinaya giriyor sırayla. Makinanın ön kısmı mavi şeffaf bir koruyucu ile kaplanmış.

Makinanın içinde jant tellerinin tansiyon ayarları yapılıyor. Gerginlikleri ölçülerek ona göre ayar yapılıyor tellerde. Aynı zamanda jant yalpaları düzeltiliyor büyük bir titizlikle. Tekerlek döndürülerek balans ayarı da yapılıyor ayrıca. Kapalı camekanlı makina içinde jant ayarları yapılırken. Burada insan eli yok, makina otomatik çalışıyor.

Hazır olan jantlara iç ve dış lastikleri takılıp hava ile şişiriliyor belirli basınçta.

Boyanmış kadrolar raflara dizilmiş olarak montaj bölümüne getirilip bırakılmış yüzlerce. Kırmızı ve siyah renkte. Raflar tekerlekli, istenilen yere rahatlıkla götürülüyor. Boşalan raflar tekrar doldurulmak üzere boya bölümüne gidiyor.

Aynı şekilde tekerlekler de lastikleri takılıp tekerlekli raflarda sıralanmış montaj edilmelerini bekliyor.

Montaj edilecek beyaz boyalı çamurluklar hazır durumda.

Vites kolları, fren kolları, telleri, fren pabuçları, pedallar, ön ve arka aktarıcılar, zincir ve diğer aksesuarlar kutuların içinde montajı bekliyor. Fabrikada aksesuarlar ve komponentler üretilmiyor. Aksesuarlar ve komponent malzemelerin üretimi başka bir fabrika gerektirir. Zaten en büyük üretici Shimano kendi kalitesinde piyasayı kapmış durumda. Bu malzemeler ithal ediliyor yurt dışından.

Bazı parçalar örneğin ön çark göbeği tezgahlarda işçiler tarafından tek tek takılıp montajlanıyor. Bisiklet kadrosuna ilk montaj burada başlıyor.

İkinci montaj ise ön maşa kadroya bağlanmaya başlıyor.

Bundan sonra kadrolar montaj bandına konularak sırası ile diğer parçaları takıyorlar. Her işçi sadece bir parça takıp diğer parçayı takması için yana gönderiyor. Arkada kasaların içinde parçalar raflarda duruyor. Bir kişi sürekli olarak boşalan kasanın yerine dolusunu koyuyor.

Sıra geliyor tekerlekleri takmaya. İşçiler sürekli aynı parçaları takmaktan otomatikleşen elleri hızlıca kısa sürede monte ediyor.

Montaj bandında vites ön ve arka aktarıcılar, fren gövdeleri ve pabuçları, fren kolları, vites kolları takılıyor birer birer. Montajda çalışan işçilerden bazıları beni tanıyıp “Merhaba Urim Baba” diye selam veriyorlar. Ben de selamlarını alıp “kolay gelsin” diyerek karşılık veriyorum. Beni tanıyorlar ama ben onları pek tanıdığımı söyleyemem. Ama karşılaşınca seviniyorum tanıdıklarına. Montaj sürekli olduğundan işlerinin başından ayrılıp yanıma gelemiyorlar. Ben de üretim kısmına girmiyorum. Zaten yere sarı şeritler çekilerek uyarı verilmiş.

Yeni montaj yapılıp tamamlanmış bir bisiklet. Bu günkü üretim modeli ve rengi siyah ve pembe. Sadece sele ve pedalları takılmamış.

Montajı biten bisikletler son olarak garanti belgeleri, servis ve kullanım broşürleri konuluyor. Bandın sonunda bisikletler ters durumda sele borusu bir demire takılı durumda. Bisikletin selesi ve pedalları naylon poşette kadroya asılıyor. Bir de ön tekerlek takılı değil, bisikletin orta kısmında yanda tutturulmuş. Böylece ambalaj kutusunun boyutları biraz daha küçülmüş oluyor.

Bandın sonunda bir işçi garanti belgesi ve kullanım broşürlerini takarken. Son olarak ta bir işçi montajı ve evrakları tamamlanmış bisikleti banttan alarak diğer tarafta hareketli askıya takıp koli bölümüne gönderecek.

Sondaki işçi bisikleti omuzlamış hareketli askıya doğru asmaya götürüyor.

Askıya asılan bisiklet kolileme bölümüne geliyor. Buradaki işçiler askıdaki bisikleti alıp koliye özenle yerleştiriyor. Askıda iki bisiklet var. Bir işçi de almak üzere. Üst kısımda elektronik tabelada saati ve üretilen bisiklet sayısını gösteriyor. Saat 11:00 altta üretilen bisiklet sayısı 812 adet.

Koliye konulan bisiklet, koli kapakları kapatılıp zımbalanıyor.

Ambalajlanan bisiklet kolisi ambarda yan yana istifleniyor. Kutular dik olarak konulması gerek, hiç bir zaman yan yatırılmamalı. Ambar bisiklet kolileri ile dolu. Bisikletler gideceği saati bekliyor. Etiketlerine göre istiflenmiş koliler tırlara yüklenecek ve büyük bir çoğunluğu limana gidip gemilere yüklenip dışsatım yapılacak. Koliler tır kasası yanaşacak yükseklikte platformda duruyor.

Demir bir borudan aşama aşama işlenerek bisiklet haline geliyor, bunu sırası ile gezerek gördüm. Fabrikada temiz ve titiz bir şekilde üretim yapılmakta. İşçi sağlığı ve güvenliği üst sırada. Her işçi sadece bir parça montaj yaparak bant sisteminde hızlı bir biçimde yani 45 saniyede bir bisiklet hazır hale geliyor. Fabrikada sadece işçiler yok. Model çizen, tasarı yapan, test yapan, ürün geliştiren çalışanlar da var. Ayrıca yönetici kadro da işlerini ve fabrikanın üretimi için kafa patlatıyorlar. Bir bisiklet tek bir kişinin elinden değil kocaman bir ekip ile birlikte kullanıcıya ulaşıyor.

Çocukluğumda ki HAYALİMDEKİ BİSİKLET aklıma geliyor. O zamanlarda hayalimde olan bisikletlerin nasıl yapıldığını görünce bir çok kişinin emeğini gördüm. Şimdi ise hayallerim daha da büyüdü. Bisiklete binmeye başladığımdan beri Muhlis Dilmaç’ı tanıyorum. Onun sayesinde bisiklet ile ilgili çok şey öğrendim ve beraber bir çok festival, tur ve gezi yaptık. Bunları yaparken bisikletin görünür olması ve herkesin bisiklete güvenle binebilmesi için destek ve yardımcı olmaya çalıştık ve daha da çalışmaya devam ediyoruz. Bunu yaparken de hiç bir kimseden hiç bir şey beklemiyoruz. Gönülden yapılan şeyler değerlidir

Accel bisiklet fabrikasının yönetimine, çalışan işçilere, ve beni fabrikaya getirip gezdiren Muhlis Dilmaç’a teşekkür ederim.

V. Az Bilinen Antik Kentler Turu 1. Gün

5. Az Bilinen Antik Kentler Turu 1. Gün

22 Nisan 2016 Cuma

Alaçatı – Ildır – Urla İçmeler.

(Kör arkadaşlar için betimleme yapılmıştır)

(Resimlerin bir kısmı Gürel Gürselp ve Ferdi Kızıl’a aittir)

 

O yalnız kaybetmesini öğrendi ömründe

Avucundan dökülen kum taneleriydi her şey

Ne bir serseriydi ne de yılgın bir savaşçı

Ama kendi kafasıyla düşünen ve hakkında

Ölüm fermanları çıkartılan biriydi belki

Sevince deli gibi severdi

Pervasız severdi sevince

Ahmet Telli

 

Öne çıkan görsel, Karanlık geçidin içinden taş kemerli Tatar köprüsü.

Gece yarısı başlayan fırtına sabaha kadar sürdü ve çadırımın kazıklarını çakmadığımdan tüm gece çadır üstüme yattı durdu. Doğru dürüst uyku uyuyamadım. Uykumu alamadan erkenden uyandım, uyumanın da tadı kaçtı zaten. Rüzgar şiddetliydi ve denize yakın olmamdan dolayı ilk rüzgar benim çadırıma vuruyordu. Çadırı zar zor topladım, eşyaları kıytırığa yükledikten sonra hazırdım. Az uyumanın ve içtiğim bir bardak şarabın etkisi ile başım ağrımaya başladı. Keyifsizim bu sabah. Katılımcıların da bir an önce toplanmaları konusunda uyarıp hazır olmalarını istiyorum sürekli. Kimisi ağır davranıyor. Kahvaltıyı Alaçatı da bir restoranda yiyeceğiz. Herkes hazır olunca en son olarak kontrollerimi yaptıktan sonra grubun ardından yola çıktım. Daha ilk yokuşta vitesleri ayarlayamayan Salih Gülbahar arka aktarıcının kulağını yamultmuş. Söküp düzeltmeye çalıştıysam da kulak kırıldı. Artık yapacak bir şey yok deyip yakın olan Alaçatı’ya kadar gelmesini söyledim.

Arka aktarıcı sökülmüş durumda zincir sarkmış, kulak yamulmuş.

Alaçatı’nın dar sokaklarında, taş binaların arasından geçiyoruz. Epey zaman kaybettik aktarıcıyla uğraşmaktan. Sokakların birinde dere yatağı olan küçük bir taş köprünün yanından geçiyoruz. Dere mere yok ortalarda, yatağı da sokak olmuş. Araba bile park etmiş köprünün yanında. Köprünün taşlarına bakacak olursak eski bir köprüye benziyor. Üzerine beton atarak yapısını bozmuşlar. Alaçatı’ya yakışmayan bir durum.

Sezon başlamadığı için henüz İstanbulluların işgal etmediği Alaçatı bize kaldı bu sabah. Daha önce restoran sahibi ile anlaştığımızdan açık büfe kahvaltı yaptık 120 kişi. Anlaştığımız fiyat Alaçatı için çok komik bir miktar. Ama sezon olmadığı için ve reklam olsun diye bize kıyak yaptılar diyebilirim. Yoksa normalde bir kahvaltı kim bilir kaç astronomik birimdir Allah bilir. En son geldiğimden kahvaltının son kalan parçaları ile bir şeyler atıştırdım. Zaten baş ağrısından keyfim yerinde değil, iştahım da yok. Biraz yedikten sonra ağrı kesici içtim. Bakalım ne zaman geçecek. Salih Gülbahar bisikletçide aktarıcı kulağını halletmiş kahvaltıya yetişti.

Kahvaltı sonrası bisikletlerin başındayız. Şafak Omaç, Ben ve diğer arkadaşlar kalabalık bir şekilde bekliyoruz.

Restoran müdiresine bizlere kahvaltıyı en güzel biçimde sunduğu için kendisine ABAK plaketi ve buff vererek teşekkürlerimizi sunduk.

Herkes harekete hazır olunca yola çıktık. Alaçatı yollarından Ilıca’ya geldik. Ilıca kumsallarının yanından geçen yolda hep birlikte resim çekiliyor ABAK katılımcıları. Resimde ben yokum, arkayı toparlamaktan gerideyim.

Resimden sonra Ildırı tarafına doğru yola çıkılıyor. Bisikletlilerin arkasından çekişmiş bir resim.

Hava sert poyraz esiyor, rüzgara karşı pedallıyoruz, yol deniz kıyısından gidiyor, deniz lacivert rengi ve havanın mavisi ile ton farkı oluşturmuş. Tam karşıda da Karaburun yarımadası ve antik adı ile Mimas dağı. Turumuz da Efes – Mimas yolu ile örtüşüyor.

Yol kaymak gibi asfalt ile kaplı iyi gidiyoruz rüzgara karşı. Yol tabelası kırmızı üçgen içinde sola doğru dönemeçli yol olduğunu gösteriyor. Etrafta pek ağaç yok. Buralarda sürekli esen poyraz rüzgarları doğru dürüst ağaç yetişmesine elvermiyor. Turun doktoru Mete Güney ve yardımcım Ferdimen önümde bisiklet sürmekte.

Ildırı’ya geldik, bisikletler yol kıyısında park etmiş durumda. Kahvede kumanyaları yiyoruz, çay, gazoz ve ayran ile.

Sonrasında Eritrai antik kentine doğru çıktık. Antik kent biraz yukarıda olduğu için yayan çıkıyoruz. Antik kentin girişinde yön tabelası konulmuş, tabelada; Tiyatro, Agora, Akropol, Athena tapınağı ve Matrone kilisesi yazıyor. Hepsinin ok işaretleri aynı yönde.

Girişte antik yapıların son kalan kalıntıları görülüyor. İyi bir işçilikle yontulmuş taşların çoğu yapılarda kullanılmak üzere sökülüp alınmış.

Tiyatroya vardık, girişi tel örgü ile kapatılmış. Demir bir kapı da var, girişi buradan yapıyoruz. Ortalığı otlar bürümüş.

Amfi tiyatro yamaçta yapılmış güzel bir tiyatroya benziyor. Benziyor benzemesine de sadece tam ortasından yukarıya kadar çıkan merdiven taşları duruyor. Geri kalan tüm oturma yerleri sökülüp alınmış. Bahar ayında olduğumuzdan etrafı otlar bürüdüğü için görünmeyen demir raylar var yukarıdan aşağı doğru. Sanki maden ocağı yada taş ocağı olarak kullanılmış. Bakan eden yok götüren istediğini götürmüş, işe yaramazları götürmeye tenezzül etmemiş. Büyük bir talan olmuş anlayacağınız.

Tabanda bir çitlembik ağacı ve en yukarıda zeytin ağaçları var. Oturma yerleri otlarla kaplı. Ortadan yukarı doğru tek sıra çıkan insanlar yavaş yavaş çıkıyor. En yukarıda bir kaç basamak görünmekte.

Doğru dürüst yapı kalmamış taşların arasından patikada tek sıra ilerliyoruz.

Tabelada Akropol, Athena tapınağı ve Matrone Kilisesi bize yönümüzü gösteriyor.

Erythrai

Ildırı köyünün antik dönemdeki adı Erythrai’dir. Erythrai sözcüğünün Yunanca’da “kırmızı” anlamına gelen Erythros’tan türediği, kent toprağını kırmızı renginden dolayı Erythra’nin “Kızıl Kent” anlamında kullanıldığı sanılmaktadır. Bir başka varsayıma göre ise kent adını ilk kurucu Giritli Rhadamanthes’in oğlu Erythros’tan almıştır.

Kentte ele geçen bulgular, bu yörede ilk Tunç Çağ’ından bu yana yerleşimin olduğunu göstermiştir. İkinci kolonileşme döneminde kent, Atina Kralı Kadros soyundan gelen Knopos yönetimindeydi. Başlangıçta krallık ile yönetilen kent sonraları yine kral soyundan olan ancak halkın seçtiği Basileuslar tarafından yönetildi. Ion kentlerinin aralarında kurdukları Panionion dinsel ve siyasal birliğe katıldılar. Kent Pythagoras’la birlikte kısa süreli tiranlık dönemi yaşamış, bu dönemde üreterek dışarı sattığı değirmen taşlarıyla önem kazanmıştır.

Erythrai, Lidya ve daha sonra da Persler’in eline geçer. Pers boyunduruğuna karşı diğer Ion kentleri gibi ayaklanmaya katılan kente, bütün Ion kentleriyle birlikte M.Ö. 334’te İskender, bağımsızlığını kazandırır. İskender’in ölümünden sonra çıkan kargaşalar sonucu birçok el değiştiren Erythrai Pergamon (Bergama) Krallığı’nın eline geçer. M.Ö.133′ te Roma İmparatorluğu içinde özgür bir kent statüsü kazanır. Bu dönemde şarabı, keçileri, değirmen taşları ve kadın kahinleri Sibyl ile Herophile ile ün kazandı.

M.Ö.1 yy.’da depremler, savaşlar ve Romalı komutanların yağmaları yüzünden büyük yıkıma uğrayan yöre; 16.yy’dan sonra Ilderen ve Ildırı adlarıyla anılmaya başladı.

Şehirde 1963-1966 yılları arasında Prof.Hakkı Gültekin ve sonraları Prof. Ekrem Akurgal tarafından kazı çalışmaları yapılmıştır. İlk önce M.Ö. 3.yy. sonlarında yapıldığı sanılan akropolün kuzey yamaçlarındaki antik tiyatro toprak altından çıkarıldı. Akrapol’ün en yüksek düzlüğünde yapılan araştırmalarda da Athena tapınağına ait kalıntılar bulundu. Şehrin etrafının 5 km. uzunluğunda surla çevrili olduğu anlaşıldı. Tiyatro kısmen açığa çıkarıldı ve restorasyon çalışmaları yarım kaldı. Araştırmalarda akrapolde M.Ö.6. ve 7.yy’dan kalma çanak, çömlek, taş ve topraktan figürler bulundu. Bunlar Erythrai şehrinin en eski tarihi buluntularıdır.

Erythrai harabelerinin bulunduğu bölgede, tarlalarda bulunan eserler, ören yeri bekçisi Hüseyin Yavuz tarafından toplanarak, orada bulunan bir bina da muhafaza edilmeye çalışılmaktadır. Hüseyin Yavuz üç yıl önce aramızdan ayrılmıştır, Nur içinde yatsın.

Matrone Kilisesi’nin ayakta kalan üç duvarı, ilk önce Kiliseyi gezeceğiz.

Athena tapınağını kroki planı, sadece temel kısmı çizilmiş. Üst bölümü yok. Tapınakta bulunmuş heykel ve heykel başlarının resimleri var.

Taş duvar ama öyle bilinen basit bir duvar değil. Zengin kral kendine özel poligonal taş duvardan yaptırıyor sarayını. Arada fark olmalı. Poligonal beşgen demek, taşlar düzgün beş köşeli olarak yontulup sağlam biçimde duvar örülmesi demek.

Eritrai antik kenti tam tepenin üzerinde 60 metre yükseklikte, etrafı tamamen gören bir yerde kurulmuş. Ildırı körfezinde bir çok irili ufaklı adalar var.

Adaların kimisi kıyıya yakın, kimisi uzak, manzara çok güzel. Denizin mavisi, ağaçların yeşili, karşı kıyılardaki gri tepeler. Gökyüzü masmavi bulutsuz.

Ildırı bildiğimiz köy, denizden daha yüksekçe bir yere kurulmuş. Yamaçta diyebiliriz. Zeytinlikler ve tarlalar düz arazide. Balıkçılık ta var, daha çok olta balıkçılığı. Resimde görünen ise yazlıkların kapladığı alan. Binalar doğal güzelliği bozmuş durumda, neyse ki hepsi iki yada üç katlı. Sadece bir tane otel olduğu belli yedi katlı kocaman bina bozulmuş olan doğayı katlediyor. Deniz tam körfezin sonu ve bir çok kayık, tekne demirlemiş durumda.

Körfezde en küçük ada, ismi Zeki Müren adası. Zeki Müren sağlığında burada tatil yaptığı zamanlarda hep bu adaya gidip dinlenirmiş.

Eritrai antik kent turumuz sona erdikten sonra grup yola çıktı. En arkada kalanları toparlayıp ben de yola çıkıyorum. Ildırı dan sonra zorlu bir yokuş bizi bekliyor. Önümde Ferdimen, uzayıp yükselen uzun bir yol. Yolun kıyısında sarı çizgi çekilmiş. Etrafta tarlalar ve zeytin ağaçları.

Yokuşları rahat çıktım diyebilirim. Kıytırıkla beraber fazla zorlanmadım. Geçen yıl dişlileri küçültmem işe yaradı. Yokuş bitti, tam tepedeyim. Bisikletim KUZ ve römorkum kıytırık iyi durumda.

Yokuş kimisini yormuş. Dinlenenler kendini yerlere atmış. Fazla oyalanmadan yola çıkmalarını söylüyorum.

Biraz uzaktan ufukta KUZ ve kıytırığın resmini çekiyorum. Önde asfalt yol, birkaç kaya ve çalılar. Önüm çimenlik. Resim uyum içinde.

Arkada kalan iki kişiyi bekliyorum, yokuşu yürüyerek çıkıyorlardı. Sonunda göründüler aşağıdan gelişleri. Önümde yuvarlak taşlar, çimenlik ve çam ağaçları.

Yürüyerek gelenler KUZ’un yanında yere yatırıyor bisikletleri yere. Biraz dinlenmeleri gerek, bayağı yoruldular. Anlaşılan yüklü tur pek yapmamışlar gibi.

Turun doktoru Mete benimle beraber hareket ediyor. Çam ağaçları arasında giden yoldayız.

Çıktığımız yokuştan hızlıca indik, Barbaros köyünde bu kez mola vermedik. Ovada bulunan göletin yanından geçerek otobanın yanında ki toprak yola girdik.  Arkada kalanları toparlayıp yola düzülmelerini sağladıktan sonra artçı grubu olarak arkalarında geliyoruz. Eski bir taş köprü olan Tatar köprüsüne geldik. Benden önce gelenler resmimizi çekiyor. Çömelmiş durumda bizim resmimizi çekerken Şafak Omaç ben ve Doktor Mete’yi çekerken hepimizi bir kareye sığdırdı Ferdimen .

Köprünün üstünde bir yorgunluk kahvesi içmek gerek diyerek kahve takımlarımı çıkardım. Şafak, Mete, Ferdimen ve ben dördümüz bağdaş kurup oturduk yere. Fedimen tripod ile zaman ayarlı resmimizi çekiyor. Şafak ta beyaz, diğerlerinde yeşil buff kafamızda. Cezveyi ocağa sürmüşüm pişmesini bekliyorum. Bir kaç zeytin ağacı, küçük çalılar ve baharın yeşilliği gökyüzün maviliği ile kucaklaşmış. Doktor Mete’nin eli havada, el sallıyor.

Kıytırığa Urim Baba’nın kahve tabelasını asıyorum. Kıytırıkta sarı ve turuncu üçgen bayraklar. Yanımda Şafak, boynuna telsizi asmış. Kıyafetleri beyaz uzun kollu, buff ta beyaz olunca Arap şeyhlerine dönmüş bizim Şafak. Cezve ocakta, kahve fincanları kahvenin pişmesini bekliyor.

Ferdimen bu kez Doktor Mete ile çekiyor resmimizi.

Bu kez beni tek başına çıkarıyor elim cezveyi tutarken. Sakalım da uzamış biraz.

Sonra gürel ve arkadaşları geliyor yanımıza. Onlara da kahve pişiriyorum zaman kaybetmeden. Kahve tabelam, üç fincan ve bakır cezve. Resmi Gürel çekiyor profesyonel fotoğraf makinası ile.

Kahveler pişti, cezveden fincanlara eşit miktarda dolduruyorum.

Gürel muhteşem dörtlüyü çekiyor kahve içerken. Ellerimizde fincanlar bağdaş kurmuşuz Tatar köprüsünün üstünde. Zeytin ağaçlarının rengi yağmurda yeni yıkanmış gibi parlıyor yaprakları.

Kahve molası bitti, yola çıkıyoruz. Otobanın altından geçeceğiz. Otobanın alt geçidini geçerken karanlık olan içinden Tatar köprüsünün güneş vuran aydınlık resmini Ferdimen çekiyor. Beton bir çerçevede iç kısım karanlık, dışarısı ise kemerleri görünen Tatar köprüsü. Bu resmi öne çıkan görsel olarak seçiyorum.

Bu kez otobanın diğer yanında toprak yoldayız. Yol kumlu, mıcırlı ve iniş. Dikkatli iniyorum. Ön teker bazen kayıp gidiyor. Yavaşça, fren sıkarak iniyorum. İnişte Yüksek teknoloji üniversitesinde öğretim görevlisi Talat hoca ile pedallıyorum. Bana kahve merakımın nereden, nasıl oluştuğunu söylüyor. Ben de kısaca anlatıyorum ;

“Yıllar önce 1986 yılında saz kursuna kayıt oldum, saz çalmasını öğreneceğim. İş çıkışı sazım elimde kursa gidiyorum haftanın belirli günlerinde. Saz kursunda Aşık Garip adlı bir kitap gözüme ilişince alıp okudum. Kitapta Aşık Garip bir kıza sevdalanmış, kızın babası da yüklü başlık parası isteyince Garip te para pul ne gezer. Yoksul köylü nereden bulacak parayı çıkıyor gurbete başlık parasını kazanmaya. O zamanlar saz çalmasını bilmiyor. Tanrıya yalvarıyor her gece saz çalmasını öğreneyim diye. Bir gece rüyasına Hızır aleyselam girip Garip’e el veriyor. O saatten sonra başlıyor çalmaya. Gurbetten ne iş yaparım deyip bir kahve dükkanı açıyor. Müşterilerine kahve pişirerek para kazanmaya başlamış. Bu arada saz çalarak Aşıklığını müşterilerine duyurunca Aşıkların kahvenin toplanma yeri oluyor. Aşık atışmalarında ilham perileri yardım ediyor ve hepsini alt ediyor sözleri ile. Ünü giderek yayılıyor etrafa, müşteriler Aşıkları dinlemek için akın ediyor. Aşık Garip te kahve pişirmesini elden bırakmadan müşterilere sürekli kahve pişirerek iyi para kazanmış. Derken memleketten bir haber geliyor. Sevdiği kızın babası kızını başka birisi ile evlendirmeye kalmış. Düğün yapacak. Aşık Garip hemen memleketine gidip kızın babasına verdiği sözü hatırlatıp başlık parasını fazlasını vererek büyük bir düğün yapıp sevdiceğine kavuşmuş.”

Talat hoca da anlattıklarımdan etkilenmiş olacak ki kendisi saz yaptırıyor ve saz da çalıyor, turdan sonra bana bir saz hediye etti. Kendisine çok teşekkür ederim. Aldığım hikayesi olan en anlamlı hediyelerden biri.

Sol tarafta otoban, otobana insanlar ve hayvanlar girmesin diye tel örgü ile kapatılmış. Sadece uçan kuşlar girebiliyor otobanlara. Yüksek gerilim hattı yolun hemen sağında beton direkler. Etraf yeşil, pek ağaç yok sadece çalılar var.

Kamp alanına yaklaştık sayılır. Bir kaçamak yapalım diyerek tarihi Roma hamamına sapıyoruz. Yoldan epey uzak toprak bir yoldan vardık. Deniz kıyısında kayalıkların dibinde taştan kapalı bir oda. Sadece bir giriş yeri var. Kapısı yok.

Burada sıcak su çıkıyor, dış kısmında berrak su yosun ve kum gayet net görünüyor. Rüzgar hızını kesmedi henüz. Taş bina rüzgarı kesiyor.

Hemen şortları giyip sıcak suyun içine giriyorum. Havuz 4 metreye 4 metre, 1 metre derinliğinde, dibi kayalı ve kumlu. Devamlı su geldiğinden temiz ve berrak görünümünde. Ben havuzun içindeyim, Doktor Mete ise elleri ile tutunarak girmeye çalışıyor.

Havuzun içinde Şafak, ben, Mete, Ferdimen ve Gürel keyif yapıyoruz. Su ılık olunca keyifli bir terapi oluyor. Yorgunluğumuzu atıyoruz üzerimizden.

Yaptığımız kaçamağı haber vermediğimiz için bizi merak etmişler. Telefon ile arayıp durumuzu öğrendikten sonra kamp alanına gelince Olcay dan ve Doktor Serhat tan özür diliyorum yaptığımız hata için. Haber vermeliydim aslında ama olmadı. Herkes çadırını kurmuş, biz de çadırları kurup yaklaşan akşam yemeği için hazırlandık. Yemekler dağıtılmaya başlayınca hemen sıra oluştu. Gönüllü yemek dağıtıcıları herkese eşit miktarda dağıtıyor.

Sol alt köşede bir köpek arka ayakları üzerine oturmuş yemek dağıtanları dikkatlice izliyor. Ayrıca bu insanlar neden sıra bekliyor diye şaşırmış durumda. Kocaman kazanlı çay makinesi demlenmekte, akşama bol bol çay içeceğiz.

Yemekten sonra arkadaşım Mustafa Güven bana bir sürpriz yaptı. Elinde dikdörtgen kahverengi kutu, içinde bir de ne göreyim 4 fincan ve 4 tabak. Şaşırdım, sevindim, şaşkınlığımdan ne diyeceğimi bilemedim. Öylece hayran hayran fincanlara bakıyorum. Her fincana yazılar yazılmış, resimler çizilmiş. Beni ve bisikletimi yazıp çizmiş üşenmeden. Tabaklarda da Can Yücel’in POETİKA şiiri dört bölüm. Sevgili Mustafa hiç üşenmeden kargacık burgacık tam üç ayda fincanları bu hale getirip fırınlamış. Ve ben Dünya’nın en mutlu insanı oldum. Böyle el emeği, göz nuru bir hediyeyi beni seven bir dostumdan almanın hazzını yaşadım. Benim için çok değerli bir hediye. Özenle kullanacağım hayatım boyunca. Çok sevinçliyim.

Karton kutunun içinde kenarlarda dört fincan, ortada dört tabak üst üste.

Birinci fincanda bisikletim KUZ mavi renkte ve resmi, altında urimbaba’CAN yeşil kalemle yazılmış. Onun altında web sitemin adresi ; http://www.urimbaba.net Yanda da #abakheryerde kırmızı kalemle yazılmış.

İkinci fincanda bisikletim KUZ ve römorkum kıytırık çizilmiş mavi renkte. Altında kıytırık ve KUZ yazılmış yeşil renkte. Kahve rengi bakır bir cezve resmi ve benim sözüm ; “Kahve önemlidir, öyle aceleye gelmez” yazısı kırmızı renkte. Fincanın diğer yarısında yine benim sözlerimden ; “İmzasını bir kere atmıştır.” K.atatürk imzası ile birlikte mavi renkte. Benim arkadaşımdan gelen Kemal Atatürk imzalı fincanlarımdan esinlenmiş olmalı.

Üçüncü fincanda ise URİMBABA’NIN KAHVESİ mavi renkte, altında MAKSAT MUHABBET kırmızı renkte yazısı.

Dördüncü fincanda ise RimBaba, RimBaba şarkısının sözü mavi renkte. Alında kırmızı renkte #abakheryerde yazısı.

Tabaklarda ise dıştan içe doğru Can Yücel’in POETİKA şiiri yazılmış siyah renkli kalem ile.

Birinci tabakta ; Tam ortada 1 rakamı, etrafında http://www.urimbaba.net yeşil kalemle yazılmış.

Yalnızlığı sevmiyorum

Yalnız kim ola ki

Kendim…

Kendimin kendini sevmiyorum

Kediler hariç…

Kahve ocakçısı olacaktım ben

Tuttum kavlimi

İkinci tabakta ; 2 rakamı #abakseninlegüzel yazısı kırmızı renkte

Yazdıklarımsa hep nafile

Hep nişanlı angaje ısloganlı

Can, diyorlar, bir kahve yap şu dümenin ağzına

Kallavi olsun!

Üçüncü tabakta ; 3 rakamı, kahverengi kalemle yazılmış Maksat Muhabbet, bir çiçek resmi mavi renkte. Kırmızı renkte #abakheryerde yazısı.

Bende yoksa kahve, yemişçiden tedariklenip

Ve cezveyi ateşe sürüp, üstüne yemeni, şekerini

Taşırmadan pişiriyorum

Dördüncü tabakta ; 4 rakamı ve UrimBaba’CAN mavi renkli yazı.

Biliyorum, bilmez miyim bu kahve ocağınnan

Ocağımızı bucağımızı

Isıtamayacağımı!

İşte onun içinde de içim titreyerek

Cezvenizi sürüyorum ateşe

Can YÜCEL

Aşağıda yan yana 4 fincan yan durumda, altında da 4 fincan tabağı.

Her zaman olduğu gibi kamp ateşini Şafak Omaç yakıyor. Ateşin başında sohbete dalıyoruz. Rüzgar olsa da ateş içimizi ısıtıyor. Benim içimi ısıtan ise aldığım hediye. Rüzgardan dolayı pek ateşin başında durulacak gibi değil, fazla geç olmadan yatıyorum mutlu olarak.

Canavar-ül velosiper Enes Şensoy’un çektiği video görüntüsü

Bu gün yaptığımız yol yaklaşık 63 Kilometre civarı

Aşağıda yaptığımız yolun haritası

Powered by Wikiloc