2 Eylül 2014 Salı
Aşağı Hanlar – Kalkım – Yenice – Torasan göleti
(Kör arkadaşlar için betimleme yapılmıştır)
şimdi bir süre. dinlenme zamanı..
beynen.. ruhen..bedenen.
.
Yıldızları düştü dileklerimizin
Denizin yüzüne..
Şimdi vakit gece
Ve toplama vakti bir rüya dolusu umut
Bir gök miktarı huzur…
Ahmet Yaşar Gündüz
Öne çıkan görsel, Ağaçlar tünel gibi kapatmış yolu.
Ormanın dinginliği uykuda kendini gösterdi. Bir önceki gecenin gürültüsü burada olmaması güzel bir uyku çekmeme neden oldu. Telefonun alarmı çalmadan uyandım, gün ağarmış, sabahın seheri çiğ damlalarıyla havayı yıkayıp pakladıktan sonra çimenleri ve çadırımı ıslatmıştı. Güneş henüz doğmamış, çadırımdan çıkıp temiz havayı ciğerlerime çekerek bir kaç kez derin derin nefes aldım. Çadırımın içinden dışarısı, otlak ve çam ağaçları.
Küçük bir dere şırıl şırıl akmakta, çıkardığı şırıltılı su sesi insana suda hayat olduğunu hatırlatıyor. Derede taşların arasından akan suyu çekiyorum.
Dere Kaz dağından geliyor, çay kıyısında çınar ağaçları var.
Dün akşam hava karardığı için etrafı görememiştim. Günün aydınlığında etrafı görmek için küçük bir gezinti yapmaya başladım. Elimde cep telefonu ile resimler çekerek hem görsel hem de yaşamsal veriyi kaydediyorum. Bisikletlerimiz, çadırlar ve kurumaya bıraktığımız çamaşırlar. Kamp yerimiz gayet güzel. Önümde taşlar ve akan dere.
Hasan’ın hamağı, dere üstüne kurmuş. Aslında hamakta uyumak vardı ama karanlıkta görmediğimden kaçırmışım güzel uykuyu. Hamak iki çınar ağacına bağlı.
Kahvaltı için yumurta kaynatacağız, Hasan derin bir kap vererek yumurtaları kaynatmaya başladık. Ocak önceden yanmaya başlamıştı, odunla ateşi canlandırdık sadece.
Güzel insan Hasan güneşe sırtını dayamış bana poz veriyor. Burada yaşamanın huzuru yüzünden belli. Gülümsemesi hiç eksik olmuyor. Sadece şehirde çektiği acılar yüzünde çizgiler oluşturmuş ama bulduğu bu huzur çizgilerini yumuşatmış.
Yumurtalar kaynadı, sıra çayı demlemeye geldi. İsten kararmış çaydanlığı ocağa sürüyoruz. Sabahın erken saatlerinde Edremit’ten iki kase kelle paça geldi. Hasan beraber yiyelim deyince çorbaları ısıtıp afiyetle yiyoruz. Çorba nefisti, üstüne biraz da kahvaltı ve çay. Bu sabah karnım iyice doydu tıka basa, Gelibolu’ya kadar götürür bu sabah yediklerim.
İp salıncak çınarın bir dalına kurulmuş çocuklar için. İleride mavi bir çadır var.
Hasanın dün gece anlattığı öyküdeki dilek taşı. Anlaşılan dilek olayı tutmuş, yakılan mumlardan ve taşta bıraktığı isten anlaşılıyor. Taş ta dilek taşına özenmiş gibi ilginç bir yapıda. İlk görünüşte sanki gerçekmiş gibi bir duygu veriyor. Çaresiz kalmış insanlar inanmasa da belki dileğim gerçekleşir diye mum yakıp dilek tutuyor taşın başında. Umutsuz yaşanmıyor…
Dilek yaşı, üstü düz ve dik olan yerin dibinde baca tuğlası konmuş. Üstünde de yakılmış mumların erimiş kısmı duruyor.
Hasan’ın çadırı ve yaşam alanı çınarın altında.
Sabah yağan çiğden ıslanan çadırların kurumasını bekliyoruz güneşin sıcaklığında.
Hasan’ın anlattığı öyküdeki Ihlamur ağacı. Heybetli görünümü insanı cezbediyor. Ak sakallı dede gece bana görünmedi, rüyama da girmedi. Gireceğini de sanmıyorum. Burada dikkatimi çeken Ihlamur ağacından çok çeşmelerin bolluğu. Ihlamur ağacının yanında 3 tane çeşme, sol tarafımda 5 – 6 çeşme, arkada bir o kadar. Sağ tarafta bir kaç çeşme. 10 dan fazla çeşme var. Önüne gelen çeşme yaptırmış gereksiz biçimde. Kaz dağları su bakımdan zengin, büyük bir depo. Her taraftan su fışkırıyor, dereler çağıl çağıl akmakla. Hayrat yaptıracaksan çeşmeyi suyun olmadığı yere yaptır da duasını her gün çeşmeden su içenler yapsın. Aynı yerde 15 tane çeşme yaptırmanın anlamı yok. Dereden bile su içilebilir, doğal olarak akıyor zaten. Bilmem ne demeli kolay yerde çeşme yaptırana ….
Hasan’ı da yanımıza alıp bir anı fotoğrafı çekiyorum elçek ile. Şafak, ben ve Hasan.
Hasan kendi yazdığı piknikçilere uyarı niteliğinde levhalar koymuş ağaçların gövdelerine. “ÇÖPLERİNİZİ SİZE İADE EDİYORUZ” yazısı en dikkat çekici. İnsanların ürettiği çöpü olduğu yere bırakma alışkanlığını nasıl kıracağız bilemiyorum. Uyarıcı yazılar olmasına rağmen hala çöpünü bırakıyorlar. Yine de Hasan etrafı temizlemekten geri durmuyor. Ortalığın temiz olmasından belli. Uyarılar biraz işe yaramış anlaşılan.
İşte dün Şafak’ın ensesinde nefesini hissettiği koca baş köpek. Gerçekten de görünüşü canavar gibi ama yanımıza sahibi ile gelip köpeği yakından tanıyınca insanlara zarar verecek gibi görünmüyor. Dün Şafak’ın yaşadığı olayda belki de havlayan küçük köpekten Şafak’ı korumak için yanında durdu. Ben bunu anladım köpeği görüp yakınında durunca. Şafak ve Sivas Kangal köpek. Şafak köpeğin resmini çekerken ben de onları çekiyorum. Köpeğin boynunda sivri demirli tasma var.
Kocabaş uzun bacaklı sağlam gövdesi ve iri başı ile heybetli duruyor. Yakışıklı bir köpek. Sahibi ne derse onu yapıyor, otur otur, kalk kalk. anlattığına göre domuzlar kocabaştan epey çekiyor. Denk getirmesin ormanda bir domuz, anında parçalıyormuş. İnsanların yanında uysal ve güven verici bir duruşu var. Köpek sahibi ile beraber.
Hareket etmeden önce kahve pişiriyorum, kahvenin suyunu mataramdan kullanıyorum. Kahveleri içince ekşimsi bir tat geliyor. İlk önce neden olduğunu anlamadım. Arkadaşlara sordum kahvenin tadında bir ekşilik var mı diye. Onlar da biraz ekşi deyince bende jeton düştü. Matarama su doldurduktan sonra içine biraz şeker ve yarım limon sıkmıştım. Ondan kahvenin tadı ekşimtırak oldu. İlk defa böyle bir kahve pişirdim. Şafak bizi çekiyor, Hasan, ben ve köpeğin sahibi.
Sabah köpekle gelen misafirimiz atı ile yukarı ormana doğru gitti. Kocabaş bir süre bizimle oturduktan sonra sahibinin ardından o da gitmeye başladı. Bizde yolcu yolunda gerek diyerekten Hasan ile vedalaşıyoruz. Bir akşam gelişen dostluğumuz ile kucaklaşıp yanından ayrıldık. Başka bir zaman tekrar buluşma dileği ile. Köpek dağa doğru gidiyor.
Piknik alanından yola çıktık, bir süre daha yokuş tırmanacağız Yukarı Hanlara kadar. Ondan sonra hep iniş başlıyor.
Yukarı Hanlara vardık, burası daha büyük bir alan ve bir sürü işletme var. Yani kalabalık. İyi ki burada kalmadık, buna seviniyorum burayı görünce.
Yukarı hanlar yolun zirvesi, buradan sonra iniş başlayacak gibi.
Yukarı Hanlar sırtta olduğu için geniş ve düz olan yerler çok, uzayıp gidiyor. Yüksek ağaçların altı çimenlik.
Bir köpek havlamaya başladı, durunca havlamasını kesti. Kocabaşı tanıdıktan sonra bu köpek enik gibi geldi bana.
Kalkım belediyesi Yukarı Hanlarda tabela koymuş, hoş geldiniz diye karşılıyor bizi. Tabelanın üstünde iki geyik resmi konmuş. Kalkım’a hoş geldiniz, Agonya’nın merkezi, Türkiye’nin en iyi oksijen çadırı, Marmara’nın Egeye açılan kapısı, Truva’nı ilk at olimpiyatları ev sahibi, Dünyanın en iyi kapya biberinin yetiştiği yer, havası şifa, doğası ferah, insanı dosttur. Kalkım belediyesi.
Artık iniş başlasın, yaşasın hayat. Yiiihhhuuuuuu diye bırakıyorum kendimi bol oksijeni içime çekerek.
Şafak’ın daha önce keşfettiği şelaleye gelince sapıyoruz sağa doğru. Toprak yoldan sonra bisikletten inerek patikadan bir süre giderek dere kenarına geldik. Yukarıdan gelen bir dere var.
İşte şelale de başka yönden, ama biraz yüksekçe yerden küçük bir çağlayan olarak diğer dere ile buluşuyor.
Akan su gördüm mü dayanamam, hele çağlıyorsa. Hemen soyunup şortumu giyerek çağlayanın yanına vardım kısa sürede.
Hemen yukarıdan dökülen suyun içine giriveriyorum. Buz gibi kaz dağları suyunda kendimden geçiyorum adeta. Bir daha nerede bulacağım doğal duş yerini! Yukarıdan dökülen sular masaj yapıyor tüm kaslarımı. Bu masaj bana ömür veriyor sanki. Şafak böyle yerlerle pek arası iyi değil. Hal böyle olunca resimleri çekmek te Şafak’a düşüyor. Oooohhh sefam sürüyor sular dökülürken. Şafak uzaktan çekiyor.
Şelaleden akan su saçlarımı tarıyor, Şafak bu kez yakından çekiyor.
Bir süre suyun altında durduktan sonra Şafak’a bir poz veriyorum. Çağlayanın aktığı yerde yosun turmuş. Yosun halı gibi yumuşak ve kaygan değil. Yosunlarda rahat biçimde yürüyebiliyorsun, hiç böyle yosun görmemiştim daha önce.
Kurulandıktan sonra giyinip yola çıkıyoruz, inişte bir toprak kayması görünce duruyorum. Toprağın kaydığı yerde raylar görünüyor. Acaba ne amaçla kullanılıyor raylar. Herhalde maden ocağına ait olmalı diye düşünüyorum. Ama görünürde bir şey yok ormanın içinde. Kim bilir nereden nereye gidiyor!
Yol ormanın içinden aşağıya doğru kıvrılarak iniyor. İniş çabuk olur her zaman.
Hazır yakalamışken yol arkadaşımın bir resmini çekeyim bisikleti ile beraber. Şafak ve bisikleti.
Dağlarda aç kalmazsın hiç bir zaman, yolda da. Böğürtlenler tüm yol kenarında Ağustos ve Eylül aylarında devamlı olarak meyvesini cömertçe vermekte. Kuşlar ve diğer hayvanları beslediği gibi bizi de besliyor doğanın bir parçası olarak. Tam da zamanı böğürtlenlerin. Tadı nefis, mis gibi. Bir avuç yesen epey enerji verir insana.
Ben de bir avuç yiyorum böğürtlenden. Doğal takviye. Elini boyasa da kırmızıya önemli değil. Avucumun içindeki böğürtlenleri çekiyorum.
İniş bitiyor kısa sürede, uzun yol kat etsek te süresi kısa olunca bana çabuk geliyor. Ovada tarlalar bahçeler ve çiftlik evleri.
Düzlüğün başladığı yerlerde bir heykel çıkıyor karşımıza. Şafak heykelin yanında duruyor.
Yakından bakınca Agonya da olduğumuzu anlıyorum. Kalkım belediyesi bir açıklama yapmış burası ile ilgili. Keşke düz bir mermer parçasına yazsaydı. Kitap şekli pek hoşuma gitmedi. Kitap olmasına rağmen yazı kitaptaki gibi sayfaya yazılmamış, bir bütün olarak yazıyı yazmışlar. Benim ilk başta anladığım
AGON:
AGONYA: TRUVANIN
VE SPORCULARININ
KALKIM BELEDİYE
diğer sayfaya geçiyor gözüm
ATA BİNEN SPORCU
ÜNLÜ ATLARIN
BULUNDUĞU YER
BAŞKANLIĞI 2012
Gözlerim böyle okudu yazıyı ne yapayım!
Güneşin altında şahlanmış ata binmiş savaşçı göz kamaştırıyor rengi ile. Sanki altından yapılmış. At heykeli yüksek bir kaidenin üstünde.
Dedim ya daha önce doğada aç kalmazsın. Kara yemiş, dikenli çalısı olan bu yemiş ağızda biraz buruk ve mayhoş tat bıraksa da enerji veriyor bir kaç tanesi. Köylüler plastik kovalarda topluyorlar kara yemişleri. Reçel oluyormuş pek güzel. Elimde dört tane karayemiş meyvesi.
Kaz dağının sırtında tabelada yazıyordu ; Kapya biberi diye. Benim bildiğim etli kırmızı salçalık biber. Marmara bölgesinin, Kaz dağlarının kuzey tarafındaki ovada bu biber yetiştiriliyor ve alabildiğine uzana tarlalar kırmızı biber ile dolu. Burası biberin ambarı olunca tüm Türkiye’ye ve yurt dışına salçalık biber olarak ihraç ediliyor.
Her tarlada küçük bir çardak, sıcakta gölgelik olarak yapılmış büyük bir ihtimalle. Üstü dallarla örtülü, altında kabak ekmişler.
Kalkım’a giriş yapıyoruz.
Kalkım küçük, şirin bir kasaba. Burada çay molası vereceğiz. Onun için kasabanın merkezine doğru gidiyoruz. Girişinde tak yapılmış, solda apartmanlar tak dibinde, sağda bahçeler.
İlginç bir ev dikkatimizi çekiyor. Ev de meydanın ortasında. Güzel prefabrik bir ev, su basmanı epey yüksek tutulmuş. Gösteriş amaçlı yapılan bu evde kimse oturmuyor. Bir metrelik kaide üstünde duruyor ev. Süs için yapılmış, kimse oturmuyor.
Çay içmek için parkın içindeki çay bahçesine girerken yavru bir köpeği uyurken görüyorum. Dünya umurunda değil, ön ayakları ağzında öylece uyumuş. Ben hayvanların da rüya gördüğüne inanırım. Bu köpek te rüya görüyor, yatış biçiminden anlıyorum.
Çayları atıştırmalık bir şeylerle içiyoruz çay bahçesinde. Gerçi pek yorulmadık buraya kadar. Daha çok pedal çevirmeden iniş yaptık. Ama belli noktalarda mola vermek iyi olur. Çay bahçesinin önünde Atatürk heykeli var. Ağaçların altında gölgelik yerde oturuyoruz.
Molanın ardından yola çıkıyoruz. Köy yollarında doğa ile baş başa uyum içinde bisiklet sürmekteyiz. Düzlük bitti hafif çıkışlar başladı, çıktığımız kadar iniyoruz da.
Uzun zamandır tütün tarlası görmemiştim. Tekel denetimli üretime geçtikten sonra belli bölgelerde sınırlı ve denetimli olarak yetiştiriliyor. Burada durup bir süre tütün tarlasına bakıyorum. Belki hayatım boyunca bu tarlada yetişen tütün kadar içmişimdir. Belki de daha fazlası. Hani derler ya “Bir fırın ekmek yemen lazım”, ben de diyorum ki “Bir tarla tütün içmen lazım”.
İnsanlar yanlış yola girmesin diye yolu gösteren tabela koymuşlar. Tabela olduğu halde yine de yanlış giden oluyordur. Çünkü bir çoğunda okuma alışkanlığı yok! Büyük olasılıkla Kurtlar Mahallesi sakinleri dikmiştir bu tabelayı. Yönü gösterecek ASENA olmadığı için kurtlar yolunu şaşırıyor! Çünkü tabelayı tam geçerken okuyabilirsin.
Hamdibey köyü uzaktan görünüyor. Yolu da dümdüz.
Hamdibey köyüne adını veren Kuvayı Milliye kahramanı Edremit Kaymakamı Köprülülü Hamdi bey. Yunanlılarla Kurtuluş savaşında burada Şehit düşünce köye Hamdi bey adın veriliyor. Anısına heykeli de dikilmiş.
Kitabesinde; Kuva-yı Milliye kahramanı Edremit kaymakamı şehit Köprülülü Hamdi bey 1886 – 1920 yazılı.
Hamdibey köyünde fazla durmadan yola devam ediyoruz.
Genç çam ormanı tam tutuşmuşken hemen söndürülmüş. İzleri duruyor yangının. Yaz sıcağında kuruyan otlar çok tehlikeli. Çok dikkat etmeli bu aylarda. Piknik yaparken mangalı kontrol etmeliyiz, ateşini iyice söndüğünden iyice emin olmalıyız. Arabadan sigara izmaritini dışarıya atmamalıyız. Arabanın içinde sigaranın izmariti koku yapıyor diye dışarı atılıyor. Bari söndür de at.
Artık düzlük bitti, ormanlık engebeli arazideyiz. Çam ağaçları yolun iki yakasında ve böyle yolları seviyorum.
Ormanın içinde giden yol uzayıp gider, ucu gözükmese de yol seni götürür.
O yol biter başka bir yol uzanır önünde kıvrımlı.
Yaşlı meşe ağacı, insanların her türlü budamasına dayanmış ve hala dayanmakta. Aslında kocaman gövdesi ve dalları ile geniş bir alanı kaplayacak durumda. Tarla sahibi biberlerin pişmesi için güneş ışınlarına ihtiyacı var. Tarlaya güneş vursun diye ağacı sürekli budamış ve bu hale dönmüş koca meşe. Kuşların konması, yuva yapması için dal yok.
Köylerde kerpiç evleri görmek her zaman olası. Eskimiş tahta kapısı, penceresi ve oluklu kiremitleriyle geçmiş zamandan kaldığını belli ediyor. Tek katlı olan da var iki katlı olanı da var.
Yol çatağındayız, sağ taraf Balya, Balıkesir yönüne gidiyor. Sol taraf Yenice ve Çanakkale’ye gidiyor. Bizim yolumuz Yenice tarafı olacak.
Kayatepe köyünden çıkıyoruz, Şafak kocaman bir ağacın gölgesinde gidiyor.
Güneş tam tepemizde, hava iyice sıcakladı. Küçük bir koyun sürüsü Çitlembik ağacının gölgesine sığınmışlar güneşin alçalmasını bekliyorlar ses çıkarmadan. Yün sıcak tutar, koyunlar da yünlü. Bir de hava sıcak oldu mu yanıyorlardır güneş altında.
Karayolları Umurlar köyüne tabela koyma zahmetine katlanmamış. Umurlarında değil sanki! Köylüler kendi köyünün tabelasını kendileri yazdırıp koymuşlar köyün meydanında. Köyün camisi az ileride.
Karnımız acıktı, köyde çamların gölgesinde serilip yemek yapmaya başladık. Yemek te nefis oldu, makarna ve ton balığı ana menü, yanında bir baş soğan. O kadar lezzetli oluyor ki pirzola yesen bu kadar lezzetli olmazdı zannedersem. Çamların altında bisikletlerimiz, şafak yemek için hazırlık yapıyor.
Yemekten sonra yola devam, yüksekteyiz, aşağıda tarlaların olduğu bir ova görünüyor.
İnişe geçtiğimiz sırada solda bir çeşme görüyoruz. Ama bildiğimiz çeşmelerden değil, çeşmenin ünlü olanından. Gazi çeşmesi, Gazi Mustafa Kemal Çeşmesi. Çeşmenin yanında bisikletlerimiz park etmiş.
1977 yılında restore edilen çeşme fayansla tertemiz, bakımlı bir çeşme haline dönüşmüş. Fayanslara yazılanlar; Gazi çeşmesi, Büyük Atatürk 15. 4. 1934 tarihinde Balıkesir, Çanakkale yolculuklarında beraberlerinde İran şahı Rıza Pehlevi ile bu çeşmeden su içtiler ve bir müddet istirahat ederek çevre halkı ile sohbet ettiler. Atatürk’ün beldedeki bu büyük hatırasının idamesi ve ruhunun şadolması maksadıyla bu çeşme ve etrafı Çanakkale seramik fabrikaları A.Ş kurucu ve murahhas azası H. İbrahim Bodur tarafından yeniden ihya edilmiştir. 27.7.1977
Gazi Mustafa Kemal madem bu çeşmede oturmuş, su içmiş kahve de içmiştir büyük bir ihtimalle. Atamızın sevdiği kahveyi bizde cezveye kahveyi ocağa sürüyoruz.
Cezvede kahve pişirirken, üç tane fincan yanda duruyor. Orda duran bir motorcu da kahve içecek.
Kahve faslından sonra yollara düşmenin vakti gelince yola çıkıyoruz. Ama ne yol, sanki ağaçtan bir tünel içindeyiz. Yolda kaybolmalı bazen, biz de kaybolmadan edemedik. Tünelin ucunda ışığı görebiliyorum. Bu resmi öne çıkan görsel olarak seçiyorum.
Yenice ilçesine geldik sonunda. Kampı Yeniceyi az geçtikten sonra gölet kenarında vereceğiz. Şafak buralardan geçtiği için yeri biliyor.
Yenice ilçe merkezine girip marketten yiyecek takviyesi yapacağız. Akşam yemeği ve ertesi gün için alış veriş yapıyoruz marketten. Fırından da büyük bir köy ekmeği aldık. 2 Gün yetecek kadar.
Yenice’ye gelirken ön bagajımın demiri lastiğe sürtmeye başladı. Sanayi sitesini sorup bir demircide soluğu aldık. Canavarla lastiğe sürten demiri kesip atıyorum. Oh rahatladı içim. Yolum uzun ve sorun çıkaracağa benziyordu.
Lastiğe sürten demiri kestik rahatladım, sanayiden bir kaç yüz metre uzaklaştık. Hızım da düşük. Birden bire ön bagaj demiri kırılıp ön tekerleğin üzerine düştü. Bisikletin üzerinden kendimi yana atıp üzerine düşmekten kurtuldum. Yoksa bir tarafım sakatlanırdı. Bisiklet yere serildi, ben ise kendimi yana atınca iki ayağım üzerinde hafif koşu ile düşmekten kurtardım. Bu kazayı ucuz atlattım doğrusu. Bir süre durup düşündüm. Yol boyunca dağları çıkıp kendimi aşağı son sürat demeyelim de 50 yada 60 km hızla indiğimi düşündüm bir an ve ne olacağımı tahmin etmeye çalıştım. Kendimi yana atıp kurtulma şansım olmazdı tahminim. Verilmiş sadakamız varmış, kazayı ucuz atlatmıştım. Buna şükür ettim ilk önce. Şafak önde gidiyordu. Şoku atlattıktan sonra Şafak’ı telefonla arayıp geri gelmesini söyledim. Şafak yanıma gelince bisikleti kaldırıp ön bagajı kancalı lastikle bağlayıp fazla uzaklaşmadığımız sanayiye geri döndük. Bagajdan çantayı alıp kırılan yeri gaz altı kaynağı yaptık. İyice sağlam olacak biçimde. Bagaj demir olması kaynakçıda kaynak yapılmasına olanak sağlıyor. Alüminyum olsaydı işimiz zordu. Bu arada ikinci kez dükkanına geldiğimzi demirci bize çay ısmarladı. İş bitiminde “borcumuz ne” diye sorunca, “kazasız belasız yolunuza devam edin, borcunuz yok” dedi demirci. Demirci ustasına teşekkür edip dükkandan ayrıldık.
Bagajın kırılması beni epey düşündürdü. Şimdilik ucuz atlattık ve bagaj demirini kaynattım ama tekrar olabilir mi diye düşünmeden edemedim. Bisikletim KUZ yerde yatıyor, ön bagaj yerinden kopmuş durumda.
Sanayide işimiz bittikten sonra tekrar yola çıktık. Yence bende bir anı bırakmış oldu böylece. Yenice’den çıkıyoruz.
Kısa sürede gölete geldik. Gölet fazla büyük değil.
Gölette su düzeyi epey azalmış. Eylül ayındayız, yaz geçti. Pek yağış ta olmadı gölet i dolduracak kadar. Gölet uzunlamasına bir yapısı var, yarısında bir köprü ile karşı kıyıya geçiyoruz. Kampı karşı kıyıda yapacağız. Köprüden göleti çekiyorum.
Kamp yapacağımız yerde çeşme var. Bu iyi, su olması gerek kamp yerinde. Çeşme borusunun ağzında bir odun var. Bu neyin nesidir diye odunu çekince borudan su basınçlı olmuş ta karşıya fışkırıyor birden bire. Bir süre aktıktan sonra su miktarı azalıyor, az akmaya devam ediyor. Çeşme görkemli ama içi ve etrafı pis. Hava kararmadan duş alıyoruz sırayla, terli olan çamaşırları yıkayıp ipe asıyorum.
Burası piknik ve mesire alanı. İnsanlar buraya piknik yapmaya geliyor ve piknikte en önemli olayı yaşıyorlar; Mangal! Mangalsız piknik düşünülemez bile. Vejeteryanlar, yani et yemezler mangal yerine ne yapıyorlar acaba? Fasulye mi pişiriyorlar? Neyse biz yemeğimizi yaparken piknik yapmaya gelen bir aile bize mangalda pişirdiği tavuktan bir miktar veriyor. Teşekkür edip afiyetle yiyoruz. Çam ağaçlarının gövdelerini çekiyorum.
Kamp yerimiz biraz yüksekte, konumu gölet manzaralı. Mangalda pişen etin kokusuna gelip burada yaşayan bir de köpek var. İlk önce havladı ama sonra bekçi köpeğimiz oluyor tüm gece. Bisikletim KUZ park halinde gölet manzaralı.
Çadırları kurduk, içine yerleştikten sonra kahve içiyoruz keyifle sohbet ederek. Ardından nefis bir çay demledik sormayın gitsin. Tavşan kanı gibi, karanlıkta öyle görünüyor.
Fazla geç olmadan yatıyoruz.
Bu gün yaklaşık olarak 60 Kilometre civarı yol yaptık. Fazla değil ama az da değil.
Yaptığımız yolun haritası aşağıda