Etiket arşivi: oğuz

Bir İstanbul Masalı – Avrasya Maratonu 4. Gün

14 Kasım 2016 Pazartesi

Büyükada Turu

(Kör arkadaşlarım için resimlerde betimleme yapılmıştır.)

 

En güzel deniz:  
Henüz gidilmemiş olanıdır.  
En güzel çocuk:  
Henüz büyümedi.  
En güzel günlerimiz:  
Henüz yaşamadıklarımız.  
Ve sana söylemek istediğim en güzel söz:  
Henüz söylememiş olduğum sözdür… 

Nazım Hikmet Ran

 

Öne çıkan görsel, ben, Gökay ve Dilek kahve içiyoruz tepenin üzerinde. Arkamızda Marmara denizi ve ada.

Sabah erkenden kalkıp kahvaltıyı yaptık, bu gün Büyükada’yı bisikletle gezeceğiz. Oğuz bizi arabası ile Bostancı iskelesine bırakıyor. Dilek ben ve Android Gökay bu turu yapacağız. Bisikletlerimizle vapura binip iskeleden ayrıldık. Sessizce “Kaptan bizi Büyükada’ya götür” diye bağırıyorum. Haliyle sessizce bağırdığım için kaptan duymuyor, yolcular da. Hava bulutlu, tamamen kapalı. Deniz hafif çalkantılı. Marmara denizinin en büyük adası olan Büyükada adından da anlaşılıyor büyük olduğu. Adalara kalkan vapurların iskelesi nedense en yakın yerden değil de epey uzak olan yerden kalkıyor. O yüzden ilk başlarda adaları göremedim. İlk olarak Heybeliadaya yanaşacağız. Adaya iyice yaklaşmadan kadraja girecek şekilde resmini çekiyorum. Adanın sol tarafı evler, sağ tarafı yeşil alan olarak görünüyor. Deniz rengini gri bulutlardan almış.

Adaya iyice yaklaştık.

Adanın iki sırt biçimindeki tepenin yamacına yapılmış evler deniz kıyısına kadar inmiş. İskelede biri mavi, biri kırmızı renkte iki yük gemisi yan yana bağlı duruyor. Gemiler küçük.

Heybeliada da inecek yolcuları bıraktıktan sonra tekrar denize açılıp Büyükada’ya geldik. İki ada birbirine çok yakın. İskelede iki yolcu vapuru yanaşmış durumda. Evler 4 yada 5 katlı olarak yapılı, yüksek bina yok.

Vapur iskeleye yanaştıktan sonra karaya ayak basıyoruz. Karşıma ilk olarak Osmanlı zamanından kalan bir çeşme görüyorum. Çeşmenin olduğu bölüm bir kaide şeklinde dikdörtgen blok olarak yapılı. Altında yalak var, suyun kirecinden bir kısmı beyaz leke olarak görünmekte. Kaidenin üzerine 6 adet sütun konulup  üzerine de revak yapılıp tamamlanmış. Revak kenarları ve çeşme kaidesi işlemeli. Bu çeşmeden su akıyor buna sevindim. Yer dikdörtgen beton taş döşeli. Çeşmenin yanında da ters dikili bir dut ağacı var. Dutun dalları yukarı yerine aşağıya doğru büyüdüğünden salkım saçak görünümü var. Aynı söğüt ağaçları gibi. Gerçi onlar da ters dikilince salkım saçak görünümüne bürünüyor. Dut ağacı yukarı doğru büyüyemediğinden insanlar rahatça dut yiyebilir elleriyle koparıp.

Bisikletim KUZ ile iskele binasının ön cephesini çekiyorum. İskele binasında yazan Mavi Marmara şehit Murat Yüksel yazısının altında daha büyük harflerle Büyükada İskelesi yazılı. Geçmişte Mavi Marmara gemisinde ölen birisini şehit olarak  Büyükada iskelesine adını yazmışlar. Ben şehit olarak kabul etmiyorum o gemide ölen birisini. Zaten o dönemde başbakan olayı üstlenmişti. Sonradan bana mı sordunuz diye inkar ederek orada ölen bu şahsa ve diğerlerinin ruhuna hakaret etmiştir. Belki de o ismi kaldırmışlardır şimdi.

Bisikletim KUZ’un yakınında bir köpek yerde yatmış dinleniyor. Bagajda turuncu çantalarım ve üzerinde mat bağlı duruyor.

Bisikletlere binip Büyükada turumuza başlıyoruz. Yarısı asfalt, yarısı Arnavut kaldırımı döşeli caddede dükkanların ve evlerin arasından gidiyoruz. Caddede elektrik telleri, telefon telleri görünmüyor. Hepsi yer altına alınmış sadece aydınlatma direkleri var.

Uzun bir sütun yeşil bir alana dikilmiş duruyor. Etrafı demir çitlerle çevrili olduğundan sütunda neler yazılı olduğunu okuyamıyorum. Yeşil alanda iki tane ağaç dikili. Birisinde mor çiçekler açmış. Arkasında da uzun, tepesi görünmeyen palmiye ağacını gövdesi.

Büyükada tarihi bir yer, burada yeni binaların yanında eski ahşap evler de görmek olası. İki katlı tamamen ahşap bir ev, Evden öte köşk gibi yapılmış. Tüm pencereleri kanatlı kapaklarla yapılmış. Büyük bir olasılıkla Marmara denizinde oluşan fırtınalardan korunmak için binayı tamamen izole ediyorlar. Ev biraz bakımsız gibi, oturan yok sanırım. Üst katta olan balkonların korkulukların bazıları düşmüş. Pencerelerin kimisinde cam yok. Bahçede tele asılı halı, yanında da paspas kurumak için konulmuş. Kaldırımda kazı çalışmaları yapıldığından döküntüler öylece duruyor.

Tarihi ahşap köşk manzaralı bir resim çekiliyoruz otomatik olarak. Resimde Gökay, Dilek ve ben. Üzerimizde uzun kollu giysiler sıkı olarak giyilmiş durumda. Buralarda havalar serin, kış erken başlıyor. Arkamızdaki ahşap ev boyasız, üstteki ev beyaz boya ile boyalı ama boyalar yer yer kalkıp dökülmüş. Kaldırım kırık beton parçaları ile kaplı.

Evler bitti, çam ağaçları ile kaplı ormanın içindeyiz. Orman piknikçilere uygun olarak mesire yeri yapılmış. Büyükada da yaşayanlardan çok ana karadan gelen Aşıkların gelip burada koklaştıklarından Aşıklar Tepesi denmiş. Kanlıca orman müdürlüğü de bu tepeyi aşıklara kaptırmamak için Aşıklar mesire yerine çevirmiş. Mesire yeri demek mangalcıların bir araya gelip ortalığı yanık et ve duman kokusu salması. Elbette insan aşık oldu mu kendilerine yeni tepeler bulur.

Girişte tahtadan bir tabelanın en üstüne Aşıklar Tepesi siyah boyalı levhada ayrı yazılmış. Tahta kısma da Aşıklar mesire yeri İstanbul orman bölge müdürlüğü Kanlıca orman işletme müdürlüğü. Altına da şikayet ve öneriler için telefon ve e – posta adresi yazılı. Çam ağaçlarına bağlanmış bir hamak duruyor.

Adanın en yüksek yerine doğru tırmanışa başladık. Çam ormanında sonbaharın son günlerinde Aşık bir çift yürüyerek yukarıya doğru gidiyor. Nasıl olsa kendi tepeleri.

Doğal taşlardan yapılmış küçük bir çeşme ama çeşmeden su akmıyor. Orman müdürlüğünce kayaya çakılmış kırmızı renkli levhada Orman 177 çeşmesi yazılı. Çeşmenin arkasından gelen mavi renkli su borusu çalıların arasında.

Kurumuş bir ağacın gövdesine siyah zemine “Çevreyi kirletmenin cezası ahirette ödenir” yazılmış. Bu yazıyı kilise yönetimi yazmış ve kilise resmi de basılı. Altında da başka bir tabelada beyaz zemine kırmızı harflerle “Bisiklete binmek yasaktır” hem Türkçe hem de İngilizce yazılmış. Tabelayı koyan da yazan da orman müdürlüğü. Alo 177 yazısından anlıyorum. Arkada taş duvar örülü.

Sonlara doğru biraz sert yokuşu çıktıktan sonra adanın tepesine geldik. Burada Aya Yorgi kilisesi, diğer bir adıyla Aziz George Koudonas Manastırı tam karşımda. Kilisenin giriş kapısı küçük bir çan kulesi şeklinde yapılıp kubbenin altına çanı da yerleştirmişler. Kubbenin üstüne de haç konulmuş. Ayin yeri içeride yüksen bir yapıda, çan kulesinin yanında da iki katlı bir ev var. Sanırım papazın evi olsa gerek.  Kilisenin önü parke beton taş döşeli. Bisikletim KUZ da sehpanın üzerinde duruyor.

Yüksekte olunca manzara güzelleşiyor. Ben de hazır seyrederken manzarayı çekiyorum. Karşıda Asya kıtası ana kara, İzmit’e doğru gidiyor. Sağda küçük adalardan birisi olan Sedef adasının bir parçası görüntüye girmiş.

Dilek önde Gökay arkada yokuşun sonlarına gelmişken resimlerini çekiyorum. Gökay’ın android olduğunu biliyorum. Böyle yokuşları saniyede çıkar ama Dilek yokuşlarda iyi olmadığı için yalnız bırakmıyor.

Kiliseni içine girmeden kapısında şöyle bir iç kısmı olan avlu ve ayin yapılan binayı çekiyorum. Çatıda ve kapıda birer haç kondurulmuş. Binanın cephesi kırmızı renkte boyalı. Ortada kapı, iki yanda da birer pencere. Pencereler dar ve uzun, Kapı da öyle. avlu karo plaka döşeli beyaz renkte. Binaya yakın yerde oturan bir de kedi var avluda.

Bu tarafı da Marmara denizi, karşı kıyı görünmüyor, çok uzak. Sadece Heybeliada ve biraz da Burgazadası görünmekte.

Sert geçen Marmara denizinin kış şartlarına ayak uydurmaya çalışan çam ağacı göğe fazla yükselmeden yere paralel büyümüş dalı. Ada üç başlı bir yönetim ile baskı altına alınarak yasakçı zihniyetle yönetildiği bu çam ağacını aracı yaparak kendilerini belli etmiş. Yere paralel uzamış kalın çam dalına üç tane tabela çakılmış. Birinde “Ağaçlara çaput ve ip bağlamak yasaktır Ay Yorgi yönetimi” (Aya daki A harfi sökülmüş). Bu yazıyı yazmalarının nedeni her yıl 23 Nisan ve 24 Eylül de yapılan Hristiyan Ortodoks inanışına göre dileklerinin gerçekleşmesi için ağaçlara çaput ve makara ipi salmaları. Vapur iskelesinden kiliseye kadar makaradan salınan ip yalınayak olursa dilekler gerçekleşiyormuş. Hemen yanında da başka bir levhada “Bisiklete binmek yasaktır No bicycle alo 177” (Nedense ormancılar bisikletçilere düşmanlıklarını her yerde gösteriyor. Ağaca binmek, ateş yakmak, çevreyi kirletmek yasaktır yazsa anlarım ama bisikletle çevreyi kirletmeyen bir aracı yasaklamalarını anlamış değilim). Bunu ormancılar çakmış ağaca. Biraz ötede de “Mangal yapmak yasaktır  Ada belediyesi.” Yasakçı zihniyet oldukça insanlar inadına tersini, yasaklara karşı gelmeyi zevk haline getirmiş. Yasak yerine “çaput bağlamayınız, dinimize aykırı” dese, “Ormanda mangal yapmak ormanın yanmasına neden olur” yazsalar belki okuyanlar anlayabilir. Yasak kelimesi ters tepki veriyor her yerde.

Allahtan kuşların ağaç dallarına konmasına yasak yok. Gerçi bu kuş biraz büyük olsa da gelip dala konmuş.

Dilek ağacın dalına oturmuş bana arkası dönük olarak poz veriyor. Başında kırmızı buff, sırtında kırmızı çantası ile uyumlu olarak poların siyah  rengi ile bütünleşmiş.

Adanın en yüksek yeri olan yerdeyiz. Doğal olarak erozyon sonucu kayalar meydana çıkmış. Buradaki kayalar yontulup düz hale getirilmiş. Burasının rakımı 189 metre.

Kahveyi her yerde içebilirsiniz, kahvede, cafede, lüks restoranda yada çay ocağında. Ama bizim gibi Büyükada’nın en yüksek iki tepesinden birisi olan Yüce Tepe de içmek bir ayrıcalık. Ben de zaten böyle yerlerde kahve içmenin keyfini yaşarım. Her zaman bisikletimin çantalarında bulunan kahve takımını çıkarıp cezveyi ocağa sürüyorum. Kahve kokusu tüm adayı sarıyor birden bire. Büyükada şimdiye kadar böyle bir koku duymadı. Kahve kokusunu içimize çekip özel fincanlarda yudumluyoruz. Kahve manzara ile birlikte daha anlamlı ve tadı bir başka oluyor.

Elimizde fincanlar, kayalara oturup Marmara denizi ve Heybeliada manzarasını izleyerek kahvemizi içiyoruz. Ben, Gökay ve Dilek İstanbul’un sert iklimine ayak uydurup sıkı giyinmiş olarak poz veriyoruz kameraya. Bu resmi öne çıkan görsel olarak seçiyorum.

Kahve içerek manzarayı izlerken adanın güneyinde birden bire gök delindi. Delinen yerden Güneş ışıkları denize vurunca garip bir şekil ortaya çıktı. Gökteki bulutlarda kalp şeklinde olan delik ışık hüzmesi gözle görülür biçimde denize kadar ulaşıyor. Denize yansıyan ışık ise kanatlarını açmış uçan bir kartal görünümünde.

Daha belirgin olması için resmin renkleriyle biraz oynayınca iyice anlaşılıyor. Işık olan yerleri kızıl renge bürününce buluttaki kalp, ışık hüzmesi ve denizdeki kartal gri fonda muhteşem bir kızıl renge bürünüyor. Hani dilek tutsan böyle bir görüntüyü yakalamak bir mucize olsa gerek. Sağ tarafta, ufukta dağlar ve bulutun sonundan öte güneş olan yerler kızıl renkte. Resim renkleriyle oynanınca kızıl görünüyor ufukta.

Gördüğümüz görüntüyü dijital zom yaparak biraz yakınlaştırdım. Madem karşımıza böyle bir görüntü çıktı belki bir nedeni olsa gerek diyerek dileklerimi tutuyorum. Aslında dilek tutmaya gerek bile yok. Çünkü dilekler gerçekleşiyor. Zaten yanımda da Dilek canlı olarak duruyor. Yaşadığımız an, doğal güzellik ve manzara bize dileklerimin gerçekleştiğinin ispatı. Anı yaşamamızın bedeli.

Kahve fincanlarını yıkayıp kutusuna yerleştirdikten sonra kahve takımlarını çantaya koyup yola çıkıyoruz. En zirveden başladığımız için iniş çabuk oluyor. Deniz seviyesine kadar inip yol düzleşiyor. Yamacın kenarları taş duvar örülü küçük bir alanda yürüyenlerin oturup dinlenmesi için banklar konulmuş. Taş duvara da siyah renkte bu yılın şampiyonu olan Beşiktaş futbol takımının yazısı yazılmış. Yazı; “Şampiyon Beşiktaş” siyah büyük harflerle yazılmış. Yanında da yazıyı yazanın ismi olsa gerek “Feda” yazılmış. İşin ilginç tarafı da çöp tenekesinin anlına “Sola bak” yazısı ve solu gösterir ok işareti. Düşünce güzel ve anlamlı. Önde de bisikletim KUZ duruyor.

Yol kıyısında biraz altı boşalmış çam ağacı fırtınada devrilip yana yatmış. Köklerinden yeterli su alamayan ağaç kurumuş durumda. Arkada servi ağaçları ve bir zeytin ağacı. Ötesi deniz.

Büyükada’nın güneyinde kalan Sedef adası manzarama giriyor. Çalıların arasından resmini çekiyorum.

Büyükada’nın en önemli ulaşım aracı faytonlar. Daha çok gelen turistler ve ziyaretçilerin adayı yorulmadan gezebilmeleri için. Karşıma bir fayton çıkıyor ve tam o anda üç tane yılkı atı da resme giriyor. Atlar adada serbestçe dolaşıyor.

Rum Ortodoks mezarlığına gelince Türk futbolunun unutulmaz ismi Lefter Küçükandonyadis’in mezarını görüyorum. Mezarının başında küçük bir direğe oynadığı kulüp olan Fenerbahçe bayrağı asılmış.

İstanbul Büyükada’da 25 Aralık 1925 tarihinde doğan Lefter Küçükandonyadis , 2 yıl Taksimspor forması giydikten sonra 1947’de Fenerbahçe’ye transfer oldu. 1951-1952 sezonunda İtalya’nın Fiorentina ve 1952-1953 sezonunda Fransa’nın Nice takımlarında oynayan Lefter Küçükandonyadis, 1964 yılına kadar Sarı-Lacivertli forma altında 615 maçta 423 gol attı. İstanbul Ligi’nde 1953-1954 sezonunda gol krallığına ulaştı. Futboldaki ustalığından ötürü ‘Ordinaryüs’ lakabıyla anılan Lefter Küçükandonyadis, kariyeri boyunca 832 gol atarak rekor kırdı ve üstün golcülüğü dolayısıyla, “Ver Lefter`e, yazsın deftere” sloganı ile Türk futbol tarihinin unutulmazları arasına girdi.

Türkiye Futbol Federasyonu tarafından 50. milli maçını oynaması nedeniyle “Altın Şeref Madalyası” ile ödüllendirilen ilk futbolcu olarak tarihe geçen Lefter Küçükandonyadis, 46 kez A, 1 kez B, 3 kez 21 yaş altı olmak üzere toplam 50 kez milli formayı giydi. A Milli Takım’da 21 golle en çok gol atan oyuncu unvanını uzun yıllar elinde tuttu, 9 kez de Milli Takım kaptanlığını yaptı. 1954 FIFA Dünya Kupası’nda forma giyen efsane oyuncu, turnuvada 2 de gol attı.

Lefter Küçükandonyadis, 1964 yılında Fenerbahçe formasıyla jübile yaptıktan sonra Yunanistan’ın AEK Egaleo ile Güney Afrika’nın Johannesburg takımlarında antrenör futbolcu olarak görev aldı. Daha sonra ise Samsunspor, Boluspor, Orduspor ve Mersin İdman Yurdu takımlarında teknik direktör olarak çalıştı. Uzun yıllar spor yazarlığı yapan ve 3 Mayıs 2009`da Kadıköy`de Kuşdili Parkı’na heykeli dikilen Lefter Küçükandonyadis, 13 Ocak 2012 tarihinde aramızdan ayrıldı. ( Kaynak : İnternet haberleri )

Sedef adasını daha yakından görünce resmini çekiyorum ağaçların arasında.

Sonunda yerleşim yerine geldik. Sağda solda iki katlı evler, önümde giden bir fayton ve kenarları mavi boyanmış yuvarlak bir levhada inişi gösteren bir eğim ve eğimde bisiklet resmi. Altında da ” Tehlikeli İniş” uyarısı yazılı. Uyarı acemi bisikletçiler için. Daha önce bisikletten düşen olduğu için uyarı levhası takılmış yol kenarına.

Büyükada’nın sokakları temiz ve kaldırımlarda ağaçlar dikili. Evlerin bahçelerinde de ağaçlar, çiçeklerle süslenmiş. Sokakta sonbahar yaprakları toplanmaya başlamış kışın geleceğini müjdeliyor. Arsızın birisi Büyükada’nın mimarisine karşı gelerek evini üç katlı yapmış. Bu arsızlık giderek ülkemizi yaşanılmaz hale getirecek.

İskeleye gelip vapura binerek Büyükada dan ayrılıyoruz. Oğuz bizi arabası ile almaya geliyor iskele yakınına. Bisikletleri arabaya yükleyip eve geliyoruz. Beni evlerinde misafir eden Dilek ve Oğuz Koçyiğit çiftine çok teşekkür ederim. Bir anı olarak Oğuz, Dilek ve ben kanepede oturup resim çekildik. İyi ki varsınız dostlar.

Oğuz beni otobüs durağına bırakıyor. Otobüs ile Kadıköy iskelesine kadar geldim. İskeleden sonra yürüyüp etrafı seyrederek yeğenimin evine ulaşmaya çalışıyorum. Bu gece dolunay var ve dünyaya en yakın konumunda. Sokak arasından ayın bir resmini çekiyorum. Hava bulutlu olsa da ay kendini belli ediyor gecenin karanlığında. Üstümde ağacın yaprakları, pembe boyalı apartmanların arasından dar bir gökyüzünde ay kocaman parıldıyor.

Yeğenimin oturduğu Yoğurtçu Parkı yakınındaki apartmanı bularak eve giriyorum. Daha önceden haberleri vardı, beni bekliyorlardı. Hoş beş sohbet eşliğinde zaman geçiriyoruz. Yeğenimin küçük kızı ile oyunlar oynayıp durduk yatasıya kadar.

Bu gün yaptığımız Büyükada bisiklet turu yaklaşık 10 Kilometre civarı.

Aşağıda yaptığımız yolun haritası

Powered by Wikiloc

Bir İstanbul Masalı – Avrasya Maratonu 1. Gün

10 – 11 Kasım 2016 Perşembe – Cuma

İstanbul’a Gidiş Avrasya Maratonuna Kayıt

(Kör arkadaşlarım için resimlerde betimleme yapılmıştır.)

 

Annelerin ninnilerinden

spikerin okuduğu habere kadar,

yürekte, kitapta ve sokakta yenebilmek yalanı,

anlamak, sevgilim, o, bir müthiş bahtiyarlık,

anlamak gideni ve gelmekte olanı.

Nazım Hikmet Ran

 

Öne çıkan görsel, Üç kişi, deniz kıyısında, çimenlere üç kişi oturmuş kahve içiyoruz. Serkan, Dilek ve ben. Kahve fincanları elimizde.

1979 Yılında 18 yaşımı doldurmuştum, artık reşittim. Lise yıllarında, anarşinin en yoğun olduğu dönemde 78 Kuşağının temsilcileri olarak gençliğe adımlarımı atıyordum. Gerçi 18 yaşımdan önce kendi adımlarımı atmaktan çekinmemiştim. Aile içinde bağımsızlığımı çoktan vermiştim. İstediğimi serbestçe yapma özgürlüğüne sahiptim.

İşte o yıl yani 1979 yılında Avrasya maratonu ilk defa yapılmıştı. İlk yapıldığında adı Asya – Avrupa maratonu olarak koşuldu. Gazetelerde maratonun yapılacağını okuyunca katılmak istemiştim. Ama maddi olanaksızlıklar yüzünden hevesim kursağımda kaldı. Daha sonraki yıllarda iş hayatı, ev çoluk çocuk derken unutuldu gitti Avrasya maratonu koşma fikri.

2015 Yılında sonbaharda aklıma geldi birdenbire. Neden hayalimi gerçekleştirmiyorum, şimdi zamanım ve olanaklarım daha iyi ve bir engel de yok. Öyleyse mutlaka hayalimi gerçekleştirmeliyim. Hemen araştırmalara başladım nasıl katılabilirim diye. Katılmak için yılbaşında kayıtlar açılıyor Haziran ayında bitiyordu. Yani anlayacağınız bu yıl kaçırmıştım. Öyleyse gelecek yıl erkenden kayıt yaptırmalıydım.

2016 Yılına girer girmez hemen kaydımı internetten online olarak yaptırdım. 10 Kilometre koşacaktım, bu bana yeter. Yaşıma göre 42 Kilometre tam maraton koşmanın anlamı yoktu. Önemli olan kıtalar arası koşmak ve hayalimi gerçekleştirmek. 40 Lira da banka hesabına havale yaparak işi resmileştirdim. 40 Lira bana biraz çok geldi, on binlerce katılımcıdan toplanan 40 Liraları bir araya getirince büyük paralar ediyor. Verdikleri ve harcadıkları para ne kadar bilmiyorum ama bu koşudan para kazandıklarını tahmin ediyorum. O kadar sponsor desteği var ve bir dev cep telefon şirketi de ana sponsor. Büyükşehir belediyesi de işin içinde. Büyük paralar dönüyor ortalıkta, yiyen yiyene.

Avrasya maratonu Kasım ayının 13. gününde Pazar günü koşulacak. Koşu tarihinde iki ay önce koşu idmanlarına, İnciraltı Kent Ormanında yapmaya başladım. En son koştuğum yıl ortaokula giderken koşmuştum. Şimdiye kadar düzenli ve uzun koşmamıştım. İlk koşularım bir Kilometre, sonra iki, üç, beş derken iki hafta sonra 10 Kilometre koşuları başladı. İlk başlarda bacaklarım ve dizlerim biraz ağırsa da zamanla ağrılar azaldı. 10 Kilometreyi nefesim tıkanmadan koşuyordum. Son üç gün kalasıya kadar koşma idmanların düzenli sürdü. Koşu idmanlarında tüy gibi hafif hissediyordum ve İnciraltı Kent Ormanında bulunan bitkilerin kokusunu daha iyi alabiliyordum. Nefesim de iyice açılmıştı.

İstanbul büyük bir şehir, şehirden çok bir ülkeden daha büyük ve hepsi bir arada kalabalık içinde yaşıyor insanlar. İlk başlarda Kadıköy de oturan yeğenim de kalmayı planlamıştım ama kader bazı şeyleri bir araya getiriyor. Büyük Taarruz bisiklet turunda tanıştığım ve Antalya, Kemer bisiklet festivalinde beraber bisiklet sürdüğüm Dilek Avrasya maratonuna katılacağımı öğrenince gideceğim tarihlerde İzmir de olacağını, İstanbul’a beraber gideriz, bende kalırsın deyince olaylar olacağına varır diyerek teklifini kabul ettim. Madem İstanbul’a gidecekti bari Urim Baba’nın Kahve etkinliğini de İstanbul da boğazda sahil bir yerde yapalım dedim. Hem Urim Baba’nın Kahve isim hakkı ve markasını alabilmem için yaptığım havlu karşılığı bağış kampanyasın da yaparım, biraz katkı sağlanır böylece. İstanbul için özel “Boğazda Kahve” etkinliğini facebook ta açıp paylaştım Urim Baba’nın Kahve grup sayfasında.

Bir taşla dört kuş vuracaktım, Avrasya maratonuna katılmak, Urim Baba’nın Kahve etkinliğini yapmak, isim hakkını koruma amaçlı havlu satışını yapmak ve İstanbul da oturan dostlarımı, akrabalarımı ve arkadaşlarımı görüp hasret gidermek. İstanbul’a bisikletimi de götüreceğimden yanıma alacağım eşyalarımı çantalara yerleştirdim, satacağım havlularımı, 3 yaşına girmiş yeğenimin oğluna tay tay bisikleti ve Ferdi Kızıl nam-ı diğer kahramanımız Ferdimen için huysuz ihtiyarın yaptığı bisiklet çantalarını hazırlayıp koridora koydum

İki turuncu bisiklet çantası, tay tay tahta bisiklet naylon içinde, kırmızı tekerlekli. Yeşil siyah, yeni yapılmış bisiklet çantaları, havlu torbası ve Dilek için hediye yağlıboya resim yerde duruyor.

Sabah Dilek ve oğlu eve gelerek bisikleti ve eşyaları arabaya yükledik. Yoldan bizimle gelecek Serkan’ı da alarak rahat bir şekilde İstanbul’a vardık. Dilek Sabiha Gökçen hava alanına yakın oturuyor. Dilek’in eşi pilot Oğuz ile tanıştık. Konuşkan bir adam, Enka holdingin patronunun özel pilotluğunu yapıyor.

Ertesi sabah erkenden uyanıp sabah kahvesini yapıyorum. Sitenin iç kısmında balkonda havuz manzarasında oturup kahvemi afiyetle içiyorum.

Masanın üstünde kahve dolu bir fincan, sitenin yürüme yolu taş döşeli. Kenarlarında küçük ağaçlar dikili yeşillik. Ortada mavi bir havuz, içi su dolu. Tek katlı bir yapı havuzun yanında, kahve yada kafeterya olabilir.

Sabah kahvaltısını erkenden yapıp yollara düşüyoruz. İstanbul kocaman bir şehir ve bir yere gitmek için saatlerce yol alman gerek. Oğuz bizi arabası ile iskeleye bırakıyor. Karşıya Avrupa yakasına geçeceğiz. Avrasya maratonu fuarında kaydımı yaptırıp koşu için çip ve yarış kitini alacağız. Bostancı iskelesinden Bakırköy vapuruna bindik. Vapur hızlı olduğundan her tarafı kapalı, iç kısımda koltuklara oturduk.

Yan yana koltukta Serkan ben ve Dilek otururken.

Bakırköy iskelesine vardık, fuar alanının yapılacağı spor tesisleri yürüme mesafesinde olduğundan yürüyerek gideceğiz. Bakırköy belediyesinin olduğu Cumhuriyet meydanında Atatürk heykeli önünde elçek resim çekiliyoruz üçümüz birlikte. Üstümüzde tellere Türk ve belediye bayrakları asılmış, dün On Kasım Atamızın ölüm yıl dönümü idi. Anma törenleri için bayraklarla donatılmış meydan.

Fuar alanına sıkı bir yürüyüşle vardık. Hafif rampa olduğundan İstanbul’un serinliğinde kalın giysiler fazla geliyor ve terledik. Fuar salonuna yalnız girip yarış kitimi nüfus  cüzdanımı göstererek aldım. Kit içinde yarış çipi, tişört, katlanır ince yağmurluk, yarış numaram 22743 var. Dışarıda bekleyen arkadaşları fazla bekletmemek için hızlıca kit spor çantasını alıp dışarıya çıktım.

Resmimi dilek çekiyor spor çanta kiti ve yarış numaram ile birlikte. Üzerimde deri mont, elimde 22743 numaralı yeşil baskılı yırtılmaz, göğse takacağım kağıt. Kırmızı çerçeve ile çizili. Bir elimde kemerini tuttuğum yeşil spor çantam. Sağımda kırmızı tabelada  Fuar giriş yazısı ok işareti ile belirtilmiş. Arkamda spor salonunun çok katlı otopark binası.

Spor tesislerinde işimiz bittiğinden tekrar yürüyerek iskelenin olduğu deniz kıyısına geldik. Yürüyüş biraz yormuştu bizi, o yüzden bir yorgunluk kahvesini hak ettik. Deniz kıyısında sakin bir yerde çimenlerde oturup kahve yapmaya başladım. Yarın yapacağım kahve etkinliğinin provası oluyor bir bakıma.

Çimenlerde oturmuşuz, kahve cezvesi ocakta pişerken. Ocağın arkasında Urim Baba’nın Kahvesi tabelam. Arkada parktaki ağaçlar ve bir kaç araba.

Kahvemiz pişti, afiyetle İstanbul ve Marmara denizi manzaralı yerde iyot kokusu keyfini yaşıyoruz. Bir cafede oturup bir kahve için dünyanın parasını ödemedik. İşi bedavaya getirdik anlayacağınız. Zaten bu keyfi oralarda bulamazsın.

Elimizde fincanlar kahve içerken, ardımız Marmara denizi.

İstanbul’u dinliyorum, gözlerim kapalı
Önce hafiften bir rüzgar esiyor;
Yavaş yavaş sallanıyor
Yapraklar, ağaçlarda;

İstanbul’u dinliyorum, gözlerim kapalı;
Kuşlar geçiyor, derken;
Yükseklerden, sürü sürü, çığlık çığlık.
Ağlar çekiliyor dalyanlarda;

İstanbul’u dinliyorum, gözlerim kapalı;
Başımda eski alemlerin sarhoşluğu
Loş kayıkhanelerıyle bir yalı;
Dinmiş lodosların uğultusu içinde
İstanbul’u dinliyorum, gözlerim kapalı.

Orhan Veli Kanık

Marmara denizine bakarken martıların çığlıkları bana Orhan Veli’nin yukarıdaki şiirini aklıma getiriyor. Martıların denizin üstünde çılgın danslarını  izlerken mısralarını mırıldanıyorum gözlerim kapalı. İstanbul’u İstanbul da dinlemek cesareti her zaman bulunmaz. Bu İstanbul’un içinde saklı, arayıp bulmalısın. Her yerde olabilir, sadece gözlerini kapatıp hayal etmelisin.

Sağ taraftan bulutlar kapatmaya başlamış gökyüzü. Güneş bulutların ardında. Deniz ve hava gri tonlarda. Kıyı iri taşlar ile döşeli. Deniz üzerinde martılar uçuyor. Karşıda Marmara denizindeki Adalar gözüküyor. Avrupa’dan Asya’yı izliyorum.

Vapura binip Avrupa dan Asya’ya geçiş yaptık. İki gün sonra Asya dan Avrupa’ya koşarak geçeceğim. Oğuz bizi iskeleden arabası ile alıyor ve eve geliyoruz. İstanbul’un trafiği gerçekten korkunç ve trafiğin tıkalı olmadığı yer yok gibi. Yolda en ufak bir şeyin olması trafiği sıkıştırıyor ve açılıp normale dönmesi saatler sürüyor. Bir yerden bir yere gitmek ölüm. Herkesin cep telefonunda trafik durumunu gösterir uygulama var. Yola çıkacağı zaman ve yolda trafiğin durumuna göre gideceği yere trafiğin açık olduğu yerden gitmeye çalışıyor. Biraz yolu uzatsa da yolda durmak, dur kalk yapmak can sıkıntısına dönüşüyor. Hızlı bir yaşama alışmış İstanbullular sabırsız olarak bir an önce gideceği yere gitme uğraşı içinde.

Hep birlikte akşam yemeğini yiyoruz, yemekten sonra ekmek yapımına başlıyor Oğuz. Elin hamuruyla erkek işine karışılmaz olayı burada değişiyor. En iyi ekmeği ben yaparım deyip hamuru yoğurmaya başlıyor Oğuz.

Dikdörtgen plastik bir leğende elleriyle hamur yoğururken.

Hamurlar yoğrulup kabarmasını bekledikten sonra dört tane hamur yağlı kağıt üzerinde tepsiye sıralanıyor. Ekmek şeklindeki hamur üzerine de zengin çörek otu, susam karışımı serpiştiriyor. Bu karışım ekmeğe koku ve tat verecek.

Sıra geldi evin hanımının marifetlerine. O da elini hamura bulaştırıyor. Yarın yapacağımız kahve etkinliğinde yemek için poğaça yapmaya başladı. İlk önce hamuru yoğurdu, ardından top olarak hamur parçalarını ayırmaya başladı.

Büyük bir hamur parçası ve 8 tane hamur topu siyah mermer bankonun üzerinde.

Hamur topları açarak içine meyve püresi sıvazlayıp halı gibi yuvarlamaya başladı.

Rulo olan hamuru dilim dilim keserek tepsi içine yerleştiriyor. Tepsi içinde yine yağlı kağıt serili, içinde 11 rulo katlı olarak serili.

Ekmekler de bu arada fırına verildi, Cam bölmenin ardından pişmesini izleyebiliyorum. Artık ekmekler nar gibi kızarıp kabarmaya başlamış.

Ekmekler pişti, poğaçalar, çörekler fırına verildi. Onlar da pişince birer tane denemek için yiyoruz sıcak sıcak, nefis olmuşlar.

Evde yemek için büyük bir simit şeklinde, üzerine çörek otu serpiştirilmiş poğaça tepsiye konulmuş.

Bu arada Dilek için ekşi maya yapımına başladık. Ekşi maya yapımı çok basit, tarifi şöyle;

1 . Gün 2 Su bardağı un, 2 Çay bardağı ılık su. Su ve unu karıştırıp bulamaç yaptıktan sonra bir kabın içine yerleştirip temiz bir bez ile örtüyoruz. 2 gün bekliyor ılık bir yerde

3 . Gün hamur bulamacın içine 1 su bardağı un, 1 çay bardağı ılık su katarak iyice karıştırıp tekrar kabın üzerini örtüyoruz.

4 . Gün tekrar 1 su bardağı un, 1 çay bardağı ılık su ile karıştırıp dinlenmeye bırakıyoruz ılık bir yerde.

5 . Gün yaptığımız maya ekşi süt kokusunu alınca ekşi mayamız hazır demektir. Ekmek yapmaya başlarken bir parça ekşi mayayı bir kenara ayırıp geri kalanla hamur yaparak ekmek yapıyoruz. Kenara ayırdığımız ekşi mayayı çoğaltmak için aynı ölçüde 1 su bardağı un, 1 çay bardağı ılık su ilave ederek karıştırıyoruz. Böyle sürekli olarak ekşi mayayı devam ettirebiliriz. Mayayı buz dolabında saklamalıyız sıcaktan bozulmaması için. Ekmek yapacağımız zaman oda sıcaklığında maya ısınasıya kadar bekletip öyle ekmek yapmalıyız.

Gecenin geç saatlerine kadar oturup sohbet ettik çaylar içerek. Yarın yapacağım kahve etkinliği nasıl olacak endişesini duymadan İstanbul da olmanın mutluluğu içinde uyuyorum.