Urim Baba’nın Kahvesi, Patent Marka Tescil alınışının Öyküsü
(Kör arkadaşlar için betimleme yapılmıştır)
Yaz! Dedi uzun saçlı adam,
Kalem yoktu o zamanlar ve kağıt ta.
Kalem tutan el de yoktu
Ve emektar bir bisikletin tekeri altında
Aşkla ezilmemişti daha toprak
Yaz! Dedi uzun saçlı adam
Ocağa sürülürken kahve cezvesi…
Gözde Emine ÖZGÜREL
Öne çıkmış olan görsel, İki kahve fincanı, bisiklet tekeri, tüy ve cezveden oluşan logo baskılı fincanlar. Altında “Urim Baba’nın Kahvesi” yazıyor.
Evet sevgili kahve dostları, sizlere Urim Baba’nın Kahvesinin patent, isim hakkının alınmasını anlatacağım. 24 Ekim 2015 yılında başladığım Urim Baba’nın kahve etkinliği bazı Cumartesi günleri hariç yıl boyu gerçekleşiyor. Soğuk, sıcak, hafif yağmurlu günlerde beni yalnız bırakmayan kahve dostları sürekli geliyorlar uygun oldukça. Aramıza her hafta yeni birileri katılıyor ve giderek çoğalıyoruz. Her hafta kahve etkinliğinde muhabbet ediyoruz her konuda. Bisiklet, turlar, festivaller, bisiklet donanımları. Arada bazen Urim Baba’nın kahvesinin patentini dillendirenler de oluyordu. Sonra düşündüm, başkası almadan patenti alıp kenara koymak gerek ne olur ne olmaz. Belli mi olur? Arkadaşım Öğretmen Sema Gür Süslü Kadınlar Bisiklet turunu düzenliyor her yıl Eylül ayında. Sema yaptığı turun patentini almıştı. Ben de nasıl aldın diye sorunca avukatının telefon numarasını verdi. Avukatı arayıp nasıl, ne kadara diye sorunca tüm masraflarla birlikte 2.500 Lira gibi bir ücret çıkardı. O an için bana çok geldi, o yüzden avukata geri dönmedim. Sonra komşum ve vekaletim onda olan avukatımı aradım. Patent konusunda ne, nasıl yapabiliriz? Avukatım da bana bu işlerle uğraşan arkadaşının telefonunu verdi. Avukat Ankara’da çalışıyor, hemen telefon ile görüştüm. Bana ücretini söyledi; 1650 Lira civarı. Bana göre uygun bir ücret ama nasıl olacak bilmiyorum. Malum emekli maaşı ile kredi kartı, kredi borçları ile anca geçiniyorum. Elde avuçta ve kenarda param da yok. Bu kredi kartları ve krediler insanların birikim yapmasını engelledikleri gibi sürekli borca sokuyor insanları. Faiz ödemekten imanımız gevriyor.
Kahve etkinliğine ilk gelenlerden biri olan arkadaşım Gülhan Etiler bir Cumartesi elinde iki havlu ile çıkageldi. Üzerine de nakış işletmiş” Urim Baba’nın Kahvesi” diye. Kendisi Denizlili olur, havlu diyarı olan kentte benim için havlu yaptırmış. Hediyeyi alırken çok sevindim, teşekkür ederim arkadaşım, sağ ol, var ol.
İşlenmiş havlu hediyemi alınca aklıma bir fikir geldi; Ben niye havlu işletip patent için arkadaşlarımdan belli bir ücret karşılığında satmayayım. Hemen araştırmalara başladım. Denizli’de bu işlerle uğraşabilecek arkadaşım Halil İbrahim’i aradım. Havluları ne kadara yaptırabiliriz deyince fiyat aldı ve bana 70 kuruşa yaptırabiliriz tanesini dedi. Vay çok iyi fiyatı bence. Nakış işlemesini yapan uzaktan bir akraba olan Bülent’e ne kadara işletebiliriz diye sordum. O da 1.5 Lira havlu başı deyince oturup hesap yaptım. Kaç lira satarsam patent ücretini çıkarırım diye. En uygun ücret 10 Lira olarak hesapladım. Bence uygun bir ücret ve herkes katkıda bulunabilir diye düşündüm.
Gülhan Etiler bana işlenmiş havluyu hediye ederken.
Hemen Denizli’den Halil İbrahim’i aradım. Bana 500 adet havlu yaptır, 30 X30 ölçülerinde olsun diye siparişi verdim. Havlular hazır oldu diye Halil İbrahim’den haber geldi. Nakış işlenecek atölyenin adresini aldım Bülent’ten. Halil İbrahim’e verdiğim nakış atölyesinin adresine göndermesini söyledim kargo ile. Halil İbrahim’e havluların ücretini banka havalesi ile hesabına yatırdım. Denizli’deki hesap kapanmış oldu. Havlulara işlenecek şekli de mahalleden arkadaşım Erkan’a alelacele çizdirdim. Havlularda kahve fincanı, üzerinde tüy ve urimbaba’nın kahvesi el yazısı biçiminde nakışları işlettirdim. İplik altın renginde.
Sıra geldi logo tasarımına. Bisikletçi dostum Tanzer Kantık grafiker, bu işin piri ne de olsa. Bana bir logo çizmesini rica ettim. O da “Tamam baba hallederiz” deyince içime bir ferahlık geldi. Aşağıda sevgili dostum Tanzer’i görüyorsunuz. Güneş gözlüğünü kaldırmış bana bakarken kol saati 17:27’yi gösteriyordu.
Ben Tanzer’e nasıl bir logo çizeceğini tarif ettim. Bisiklet tekerleği, kuş tüyü ve kahve cezvesi. İlk çizdiği tasarım şöyle; bisiklet tekerleği, tekerleğin üstünde tüy çok yatık duruyordu. Kahve cezvesinin sapı da tekerleğin merkezinde olarak çizmişti. Altına da Urim Baba’nın Kahvesi yazıldı.
Tanzer’e olmadı, tüyü biraz dik tut dedim. O da tüyün sapı tekerleğin merkezine doğru gelecek şekilde çizdi. Ama tüyün uca doğru sapı görünmüyor. Tüyde iki çentik var, beyaz, üstteki çentikten sonra siyah renklendirmiş
Yok öyle de olmadı dedim, Tüy siyah renkte, iki çentikli, ikinci çentikten sonra beyaz renkli olacak. Uca kadar sap çizgisini de çiz. Sapın başlangıcı tekerleğin merkezinde ve daha az yatık duracak. Cezve de biraz daha yukarıda, sapı bisikletin kadrosu gibi tekerleğin üzerinde olacak. Urim Baba’nın yazısı cezvenin altında. Kahvesi daha büyük karakterde ve en altta boydan boya sığacak şekilde yapınca “Hah tamam şimdi tam istediğim gibi oldu dedim. Böylece logom da çizilmiş oldu. Tüy benim hayatımı temsil ediyor. Alttan birinci çentiğe kadar olan uzun kısım çocukluğumu. Hiç bitmeyecekmiş gibi gelirdi bana çocukluğum. İki çentik arası ise çalışma hayatım. 26 yıl bana çok kısa gelmişti. İkinci çentikten sonra beyaz bir sayfa başladı benim için. Bisiklete başladım, o yüzden bisiklet tekerleği var logoda. Ayrıca kahve içmesini seviyorum, yapmasını da seviyorum. En önemlisi paylaşmayı seviyorum. Yanımda taşıdığım 4 kişilik cezve ile sürekli yanımda olan şanslı kişilerle kahvemi paylaştım. Logoda cezve de var. Böylece logo kısaca hayatımı anlatmış oluyor.
Havlular geldikten sonra kahve etkinliklerinde patent destek amaçlı havlu satmaya başladım. Sağ olsun arkadaşlar, kahve dostları hayır demedi. Havlu alarak destek oldular sağ olsunlar. Kimi bir, kimi iki, üç, beş hatta on tane bile alan oldu. Böylece havlu parası, nakış parası ve patent için marka tescil başvuru parası birikmiş oldu kısa sürede. Hemen Ankara’daki avukatı arayıp baş vurması için noter tasdikli belgeyi gönderdim. Avukatım da başvuru belgesini yolladı internet üzerinden. Başvuru tarihi 27.12.2016 marka örneği olarak: urim babanın kahvesi, marka çeşidi: Ticari marka. Marka örneğine de Tanzer’in çizdiği logo var küçültülmüş olarak.
Patent başvurusunu yaptık, 6 ila 7 ayda anca çıkar dedi avukatım. Ben de bu arada kahve etkinliklerinde havlu satmaya devam ettim her Cumartesi günü. Topladığım paraları sıkı bir disiplinle bankaya yatırdım sürekli olarak. Değerinin kaybolmaması için de dolar yaptım. Nasıl olsa bizim paramız sürekli değer kaybediyor. Gerektiğinde aldığımdan fazlasıyla kazançlı çıktım az da olsa. Paramın değeri yüksek, çünkü kimse karşılık beklemeden yardım ediyor ve bu değerli paranın korunması gerek. Havlu destekçilerinin bir kısmı ile kahve etkinliğini yaptığım İnciraltı Kent Ormanında resim çekiliyoruz.
Sevgili dostum Fatih İzgili benim için yakma tabela işlemiş el emeği ile. Tabelada Urim Baba’nın Kahvesinin logosu. Fatih’in yaptığı tabela ve Fatih ile birlikte resim çekiliyorum. Arkada bisikletim Kuz ve Atatürk halısı seleye asılı durumda.
Urim Baba’nın kahvesinde, kış aylarının soğuk bir gününde sevgili masalcımız esmavi (Esma Eser Açıkgöz) patent desteği için İzmir’e gelip masal anlattı bizlere. Aşağıda “Kahve Tanrıçası Elena” masalının videosu.
Hayallerimden birisi olan Avrasya maratonuna katılmak için İstanbul’a gitmiştim. Hazır İstanbul’a gelmişken kahve etkinliğini de açtım. Kadıköy de Caddebostan sahilinde Şaşkınbakkal civarında kahve etkinliğini yaptım. İstanbullu dostlarım kahve içmeye gelip hem kahve içtiler hem de havlu alarak patent için destek oldular. Aralarında hiç tanımadığım kimseler de vardı. Onlar da karınca kararınca destek olmaktan çekinmediler. İstanbul dan dostlarımla birlikte topluca resim çekilirken poz verdik.
Sevgili Başak Bulut ve Rahman Karataş Dünya haritasını önüme koydular. Rahman’ın kemençesinin sesi tüm dünyaya haykıracak Urim Baba’nın Kahvesini. Dünya haritası, kemençe ve havlu masanın üzerinde.
Kahve etkinlikleri devam ediyor ve bu etkinliklerin birinde henüz ilkokul 2. sınıfa giden Akasya kahveci çırağı oldu. Kahveye gelen kişilerden kahvenin nasıl pişirileceğini not ediyor. Listede; Başta urunbabanın kahvesi yazmış, altına da orta kahve, şekerli kahve ve sade kahve yazıyor 16 satır olarak. Çırak Akasya siparişi alıp bana bildiriyor ve ben de siparişe göre kahve yapıyorum. Sağdaki kağıda beni ve kendisini çizmiş tabureye otururken. Saçlarımı kıvırcık ve uzun olarak çizmiş. Başların üzerine de Akasya ve urim baba yazmış. İki tane de kedi ve ellerimizin birleştiği yere kalp çizmiş.
Başka bir kağıda başlık olarak Akasya ve urunbaba yazarak altına beni ellerimi açmış olarak, uzun ve kıvırcık saçlı, römorkum kıytırık ve bisikletim KUZ çizmiş. Römorkta iki tane kedi (kedileri çok seviyor anlaşılan) kalp ve altta 2 – B yazmış ilkokulda gittiği sınıfı.
Urim Baba’nın Kahvesinin olduğu yerde bana gölgelik yapan ılgın ağacı var. Yaptığım kuş yuvalardan birisine logomu yakıp ağaca asıyorum.
Artık yerimi belli eden kuş yuvasında logom Urim Baba’nın Kahvesi ve Maksat Muhabbet yazısı var.
Gelen arkadaşlar kahverengi kayaya Urim Baba’nı Kahvesi yazısını kazımışlar. İki fincanı da yanına koyup resmini çekmişler.
Kendi reklamımı yapmak için beyaz tişörte logomu bastırdım. Göztepe iskelesindeki asma köprü ile resim çekildim. Köpru Göztepe’nin renkleri olan sarı – kırmızı renkte boyanmış.
Logo tasarımını yapan sevgili dostum Tanzer’e de bir tişört yaptırıp hediye ettim. Göztepe iskelesinde Tanzer ile yan yana tişörtlerimizle poz veriyoruz.
Sevgili Bahar Sungu ve Mualla usta son olarak kermes gibi bir kahve etkinliği düzenlediler. Hazırladıkları ikramlarla kahve içmeye gelenlere ikram ettiler ve gönlünden ne koparsa patent için yardım topladılar. Böylece eksil olan miktar da tamamlanınca havlu satışını kestim. Fazlasına gerek yoktu. Amacıma ulaşmıştım ve patentin onaylanmasını beklemeye başladım. Başvurumdan aylarca sonra haber geldi avukatımdan ilk önce. Daha öncesinden gerekli harç parasını da havale yapmıştım. Bir hafta geçmeden kargo ile belgem onaylanmış olarak geldi. Sevinçliydim, amacıma ulaşmıştım katkı koyan dostlarım sayesinde. Artık Urim Baba’nın Kahvesi isim hakkı yasal olarak koruma altında. Bu marka ticari olarak tescillese de ticari amaçla kullanılmayacaktır. Yani kısacası kahve beleş, para ile satılmaz.
Belgede yazılanlar kısaca; üstte yuvarlak Türk bayrağı, altında T.C. Türk patent ve marka kurumu. Marka tescil belgesi. Altında markanın logosu, marka sahibi ve emtiası: 30 – 35 – 43 olarak maddeleri kapsadığını yazıyor. En altta da İş bu marka 27/12/2016 tarihinden itibaren ON YIL süreyle 13/07 2017 tarihinde tescil edilmiştir. Yanında tescil eden kişinin adı ve imzası mühürlenmiş. Sağda T.C. Markalar daire başkanlığı yuvarlak içinde. En altta TÜRK PATENT yazılı.
Postanede çalışan arkadaşım Aycan Epik özel pul bastırılıyor deyince Urim Baba’nın Kahvesi logolu pul bastırdım. Bir kahve etkinliğinde getirip basılı pulları verdi. Arkadaşlarıma mektup yazıp attım, kimine ulaştı, kimine ulaşamadı kayboldu. PTT’nin ayıbı.
Artık markalı olan Urim Baba’nı Kahvesi logolu fincanlar yaptırdım özel olarak. İsteyen arkadaşıma maliyetine fincan yaptırdım. Marka olduğunu belirtir ® işaretini de koyduk cezvenin sapı ile birleştiği yere. İki fincan yan yana logo baskılı yakından çekilmiş resmi. Bu resim öne çıkmış görsel olarak seçtim.
İki sinemacı İsmet hemşerimin çağrısı ile gelip Urim Baba’nı Kahvesi belgeselini çekmeye başladı. 4K kamera ile çekimlere başlandı. Ses kaydedici Alpay Cavlak kamera başında.
Esas işin maystrosu Adem Giliz Sağlık il müdürlüğünde filim – sinema ve görsel bölümünde çalışıyor. Aynı zamanda profesyonel belgesel çekimleri de yapıyor. Kamerasının başında belgeselimi çekerken kameranı vizörüne bakıyor tek gözü ile.
Aşağıda youtube de yüklediğim “Urim Baba’nın Kahvesi Belgeseli videosunu izleyebilirsiniz.
Sinop Üniversitesinde öğretim görevlisi olarak çalışan sevgili Kübra Aşan bana çok güzel bir hediye tasarlayıp gönderdi. Küçük tahta bir çerçeve içinde filim olarak logomu bastırmış. Çok özel bir hediye benim için.
Sevgili dostum Tanzer bir gün uzaklardan birini getiriyor kahve içmeye. Deyiş Yıldıran, Öğretmen olan Deyiş amatör olarak çok güzel resimler çekiyor. Tanzer eline kahve değirmenini çekerken Deyiş te elinde kamera çekeceği nesneleri gözlemliyor. İkisi de çekiyor, biri kamera ile, biri değirmen ile.
İşte Deyiş’in tasarladığı çekimlerden birisi. Alttaki fincan ters, üstüne de düz olarak üst üste iki fincan konmuş durumda. Arka fonda iki kırmızı bisiklet flu olarak ağaca dayalı.
Seramik atölyesinde seramik çalışmaları yapan arkadaşım Özlem Özarslan benim için uğraşıp logomun seramik tabletini yapmış sağ olsun. Urim Baba’nın Kahvesi logolu seramik tablet kaidesinde, altında da köpüklü kahve fincanı tabağı ile. Tabaktaki logo fincanın yansıması olarak ters basıldı özellikle.
Kendi ellerimde yaptığım sehpanın üzerine, şimdiye kadar yaptığım faaliyetlerin logoları ve isimleri ile birlikte yaktım. Sehpada; Hayalimdeki Bisiklet, #abakheryerde, suyun Kaynağına yülculuk, Ferdimen, Perşembe Akşamı Bisikletçileri PAB, Urim Baba’nın Kahvesi Maksat Muhabbet Ve Atatürk maskı ve imzası yer alıyor.
Böylece patenti alırken yaşadığım olayları, yaptıklarım, dostlarımın yardımı ile Urim Baba’nın Kahvesi tescillenmiş olarak anlatmaya çalıştım. Her türlü katkıyı sağlayan dostlarıma teşekkürler. Elimden geldiğince katkıda bulunanların isimlerini yazmaya çalıştım. Eğer yazmadıklarım varsa beni affetsin. Patent için havlu alan destekçilerin isim listesi aşağıda.
Öne çıkan görsel, önde kahve fincanları dört tane K. Atatürk imzalı. Arkada kahve değirmeni, ocak üstünde kahve cezvesi, kahve cam kavanoz. Ben ve arkamda göl manzarası.
Merhaba sevgili kahve dostları, Urimbaba’nın kahvesi neredeyse yılın 3. çeyreğini doldurdu Kahve içilirken yapılan muhabbetin hiç bir muhabbete benzemediğini içenler farkına vardıktan sonra İzmir de olduğum sürece hemen hemen her hafta İnciraltı Kent Ormanı, Çakalburnu’nda kahve pişti. Soğuk kış günlerde, yağmurlu günlerde, kimi gün bol rüzgarlı. Her hafta yeni dostların katılımı ile Urimbaba’nın kahvesi iyice tanındı ve facebook grubunda çoğaldı. Kahve içmeye gelenler çam sakızı çoban armağanı bir şeyler getirdi. Daha çok pişmiş kahve çekirdeği getirilenler arasında. Her daim el değirmeninde çekilen kahve kokusu, içlerinde tatlı bir anı bırakıyor. Kimisi hiç el değirmeni görmemiş, kimisi de Anneannesinde en son 30 40 yıl önce çektiğini hatırlıyor.
Urimbaba’nın kahvesi hep aynı yerde, İnciraltı Kent Ormanı, Çakalburnu deniz kıyısında gerçekleşiyor. Kış aylarında Gaziemir den arkadaşım Salih Akbaba kahve etkinliğine geldiğinde bana;
“Gaziemir de bir hafta sonu kahve etkinliği yapalım. İzmir trafiği belli herkes gelemiyor.” dedi, ben de;
“Neden olmasın Pazar günü yapabiliriz.” deyince 24 Ocak 2016 Pazar günü dışarıda ilk kahve etkinliği yaptık. Sevgili Salih bana sürpriz hazırlamış. Atamızın kalpaklı halıya dokunmuş bir portresini hediye ediyor. Hediyeyi verirken çok duygulanmıştım. Bu değerli hediye Urimbaba’nın kahvesinin demir başı olmuştu. Her hafta kahvede bisikletimin üzerine asarak Ulu önder Gazi Mustafa Kemal ATATÜRK yanımızdaydı.
Salih Akbaba Atatürk halısını hediye verirken, Resimde dört kişiyiz.
Derken haftaların birinde sevgili Öğretmenim Bahar Sungu da Atatürk’ün imzalı fincanları ile çıka geldi. Bu da en değerli hediyelerden biri oldu benim için. Artık her hafta Atatürk imzalı fincanlarda kahvemizi içiyoruz. Bahar Elinde Atatürk imzalı fincanı tutarken ikimizi çekiyorlar.
Az Bilinen Antik Kentler Bisiklet Turunda tanıştığım türkü dostu Talat Yalçın da büyük sürpriz yaparak sazlarından birini getirerek hediye etti, artık ne diyeceğimi bilemedim. Hediyelerim ile birlikte hazinem de çoğalıyordu gün geçtikçe. Yürekten verilen bu hediyeler sadece bana değil tüm dostlarıma verildiğine inanıyorum. Arada bir sazın tellerine tıngırdatmak gerek türkülerle. Talat Yalçın sazı verirken.
Soğuk kış günlerinde İzmir’e kar yağmasa da kuzey bölgelere yağan karın soğuğu iliklerime işlese bile uzaklardan, epey uzaklardan gelen, hem de uzun yıllardır gelmeyen Mektup. Okurken içimi ısıtan satırlar. Elbette böyle değerli mektup yerinde okunmalı.
7 Ocak Perşembe
2016
Yaz ! Dedi uzun saçlı adam… Balkanlarda bir yerde
– Bence bir dağ kasabası olmalı orası –
ocağa sürülürken kahve cezvesi….
O zamanlar İzmir’de boyozcular kaynamış yumurtaları kiremit rengine boyarlardı..
Yaz ! Dedi uzun saçlı adam, kalem yoktu o zamanlar ve kağıt da.
Kalemi tutan el de yoktu ve emektar bir bisikletin tekeri altında
Aşkla ezilmemişti daha toprak. Olasılıklar içinde vaatkar ; fakat ham bir meyveydi Dünya…
Yaz ! Dedi uzun saçlı adam, görüyorsun ya, gün doğmadan fabrikanın yollarına düşüyorum.
Balinanın karnına yolculuktu bu. Ömür veriyorum yeniden doğmaya.
Ve makinaların homurtuları arasında,
– ahh Kafka! bir ipek böceği gibi Samsa’ya göre değil bu iş ha! –
hayallerimden örüp duruyorum kozamı. Biliyorsun…
– gerçi yoksun henüz –
Kalemin kağıda değişi yok henüz ve hışırtısıda.
Duyamazsın…
Fakat zihnimde
– noktalı virgülleri hiç de sevmem –
bir çıkrık gibi yolları eğirip duruyor ötelerde, o
– üçüncü tekil şahıs zamiri çok moda şu sıralar oysa ben Umberto Eco demeyi tercih ederdim ona-
olmayan bisikletimin zincir sesi.
Bak gözlerime ! Var ya hani o küf kokan tozlu depodaki bisiklet iskeleti !
O bisiklet iskeletini alacağım ve ince parlak bakır bir tel gibi çekeceğim çocukluğumu geçmişimden, onu kızıla boyamadan önce !
Ve lastiklerine gepegenç bir Balkan türküsü üfleyeceğim, şüphesiz…
Yaz ! Dedi uzun saçlı adam, evden fabrikaya giden o yol var ya, hani sarkacında pir olduğum !
Ötesine geçeceğim o yolun. Bisikletime atlayacak, başımı da
– kırmış saçlarım falan –
rüzgara vereceğim yirmi bilmem kaçıncı vitesin ‘tak tak’ larında !…
Yaz ! Dedi uzun saçlı adam, İzmir tulumu sevdiğimi, taze
Demlenmiş çayı ve kahveyi de elbette unutmayasın !
Ey zâhid ! Sorma aşkabdâlınun râzın helâk eyler seni, bunların esrârı katı kattal olur metinler arasında…
Söylemedi demeyesin !
Bisikletimin gölgesi düşerken sağdan sola
– hapislikmiş diyorlar bu tâbir, tabii ben bebekmişim bilmem…;… zaten de sadece nakış işlemektedir gözüm, zamanım da yok… ama önce dağa kaçan keçileri toplamalıyım –
kamp ocağımın ateşine sürdüğüm kahve cezvesine dost başları usulca eğilir.
O vakit dava, ne hürriyet ne karım ve hatta bir Pazar gün ne de güneşe ilk çıkışım !
Boş geç bre ! Unut gitsin ; fakat ne de severim dost omuz başlarının
– umutla, aşkla, hevesle –
yanyana fincanlar gibi dizilişini… Maviyi sevdiğim kadar. Hani odanın duvarlarını boyadığım ve hani
– dalgacı Mahmut’un adını hep küçük harflerle yazardı o aposttrof da kullanmazdı –
diktiği denizin rengi olan o maviyi !…
Ben .. Hani Oyum.. Kayıp bir kasideyi yeniden üretir gibi
mısralarda, kahve çekirdeklerinden öğüttüğüm eski sevdaları,
Dünyayı tersine kurgulamanın kırılgan değirmeninde. Söylemedi
demeyesin, balıkların kaygan, parlak pullu sırtlarındadır ayaklarım.
Yukarıdaki mektup gelir gelmez, hemen İnciraltı kent ormanına gelip kahve yaptığım ılgın ağacının dibinde açıp okumaya başladım kahvemi içerken. Sevgili arkadaşım Edebiyatçı Gözde Emine ne de güzel yazmış….
Kahve kokusu yayılmaya başladıktan sonra Batı Ankara Bisiklet Grubu kahvenin tadını önceden almıştı. Sevgili Güzin Arıcı, namı diğer Güzin abla ile beraber hadi kahve etkinliğini Ankara da yapalım diye kararlaştırdık. Neden olmasın ki! Hep resimlerde gördüğüm Ankara’nın nefes alabildiği ODTÜ sınırları içinde olan Eymir gölüne hayran kalmıştım. Mektubu yazanı da görmeli bu arada. Güzin Abla’ya kahve etkinliğini Eymir gölünde yapalım deyince tarihini de belirledikten sonra 28 Ağustos ayının Pazar gününde yapmaya karar verdik. İlerleyen günlerde Güzin Abla’nın 28 Ağustosta başka bir etkinliği çıkınca 14 Ağustos gününe karar kıldık. Facebook ta etkinlik açarak Ankara da bulunan bisiklet dostlarına duyuru yapıldı.
Günler su gibi akıp gitti, Ankara’ya Kamil Koç firmasından biletimi aldım. Kamil Koç şimdiye kadar bisikletçilere sorun çıkarmamıştı. Ben de bisikletle gideceksem uzak yerlere Kamil Koç firmasını tercih ediyorum. Biletimi Cumartesi akşam 11 de aldım. Sabah saat 7 de Ankara’ya varıyor. Dönüş bileti de yine Pazar akşamı saat 11 de Sabah 7 de İzmir deyim. Gidiş – dönüş koltuk numarası aynı 22 numaralı koridor koltuğu. Artık uyku yolda uyuyabildiğim kadar. Zaten otobüste uyumaya alışkınım.
Gün geldi çattı, Cumartesi kahve etkinliğini her zamanki yerde İnciraltı Kent ormanı, Çakalburnunda arkadaşlara kahve pişirdim bol sohbet eşliğinde. Akşam eve varınca bisikletim KUZ’a gerekli eşyaları yükledim. Kahve takımı her zaman çantamda. Sadece LPG kartuşa 2 tüp gaz bastım. Akşamı da duşumu alıp yemeğimi yedikten sonra saat 9 gibi evden çıkıp metro ile Halkapınar’a kadar geldim. Halkapınar dan otobüs garajına kadar (bunaltıcı İzmir akşamlarından eser yoktu) bisiklet sürdüm. O akşam gündoğusu rüzgar serin esiyordu. Serinliğin etkisi terlemeden gitmeme neden oldu. Garaja erken vardım ne olur ne olmaz diye. O akşam da süper kupa maçı vardı BJK ile GS arasında. Maçın son bölümünü seyrettikten sonra perona gelerek bisikletin ön tekerleğini ve çantayı çıkarıp otobüsün gelmesini bekledim bir süre. Otobüs geldi ama bagaja sığmadı bisikletim, anca yan yatırıp altına bagaj çantamı destek yaparak yerleştirebildim. Otobüs koltukları 2 + 1 , fazla yolcu olmayınca bagajda yer vardı. Otobüs saat 11 de hareket edince koltuk arkalarındaki televizyondan maçın uzatmalarını seyrettim. GS bir gol attı, ardından BJK maç berabere sonlanınca penaltılara geldi. BJK daha çok pozisyona girmesine rağmen çok gol kaçırdı. Eh ne yapalım gönlümüz KARA KARTALLAR dan yana olsa da atan galip oluyor. Kara kartallar 3 penaltıyı da atamayınca kupayı GS aldı. Maçın ardından koltuğu yatırarak uyumaya başladım. Yolda sadece tuvalet molası için durduğunda tuvalete gidip işimi hallettikten sonra tekrar yatışa geçtim. Polatlı yakınlarına gelip gözlerimi şöyle bir açınca yerlerin ıslak olduğunu gördüm. Umarım kahve yaparken yağmur yağmaz. Ankara’ya giriş yapıyoruz, yağmur yağmaya başladı. Otobüs garajına gelince yağmur dindi. İndirme peronunda bagajdan bisikletimi indirdikten sonra ön tekerleği takıp iç kısma, bekleme salonuna geçerek beni karşılamaya gelece gönüllüleri beklemeye başladım. Saat sabahın 7:15 i, arkadaşım Cem Koç telefon ile aradı neredesin diye. Garajdayım deyince birazdan orda olurum diyerek telefonu kapattım. Henüz sabah kahvaltısı yapmamıştım. Hazır çorbacının önündeyim, şöyle bir sıcak mercimek çorbası iyi gider. Çorbayı içerken Cem Koç geldi, sarmaş dolaş kucaklaştıktan sonra o da kendine bir çorba ısmarlayıp beraber çorbamızı içmeye başladık. Cem Koç ile Büyük taarruz bisiklet turunda tanışıp dost olmuştuk. Daha sonra Suyun kaynağına yolculuk turuna da gelerek güzel ekinlikte beraberdik.
Çorbalar bittikten sonra üstüne birer çay da iyi gitti doğrusu. Çayı içerken beni karşılamaya gelecek olan Batı Ankara bisikletçilerinde gönüllü grupta olan Volkan Keleş aradı. Yerimi bildirdikten bir süre sonra yanımıza geldiler. Selamlaşıp tanıştıktan sonra dışarıya çıkıp bir resim çekilelim diyerek ilk önce Cem ile çekildim. Bisikletler önde biz arkada.
Karşılamacılar ile bir resim çekiliyoruz hep beraber. Bizi çeken Volkan Keleş, diğerleri de Yılmaz Eke, Önder Özçelik, Gürbüz Keleş.
Zaman geçirmeden yola çıkıyoruz. İlk defa Ankara da bisiklete binmenin heyecanı içindeyim. Yol 4 şeritli olmasına rağmen trafik yoğun, araç gürültüleri rahatsız etmeye başladı. Ankaralı sürücülerin biraz kaba olduklarını duymuştum. Umarım bize denk gelmez. Yolun sağındaki emniyet şeridinde gidiyoruz. Önümde üç kişi var.
Ankara taşra kasabası, başkent olunca bürokratlar ve göç nedeniyle Türkiye’nin İstanbul dan sonra ikinci büyük şehri. O yüzden tarihi eser yok geçmişten kalan. İstanbul da tarihi dokuyu bozan gökdelenler Ankara da sadece göğü delmekte. O yüzden pek bir şey kaybetmese de gökyüzü küçülüyor. Elçek ile kendimi ve arkadaki arkadaşları çekiyorum.
Ankara’nın tarihi eksikliği olsa gerek bu boşluğu doldurmak için şehrin 5 girişine de devasa kapılar yapılmış. Geçmiş tarihi eskiye dayanan şehirlere yapılan zafer takları benzeri olmuş ama betonarme! Tarih kokmuyor anlayacağınız. Eğer ayırt edebiliyorsanız beton kokuyor… Tak altında iki yönlü, dörder şeritli yol.
Volkan Keleş Batı Ankara grubunun fotoğrafçısı. Üst geçide çıkıp resimlerimizi çekiyor optik zoomlu kamerası ile. Resimde iki kişiyiz.
Gittiğimiz yol büyük tartışmalara neden olan, eylemlerin yapıldığı ve bir gecede kimsenin haberi olmadan kalleşçe ormanı yok edip açılan yol. Oldu bitti ile açılışını şatafatlı yapan yetkililer sanki büyük bir iş yapmış gibi övünüyorlar. 4 gidiş 4 dönüş toplam 8 şeritten yapıldığına göre ileride daha çok araba trafiğe çıkacak demektir. Sadece otomobil için üretilen politikaların sonucu yolun geçtiği ODTÜ ormanının zamanla yok olmasına neden olacağı kuşkusuz. Oysa otoyol yerine bisiklet yolu yapılsaydı bir çok yaşam ormanda yaşamını sürdürebilir. Yazık ki çok yazık.
Neredeyse 1200 metrelik rakıma ulaştıktan sonra inişe geçmeden önce rüzgarlıkları giymek gerektiğinden hemen giyiyorum. Eğim fazla olmasa da 8 Kilometre tırmanış epey terletti. İnişte rüzgar ter ile buluşmamalı. Çıkış uzun sürse de iniş kısa ve çabuk oldu. Ankara’nın Gölbaşı ilçesine girdik. Tabelada Gölbaşı, Nüfus: 123000 yazılmış.
Ben ve Cem sabah çorbaları içtik ama diğer arkadaşlar henüz kahvaltı yapmamışlardı. O yüzden marketten kahvaltılık bir şeyler aldılar. Yoldan geçen birine resmimizi de çektiriyoruz. Toplam altı kişiyiz.
İstinat duvarı Gölbaşı ilçesinde olduğumuzu belirtiyor. Bisikletim KUZ park etmiş.
Gölbaşı Mogan gölü az üstünde Eymir gölü ile İmrahor deresinden besleniyor. Gölbaşı girişinden sola, Eymir gölüne sapıyoruz. Göle belli saatlerin dışında, gündüz araç girişi yok. Sadece belediye otobüsleri servis yapıyor buraya gidip gelenleri ve yorulanları.
Ankara’nın betonarme devasa binalarından kurtulduk. Yemyeşil Cennete geldik sanki. Orman içindeyiz, yol sağa dönemeçli.
Burada nefes alışımız değişiyor, yürüyüş yapanlar, koşu yapanlar, bisiklet sürenler sürekli gidip gelmekte. Buraya gelmek için uzun bir yol yapmak gerektiğinden arabası ile bisikletini getirip dışarı park ettikten sonra bisikleti ile gölün harika manzarası eşliğinde etrafını dolaşıyorlar. Gölün etrafı 10 Kilometre. Bisikletlerin çoğunluğu katlanır olması arabanın bagajında rahat getirmelerine sağlıyor. Yol sola dönüyor çam ormanı içinde.
Girişte göl pek görünmüyor, ilk gördüğüm yerde KUZ ile bir göl manzarasını çekmem gerek. Ve çekiyorum.
Kahve etkinliğini yapacağımız alana geldik. Bisikleti sehpasına park edip yerleştikten sonra kürekçilerin sabah antrenmanından bir görüntü yakalıyorum. Kürek çekmeyi severim, çekenlerin de resmini çekmeyi. İşte doğayı, manzarayı ve çevreyi bozan etkenler ağır adımlarla Eymir gölüne doğru adımlarını atmaya başlamış. Şimdilik dağın ardında 6 tane binanın betonarme tepesi gözüküyor. İleriki yıllarda durumun daha da vahimleşeceğine inanıyorum. İnsanoğlunun para kazanma hırsı kendini yok etmeye yol açacaktır. İnsanların stresli geçen yoğun çalışma temposundan kurtulmak için doğada huzur bulmaya çalışması böyle görüntü kirliliğinde ne olacak. Huzura erecek mi? stresini atacak mı? Zaten betonarmelerde hayatı geçiyor. Bu gölün güzelliğini bozan manzara hiç hoşuma gitmedi. Bisikletin kadro üçgeni içinde göl, tepe ve tepede görünen beton binalar.
Çam ağaçları kalem gibi düzgün ve sık dikilmiş.
“Bir ağaç gibi hür ve orman gibi kardeşçesine”
Arkadaşlar kahvaltı hazırlıklarına başladı bile. Getirdikleri ocakla çay demliyorlar. Bisikletler beton platformda park etmiş.
Göl kıyısında kurumuş söğüt ağacı dibinden kesilmiş, kökü kurumamış yeniden sürgün vermeye başlamış. İşte doğanın yaşam savaşı her zaman yaşamı devam ettirme üzerine.
Yoldan sürekli bisikletliler geçmekte. Herkes kendine göre sporunu yapıyor.
Çay demlenirken etrafta bir kaç resim çektikten sonra kahve takımlarımı çıkarıp hazır hale getiriyorum. Batı Ankara grubu gelmeden ilk kahveyi hali hazırda bulunanlara yapıyorum. Fincanlar, kahve bakır cezvede pişiyor. Cam kavanozda kahve çekirdekleri ve kahve değirmeni.
Tabelamı da bisikletin gidonuna astım, kahvenin adı belli olsun değil mi? Tabelada Urim Baba’nın kahvesi, maksat muhabbet ve bağdaş kurmuş olarak kahve taptığım resim basılı.
Bakalım Eymir gölünün kıyısında kahvenin tadı nasıl olacak. Hem kahve taze olmalı değil mi. Kahve değirmenine çekirdek doldurup ilk hareketi verdikten sonra arkadaşlara çekmeleri için veriyorum. Onlar da hiç görmemiş kahve değirmeni, merakla hangi yöne çevireceklerini bilmeden eline alıyorlar. Basit olan el değirmeni sadece saat yönünde kolu çevirmelisiniz diyerek kahve çekilmeye başlandı. Daha önce buralarda kahve pişmiştir, buna eminim ama orman ve göl ilk defa kahve çekirdeğinin ezilmesinden ortaya çıkan kahvenin nefis aroması ortalığa yayılıyor.
Aaa bir baktık bizim Apo. Abdurrahman Yurduseven çıka geldi. Her yıl Az bilinen antik kentler turuna katılır, uzun süredir tanışırız. Hoş geldin beş gittin sarmaş dolaş kucaklaştık. Tanıdık biri olunca başka oluyor karşılaşmalar.
Çekilen taze kahve ile ilk kahve cezvesi ocağa sürüldü. Önde K. Atatürk imzalı dört fincan, kahve değirmeni, ocak üstünde bakır cezve, cam kavanoz ve ben. Arkada göl manzarası. Bu resmi öne çıkan görsel olarak seçiyorum.
Pişen kahve kokusu ve bol köpüğü taşmadan fincanlara bölündü el yordamıyla eşit olarak.
İlk kahvelerimizi höpürdeterek içtik afiyetle. Fincanlar yıkanıp hazır hale geldi. Nihayet Batı Ankara Bisikletçileri yoldan gelirken görüldü. Hemen cep telefonumu çıkarıp önde gelen Güzin ablayı çekiyorum.
Ardından diğerleri Güzin ablanın peşinden geldiler.
Bisikletim KUZ, Atatürk halı portrem ve Urimbaba’nın kahve tabelası hazır. Beklediklerimiz de geldi nasıl olsa. Şimdi kahve pişirme zamanı, sürüyorum cezveyi ocağa. Kahve kokusu ile tatlı sohbetler başlıyor. İlk önce tek tek tanışıyorum arkadaşlarla. Hepsi de güler yüzlü güzel insanlar. Sohbetle kaynaşmaya başladık bile. Çoğu önceden beni tanıyordu, kahvemin ününü de duymuşlar. Merakla kahvenin nasıl piştiğini gözlemliyorlar. Volkan Keleş bisikletim KUZ’u Atatürk portresiyle çekiyor göl manzarasıyla.
Hazır resim çekilecek ortam bulunca sırasıyla resim çekilmeye başlıyor arkadaşlar. Bu resimleri Volkan Keleş çekiyor.
Genç bir arkadaş çekiliyor.
Diğer bir arkadaş çekiliyor.
Başka bir arkadaş zafer işareti yaparken çekiliyor.
Bir arkadaş iki elini yana açmış, baş parmakları yukarıda.
Genç bir arkadaş, arkada göl manzarası ile poz veriyor.
Kahve sürekli pişmeye başladı ardı sıra. Bir yandan da değirmende taze kahve çekildi. Uyum içinde birbirini takip ederek sıcak sohbetin artığı saatlerdeyiz. Değirmen, kahve kavanozu ve ocakta pişen kahve.
Herkesin merakı değirmende kahve nasıl çekiliyor. Ben de uzun süredir, bekli de hayatında hiç değirmende kahve çekmemişlere bu fırsatı sunuyorum. Hem merakını gideriyor hem de kendi çektiği kahvenin tadı nasıl olacak diye sabırla bekliyor.
Bir arkadaş göl kıyısında dibinden kesilmiş söğüt ağacının kütüğüne oturmuş kahve değirmenini çekiyor.
Şimdi kahvenin köpüğünü gören ne yapmalı. Tam da taşmak üzere, bol köpüklü, mis kokulu.
Kahve taşmadan fincanlara köpükleri eşit olarak dağılıyor. Bakır cezve beş kişilik olunca beş fincanda kahve yapıyorum. Kalabalıkta böyle oluyor.
Ve mutlu son, Elinde kahve fincanı, yüzünde gülümsemesi bana yetiyor. Bir fincanın 40 yıl hatırına bakmam bile, bir tutam gülümseme, bir hoş sohbet yeter bana. Gerisi fasa fiso.
Gözlüklü bir arkadaş kahve fincanını heyecanla elinde tutuyor.
Bir arkadaş fincanını dudaklarına götürmüş keyifle içiyor.
Saçı sakalı iyice kırçıllaşmış arkadaş, elinde kahve fincanı ile poz veriyor.
Güneş görünmese de Güneş gözlüğünü çıkarmadan kahvesini içiyor.
Herkes sırasını bekliyor sabırla Güzin ablanın beklediği gibi. Küpeleri pek te güzelmiş, yan yana üç küpe. Üçü de değişik.
Eh Güzin ablanın küpesi olur da benim neden olmasın? Başımda kırmızı buff, sol kulağımda küpe.
Kahveler içildi, sıra birlikte bir resim çekilmede. Benim etrafımda toplaşıp poz veriyoruz, fotoğrafçımız Volkan Keleş’e. Batı Ankara Bisiklet topluluğunun misafirseverliği. On Numara Beş Yıldız. Resimde 27 kişi var.
Gölet olur da su kuşları olmaz mı, Kara Meke kuşu gölün verdiği bereketten karnını doyurmaya çalışıyor.
Sadece kuşlar değil, doğal olmayan koşullarda insanların piknikten arta kalan besinlerle karnını doyuran köpekler de var. Anası uyuyor ama yavrunun pek uykuya ihtiyacı yok anlaşılan.
Bisikletçi komutan da hazır Ata’nın portresini bulmuş mutlu bir poz vermiş gülümsemesiyle.
Sonunda Mektup‘ un sahibi çıkageldi, tatlı kız hiç te boş gelmez. Oktay Rifat’ın bir şiir kitabı ve şiirleri okurken dinleyebileceğim enstrümantal müzik CD’si. Çam sakızı çoban armağanı bir tutam taze çekilmiş kahve. Ben ise sadece İzmir’e ait Boyoz böreği takdim ediyorum.
Hazır gelmiş hemen eline değirmeni tutturuyorum. Biraz çekmeli içeceği kahveyi. Getirdiğim boyozları arkadaşlarla paylaşıyoruz.
Bir yılı aşkın görüşememiştik, özlemişiz birbirimizi. Gözde Emine Özgürel ile birlikte poz veriyoruz kameraya.
Kahve çekildikten sonra cezveyi hemen ocağa sürüyorum. Gelen misafirim fazla beklememeli, özlemiştir kahvemi.
Gözde kahvesini içerken benimle birlikte Atatürk imzalı fincanı da kareye almış çaktırmadan.
Herkes kahvesini içmesi öğleyi buldu, karnımız da acıktı. Balık ekmek siparişleri alınıp yaptırmaya gittiler. Ben de bu sırada çevreyi ve gölü resim çekerek dolaşmaya başladım. Hep otur otur ayaklarım uyuştu. Biraz hareket etmeli. Bisikletim KUZ ve arkadaşları çekiyorum ormanla birlikte.
Göl kıyısı, kimi ağaçlar dibinden kesilmiş. Büyük olasılıkla söğüt ağacı ömrünü tamamlayıp çürümüş olmalı. Zaten söğüt ağaçlarının ömrü fazla olmaz. Suyun dibinde yetiştiğinden çürüyor.
Balık ekmekler geldi, yemeğe başladık afiyetle. Burada yiyecek arayan sadece su kuşları, köpekler yokmuş. Sarı arılarda balık kokusunu duyunca hemen yediğim ekmekten otlanmaya başladılar. Ustaca bir parça koparıp gidiyor, ardından tekrar gelip bir parça daha. Ben de arada arıların olmadığı zamanda bir ısırık alıp yiyorum. Tabi ki de ısırırken arının olmamasına dikkat ediyorum, yoksa arı ile ısırırsam damak şişlenir arı tarafından. Bu aklıma henüz Kosova da iken başıma gelen bir olayı anımsattı.
“Yaz günlerinde ara öğün için evden bir dilim ekmek alarak üzerini şeker ile kaplıyoruz. Çeşmeyi sadece damla damla akacak şekilde ayarlayıp şekerin ıslanmasını sağladıktan sonra afiyetle yemeğe başlardık. İşte böyle bir dilimi yerken sarı arının bir tanesi şekerli dilimin üzerine konmuş Tabi ki ben farkına varmadan ısırınca ağzımın içinde kalan arı hemen üst damağımı şişledi. Bende feryat figan ağlama sızlama. Arıya karşı alerjim olmadığından atlatmışım, yoksa arı sokması bazen tehlikeli olabilir. Hele damaktan sokulursan…”
Aaaaa o da ne, serçeler çekinmeden dibimizdeki ekmek kırıntılarını alıp pııırrrr diye uçup gidiyor.
Yemeğin üstüne birer kahve gider deyip tekrar isteyenlere kahve pişirdim. Kahvenin tadına doyulmadı demek ki. Beş fincan kahve dolu ve bol köpüklü.
Arkadaşlar meraklı, bu kahve sevdası nereden, nasıl aklına geldi? Urimbaba’nın kahvesi nasıl oluştu? Merak edilecek konu.. Ben de başlıyorum anlatmaya ta en başından. Nasıl olsa zamanımız bol, hem kahve sohbeti çağrıştırır.
Herkes pür dikkat beni dinlemeye başladı.
Başlıyorum anlatmaya;
“Bir zamanlar Aşık Garip adlı bir kitap okumuştum. Aşık Garip fakir, garip biri. Yaşadığı yerde bir kıza aşık oluyor. Kızın babası da yüklü başlık parası isteyince Garip ne yapsın, parası pulu yok ki? Çıkıyor gurbete başlık parasını kazanmaya. Aşıklık yapayım diyor ama saz çalmasını bilmiyor ki Garibim. Hep dualar ediyor saz çalmasını öğreneyim diye. Hızır da dualarına karşı dayanamıyor bir gece rüyasında el vererek çalmasını öğretiyor. Gurbette bir kahve açıyor ve kahvede sazı ile aşıklar atışmasında şimdiye kadar duyulmamış sözlerle, sazının tatlı tınısı bütün aşıkları pes ettirmiş. Ünü giderek yayılmış dört bir yana. Hem kahvesini içmeye hem de sazını sözünü dinlemeye gelenler çoğaldıkça iyi para kazanmış. Yıllar birbirini kovalamış, derken günlerden bir gün memleketinden bir haber gelmiş. Sevdiceğinin babası artık Garipten umudunu kesmiş olmalı kızını başka birisi ile evlendirmeye karar vermiş. Bunun haberini alır almaz apar topar memlekete gelip hemen duruma el koyup kayın pederinin istediği başlık parasını mislisiyle verip kızını almış.
Bir zamanlar olmuş bu olay beni etkilemiş ve böyle bir kahve açmayı hayal etmiştim. Kahve içmeyi severim, bisiklette kahve içmek için gerekli olan ocak, cezve ve fincanlar heybemde yerini bulunca artık her yerde canımın çektiği en güzel yerlerde kahvem pişti. Kahvenin tadını alan çoğaldıkça kendi kendime dedim ki; Urimbaba’nın kahvesi niye olmasın. Her ne kadar saz çalmasını bilmesem de az çok tıngırdatırım. Uzun süredir sazım bile yok. Yukardaki Aşık garip hikayesini anlattığım değerli türküsever dostum Talat Yalçın bana bir saz hediye etti. Kahve yapabileceğim uygun bir yeri seçtikten sonra dostlara kahve pişirmeye başladım. Her Cumartesi İzmir’in İnciraltı Kent Ormanın, Çakalburnunda kahve pişer.”
Başımda kırmızı buff ve küpemle birlikte yakından çekiliyorum hikayemi anlatırken.
Havanın kapalı olması güneşten fazla etkilenmeden akşamı ettik. Artık geri dönmenin zamanı geldi diyerek toparlandıktan sonra TRT binalarının olduğu tepeye doğru çıkmaya başladık. Eymir gölünü şöyle bir tepeden çekmek gerek.
Yokuş birazdan fazla sert olmasından dolayı henüz tepeye gelmeden beni zorla araba ile çıkardılar. Arkadaşları kırmadım tabi ki. Zaten geç çıkmıştım ve arkadaşlar tepeye varmış bizi bekliyorlardı. Zirvenin tadını topluca resim çekilerek çıkardık.
Sevgili Gözde ile tekrar buluşma dilekleri ile vedalaşıyorum. Kendisi Çankaya yönüne doğru gidecek. Ben de Batı Ankara grubu ile Ankara’nın batısına doğru gideceğim.
Ankara’nın korkunç trafiğinde bir süre gittik. Dekatlon alış veriş merkezinde bir süre dinlendik. Başımda ince sızı bir ağrı belirdi, yanımda ağrı kesici de yok içeyim. Artık ağrıyı çekeceğim. Güzin abla ve ekibi ile vedalaşıyorum tek tek. Hepsine teşekkür ediyorum gösterdikleri ilgi için. 8 Aralık ayında İzmir’ e günü birlik gelecekler. O zaman görüşürüz dilekleri ile ayrıldık. Abdurrahman beni yalnız bırakmıyor, beraber dinlenmek için çalıştığı ODTÜ kampüslere gelerek odasında bir süre dinleniyoruz. Abdurrahman üniversitede memur olarak çalışıyor. Bu arada bir ağrı kesici içtim. Bu biraz baş ağrısını azalttı. Sonrasında kampüs içerisindeki restorana giderek karnımızı doyurduk. Otobüs garajı buraya yakın, gecenin karanlığında dikkatlice, fosforlu yeleğimi giyerek garaja vardık. Otobüs peronunda sadece İzmir arabası yoktu hareket saati gelmesine rağmen. Otobüs Çankırı dan geliyormuş, herhalde trafiğe takıldı. Neyse fazla geç kalmadan perona girdi otobüs. Beni bir endişe kapladı, muavin ya bagajda yer yok dese diye. Bagaj kapakları açılınca binen yolcuların bagajları ile dolduğun görünce “Eyvah” dedim. Neyse ki korktuğum başıma gelmedi. Muavin diğer tarafa boş olan küçük bölmeye koyarız deyince yüreğime su serpildi bir anda. Ne de olsa Kamil Koç farkı. Ön tekeri daha önce sökmüştüm. Hemen bir çırpıda bisikleti bagaja yerleştirip rahatlıyorum. Abdurrahman’a teşekkür edip vedalaşıyorum. Gecenin 11 ine kadar beni yalnız bırakmadı. Tekrar çok çok teşekkür ederim sevgili Apo. Otobüs hemen hareket etti ve yola çıktık. (bir kaç yıl sonra sevgili Abdurrahman kardeşim amansız kanser hastalığına yenilip aramızdan genç yaşta ayrıldı maalesef. Bisiklet camiası olarak üzüldük. Işıklar içinde uyu kardeşim)
Başımın ağrısı artık geçmişti, gece yolculuğu rahat geçecekti anlaşılan. Yolculuğun büyük bir bölümü uykuda geçti. Sadece yemek molasında bir kez tuvalete gittim. Herhangi bir şey yemeğe de gerek duymadım yol boyunca. Tatlı bir yorgunluk üzerimi kaplamıştı. Yeni arkadaşlarla tanıştım, kahvemi içip bir daha içmeleri bu etkinlikte kendini gösterdi. Hazinem daha da çoğalmıştı. Sabah 7:30 civarı İzmir’e geldim. Ön tekerleği takıp bagaj çantaları da KUZ’un üzerine yükledikten sonra Mersinli de çalışan Bacanağımın yanına uğradım. Henüz iş başı yapmamışlar. Kahvede bir duble çay ile sabah mahmurluğu üzerinden attım. Sonrasında aheste aheste Alsancak ta ki bisiklet yolundan eve doğru yol almaya başladım. Ankara da güneşi görmemiştim, İzmir açık ve güneşli. İzmir bir başka güzel benim için. Yaşanılacak şehir!
Sevgili Gözde’nin hediyelerini açıp Başar Dikici’nin İstanbul Senfonisi müzik CDsini bilgisayara yerleştirip tatlı müzik eşliğinde Oktay Rifat’ın ‘Bir Aşka Vuran Güneş’ şiir kitabını okumaya başladım.
İlk defa İzmir dışında Urimbaba’nın kahvesi pişti. Biraz uykusuz kalsam da benim açımdan çok güzel ve istediğim gibi oldu.
Bu yazıyı okuyup ta kendi bulunduğu yerde kahve etkinliği yapmak isterseniz elbette seve seve, zevkle birlikte yaparız. Uzaklık önemli değil, uykusuz kalmaya değer. Tekrar bir başka Urimbaba’nın kahvesinde görüşmek üzere.
Kahve tadında olsun yaşamınız. Maksat Muhabbet.
Oktay Rıfat’tan bir şiir
FENER
Feneri kaldırıp geceye bakıyordu. Birine mi
bakıyordu! Ne gelen var ne giden!
Savrulan çili aydınlığın taşta, sarmaşıkta
Böyledir hep, umut bir gölge olur ve sokulur usulca,
kıpırdar narın yapraklarında, söğüde sıçrar,
sallanır fenerin otları tarayan ışığında.
Oysa yokluğudur sadece aşkın, özlemi, kuruntusu,
patikadan kıvrılarak böğürtlenlere doğru inen.
Ay çıksa, kavalını çalsa dağa taşa, dönse sürüsü!
Kim var orda! Otlar kıpırtısız, yol boş, böcekler bile uykuda.
Atalarımız ne demiş kahve konusunda? herkes bilir ki ;
“Kahvenin Kırk Yıl Hatırı Vardır”
” Gönül ne kahve ister, ne kahvehane, gönül sohbet ister, kahve bahane. “
Göçmen olmak sonradan gelen bir şey değil. Göçmen olmak hücrene sinmiş bir şeydir. İnsanın içinde varsa gitmesine izin vermezsen ruhu firaridir. Kapar gözünü nerelere gider, kimse engel olamaz. Göz açıp kapayıncaya kadar dağın tepesine de çıkar, denizin dibine de iner.
Evet Keşan’da Şahit oldum Dağın tepesine de çıktı yangın kulesinde kahvesini yaptı paylaştı yoldaşlarıyla. Çekilişte dalış çıktı, denizin dibini gördü.
Urim baba senelerce fabrikada çalışmış ruhunu uçurmuş. Emekli olunca Kanatları Saçları vesaiti bisikleti olmuş.
Göçmen insan yolun halini bilir paylaşır.
Urim Baba paylaşır, kahvesini paylaşır, yazar tecrübesini paylaşır, anlatır bilgisini paylaşır. Etrafına toplananlarla dostluk paylaşır.
Şimdilerde Urim Baba’nın kahvesi diye bir Akım var. E Adam göçmen bi yere ait olamaz. Başka Kahvecilere de benzemez. Sabit bi yerde değil, göçücü bir kahve. İçtiğin kahvenin parasını da ödemek yasak. İnsanlar güzel muhabbetler etmeli, negatife, Agresife yer yok.
Urim Baba’nın gezgin kahvesi kaç kırk yıl hatırın var?-daha olacak?- Urim Baba’nın gezgin kahvesi kaç muhabbete tanışmaya dostluğa tanıklık ettin? -edeceksin?-
Urim babam kahve kokusu can kokusu, dost kokusu, muhabbet kokusu…
Urim Baba’nın dervişin çorbası gibi, etrafına topladığı dostlara elleriyle yaptığı sunduğu kahve hiç bitmesin…..
esmaeseraçıkgöz
Öne çıkmış olan görsel, teknede kahve ,çerken,. Elimde fincan, denize bakıyorum. Başımda mavi buff, masada kamp ocağım ve cezve duruyor.
Kahve köpüğü ilk yudumda ay – yıldız şekli olmuş. Tabakta ısırılmış çikolata parçası.
Kahve bulunduğundan beri insanlara en keyif veren içeceklerin başında gelir. Kahvenin aroması ve içerken ağızda bıraktığı tatlı bir tat insanların muhabbetine tatlı, yumuşak bir etki bırakıyor. Uyarıcı etkisi ile konuşurken kullanılan kelimeler beyin süzgecinden geçip te dilin ucuna gelince karşısındakini incitmeyecek biçimde çıkıyor. Duru sözlerle yapılan muhabbet daha verimli olunca öfke, sinir, kavga, kötü düşünce yerine hoşgörü, anlayış ve saygıya bırakıyor yerini.
Bisiklete binmeye başladıktan sonra çadırlı kamplarımda çay ve kahve içebilmek için yanımda çaydanlık, çay bardağı, cezve, fincan taşımaya başladım. Keyfim her yerde yanımda olmalıydı. Çay iyi güzel de demlenmesi ve cam bardakları kırmadan taşınması biraz sorun oluşturuyor. İlk zamanlarda çay bardakları birer ikişer kırılmaya başlayınca kahve fincanlarına gün doğdu. Fincanlar darbelere daha dayanıklı ve daha küçük boyutta olduğu için saklama kabında kırılmadan çantamda daha uzun yol gidebiliyorlardı. Her turda yeni tecrübelerle sadece kahve takımını yanımda taşımaya başladım. Çay için cam bardak taşımaya gerek yoktu. Uzun turlarda yanıma çaydanlığı alıp çayımı demleyip su bardağımla çay içiyorum.
Artık her gün çantamda yeri var kahve takımının. Sadece kahve ve şeker bitiminde ilave yapıyorum. Bakır cezvem 4 fincanlık, onun için dört fincan var yanımda. Kahveyi yaparken yanımda şanslı olan üç kişi kahve içebilir. Gerçi dört kişiden fazla olunca tekrar kahve yapıyorum arkadaşlara. Onların da canı çeker değil mi?
Yıllar önce saz kursuna giderken Aşık Garip kitabını okumuştum. Sonu kavuşma ile biten halk destanı olarak bilinir. Aşık Garip Şah Seneme aşık olmuştur, babası yüklü miktarda başlık isteyince para kazanmak için gurbete gider. Aşıklık yapmaya çalışır fakat beceremez ilk başla. Tanrıya yakarışları sonucu bir gece rüyasında Hızır girerek Aşk şerbetini içirince yakarışları kabul olur. Başlar Aşıklık etmeye sazı ve sözü ile. Bunun için bir aşık kahvesi açar ve kahve satarak para kazanmaya başlar. Ünü giderek yayılır Aşık Garip’in, aşıklar gelip atışmaya başlar kahvede. Ama Aşık Garip hepsini susturur tatlı sözleri ve sazın tınısıyla. Bir gün bir haber gelir, Şah Senem başkasıyla evlenecek diye. Hızır yardımıyla düğünden 3 gün önce vararak Şah Senem’i alıp evlenir. Yaşanmış bu destandan Aşık Garip’in kahvesinden etkilenmiştim o zaman. Onun gibi bir kahve açma hayallerim başlamıştı.
İlk başta kahve pişirmek için ocak gerekli. İlk ocağım içinde LPG olan küçük, delinip bir defa kullanılan ocak almıştım. LPG tankları hem küçük hem de pahalıydı. Aynı zamanda tekrar dolduramıyordum. Bir süre o ocağı kullandım ama verimli olmadığı için başka arayışlardayım aynı zamanda. Zaten büyük boyutlu olduğu için bagaj çantamda epey yer kaplıyordu. Aşağıda kamp tüpü görünüyor.
Benim gibi kamp yapan bir arkadaşta ispirto ocağı görünce bu olabilir deyip ocağı incelemeye başladım. Yaklaşık olarak ölçülerini alarak benzerini yapabilirdim. Bacanağımın çalıştığı torna atölyesinde ölçüleri vererek iç içe geçen iki borudan bir tane ocak yaptık. Ocak bitince deliklerini 1 mm matkap ucu ile dikkatli bir biçimde deldim. 1 mm uç çok ince olunca hassas delmeli. Yoksa matkap ucunu kırabilirsin. Neyse ocak bitti ve ilk kahveyi pişirmeye başladım.
Mavi ispirto haznenin içine konulduktan sonra ispirtoyu çakmakla yakıyorum. İspirto yanarken ilk başla deliklerden alev çıkmaz. Demir Demir haznenin ısınıp ispirtonun kaynaması gerek. Kaynama derecesi 78 OC . İspirto kaynayıp buharlaşmaya başladığında deliklerden çıkan buhar mavi bir renkte yanmaya başlar. Benim yaptırdığım ocağın alevi orijinal ispirto ocağından farkı iç haznesi biraz fazla olduğundan alev kararlı yanıyor. Orijinal ispirto ocağının iç çeperi dar olduğundan alev bir artıyor bir azalıyor, yani kararlı yanmıyor. Ocağın deliklerinden alev çıkmadan üzerine bir şey konmamalı yoksa ocak söner. Alevler deliklerden yanmaya başlayınca cezve ocağa sürülüp pişirilmeye başlanır. Cezve ocağın üstünde, dört tane boş fincan dizili masanın üstünde.
İspirtoyu ocağa koyup kahve pişesiye kadar geçen zamanı ölçtüm tam 7 dakikada kahve fincanlara doluyor. Benim için iyi bir zaman. İspirto ocağı iyi, verimli ama ispirto her yerde bulunmuyor ve İzmir dışında pahalı. Neredeyse 3 katı pahalı satılan ispirto da çantada şişede taşıması zor ve yer kaplıyor. Ayrıca ispirto dağlarda, yüksek rakımlarda pek verimli değil, kaynama noktasına uzun sürede ulaşıyor. Araştırmalarım devam ediyor ocak konusunda.
Aslında en güzeli odun közünde pişen kahve. Yapabilirseniz közde pişirmenin tadı hiç bir şekilde olmuyor. Bunun nedeni de odunun doğal olmasından kaynaklanıyor bence. Diğer ocak türlerinin yakıtları insan yapımı. İspirto, LPG gaz, benzin gibi yakıtlar kimyasal değişimlerle oluşmuş. Buradan elde edilen ısı odun közündeki gibi ısı değil. Bu fark pişen kahvenin tadına yansıyor. Yavaş pişen kahvenin tadına doyum olmaz.
Artık kahve takımı her turda yanımda, bagaj çantamın içinde taşımaya başladım. Kahveyi canımızın çektiği yerde, hemen bir bankın üzerinde kahve takımını çıkarıp pişiriyorum.
Henüz denizden çıkmışız. Bir kahve iyi gider diyerek Gökova bisiklet turu sonrasında kendi turumuzu yaparken içtiğimiz kahvelerden biri. Marmaris Orhaniye köy deniz kıyısında üç dengesiz ile. İrfan da LPG tüplü ocak olduğu için daha çabuk kahveyi pişirdim. Bir tane tüplü ocak edinmeliyim. Tüplü ocak daha pratik..
Bazen de Sığla ormanının içinde su kaynağının dibinde sıcaktan bunaldıktan sonra buz gibi suda serinlemek. Eh bunun üstüne de kahve iyi gider deyip hemen pişirip kahve keyfimizi de ihmal etmiyoruz. Köyceğiz sonrası Sığla ormanı, üstümüz çıplak, üç kişiyiz.
Bazen kahve içmek için fırsat kolluyorum. Arkadaşın lastiği patlayınca fırsatı değerlendiriyorum hemen. Çanakkale’ye giderken.
Bazen de herhangi bir parkın gölgelik bir yerinde.
Bazen de festivalin ortasında, ormanda henüz yolumuzu kaybetmeden oturup bir kahve içmeli insan. Ormanın sesini dinlemek gerek kahve tadında. 2. Keşan dağ bisiklet festivali.
Hele bir de festivalde Masalcı Teyze masal anlatmaya başlarsa ormanın kuytu bir köşesinde. Kahvenin verdiği tat ile masal daha da ahenkli oluyor. Zaten masalcı teyzenin sesi büyüleyici güzellikte. Masalcı Teyze başlıyor bize masal anlatmaya, biz de dinlemeye. Bizi alıp masalın içinde yaşatıyor sanki.
KAHVE TANRIÇASI ELENA
Kuzguncuk’un ilk ışıkların ile alelacele Koşar adımlarla çıktı sokağa, merdivenleri indi. Taksiye atladı terminale gitti.
Öğleye doğru İzmir’e geldi. Göztepe’de bisiklet kiraladı. Körfezin iyot kokusunu içine çekerken bu şehri ne kadar özlediğini hissetti. Gözlerini kapattığının farkına varmadı. Önce şiddetli bir ses duydu anında dirseğinde ve ayağındaki acıyı hissetti.
“İyi misiniz?” Sese doğru baktı.
Yerde biri daha.
“Neden gözlerinizi kapatarak bisiklete biniyorsunuz bu çok tehlikeli.”
Doğrulamaya çalıştı canı artarak yanıyordu.
“Peki, siz neden dikkat etmiyorsunuz?” ( Kendi sorusuna kendi de şaşırdı.)
Kalkmasına yardım eden kazazedesi;
” Dikkat ettiğim için düştük. Sizin gözünüzü kapatmanıza dikkat ettim.”
Kenara çöktü genç kadın, gülümsedi.
“Daha iyi misiniz?”
“Hala bisiklete binebilirim”
“İsterseniz benim gittiğim yere gelin orada pansuman ederiz yaralarımızı.”
“Nereye gideceğiz ?”
“Urim Baba’nın Kahvesine?”
Tuhaf geldi genç kadına anlamsızca baktı.
Fark eden adam,
“Gideceğimiz yer sıradan bir yer değil. Aslında sabit bir yer de değil. Urim Baba gezgin bir kahvecidir. Sohbeti, telve ile koyulaştırır. Bisikletinin heybesi, derviş Sofrası gibidir, faydalı olan her şeyi barındırır.”
***
Bir ağacın altında, hasır taburelere oturmuş etrafında insanların ortasında bir Adam, hem insanları dinleyip gülümsüyor hem de cezveyi karıştırıyordu.
Aksayarak gelenleri görünce ayaklandı insanlar. Oturttular yaralarını kontrol ettiler.
Genç kadın plansız kaçar adımla saatler önce çıktığı evinden bir anda başka bir kentte daha önce hiç görmediği insanların arasında kırk yıllık dost gibi muhabbete karışmış; yaralarını, acısını unutmuştu.
“Rüzgâr” diye geçirdi içinden. “Önce düşürse bile süprizleri getirebiliyor. Kapılmak lazım…”
İçilen kahveler, bisiklete ve dostluklara dair sohbetler, okunan şiirler, türküler… İnsanları inceliyordu bu kadar farklı insanların bir araya gelmesinde en büyük faktör neydi?
Kahve: her yerde her zaman içilir.
Muhabbet: çok farklı insanlar belki de ilk defa görüşen insanlar var.
Bisiklet: aslında olabilir, herkes bisikletle gelmiş ve muhabbet çoğu kez bisiklete dönüyor.
“Kim bu Urim baba?” diye düşündü sonra. Çok farklı bir Görüntüsü vardı; omuzlarına dökülen saçları, yüzündeki çizgiler, dilindeki aksanı, bir anda patlattığı kahkahası, türkülere şiirlere dalıp gitmesi ve sınırlı fincanla sıralı içirdiği hiç sönmeyen ocağı.
Neresiydi burası? Kimdi bu insanlar nasıl bu kadar çabuk kabullenmişlerdi yabancı bir kadını. Artık yaraları acımıyordu. Kiraladığı bisikletin düşmeyle ufak tefek sıkıntısı giderilmişti.
Şaşıyordu Elena, nefes alamadığı kentinde, neyi aradığını bilmeden kaçıp geldiği başka bir kente ne çekmişti? Bu kahvenin kokusu tadı insanların sıkıntılarını bu açık alanın kapısında bıraktıkları her şey ne güzeldi. Onu çeken bir gücün olduğuna inandı.
Bir anda geri dönmesi gerektiğini hatırladı. Tam vedalaşmak için ayağa kalktığında ayakkabısı çıktı. “Dikkat et Sindirella diye takıldılar daha 12’ye çok var.”
Gülümsedi. “ Sanırım Alis’im ve harikalar diyarındayım” dedi.
Bir anda yağmur sonrası yolunu kaybetmiş bir kurbağanın sesi geldi. Herkes gülmeye başladı “Öpecek misin? Şansını dene.”
“Masal. evet şu an masaldayım. Burası, sizler masalın ta kendisi.”
“Hadiiii dediler yedi cüceye bağlarız şimdi. Valla ben cadı kraliçe olmam.” dedi bir kadın kollarını kaldırarak.
“Elena masal kahramanı değil Tanrıça.” dedi Urim Baba.
“ Artık bir Tanrıçamız da oldu arkadaşlar, Urim Baba’nın Kahvesinde –KAHVE TANRIÇASI ELENA-“
Hep bir ağızdan
“SEN ÇOK YAŞA YÜCE KAHVE TANRIÇAMIZ ELENA!” diyerek mizansen bir seslenişle ilan edildi.
Elena masallara inanırdı. Masallar onu mutlu ederdi. Ama kendini, bir kahve erbabı ilginç bir adamın etrafına topladığı kahramanların olduğu bir masalın ortasında bulacağını tahmin etmemişti.
Aldığı nefesi içine doldurarak tekrar Kuzguncuk’un yolunu tuttu.
esmaeseraçıkgöz
Beş kişi oturmuş kahveyi içerken.
Bazen ovanın ortasında, bir ağacın gölgesinde. Kimseye aldırmadan, sohbetin tadı yerinde olur. İki kişi yere oturmuş muhabbet ederken.
Keşan’dan Edirne’ye giderken yol arkadaşımda gördüğüm ocağın kafası tam bana göre idi. Kafa var ama tüpü yoktu. Arkadaşa :
” Bu kaç para”
” 6 Dolar”
” Al sana 15 Lira”
” Olmaz UrimBaba hediyem olsun”
” Hediye kabul etmem, parası ile alırım. Çünkü böyle bir şeye ihtiyacım var ve ben istiyorum. Hediye vereceksen karşındaki istemeden, gönlünden ne geçerse vermelisin.” Diyerek ocağın kafasını aldım. İzmir’e gidince tüpünü de alarak tüplü ocak kullanmaya başladım.
Bazen de yol arkadaşın ile bir zamanlar orduların üzerinden geçtiği Edirne deki Taş Köprü manzaran olur bir nehir kıyısında.
Bazen de İğneada da şiddetli bir lodos fırtınasında şimşeklerin aydınlığında tüm gece çadıra giren suyu boşatıp uykusuz, yorgun. Ertesi gün yorgunluk kahvesi ile bir günlük tatile başlamak. Güneşe merhaba diyerek.
POETİKA
Yalnızlığı sevmiyorum
Yalnız kim ola ki
Kendim…
Kendimin kendini sevmiyorum
Kediler hariç…
Kahve ocakçısı olacaktım ben
Tuttum kavlimi
Yazdıklarımsa hep nafile
Hep nişanlı angaje ısloganlı
Can, diyorlar, bir kahve yap şu dümenin ağzına
Kallavi olsun!
Bende yoksa kahve, yemişçiden tedariklenip
Ve cezveyi ateşe sürüp, üstüne yemeni, şekerini
Taşırmadan pişiriyorum
Biliyorum, bilmez miyim bu kahve ocağınnan
Ocağımızı bucağımızı
Isıtamayacağımı!
İşte onun içinde de içim titreyerek
Cezvenizi sürüyorum ateşe
Can YÜCEL
İki haftalık turun son günü, telaşsız, yol arkadaşın gitmiş. Tek başına, yalnız kendinle sohbet ederek keyfini çıkarırsın kahvenin tadını. Neler gördüm, güzel dostlar edindim. Köyler, kasabalar, şehirler. Yollar; kimi asfalt, kimi toprak 1450 kilometreye sığdırmışsın yoldaki dostların sıcaklığını. İçin sevinçle dolar, heybemdeki hazine çoğalmıştır kat be kat. Yükün çoğalmıştır, dostların hafif gelir, ağırlık yapmaz hiç bir zaman. Anlatacak hikayeler birikmiştir.
Bazen de en güzel denize girip arınmışsındır Ege denizinin tuzlu suyu ile. Tuz kahveye tadını verir çakıl taşları üstünde.
Henüz kış gelmeden Güz meyvelerinin bol olduğu zamanda bağların kenarında, dağların henüz donmadığı yerde kahve ile ısıtırsın Sonbaharı.
Bazen de bacanaklar buluşur göletin kenarında. Kahvenin tadına doyum olmaz bir türlü. Sohbet uzayıp gider adam akıllı. Kış olsa da güneşin tadı çıkıyor.
2013’ün Nisan ayıydı galiba…
Kızıl Prens’in gelip yüreğime konduğu ve birlikte gideceğimiz ilk festival… “ANTİK KENTLER”! Heyecanımı ve ürkekliğimi yanıma alıp çıkmıştım yola…
Bana uğurlu geldiğini düşündüğüm, şeker mi şeker, sıcacık insanlar ile orada, Ege’nin en güzel şehirlerinden biri olan İzmir’de Cinatı’nda karşılaşmıştım ilk, gülünce kalbinden gülen, hiç tanımadığı halde orada varlığımı hissettiren iki teker sevdalılarıyla… Onlardı belki de beni iki tekere bu denli sevdalı yapan…
Kızıl Prens ilk kez sahneye çıkıyordu ve bir daha gönüllerden hiç inmeyeceğini bilemezdim o zamanlar, onlar benim gönlüme taht kurarken meğer ben de onların gönüllerinde küçücük de olsa bir Ayşegül bırakmıştım, bu köylü kızı Ayşe için çok değerli ve paha biçilemezdi! (Urim BabaCAN bana “Ayşe” der)
Ben bisikletimle dağ yollarında kendimi zor taşıyorken Urim BabaCAN toplamış pılını pırtını bisikletiyle dağlar aşıyordu, tank gibiydi, hiçbir engel ona dur diyemezdi, güçlüydü, heybetliydi, görünüşü kadar yüreği de öyleydi, ama bunu çok sonra anlayacaktım…
Tank dedik de bir farkı varmış bu tankın diğerlerinden barut kokmuyormuş, top tüfek yokmuş içinde, sıcacık, dumanı tüten, buram buram kokusuyla insanları kendine çeken üç fincanı, bir cezvesi ve kırk yıl hatırı sayılacak kahvesi varmış, aklımın ucundan bile geçmeyen şeyler geliyordu başıma, dağın başına kurulan bir Çilingir Sofrasında dumanı tüten, yürekleri sıcacık ettiği gibi, yüzlerde de tebessüme neden olan işte o UrimbabaCAN kahvesini ben ilk Nisan ayının yeşillere boyadığı bir dağın yamacında içmiştim…
Zaman su olup aktı, günler, aylar geçti ve ben UrimBABA’nın GülAyşe’si oldum! Sonra bir de Serhat Ferahi Değimli Abim ve Semra Ablam var, onların da Sarı civcivi, kimleri anlatsam bilmem ki… Bülent Abim ve Gönül Ablam, Neşeli mi Neşeli, capcanlı çift Emre ve Çisel , bu çılgın çiftin bir de tatlı babaları Selahattin Tavkaya, deli mi deli “Canavar” Canavar’ül Velosipet ve H. OLCAY ORMANKIRAN Abi, İzmir benim için ilkti ve sizler benim bu yolda en sevdiklerim oldunuz.
İzmir Kızıl Prens’in doğumuydu, UrimBabaCAN iyi ki varsın ve bir kahveyle bizleri hep bir arada tutuyorsun…! Hep var ol
Ayşegül GÖKALP
Dünyanın en büyük savaşlarının olduğu yerde. Yüzbinlerce insanın Şehit olduğu kanla sulanmış topraklarda Gülayşe’nin sıcak sohbeti ile yemek üstüne içilen kahvenin tadı hiç bir yerde yok.
Sabahın seherinde dostlarla içilen kahvenin henüz güneş ısıtmadan içimizi ısıtması.
Yüzlerce kilometre öteden gelen dostların ormanın içinde kahvenin tadına varırken henüz çamura saplanmadan önce. Resimde altı kişiyiz.
Bir DOÇEK festival zamanıydı, Korudağlarda; yıl 2014.
Ormanların, dere, tepelerin arasında.
Kararır gibi oldu hava. Yağmur geliyordu, gelsindi…
Islanacaktık; yolda kalabilirdik, kalacaktık, kaldık, çektik aldık.
Bir anda oldu hepsi ve olanlar hep köpüklü kahvenin hatırına.
40 yıl derler kahvenin hatırına, Urim Baba’nın kahvesi ise en az 80’den başlar ve ardı unutulmaz hiç bir zaman.
Kahve yapan ellerine ve elbet o kahveyi köpükleten yüreğine sağlık Urim Baba…
Hakan Eşme
Bazen dostlar çoğalır yağmur damlaları gelmeden. Hepsi de kahve kokusunu duymuş, sohbete katılmamak olmaz. Verdik coşkuyu…
Kahve ocağa sürülmüş pişerken gözler ayrılmıyor, büyülenmiş gözler bakmakta. Çam kokusu kahve kokusu ile karışmış. Sadece pişmeyi bekliyor gönüller.
Bazen bir dostla karşılaşırsın sahil yolunda. Dur bir kahve içelim, söyleşelim çimenlerin üzerinde. Çimenler bir şey demez üzerine oturduk diye.
Belli değil sürprizler, birden bire ortaya çıkar karşına, şaşırırsın. Ne söyleyeceğini bilemezsin, öylece baka kalırsın. Sonra kahve tadını alınca kelimeler dökülür ardı sıra, Sohbet tatlılaşır, dostça kırk yılın hatırı başlar.
Kahvenin Tarihi
Kahve beynin aşırı uyarılması durumuna sebep olur. Bu durum kendini, dikkat çekici oranda çok konuşmakla gösterir ve bazen hızlı düşünce çağrışımlarıyla birleşir. Bu durum birbiri ardına kahve içen… ve bu aşırı kahve tüketimiyle tüm dünyevi vakalarda derin bir bilgelik sağlayan.
Muhtemelen, insanlığın beşiği olan ve günümüzde Etiyopya olarak adlandırılan antik Habeşistan toprakları kahvenin doğduğu yerdir. Afrika boynuzu olarak bilinen, Afrika ve Arap dünyalarının birleştiği yerde kurulan, depreme meyilli Büyük Rift Vadisi tarafından ortadan ikiye ayrılan dağlık ülke.
Kahvenin tam olarak ne zaman veya kim tarafından keşfedildiğini bilmiyoruz. Birçok Arap ve Etiyopya efsanesinden en ilginci dans eden keçileri anlatanıdır. Doğuştan şair, Kaldi adında bir keçi çobanı, keçilerinin dağların eteklerinde yiyecek ararken oluşturdukları patikaları takip etmeyi seviyordu. İşi ondan çok şey beklemiyordu. Dolayısıyla, şarkı yazmak ve kavalını çalmak için özgürdü. Akşamüstü, özel tiz notasını üflediğinde keçileri ormanda otlamayı bırakıp onu eve doğru takip etmek için çabucak gelirlerdi.
Ama bir öğleden sonra keçileri gelmedi. Kaldi kavalını şiddetle tekrar üfledi. Hala hiçbir keçi gelmemişti. Şaşkın çocuk onları dinlemek için daha yükseğe tırmandı. Sonunda uzaktan gelen melemeleri duydu. Dar bir yolun köşesinden koşarak geçen Kaldi, birden keçilerin bulunduğu yere vardı.
Güneşe parlak keleler oluşturacak şekilde sızmasına izin veren büyük yağmur ormanı kubbesi altında, keçiler koşuyorlar, birbirlerine boynuz atıyor, arka ayaklarının üzerinde dans ediyor ve heyecanla meliyorlardı. Çocuk, nefesini kesen merak içinde, onlara şaşkınlıkla bakakaldı. Büyülenmiş olmalılar diye düşündü. Başka ne olabilir ki?
Onları seyrettiğinde, keçiler birbirleri ardına daha önce hiç görmediği bir ağacın parlak yeşil yapraklarını ve kırmızı meyvelerini çiğnediler. Keçilerini çıldırtan bu ağaçlar olmalıydı.
Keçiler birkaç saatten önce onunla eve dönmeyi reddettiler ama ölmediler. Ertesi gün, keçiler doğruca aynı koruya gittiler ve aynı hareketleri tekrarladılar. Bu sefer, Kaldi onlara katılmanın güvenli olduğunu düşündü. İlk önce, birkaç yaprak çiğnedi. Tatları acıydı. Ama, onları çiğnediğinde dilinden boğazına inen ve tüm vücuduna yavaşça yayılan bir karıncalanma hissetti. Daha sonra meyveleri denedi. Meyve biraz tatlıydı ve dışarı çıkan tohumlar kalın lezzetli bir sıvıyla kaplanmıştı. Son olarak tohumları çiğnedi. Ve ağzına başka bir meyve attı.
Efsaneye göre, bundan sonra Kaldi keçileriyle birlikte mutlu bir şekilde oynamaya başladı. Ondan şiirler ve şarkılar saçıldı. Bir daha hiç yorgun ve sinirli olmayacakmış gibi hissetti. Kaldi babasına sihirli ağaçlardan bahsetti, dedikodu yayıldı ve sonunda kahve Etiyopya kültürünün bir parçası oldu. Arap hekim Rhazes 10. Yüzyılda kahveden yazılı olarak ilk bahsettiğinde kahve muhtemelen yüzlerce yıldır üretilmekteydi.
Efsanede olduğu gibi, muhtemelen, bunn taneleri (kahve bu şekilde adlandırılmaktaydı) ve yaprakları başlangıçta sadece çiğneniyordu ama yaratıcı Etiyopyalılar kısa sürede kafeinlerini alacakları daha tatmin edici yollara terfi ettiler. Yaprakları ve meyvelerini kaynar suyla hafif bir çay gibi demlediler. Hızlı bir enerji atıştırmalığı hazırlamak için dövdükleri kahve tanelerini hayvansal yağlarla karıştırdılar. Mayalanmış püresinden şarap yaptılar. Kahve meyvesinin hafifçe kavrulmuş kabuğundan bugün kisher olarak bilinen o zamanlar qishr olarak adlandırılan tatlı bir içecek yaptılar. En sonunda, muhtemelen 16. Yüzyılda, biri kahve çekirdeklerini kavurdu, dövdü ve kaynattı. Ah! Bildiğimiz şekliyle Kahve (veya çeşitleri) sonunda meydana geldi.
Etiyopyalılar kahveyi hala genellikle bir saat kadar süren özenli ritüellerle sunmaktadırlar. Mangal kömürleri özel bir toprak kabın içinde ısınır, misafirler üçayaklı taburelerde otururlar ve sohbet ederler. Konuklar konuşurken, evin hanımı kahve çekirdeklerini üzerlerindeki ağarmış kabuğu çıkarmak için dikkatlice yıkar. Komşuların ağaçlarından gelen çekirdekler güneşte kurutulmuştur ve kabukları elle çıkarılmıştır. Ev sahipleri kuvvetli bir koku yaratmak için kömürlere biraz tütsü atarlar. Sonra evin hanımı kömürlerin üzerine bir ayak çapından küçük düz demir bir tepsi koyar. Demir çengelli bir aletle çekirdekleri dikkatlice bu ızgaranın üzerinde karıştırır. Çekirdekler, birkaç dakika sonra tarçın rengine dönüşürler daha sonra, klasik kahve kavurmanın “ilk patlama” sıyla çıtırdarlar. Altuni kahverengiye dönüştüklerinde onları ocaktan alır ve küçük bir havana koyar. Havanda bir tokmakla iyice toz haline getirdiği kahveyi pişirmek için toprak bir kaba alır. Toz halindeki kahveye biraz zencefil ve tarçın da ekler.
Koku şimdi egzotik ve karşı konulmazdır. İçeceğin ilk turunu, bir kaşık şekerle birlikte kulpsuz küçük fincanlara boşaltır. Herkes yudumlar, beğenilerini mırıldarlar. Kahve koyudur, dövülmüş kahvenin bir kısmı kaçınılmaz olarak içecekte kalmıştır. Ama kahve bittiğinde telvenin büyük kısmı fincanın dibinde kalır.
İkinci bir kez daha, ev sahibi daha fazla kahve sunmak için, kahveye biraz daha su ekler ve kaynatır. Daha sonra konuklar ayrılırlar.
Kahve Arabistan’a Gider…
Kahve Arabistan’a girdikten sonra üretimi iyice yayılır ve ticareti başlar kahvenin. Araplar kahveni uyanık tutması ve hoş tat vermesi dolayısı ile şarap anlamı olan Kahwa adını verir bu içeceğe. Mekke hükümdarı kahvelerde kendi hakkında yayılan hicivler çoğalınca şarap gibi kahvenin de haram olduğunu ilan ederek yasaklar. Mısır hükümdarı bu yasağa aldırmaz ve içmeye devam eder. Osmanlı ordusu buraları fethedince Türkler kendilerine göre kahveyi pişirerek Türk kahvesi adını alır. Türkler den Avrupa’ya yayılır kahve. Paris’te kafeler açılır, kahve sütle karıştırılarak değişik tatlar elde edilerek yaygınlaşır. İnsanlar kahve içerek uyanık ve zihni sürekli açık tutmasından dolayı sohbetler iyice koyulaşmaya başlar. İnsanlar kafelerde toplanarak Fransız devrimini başlatır bu sohbetlerinde. Bu arada şarap tüketimi azalmıştır. Fransız devrimi başarıyla sonuç vermiştir. Kahve İngiltere’ye ulaşır, kafeler açılır. Londra da insanlar sürekli kafeleri doldurmaya başlayınca Kral kafeleri kapatmaya karar verir. Halk kafelerin kapatılmasına karşı çıkmaya başlayınca kral papucun pahalı olduğunu görür ve kafeleri kapatmaktan vaz geçer. Fransa olanlar burada olmasın diye kafa patlatırlar lordlar kamarası. Kahve yerine çay içmeye yöneltirler halkı. 5 Çayı böylece başlar, çayın içine bir de sütü katarak kahvenin yerine başka bir içecek sunarlar halka. Çay kahve gibi insanları krala karşı isyan ettirmez ve İngiltere de devrim olmaz.
Kahvenin tarihini aşağıdaki linkte daha detaylı okuyabilirsiniz.
http://www.turkkahvesidernegi.org/tkkad/detay/TARIHCE/17/12/0
Baş Tanrı Zeus ile kardeşi deniz tanrısı Posedion neyi paylaşamamış belli değil. İki tanrının kavgası sırasında Dilek yarımadasını ortadan ikiye yarıp Samos adası ve derin kanyon oluşmuş durumda. Samson dağının zirvelerine yakın kahvemizi pişirerek Tanrıların meydana getirdiği güzellikleri seyre dalıyoruz dengesiz İrfan ile.
Kahve her yerde içilir ama burada içmenin ayrıcalığını yaşıyoruz üç dengesiz. Üç fincan kahve dolu, yan yana. Karsıda Samos adası.
Alışmışız zirvelere, zirvelerden zirve beğenirken Anadolu’nun zirvelerinden 2150 metre yüksekliğinde kahvenin tadı bir başka oldu. Kommagene kralı Antiokhos Nemrut dağının zirvesinde Doğu ve Batı tanrılarını birleştirmek için Devasa bir tapınak yaptırmıştır. Dev heykeller her sabah doğu terasında güneşin doğuşunu seyredip akşam da batı terasında güneşin batışını seyrederler. Kommagene kralları o zamanlarda kahveyi bilmediklerinden kahvenin keyfini yaşamamışlar gün doğumunda ve gün batımında. Ben onların yerine kahvenin keyfini yaşıyorum dünyada gün doğuşunu ve gün batışını seyredilecek en güzel terasta.
Zirveye, Nemrut dağına çıkmanın mutluluğunu yakaladıktan sonra dönüş yolunda Malatya’yı Kube dağından kahve ile keyiflendirmek gerek.
Bizim dengesiz her zaman güzel yerde kahve içmek ister. Ben de onu kırmam, isteğini hemen yerine getiririm. Zaten kahve başka nerede içilebilir ki?
Turlarda en güzel anlardan biri. Yerde yazılan; “Çaya gel, kahveye gel”
Kendi kendine oluşan festivaller her zaman dört kişi yapılmalı. Cezve dört kişilik olunca anca yetiyor katılımcılara. Zaten başta ben varım bu bir. İkincisi belli, dengesize ait, üç ile dördüncü fincan da katılımcılara ikramımdır.
O kadar uzun süredir bisiklet sürdük turlarda bir defa bile kahve içmemiş birine kahveyi İzmir’den uzaklarda dağın başında yapınca kahve kokusu yayılmadan içmeli diyerek hemen içiyoruz kaşla göz arasında.
Kahve tiryakisinden kaçamazsın bazen, içmek için yanında dört dolanır. Elbette o da urimbaba’nın kahvesini tadabilir. Piknik masasında üç kişi kahve içerken.
“Bir fincan kahvenin…” Diye başlayan folklorik hazinemizden kalıplaşmış cümlelerle başlayıp methiye düzmeyeceğim.
Lal taşı kıymetli taşlar arasında neyse, Urimbaba da insanlar arasında odur.
Çünkü Lal taşı kendi ışığını yayar. Hâlbuki gösterişli ve ışıltılı görünen diğer taşlar ancak aldıkları ışığı yansıtırlar.
Ocak başında toplandıkça salt neşenin verdiği, sarayların sağlayamayacağı mutluluğu bulursunuz. Bu sebepten Urimbaba her zaman küçük ocağın etrafında toplananlar tarafından yaltaklıkla kirletilmemiş bir saygı ve sevgi görür.
Urimbaba’nın sunduğu kahvesinin keyfini ancak üç şanslı kişiden biriyseniz sürebilirsiniz. İçinizi ısıtanın kahve olduğunu sanabilirsiniz, ama asıl sebebin Urimbaba’nın kendinden ışıltılı yüreğinin olduğunu bilmelisiniz.
Unutmadan Urimbaba ile uzun tura çıkılmaz. Neden mi?
O kadar İyi bir yol arkadaşıdır ki, yolu kısaltır.
“Ferdimen”
Uzun turların yorgunluğu ancak tatil yaparak çıkar. Yine de yolumuz uzun, yoldaşım uzun, saçlarımız da uzun. Daha ne olsun kahve bol köpüklü olsun göl kıyısında. Ferdimen ile masanın başında, gölgede kahve içerken.
Dünyada başka eşi benzeri olmayan Salda gölünün kıyısında olmak, cezveyi ocağa sürüp soda tadında pişirmek. Turkuaz renginde.
Kırk Yılın daha bir yılı geçmiş aradan, daha otuzdokuz yıl var ama dostluğundan bir şey kaybetmemiş tatlı sohbet ile. Türkülerin güzelliği sesinde, hem de yalınayak.
Aradan geçen onca zamana rağmen dostlar buluşmuş yağmur yağmadan içilmeli kahve. Üç kişi kahve pişmesini beklerken çadırların arasında.
Hele bir de güzel sesiyle kahveci çırağının “kahveler geldi” deyişi yok mu. Devrim elinde askı, kahveleri getiriyor.
UZUN LAFIN KISASI
Urim babaaaaa, bisiklet camiasının en yüksek insanı (küçük İsmail’den) harika bir insansınız, cansınız.. dostluğunuz, yol arkadaşlığınız, babacanlığınız zaten sonsuzlukla tanımladığımız hatıra, dostlukla yudumladığımız, soluklandığımız, bir kırk yıl daha ekleyen nefis yol kahveniz ve herkese kendisini çok değerli ve mutlu hissettiren, basit yaşayıp, cömertçe seven yüreğiniz, varlığınız için sonsuz teşekkür, sevgi ve selamlar.
Bu kahveler de benden afiyet olsun, HOŞGELDİNİZ
Dev-Rim
Her zaman urimbaba’nın kahvesi içilmez ya, bazen de dostunuzu ziyaret ettiğinizde kendi elleriyle kahveyi pişirip sunabilir.
Yolun getirdiği bazı kuşlar seni ağaçların yetişmediği Toroslarda gezintiye götürür. Uzun zamandır görüşmemişsin ve hasretle kahve pişirilip sohbetin tadına doymadan bitirmiyoruz kahveleri.
Kahve uzaklardan gelir ya fincanlar durur mu? Gönlünden kopan, deseni kendine benzer fincanın. Rengi de rengine kahvenin. Ne de olsa kırk yılın hatırına alınmıştır kapalı çarşıdan. Uzaklardan gelmiştir uzaklara, uzak Diyarlardan bakır cezve, aynı kahvenin geldiği gibi. Böylece fincanların yolculuğu başlar heybenin içinde. Diyar diyar dolaşır dağları. Hiç te şikayet etmez, en güzel kahveyi sunmaya çalışır. Bir cezve, altı fincan.
24 Eylül 1945
En güzel deniz ;
henüz gidilmemiş olandır.
En güzel çocuk ;
henüz büyümedi.
En güzel günlerimiz ;
henüz yaşamadıklarımız.
Ve sana söylemek istediğim en güzel söz ;
henüz söylemediğim sözdür.
Nazım Hikmet 21 Şiirleri
Taş üstünde fincan, arkada Yoğurtçu kalesi.
Bazen de doğduğun topraklara gidersin ya bisikletinle. Sıcak güneşin altında terlemişsindir yol boyu. Bir ağaç gölgesi yeter kahve pişirmeye. Tüm yorgunluğun gider bir anda. İçinde bir sevinç vardır, Memleket hasreti burnunda buram buram tüterken kahve kokusuyla karışır ormanın kıyısında. İçin içine sığmaz bir çocuk gibi. Belki de çocukluğuna yolculuk ediyorsundur!
Doğduğun şehri görürsün başkasının gözünde kahve fincanını yudumlarken.
Yağmur yağar yer yaş olur, bu arada yağmurun dinmesini beklerken oturup kahve yaparsın spor salonundaki parkelerin üstünde.
Kahvenin kokusunu almış avcılar, Kadınlar pek aldırış etmiyor gibi görünseler de yan gözle çaktırmadan kahvenin pişmesini kontrol ediyorlar. Erkek olanı ise cezveden bir an bile gözlerini ayırmadan öylece bakıyor. Yay gibi gerilmiş, cezveden fincanlara dökülmesini bekliyor. Ona hayır demek imkansız gibi.
Kahve pişerken Doktor resmimi çekmiş ben farkında olmadan. O ara tatlı sohbete dalmışım karşımdaki ile.
Eve kavuşmanın kahve keyfi balkonda çıkar. Üzerinden büyük bir yük kalkmıştır. Kosova Bisiklet Turu başarıyla geçmiş ama mutlusundur. Kahve bu mutluluğa renk katmıştır tatlı bir yorgunlukla.
Kahve bahane derler ya işte öyle oldu. Sevgili yazarımız ta İstanbullardan gelip Bir Tur Versene kitabını imzalatıyorum çaktırmadan. Ama Aydan Çelik durumu anlıyor ve alçakgönülükle kitabı imzalayıp bana sunuyor. Haliyle bu durumdan mutlu oluyorum.
En çok mutluluk duyduğum anlarda biri sabah güneş doğarken ki an. İlk ışıklarını kahve yudumlayarak izlemek bir başka oluyor.
Öğütülmeyi Bir Şartla Kabul Etmiş Kahvenin Mutlu Sonu
Kokusu
Bir dinginlik müzikali…
Rengi
Acı Toprak.
Yol Dostluğa değdi miydi,
Urim Baba pişirir onu
Çıplak
Balkan
Yüreğinde…
Ve
Sesi
Asfalt seslerine karışmış olmalı çoktan.
Feyyaz Alaçam / 2016
Feyyaz sandalyesine oturmuş, arkasında dağlar.
Bir kahvenin kırk yıl hatırı vardır ya, acaba kendime hatırım ne kadar. Ben bunu şimdiye kadar düşünmemiştim. Teknenin kıçında Akdeniz de iyot kokusunu içine çekerek kahve içmek herhalde bu kırk yıl hatırına oluyordur. Elimdeki fincanı hediye eden fotoğrafı çekerse böyle çeker. Bu resmi öne çıkan görsel olarak seçiyorum.
İki kişi sabahın erken saatlerinde ne konuşur ? Kırk yıl hatır değil, sanki kırk yıldır dost gibi, kırk yıl kahve içmişiz gibi sohbet edilir. Konular derin gün yetmiyor sohbete, o derece kahve etkisini gösteriyor. Dünya Umur’umuzda mı sanki? elbette Umur’umuzda. Çevremiz hızla kirlenmekte.
Sohbet ederken kahve yeri açma konusuna gelince yeni fikirler ortaya çıktı. Ben kahve pişireceğim, kahveler bedava olacak, Doktor Umur Gürsoy da kitap satacak ama kitaplardan para almayacağız. Kahve içmeye gelen kitap okuyacak, beğenirse alıp gidecek. Güzel bir fikir, bunu yapmalı en kısa zamanda diyoruz.
Güneşin doğuşunu izleyemesem de ışınlarını hissederek kahve keyfi her ne kadar kalın bir kitap olsa da sakince okumak gerek. Kitaplar biter, yeni bir kitaba başlarsın. Kahve biter, yeniden pişer. Bu her sabah sürer gider.
Kahve içmenin keyfi giderek artıyor ve bunu diğer arkadaşlarla nasıl paylaşırım diye düşünmeye başladım. İlk önce ismini koymak gerek değil mi? İsim hazır zaten UrimBaba’nın kahvesi aklımda vardı.
Bir bakarsın Türkü dostu çıkagelmiş, kahve içilmez mi. İçilir elbet, türkü tadında.
Deniz kıyısında bir şehirde oturmak bir ayrıcalık olsa gerek. Emaneti almak için uğradığın dostunla kahve Manolya iskelede içilir. İyot kokusu Manolya ile karışmıştır kahvenin tadına.
Bazen yolda tanışırsın biriyle, oturup kahve içersin ve senin peşine takılır. Önde bisikletim KUZ, arkasında römorku, arkada bankta iki kişi oturmuş kahve içiyoruz.
Seni 50 kilometre öteye kadar götürüp yolculukta yalnız bırakmaz. Sadece bir defa daha kahve içmek için.
Uzun yoldan gelmişsin, Büyük taarruzdaki yorgun askerler gibi. Mustafa Kemal’in İzmir’i kurtarmadan önce Belkahve de kahve içtiği yerde sana ikram etmedikleri kahveyi kendi kahveni pişirmeye başlayınca hemen eline tutuştururlar fincanı utancından. Yorgun savaşçılar önemli değildir onlar için. Ama biz yine de kendi kahvemizi pişiririz utanmayanların gözü önünde.
Yeni dostluklar kurulmuştur Büyük Taarruz turunda ve düşmanı denize dökmeden önce Belkahve de kamp kurulup güç toplamaya çalışırken kahve bize enerji veriyor Atalarımıza verdiği gibi.
Güneşin ilk ışıklarında düşmanı denize dökmeye gitmeden önce kahve pişer ve İzmir de düşman denize dökülür.
Bu yılın bisiklet turlarını bitirdim. Mart ayından beri bir çok yere binlerce kilometre yol yaptım. Elbette yıllardır benimle birlikte çantamdan eksik etmediğim hazinem cezve ve fincanlar. Yollarda arkadaşlarımla, dostlarımla kahve içe içe oluşmaya başlayan ve son turumda iyice olgunlaşan düşüncelerimi hayata geçmesi artık kaçınılmaz olmuştu. Turlar bittiğine göre kahve yapabileceğim uygun bir yer aramaya başladım. Oturduğum yere fazla uzak olmayacak, yakınlarda çeşme olacak. En önemlisi ağaçların ve denizin olduğu bir yer olması önemliydi benim için. Bisikletimle sahil şeridini dolaşarak en uygun yeri belirlemek için dolaşmaya başladım. Bir kaç yer belirledikten sonra en uygun yeri buldum sonunda. Burası Çakalburnu. İnciraltı kent ormanının içinde tam burunun olduğu yerde iğde ağaçlarının arasında, belediyenin getirdiği bir kaç iri kaya ve mermer taşının olduğu yer tam aradığım yer. Hemen hemen herkesin gelebileceği Cumartesi günleri uygun olur düşüncesindeyim. Saat olarak öğleden sonra 13:00 olarak kararlaştırdım. Bitişi mi? Bitişi Güneş ufuktan bir yumruk yukarıda iken bitecek.
Her zaman vapurların geçişini seyredebiliriz buradan.
Burayı keşfettikten sonra kendi ellerimle yaptığım tahta sehpa ve dört tabureyi Kıytırığın içinde getirerek UrimBaba’nın kahvesini canlandırmaya başladım.
Bir solda,
Bir ortada,
Bir sağda oturarak nasıl görüntü oluşturacağına bakmak gerek.
Yaşamaya Dair I
Yaşamak şakaya gelmez, büyük bir ciddiyetle yaşayacaksın bir sincap gibi mesela, yani, yaşamanın dışında ve ötesinde hiçbir şey beklemeden, yani bütün işin gücün yaşamak olacak.
Yaşamayı ciddiye alacaksın, yani o derecede, öylesine ki, mesela, kolların bağlı arkadan, sırtın duvarda, yahut kocaman gözlüklerin, beyaz gömleğinle bir laboratuvarda insanlar için ölebileceksin, hem de yüzünü bile görmediğin insanlar için, hem de hiç kimse seni buna zorlamamışken, hem de en güzel en gerçek şeyin yaşamak olduğunu bildiğin halde.
Yani, öylesine ciddiye alacaksın ki yaşamayı, yetmişinde bile, mesela, zeytin dikeceksin, hem de öyle çocuklara falan kalır diye değil, ölmekten korktuğun halde ölüme inanmadığın için, yaşamak yanı ağır bastığından.
Nazım Hikmet 1947
Deniz kıyısından nasıl görünecek acaba?
Taze kahve içmek için kahve değirmeni yanında bulunmalı. Kavrulmuş kahve çekirdeklerini içine koyduktan sonra fazla hızlı çevirmeden kahve çekirdeklerini öğütmeye başlarsın. Hızlı çevirirsen kahveyi yakarsın ve tadı bozulur. Çekirdekleri üzmeden aheste aheste öğütmelisin ki kahve pişerken aroması içinde kalsın.
Neyse yer ve konum ayarlandıktan sonra ilk kahvemi pişirmeye başladım. Belki de burada ilk defa kahve kokusu yayılıyor.
İlk kahve pişti, bakalım diğer şanslı üç kişi kimler olacak bakalım! Buradaki ilk kahvemi afiyetle içerek keyfini çıkardım. Bir fincan kahve dolu, diğer üç fincan boş.
Artık her şey hazırdı UrimBaba’nın kahvesi için. En son olarak facebook ta UrimBaba’nın kahvesi adlı grubu kurarak arkadaşlarımı gruba eklemeye başladım. Ardından ilk Cumartesi günü için UrimBaba’nın kahvesi için etkinlik açarak arkadaşlarımı davet ettim. 24.10.2015 Cumartesi sabahı öyle bir yağmur yağıyordu ki eyvah dedim kahve etkinliğini etkileyecek gibi. Artık dualarımı yağmur dinsin diye etmeye başladım. Dualarım kabul oldu ve yağmurun dinmesiyle birlikte sehpa ve tabureleri Kıytırığa yükleyip deniz şemsiyesini almak için arkadaşımın evine giderek aldım. Ardından saat 13:00 te Çakal burnuna gelerek sehpa ve taburelerimi hazırlayıp ilk gelecekleri beklemeye başladım. Yağmur yağabilir diye deniz şemsiyesini de açarak Rüzgardan uçmasın diye ağaca ve bisikletime bağlayarak sağlama aldım. Havanın ne olacağı belli değil. Rüzgar sürekli yön değiştiriyor. İşte ilk gelenler karşıma belirince resimlerini çekiyorum. İlk gelenler Gülhan Etiler ve Gürel Gürselp.
Heyecanla ilk gelenlere kahve pişirmeye başladım. Bakalım kimler gelecek bu ilk kahve etkinliğine. Hava biraz rüzgarlı, poyraz esmeye başladı. Henüz yağmur yok şimdilik. Üç kişi taburelerde oturmuş kahve içiyoruz.
Daha sonra üç kişi gelerek toplam altı kişi olduk. Nazlı Bişirici, Cem Koç, Gürcan Yılmaz ile birlikte 6 kişi olduk Onlara da kahve yaparak tatlı sohbet etmeye başladık. Hava poyraz diyerek açmasını beklerken birden bire kapatarak rüzgarla beraber yağmur yağmaya başladı. Hepimiz şemsiyenin altında sığınarak kahveleri içtik. Yağmur uzun süre yağacak mı belli değil. Yağmur durmadı ve herkes dağıldıktan sonra bir süre daha bekledim yağan yağmurla birlikte. Rüzgar dindi ama yağmur tüm şiddeti ile yağmakta. Üzerimde kalın bir yağmurluk var. Sadece ayaklarım ıslanıyor. Yağmur ortalığı serinletmeye başlayınca ıslanan ayaklarım üşümeye başladı, sehpa ve tabureleri toplayıp yağan yağmurun altında eve gelerek hemen sıcak duşun altında ısınarak normale döndüm. İlk etkinlik biraz sönük kaldı, ne yapalım yağmurun azizliği. Ne de olsa rahmet yağıyor, bereketli olur umarım. Uzun zamandır yağmur pek yağmadı. Yağmur yağıyor, şemsiyenin altında oturuyoruz
Bazen iki dengesiz buluşuruz UrimBaba’nın kahvesinde. Konuşacaklarımız vardır turlar hakkında. Kahve içerek konuşuruz da konuşuruz.
Emekli olduktan sonra hemen hemen hiç kitap okumadım diyebilirim. Bu bende büyük bir boşluk oluşturdu. Artık zaman ayırmam gerekti kitap okumak için. UrimBaba’nın kahvesine erkenden gelip sessiz, sakin kitabıma dalarım bir ağaca yaslanarak. Daha okunacak kitap çok var.
Tatlı dili, güler yüzü bir de sazı ile türküler söylemek bir başka oluyor kahve tadında. Sazın teline vurdukça coşarak türkü ahengini buluyor ormanda, denizin üzerinde.
UrimBaba’nın kahvesi giderek çoğalmaya başlıyor. Kahvenin yarattığı sıcak sohbetler bitmek bilmiyor akşam karanlığına kadar.
Uzaklardan gelen dostlar misafirimiz oluyor yağmura rağmen.
Kahvesini içen gidiyor, yerine başkaları gelerek boş bırakmıyorlar sohbeti.
Kahve etkinliğinden arta kalan günlerde kahve keyfi devam etmekte. Yıllardır sanal ortamda birbirimizi tanımamıza rağmen henüz karşılaşmadığım dostumla bir gün yolumuz kesişti. Dostluğumuz sanki kırk yıl önce başlamıştı.
Bazen tarihi Roma hamamında yunduktan sonra arınarak sonbaharın zayıf güneş ışınlarında ısınmaya çalışırken kahve içerek ta içini ısıtırsın.
İzmir’e girmeden gecenin karanlığına henüz kavuşmuşuz. Uzun ve yorucu bir turun ardından yorgunluk kahvesini Belkahve de dostunla birlikte kahve içmek bir ayrıcalıktır.
Urim Babanın Kahvesi
Nasıl içersiniz diye sorarlar kahveyi,
Sade, orta ya da şekerli….
Herkesin damak tadı başka,
Ama burada bunlara gerek yok…
Cezve sürülürken ocağa, başlar sohbet,
Kahveler dökülürken fincana, koyulaşır sohbet,
Kahveler yudumlanırken, derinleşir muhabbet,
Bitmesin istenir fincandaki kahve……
Sade, orta ya da şekerli..
Fark etmedi bak…..
Kahvenin yanındaki sohbet,
Tam da kahve tadındaydı…….
Sohbet, dostluk, Babacan’lık var
Urim Baba’nın kahvesinde.
Şafak Omaç
Şafak Omaç yoğurtçu kalesinde, ateşin başında oturmuş.
Kahve sabır ister, aceleye gelmez. Ağır ateşte usulca pişmeli, sohbeti de olmalı ki tadı yerine gelsin. Acele etmeden insanın gözüne hoş görünen , manzaralı bir yer buldu mu durup kahve yapmalı. Kahve takımını çıkarıp ilk önce ocağın kafasını tüpe takacaksın. Ardından fincanlar çıkarıp dizeceksin sırayla. Sonra cezveyi, şekeri, kahve kutusunu. Cezveye biraz şeker koymalı ki içerken sohbetin tadı kaçmasın, tatlı olsun. Sonra kahve Adam başı iki çay kaşığı. Tepeleme olacak, boşluk bırakmayacaksın ki cezvenin içinde sıkı olsun. Bu dostluğu sıkı yapar. Sonra suyunu yedireceksin karıştırarak şeker ve kahve ile. Ocağı yakıp cezveyi süreceksin ateşin üstüne. Ocak harlı yanmayacak ki kahve yavaş pişsin, köpüğü bol olsun. İki insanın yolda yavaşça ilerleyen dostluğu gibi. Sağlam temeller üzerine kurulmalı. Cezvede kahve kabarmaya başladı mı köpükleri elini titreterek eşit olarak fincanlara dağıtmalı. Elin titriyor diyecekler sana, aldırma onlar öyle sansınlar. Böylece dostlarınla paylaşırsın yolları, yaşamı. Bunu yaparken etrafındaki dostlarınla sohbet etmelisin ki kahve iyi pişsin. Tekrar cezveyi ateşe süreceksin, işte bu ikinci ateşe sürmede pişen kahve şekerle iyice karışınca, kaynamadan fincanlara dolduracaksın. Kahveye tadını bu verir. İnsanın dili tatlılaşır, güzel sözcükler çıkar ağzından. Damarlarına karışan kafein beynine gidince işte orada olan olur. Fikirlerin ufku açılır. Duru düşüncelerle tatlı kelimelerle konuşmaya başlarsın. İnsanlar sohbetin tatlı derler sana ama bilmezler ki kendileri de tatlı sohbet etmektedirler. Ağzından kötü söz, dilinden yalan çıkmaz. Özgürlüğü düşünürsün, barışı, kardeşliği. İnsanca yaşamayı düşünürsün. Bunları paylaşırsın insanlarla. Bir bakmışsın çevrende senin gibi düşünenler çoğalmıştır. Devrim gibi olur dünya, savaşsız, sömürüsüz, tüm insanlar eşit…
İşte UrimBaba’nın kahvesi böyle oluştu dostlar. Ta en başından dilimin döndüğü kadar kelimelere dökmeye çalıştım en ince ayrıntısına kadar. Kahvemi herkes içebilir, yeter ki isteyin. Nerede olursa olsun hiç üşenmeden yaparım kahveyi, beraber içeriz tatlı sohbet ederek.
Kahve Aşktır insanın aklını başından alır. Köpükte kalp şekli oluşmuş.
UrimBaba’nın Kahvesi ücretsizdir
Ücret vermek isteyen kahve içemez !
Kahve falına bakmıyoruz,
Bakılmaması için fincan tabağı yok
Alkol getirmeyin, sadece kahve içeceğiz
Sohbet etmek isteyenler,
Anlatacak bir hikayesi olanlar,
Hikaye dinlemek isteyenler,
Şiir okumak isteyenler,
Roman okumak isteyenler
Susmak isteyenler
Konuşmak isteyenler
Hepsi Kahve tadında
Sevgili sinemacı arkadaşım Uğur Cuya benim haberim olmadan belgesel niteliğinde videomu çekmiş. Ellerine sağlık Uğur Cuya
UrimBaba’nın kahvesi Üçkuyular Kent Ormanı, Çakalburnunda yapılmaktadır. Gelmek isteyenler aşağıdaki rotayı takip edebilir. Deniz kıyısında beni görürsünüz zaten. Cumartesi günleri saat 14:00 te. İzmir de olduğum sürece kahve hep olacak. Beklerim…
Aşağıda Göztepe vapur iskelesinden Urim Baba’nın kahvesine giden yolun haritası