Etiket arşivi: bostancı

Bir İstanbul Masalı – Avrasya Maratonu 2. Gün

12 Kasım 2016 Cumartesi

Kahve Günü

(Kör arkadaşlarım için resimlerde betimleme yapılmıştır.)

 

Ne güzel şey hatırlamak seni :

ölüm ve zafer haberleri içinden,

hapiste

ve yaşım kırkı geçmiş iken…

Ne güzel şey hatırlamak seni :

bir mavi kumaşın üstünde unutulmuş olan elin

ve saçlarında

vakur yumuşaklığı canımın içi İstanbul toprağının…

içimde ikinci bir insan gibidir

seni sevmek saadeti…

Nazım Hikmet Ran

 

Öne çıkan görsel, Kahve takımları önümde, etrafımda kahve severler. Topluca resim çekiliyoruz. 20 Kişi varız.

Güne güzel sürprizlerle başlamak için sabah aynada kendine bakıp selam vereceksin. Aynadaki görüntüne tebessümle bakarak “Güzel bir gün olacağı kesin, kendime merhaba ve Dünya’ya merhaba. Güne nasıl başladıysam akşamda öyle yatayım. Sürprizler beni bulsun” diyerek güne başladım. Evdekiler henüz uyanmamış, hava soğuk, o yüzden kahvemi içeride içiyorum. İstanbul da kaloriferler yanmaya başlamış çoktan. Ev halkı uyanıyor bir süre sonra. Kahvaltıyı hep birlikte yaptıktan sonra bisikletleri ve kahve takımlarını arabaya yükleyip sahile, kahve etkinliğini yapacağımız yere Oğuz bizi getirip bırakıyor. Daha önce keşif yapmadığımızdan uygun bir yer aradık. Kendimize uygun yeri belirleyip oturuyoruz. Tam da burun sayılır deniz kıyısında.

Kahve için henüz gelen yok, o yüzden deniz kıyısında geziniyorum bir süre. Etkinliği İstanbul boğazında yapmayı tasarladım ilk önce ama boğazda böyle bir yeşil alan yok. Bostancı Sahil komple yeşil alan, yürüme yolu, çimenlik, bisiklet yolu ve kıyıda hiç bir yapı yok. İstanbul’un boğucu kent yapısından kurtulmak için Bostancı sahil şeridine geliyor insanlar. Burası ufku geniş bir yer, önü deniz ve açık. Alabildiğine gök yüzünü görebilirsin. Nefes almak için ideal bir yer burası. Benim de kahve yapacağım yerde iyot kokusu olmalı.

Marmara denizi alabildiğine açık, bir kaç gemi görünüyor uzaklarda. Solda adanın bir tarafı görünüyor. Kıyıdaki beton duvarın üstünde siyah – beyaz bir kedi oturmuş. Kımıldamadan öylece bakıyor, duruşunda güne iyi başlamanın zarafeti var. Karnı tok olmalı. Seyrek bulutlardan geçen Güneş ışıkları kedinin gölgesinin oluşmasına yetiyor.

Hava açık değil, bulutlu ama bulutlar yüksek. Ara sıra bulutlar seyrekleşiyor. Sanki bir tül perdeyi gök yüzüne atmışsın da bazı yerleri kıvrılıp toplanmış. Deniz kıyısında tek bir ağaç yalnız kalmış. Ağacın gövdesi ışıktan kara görünümünde. Sanki yerden bir kol yukarı uzanmış ve parmaklarını birleştirip yana doğru uzatarak avuç içini yere bakacak şekilde duruyor. Parmakların üstünde dallar fışkırmış yukarıya doğru. Yalnız ağacın yanında, yalnız bir kadın durmuş düşünüyor.

İlk olarak Ferdimen geliyor bulunduğum yere. Geleceğimi bildiğinden erkenden çıkmış yola. Çorlu dan İstanbul’a çabuk gelmiş ama İstanbul da daha çok zaman harcamış buraya gelebilmek için.  Gelirken de bana hediye verdi. Katlanır çatal, bıçak, kaşık takımı. Elime aldığımda çok işime yarayacağını hissedip sevindim. Artık turlarda kullanabileceğim pratik, az yer kaplayan yemek yeme setine sahibim. Ferdimen’e teşekkürlerimi sundum bir kahve yaparak. Bir takım da Şafak Omaç için verdi. Artık İzmir de veririm. Çok düşüncelidir bu konularda Ferdimen, ne istediğimi, neye ihtiyaç olabileceğini önceden kestirip sürprizler yapmayı sever. Bu da günün ilk sürprizi. Güne iyi başlamanın değeri bu “Kendine selam vereceksin güne başlarken.” Ben de Ferdimen’e çantaları verip emanetten kurtuluyorum.

Ben dizlerimin üzerine oturmuş Ferdimen’in verdiği hediyeyi inceliyorum. Altımda mat serili, Ferdimen de bağdaş kurup oturmuş bana bakıyor. Önümde kahve ocağı, şekerlik, cezve, kahve değirmeni, rüzgar koruyucu yuvarlak levha. Su şişem çuvalın içinde. Arkada bisikletim KUZ turuncu çantalarımla duruyor. Çantanın yan yüzeyinde urimbaba’CAN yazısı.

Artık yavaş yavaş gelmeye başladılar. İstanbullu Doğan Güler etkinliği duyup gelmiş kahve içmeye. O da yanımıza oturup sohbete katıldı.

Dilek pek yere oturmasını sevmediğinden katlanır bez sandalyesini getirip yanımızda oturdu. Ferdimen de kendi prodüksiyonunu yapmak için kamerası elinde hazır tutuyor.

Birer ikişer gelmeye başladılar. Kiminin haberi vardı, kimisi de geçerken bisikletli kalabalığı görüp ne yapıyorlar diye meraktan durup aramıza katıldı. Yerde dört kişi oturmuş sadece dilek ayakta oturanlara bir şeyler anlatıyor.

Büyük taarruz bisiklet turunda tanıdığım Dilek Kırkıcı bisikletiyle geldi. Sadece bir günlük tanışmamız yetti demek ki. Duyunca bisikletine atladığı gibi yanımıza gelerek sürpriz yaptı. Dilek bisikletin üzerinde iken resmini çekiyorum.

Elbette eşi ile birlikte geldi Dilek. Mehmet Kırkıcı, bisikletinden inip selam veriyor. Altmış yaşını çoktan geçmiş ve kalp ameliyatı geçirmiş birisi olarak bisikletin üzerinde onu görmek güzel.

Günün en büyük sürprizlerinden birisi ise masalcı esmavi’nin gelmesi. Beni o kadar sevindirdi ki anlatamam. İş yerinden benim için kavga dövüş aylar öncesinden izin almış bu gün için. İstanbul mega köyde beni yalnız bırakmadığı için teşekkür ederim sevgili Esma, bildiğimiz masalcı esmavi. Güzel sesinden güzel masallar dinleyeceğiz esmavi den. Boynuna da ona özel aldığım mavi şalı da takıp gelmiş. Ne mutlu bana böyle güzel dostlarım var. Hazine torbamı da yapan esmavidir. Bana öyle bir hazine torbası yaptı ki görünüşte küçük olsa da dünyaları sığdıracak büyüklükte. Hatta Güneş sistemindeki tüm gezegenler ve güneşi de alacak kadar büyük, geniş ve derin. İşte bu hazine torbam da dostlarımı biriktiriyorum. Yaşadıklarımı ve hikayelerimi de içine katarak.

Yakından bir resim çekiliyoruz esmavi ile. Beyaz çizgili renkli mintanı, boynunda mavi şalı. Güneş gözlükleri gözünde takılı. Kestane rengi saçlarına güneş vurmuş pırıl pırıl. Bende ise kare desenli gömlek, rengi solmuş lacivert yeleğim. Başımda da kırmızı renkli buff.

Esmavi İzmir den arkadaşım Zeynep Nuray ile birlikte geldi. Zeynep Nuray’ın bir ayağı İstanbul da. İzmir de bir çok kez kahve içmeye gelmişti, İstanbul’da da kısmet oldu kahve içmeye. Sanırım Ferdimen haber vermiş olmalı, Salih Gülbahar da geldi kahve etkinliğine. Hep birlikte oturup resim çekiliyoruz.

Salih, Ferdimen, Zeynep Nuray, ben ve esmavi. Arkada ayakta da Mehmet Kırkıcı.

Sevgili dostum Ahmet Mumcu da aramıza katıldı. Günün sürprizlerinden birisi ressam Kerem Fidan, nam-ı diğer Çizer Gezer bana kendisine ait suluboya Atatürk portresini camlı – çerçeveli hediye etmesi. Atatürk hiç bir zaman kalbimizden silinmez duygusu hep içimde. Kendisine özel olarak teşekkür ederim. Koleksiyonumda yerini alacak.

Çizer Gezer Atatürk resmini verirken birlikte resim çekiliyoruz.

Etkinlik herkese ulaşmıyor, duyan gelip kahveye ve sohbete katılıyor. Bu arada havlu satışları da yapılıyor. Sağ olsun gelenlerin hepsi havludan alıp desteğini esirgemedi. Urim Baba’nın Kahvesi patentine destek olanların isimlerini kayıt etme işini Esmavi yaptı.

İstanbul da havlu alan destekçilerin isimleri; Beyhan Yeniceli, Sancak Aydın, Faruk Atçeken, Adnan Özzaim, Yalçın Pekmezci, Salih Gülbahar, Ferdi Kızıl, Esma Eser, Merih Güldür, Sevinç Aksüt, Gülay Çamurdan, Behzat Işık, Rüştü Berber, Duygu Kırkıcı, Mehmet Kırkıcı, Gülsemin Özgen, Hakan Gener, Tezcan Şahin, Taner Aylar, Ümit Altay, Kerem Fidan, Tülin Fidan, Nur Kılıçay, Elif Köseoğlu, Başak Bulut, Rahman Karataş, Ahmet Mumcu, Seçil Zor, Dilek Koçyiğit.

Öğleden sonra Başak Bulut ve Rahman Karataş geldi, büyük gezginlerden. Uzun zamandır görememiştim. Dostları görmek, hasret gidermek gibisi yok. Moralim çok yüksek ve bu bana doping yapacak gibi. Yarın koşacağım kıtalar arası Avrasya Maratonunu sondan birinci olarak rekor kırabilirim. O derece yani.

Hazır bu kadar kalabalık toplanmışken 20 kişi birlikte resim çekiliyoruz. Bu resmi öne çıkan görsel olarak seçiyorum.

Kahvem bol, o yüzden sıkıntı çekmiyorum, çırağım Ferdimen sürekli olarak kahve çekiyor değirmende. Böylece Bostancı sahilini kahve kokusu sarıyor. Kahve takımlarım içinde tüm cezveleri mi de aldım. Ayrıca dört fincan da ilave olarak sekiz fincan var. Duruma göre kahve yapıyorum. Kalabalık olursa en büyük beş kişilik cezvede, yada dört kişilik cezvede kahve pişiriyorum. Birer ikişer geldi mi iki fincanlık yada tek fincanlık cezvede da kahve pişiriyorum. Gelenleri fazla bekletmek olmaz. Hemen kahve pişirilip anında sunuyorum. Kahve her zaman beleş, parayla satılmaz. Sadece fal bakılmaz. O yüzden yanımda fincan tabağı taşımıyorum.

Ferdimen değirmeni çevirirken, tüplü gaz ocağım, şekerlik, cezveler, kahve çekirdeği kavanoz, dört kahverengi fincan desenli fincanlar, dört Atatürk imzalı fincan ve kahve kutum resimde görünüyor.

Kahve takımlarım yerde, bisikletim KUZ ile birlikte resim çekiliyorum. Turuncu çantalar, tabelam seleye asılı. 10 Litrelik su şişesi iki tane ve Ferdimen’e getirdiğim mavili siyahlı çantalar.

Tanıdığımdan çok tanımadığım arkadaşlar da kahvemi içiyor. İsim hafızam zayıf olduğu için tanışsam da isimleri bir türlü aklımda kalmıyor. Bu durumu artık dert etmiyorum. Yanıma gelerek “Merhaba Urim Baba” diye ismimle hitap etmelerine karşılık isimlerini bilemediğimden özür dileyince onlar da önemli değil. “Bizi tanımaman doğal, bizler seni tanıyoruz ya, bu bize yeter” diye cevap vermeleri bana yetiyor. Sevindiğim taraf sayamadığım kadar kişi beni tanıması. Her ne kadar isimleri aklımda kalmasa da hepsini seviyorum ve hazinemde yerlerini alıyorlar.

Resimde yeni gelenlere kahve pişmiş olarak fincana dökerken Doğan Güler elçek resim ile çekiyor. Çimenlere dört kişi oturmuşuz.

Akşam güneş batasıya kadar sahilde oturup kahve yaptık, sohbet ettik. Dilek dün yaptığı poğaçaları ikram ederek karnımın açlığını giderdim. Sabahtan akşama kadar da aç durulmaz ya. Dilek bunu düşünüp hazırlık yapmıştı bile, kendisine çok teşekkür ederim. Böyle düşünceli dost pek bulunmaz. Normalde İzmir de kahve yaptığım İnciraltı kent ormanı, Çakalburnun da güne ufka yaklaşırken bir yumruk boyu anında yanımda kimse olmadığından toparlanıp eve gidiyorum. İstanbul da durum başka, Güneşi batırmak gerek. Kısa kış günlerine yaklaşırken Güneş erkenden ufka yaklaşıyor. Tam batarken resmini çekiyorum Marmara denizin de. Bulutlar üzerimden batan Güneş’e doğru uzamışlar parça parça. Sadece ufuk Güneşten dolayı kızıla boyanmış durumda. Gri bulutlar denize rengini vermiş.

Cep telefonumdan dijital zom yaparak denize kavuşmuş Güneşi tüm kızıllığı ile çekiyorum. Resim karesi tamamen kızıla boyalı. Sadece Güneş tüm haşmetiyle sarı renkte. Günü böylece bitiriyorum ve hava kararmadan toparlanmaya başladım.

Ferdimen’in çektiği video

Kader ağlarını örerken iyi örüyor benim için. Hazinemde biriktirdiğim dostlar olmadık yerde karşıma çıkıyor ve ağlarını ören kader beni onlarla karşılaştırıyor. Benim planladığım Kadıköy de oturan yeğenimin evinde kalmak, sabah ta erkenden Avrasya maratonunun başlangıcına gitmek. Başlangıç yeri Asya tarafında olduğu için düşüncelerim buydu. Ama kader işte, kahve içmeye gelen Başak ve Rahman beni evlerine davet ettiler. Bu gece bizde kal diye. Evleri de köprüye daha yakın olunca benim için bulunmaz bir fırsat diyerek kabul ettim tekliflerini. Hem birbirimize anlatacak çok hikayelerimiz var.

Fazlalıkları Dilek’e verip gerekli olanları alıyorum sadece. Başak ve Rahman ile birlikte İstanbul’un bin bir sokaklarında bisiklet sürerek büyük bir labirentte bisiklet sürdük. Araçların arasından kolayca sıyrılıp oturdukları eve geldik. Hepimiz tecrübelerimiz sayesinde binlerce aracın içinden geçip gittik hedefimize doğru.

Kendi yaptığımız akşam yemeği ile karnımızı doyurduk beraber. Oturdukları daire yüksek bir binada 12. katta. Katın yüksek olması pek etkilemiyor çünkü diğer binalar da aynı boyutlarda olduğundan sanki normal evlerdeymişiz gibi hissettim. Rahman eve gelir gelmez gidona bir çanta takıyor sormadan. Elinde varmış ve paylaşmasını da sevdiğinden hediye ediyor. Ben de Az bilinen antik kentler bisiklet turunda verdiğimiz ilk bufflardan kırmızı renkli olanı hediye ediyorum. Bu kırmızı renkli buff en değerli eşyam ve artık elimizdeki son örnek. Teşekkürlerimi sunup sohbete dalıyoruz.

Önümüzde dünya haritası ve hayallerimizi dünya haritası üzerinde kuş bakışı paylaşıyoruz. Başak ve Rahman 700 bin Km diye bir hayalleri var. Yaşamları boyunca hedefledikleri 700 bin Kilometreyi yapmak. Harita üzerinden ülkeleri dolaştık, rotalar çizdik hiç bir sınır tanımadan. Benim hayalimde olan Amerika dan Asya’ya Berrin boğazın dan buzların üstünde bisiklet sürerek geçmek. Onlara bu rotayı çiziverdim. Zaten başlangıç olarak Arjantin’e gidip en güney kara parçasından başlamak. Amerika kıtasını boydan boya geçip Kanada’ya ulaştıktan sonra kış aylarında donan Berrin boğazını geçersiniz dedim. Yapılmayacak bir hayal değil.

Rahman Karadenizli Laz ve kemençe çalmasını çok iyi biliyor. Daha önce birlikte çok türküler çalıp söyledik. Gecemize renk kattı Rahman birkaç türkü çalarak. Beraber şarkılar türküler söyledik kemençe sesiyle.

Resimde masanın üzerinde Dünya haritası serili, üzerinde kemençe yatık durumda. Benden aldıkları Urim Baba’nın Kahvesi işli havlu da kemençenin altında.

Haliyle kahveleri her zaman olduğu gibi ben pişiriyorum. Masanın üzerinde Dünya haritası serili, önünde Urim Baba’nın Kahvesi işli havlu katlanmış olarak duruyor. Kahvemin köpüğünde ise tek gözlü ağzı açık bir gülümseme görünüyor.

Kahveleri masanın etrafında içerken Rahman fotoğraf makinesi ile zaman ayarlı otomatik çekim yaptı. Duvarda daha büyük Dünya haritası tavan lambasının ışığında parıldıyor. Sohbetimiz kahveden daha tatlı.

Sohbet ve hayaller bitmiyor, eski yaşadıklarımız maceralar, yapacağımız turlar konumuz oldu hep. Gecenin ilerleyen saatinde saatimin alarmını 05:30’a ayarlayıp yatıyorum. Bugün dostlarımla buluşmanın heyecanı, yeni arkadaşlarla tanışma ve en önemlisi yarın koşacağım Avrasya maratonu içimde çok heyecanlı olarak uyumaya çalışıyorum. Bakalım sabah ola hayrola.

Bir İstanbul Masalı – Avrasya Maratonu 1. Gün

10 – 11 Kasım 2016 Perşembe – Cuma

İstanbul’a Gidiş Avrasya Maratonuna Kayıt

(Kör arkadaşlarım için resimlerde betimleme yapılmıştır.)

 

Annelerin ninnilerinden

spikerin okuduğu habere kadar,

yürekte, kitapta ve sokakta yenebilmek yalanı,

anlamak, sevgilim, o, bir müthiş bahtiyarlık,

anlamak gideni ve gelmekte olanı.

Nazım Hikmet Ran

 

Öne çıkan görsel, Üç kişi, deniz kıyısında, çimenlere üç kişi oturmuş kahve içiyoruz. Serkan, Dilek ve ben. Kahve fincanları elimizde.

1979 Yılında 18 yaşımı doldurmuştum, artık reşittim. Lise yıllarında, anarşinin en yoğun olduğu dönemde 78 Kuşağının temsilcileri olarak gençliğe adımlarımı atıyordum. Gerçi 18 yaşımdan önce kendi adımlarımı atmaktan çekinmemiştim. Aile içinde bağımsızlığımı çoktan vermiştim. İstediğimi serbestçe yapma özgürlüğüne sahiptim.

İşte o yıl yani 1979 yılında Avrasya maratonu ilk defa yapılmıştı. İlk yapıldığında adı Asya – Avrupa maratonu olarak koşuldu. Gazetelerde maratonun yapılacağını okuyunca katılmak istemiştim. Ama maddi olanaksızlıklar yüzünden hevesim kursağımda kaldı. Daha sonraki yıllarda iş hayatı, ev çoluk çocuk derken unutuldu gitti Avrasya maratonu koşma fikri.

2015 Yılında sonbaharda aklıma geldi birdenbire. Neden hayalimi gerçekleştirmiyorum, şimdi zamanım ve olanaklarım daha iyi ve bir engel de yok. Öyleyse mutlaka hayalimi gerçekleştirmeliyim. Hemen araştırmalara başladım nasıl katılabilirim diye. Katılmak için yılbaşında kayıtlar açılıyor Haziran ayında bitiyordu. Yani anlayacağınız bu yıl kaçırmıştım. Öyleyse gelecek yıl erkenden kayıt yaptırmalıydım.

2016 Yılına girer girmez hemen kaydımı internetten online olarak yaptırdım. 10 Kilometre koşacaktım, bu bana yeter. Yaşıma göre 42 Kilometre tam maraton koşmanın anlamı yoktu. Önemli olan kıtalar arası koşmak ve hayalimi gerçekleştirmek. 40 Lira da banka hesabına havale yaparak işi resmileştirdim. 40 Lira bana biraz çok geldi, on binlerce katılımcıdan toplanan 40 Liraları bir araya getirince büyük paralar ediyor. Verdikleri ve harcadıkları para ne kadar bilmiyorum ama bu koşudan para kazandıklarını tahmin ediyorum. O kadar sponsor desteği var ve bir dev cep telefon şirketi de ana sponsor. Büyükşehir belediyesi de işin içinde. Büyük paralar dönüyor ortalıkta, yiyen yiyene.

Avrasya maratonu Kasım ayının 13. gününde Pazar günü koşulacak. Koşu tarihinde iki ay önce koşu idmanlarına, İnciraltı Kent Ormanında yapmaya başladım. En son koştuğum yıl ortaokula giderken koşmuştum. Şimdiye kadar düzenli ve uzun koşmamıştım. İlk koşularım bir Kilometre, sonra iki, üç, beş derken iki hafta sonra 10 Kilometre koşuları başladı. İlk başlarda bacaklarım ve dizlerim biraz ağırsa da zamanla ağrılar azaldı. 10 Kilometreyi nefesim tıkanmadan koşuyordum. Son üç gün kalasıya kadar koşma idmanların düzenli sürdü. Koşu idmanlarında tüy gibi hafif hissediyordum ve İnciraltı Kent Ormanında bulunan bitkilerin kokusunu daha iyi alabiliyordum. Nefesim de iyice açılmıştı.

İstanbul büyük bir şehir, şehirden çok bir ülkeden daha büyük ve hepsi bir arada kalabalık içinde yaşıyor insanlar. İlk başlarda Kadıköy de oturan yeğenim de kalmayı planlamıştım ama kader bazı şeyleri bir araya getiriyor. Büyük Taarruz bisiklet turunda tanıştığım ve Antalya, Kemer bisiklet festivalinde beraber bisiklet sürdüğüm Dilek Avrasya maratonuna katılacağımı öğrenince gideceğim tarihlerde İzmir de olacağını, İstanbul’a beraber gideriz, bende kalırsın deyince olaylar olacağına varır diyerek teklifini kabul ettim. Madem İstanbul’a gidecekti bari Urim Baba’nın Kahve etkinliğini de İstanbul da boğazda sahil bir yerde yapalım dedim. Hem Urim Baba’nın Kahve isim hakkı ve markasını alabilmem için yaptığım havlu karşılığı bağış kampanyasın da yaparım, biraz katkı sağlanır böylece. İstanbul için özel “Boğazda Kahve” etkinliğini facebook ta açıp paylaştım Urim Baba’nın Kahve grup sayfasında.

Bir taşla dört kuş vuracaktım, Avrasya maratonuna katılmak, Urim Baba’nın Kahve etkinliğini yapmak, isim hakkını koruma amaçlı havlu satışını yapmak ve İstanbul da oturan dostlarımı, akrabalarımı ve arkadaşlarımı görüp hasret gidermek. İstanbul’a bisikletimi de götüreceğimden yanıma alacağım eşyalarımı çantalara yerleştirdim, satacağım havlularımı, 3 yaşına girmiş yeğenimin oğluna tay tay bisikleti ve Ferdi Kızıl nam-ı diğer kahramanımız Ferdimen için huysuz ihtiyarın yaptığı bisiklet çantalarını hazırlayıp koridora koydum

İki turuncu bisiklet çantası, tay tay tahta bisiklet naylon içinde, kırmızı tekerlekli. Yeşil siyah, yeni yapılmış bisiklet çantaları, havlu torbası ve Dilek için hediye yağlıboya resim yerde duruyor.

Sabah Dilek ve oğlu eve gelerek bisikleti ve eşyaları arabaya yükledik. Yoldan bizimle gelecek Serkan’ı da alarak rahat bir şekilde İstanbul’a vardık. Dilek Sabiha Gökçen hava alanına yakın oturuyor. Dilek’in eşi pilot Oğuz ile tanıştık. Konuşkan bir adam, Enka holdingin patronunun özel pilotluğunu yapıyor.

Ertesi sabah erkenden uyanıp sabah kahvesini yapıyorum. Sitenin iç kısmında balkonda havuz manzarasında oturup kahvemi afiyetle içiyorum.

Masanın üstünde kahve dolu bir fincan, sitenin yürüme yolu taş döşeli. Kenarlarında küçük ağaçlar dikili yeşillik. Ortada mavi bir havuz, içi su dolu. Tek katlı bir yapı havuzun yanında, kahve yada kafeterya olabilir.

Sabah kahvaltısını erkenden yapıp yollara düşüyoruz. İstanbul kocaman bir şehir ve bir yere gitmek için saatlerce yol alman gerek. Oğuz bizi arabası ile iskeleye bırakıyor. Karşıya Avrupa yakasına geçeceğiz. Avrasya maratonu fuarında kaydımı yaptırıp koşu için çip ve yarış kitini alacağız. Bostancı iskelesinden Bakırköy vapuruna bindik. Vapur hızlı olduğundan her tarafı kapalı, iç kısımda koltuklara oturduk.

Yan yana koltukta Serkan ben ve Dilek otururken.

Bakırköy iskelesine vardık, fuar alanının yapılacağı spor tesisleri yürüme mesafesinde olduğundan yürüyerek gideceğiz. Bakırköy belediyesinin olduğu Cumhuriyet meydanında Atatürk heykeli önünde elçek resim çekiliyoruz üçümüz birlikte. Üstümüzde tellere Türk ve belediye bayrakları asılmış, dün On Kasım Atamızın ölüm yıl dönümü idi. Anma törenleri için bayraklarla donatılmış meydan.

Fuar alanına sıkı bir yürüyüşle vardık. Hafif rampa olduğundan İstanbul’un serinliğinde kalın giysiler fazla geliyor ve terledik. Fuar salonuna yalnız girip yarış kitimi nüfus  cüzdanımı göstererek aldım. Kit içinde yarış çipi, tişört, katlanır ince yağmurluk, yarış numaram 22743 var. Dışarıda bekleyen arkadaşları fazla bekletmemek için hızlıca kit spor çantasını alıp dışarıya çıktım.

Resmimi dilek çekiyor spor çanta kiti ve yarış numaram ile birlikte. Üzerimde deri mont, elimde 22743 numaralı yeşil baskılı yırtılmaz, göğse takacağım kağıt. Kırmızı çerçeve ile çizili. Bir elimde kemerini tuttuğum yeşil spor çantam. Sağımda kırmızı tabelada  Fuar giriş yazısı ok işareti ile belirtilmiş. Arkamda spor salonunun çok katlı otopark binası.

Spor tesislerinde işimiz bittiğinden tekrar yürüyerek iskelenin olduğu deniz kıyısına geldik. Yürüyüş biraz yormuştu bizi, o yüzden bir yorgunluk kahvesini hak ettik. Deniz kıyısında sakin bir yerde çimenlerde oturup kahve yapmaya başladım. Yarın yapacağım kahve etkinliğinin provası oluyor bir bakıma.

Çimenlerde oturmuşuz, kahve cezvesi ocakta pişerken. Ocağın arkasında Urim Baba’nın Kahvesi tabelam. Arkada parktaki ağaçlar ve bir kaç araba.

Kahvemiz pişti, afiyetle İstanbul ve Marmara denizi manzaralı yerde iyot kokusu keyfini yaşıyoruz. Bir cafede oturup bir kahve için dünyanın parasını ödemedik. İşi bedavaya getirdik anlayacağınız. Zaten bu keyfi oralarda bulamazsın.

Elimizde fincanlar kahve içerken, ardımız Marmara denizi.

İstanbul’u dinliyorum, gözlerim kapalı
Önce hafiften bir rüzgar esiyor;
Yavaş yavaş sallanıyor
Yapraklar, ağaçlarda;

İstanbul’u dinliyorum, gözlerim kapalı;
Kuşlar geçiyor, derken;
Yükseklerden, sürü sürü, çığlık çığlık.
Ağlar çekiliyor dalyanlarda;

İstanbul’u dinliyorum, gözlerim kapalı;
Başımda eski alemlerin sarhoşluğu
Loş kayıkhanelerıyle bir yalı;
Dinmiş lodosların uğultusu içinde
İstanbul’u dinliyorum, gözlerim kapalı.

Orhan Veli Kanık

Marmara denizine bakarken martıların çığlıkları bana Orhan Veli’nin yukarıdaki şiirini aklıma getiriyor. Martıların denizin üstünde çılgın danslarını  izlerken mısralarını mırıldanıyorum gözlerim kapalı. İstanbul’u İstanbul da dinlemek cesareti her zaman bulunmaz. Bu İstanbul’un içinde saklı, arayıp bulmalısın. Her yerde olabilir, sadece gözlerini kapatıp hayal etmelisin.

Sağ taraftan bulutlar kapatmaya başlamış gökyüzü. Güneş bulutların ardında. Deniz ve hava gri tonlarda. Kıyı iri taşlar ile döşeli. Deniz üzerinde martılar uçuyor. Karşıda Marmara denizindeki Adalar gözüküyor. Avrupa’dan Asya’yı izliyorum.

Vapura binip Avrupa dan Asya’ya geçiş yaptık. İki gün sonra Asya dan Avrupa’ya koşarak geçeceğim. Oğuz bizi iskeleden arabası ile alıyor ve eve geliyoruz. İstanbul’un trafiği gerçekten korkunç ve trafiğin tıkalı olmadığı yer yok gibi. Yolda en ufak bir şeyin olması trafiği sıkıştırıyor ve açılıp normale dönmesi saatler sürüyor. Bir yerden bir yere gitmek ölüm. Herkesin cep telefonunda trafik durumunu gösterir uygulama var. Yola çıkacağı zaman ve yolda trafiğin durumuna göre gideceği yere trafiğin açık olduğu yerden gitmeye çalışıyor. Biraz yolu uzatsa da yolda durmak, dur kalk yapmak can sıkıntısına dönüşüyor. Hızlı bir yaşama alışmış İstanbullular sabırsız olarak bir an önce gideceği yere gitme uğraşı içinde.

Hep birlikte akşam yemeğini yiyoruz, yemekten sonra ekmek yapımına başlıyor Oğuz. Elin hamuruyla erkek işine karışılmaz olayı burada değişiyor. En iyi ekmeği ben yaparım deyip hamuru yoğurmaya başlıyor Oğuz.

Dikdörtgen plastik bir leğende elleriyle hamur yoğururken.

Hamurlar yoğrulup kabarmasını bekledikten sonra dört tane hamur yağlı kağıt üzerinde tepsiye sıralanıyor. Ekmek şeklindeki hamur üzerine de zengin çörek otu, susam karışımı serpiştiriyor. Bu karışım ekmeğe koku ve tat verecek.

Sıra geldi evin hanımının marifetlerine. O da elini hamura bulaştırıyor. Yarın yapacağımız kahve etkinliğinde yemek için poğaça yapmaya başladı. İlk önce hamuru yoğurdu, ardından top olarak hamur parçalarını ayırmaya başladı.

Büyük bir hamur parçası ve 8 tane hamur topu siyah mermer bankonun üzerinde.

Hamur topları açarak içine meyve püresi sıvazlayıp halı gibi yuvarlamaya başladı.

Rulo olan hamuru dilim dilim keserek tepsi içine yerleştiriyor. Tepsi içinde yine yağlı kağıt serili, içinde 11 rulo katlı olarak serili.

Ekmekler de bu arada fırına verildi, Cam bölmenin ardından pişmesini izleyebiliyorum. Artık ekmekler nar gibi kızarıp kabarmaya başlamış.

Ekmekler pişti, poğaçalar, çörekler fırına verildi. Onlar da pişince birer tane denemek için yiyoruz sıcak sıcak, nefis olmuşlar.

Evde yemek için büyük bir simit şeklinde, üzerine çörek otu serpiştirilmiş poğaça tepsiye konulmuş.

Bu arada Dilek için ekşi maya yapımına başladık. Ekşi maya yapımı çok basit, tarifi şöyle;

1 . Gün 2 Su bardağı un, 2 Çay bardağı ılık su. Su ve unu karıştırıp bulamaç yaptıktan sonra bir kabın içine yerleştirip temiz bir bez ile örtüyoruz. 2 gün bekliyor ılık bir yerde

3 . Gün hamur bulamacın içine 1 su bardağı un, 1 çay bardağı ılık su katarak iyice karıştırıp tekrar kabın üzerini örtüyoruz.

4 . Gün tekrar 1 su bardağı un, 1 çay bardağı ılık su ile karıştırıp dinlenmeye bırakıyoruz ılık bir yerde.

5 . Gün yaptığımız maya ekşi süt kokusunu alınca ekşi mayamız hazır demektir. Ekmek yapmaya başlarken bir parça ekşi mayayı bir kenara ayırıp geri kalanla hamur yaparak ekmek yapıyoruz. Kenara ayırdığımız ekşi mayayı çoğaltmak için aynı ölçüde 1 su bardağı un, 1 çay bardağı ılık su ilave ederek karıştırıyoruz. Böyle sürekli olarak ekşi mayayı devam ettirebiliriz. Mayayı buz dolabında saklamalıyız sıcaktan bozulmaması için. Ekmek yapacağımız zaman oda sıcaklığında maya ısınasıya kadar bekletip öyle ekmek yapmalıyız.

Gecenin geç saatlerine kadar oturup sohbet ettik çaylar içerek. Yarın yapacağım kahve etkinliği nasıl olacak endişesini duymadan İstanbul da olmanın mutluluğu içinde uyuyorum.