24 Nisan 2015 Cuma
Yuntdağı Köseler köyü – İsmailler – Bergama
(Kör arkadaşlar için betimleme yapılmıştır)
Onları daima yalnız kılan
neydi bu yaşam denilen gürültüde
Her dilden bir adları vardı onların
ama hiçbir ülkenin kimliğini taşımadılar
Sarışındılar belki de esmer
yani birçok yüzün bileşkesi
Ahmet Telli
Öne çıkmış olan görsel, amfi tiyatronun üstünden sahne. Sahnede arkadaşlar, bir kısmı da seyirci bölümünde oturuyor.
Havalar ısınmadı, hatta iyice düştü. Sıfırın altında olduğu kesin. Bunu sabah uyandığımda bagaj çantalarımın beyaz olmasından anlıyorum. Kırağı yağmış gece ve bayağı soğuktu. Kalın giyinmek gerek, sabahın soğuğu hasta edebilir bahar ayında. Kalkar kalkmaz çadırı ellemiyorum çünkü üzeri kırağı yağmış beyaza bürünmüş. Kahvaltıdan sonra toplarım artık.
Güneş doğarken, çadırımla birlikte çekiyorum.
Olcay da soğuktan titreyerek çadırından dışarı çıkıyor. Gözleri şiş, yüzüne güneşin ilk ışıkları henüz vurmaya başlamış. Sabah güneşi kime vurur acaba?
Kamptakilerin hepsini uyandırıp toplanmalarını söylüyoruz. Kahvaltı da hazır, kalkan elini yüzünü buz gibi suda yıkayıp kahvaltı kuyruğuna giriyor. Kahvaltıyı kazı ekibinin kapalı bahçesinde yapıyoruz. Kahvaltının ardından masa, sandalyeleri toplayıp etrafı temizleyerek bulduğumuz gibi bıraktık.
Yüksüz olarak Aigai antik kente bisikletlerimizle gitmeye başladık. Doktor Bülent paramotor ile bizleri havadan çekim yaparak takip etti. Yolda giden bisikletçiler, üstünde de paraşüt süzülüyor.
Aigai antik kenti köyden 2 Kilometre yukarıda. Biraz yokuş çıkacağız anlaşılan. Yol kıyısında çitlembik ağaçlarına Antep fıstığı aşılanmış ağaçları görmemiz mümkün. Henüz meyveleri taze, olgunlaşmamış. Köylüler buralardaki çitlembik ağaçlarını Antep fıstığı aşılayıp kendilerine gelir kaynağı yaratmış durumda.
Aigai kazı başkanı ve ekibi ile birlikte antik kenti dolaşmaya başladık.
Manisa ili, Yunusemre ilçesine bağlı Yuntdağıköseler Köyü’nün 2 km. güneyindeki Gün Dağı’nın üzerinde, kısmen ayaktaki görkemli harabeleri ile dikkati çeken Aigai; antik yazarlara göre İ.Ö. 1100 yıllarından sonra Yunanistan’dan gelerek Kuzeybatı Anadolu kıyılarına yerleşen Aioller tarafından kurulmuştur. Herodotos (İ.Ö. 5.yüzyıl) Aigai’yi Aiollerin Aiolis Bölgesi’nde kurduğu 12 kent arasında saymaktadır. Aiollerin bölgeye gelişlerinin İ.Ö. 1100 tarihlerinde başladığı ileri sürse de, kazı sonuçları şimdilik kentin kuruluşunun İ.Ö. 8. yüzyılın sonlarından daha erkene gitmediğini göstermektedir.
Kent İ.Ö. 3. yüzyılın başlarından itibaren, Hellenistik Pergamon Krallığı’nın da desteğiyle bölgede ekonomik ve kültürel bir çekim merkezi olmuş, Tiyatro, Kent Meclisi Binası (Bouleuterion) ve Agora Binası gibi görkemli yapılarla donatılmıştır. Aigai antik kentindeki kazı çalışmaları 2004 yılından beri Ege Üniversitesi Edebiyat Fakültesi Arkeoloji Bölümü öğretim üyesi Prof. Dr. Ersin Doğer başkanlığında yürütülmektedir.
Üzeri yosun tutmuş blok taş ve derin vadi manzarası.
Tiberius kapısı tabelası, burada Türkçe ve İngilizce açıklamalar yazılmış kapı hakkında.
Kapıdan içeri girdikten sonra ilk kalıntılar göze çarpıyor. Binanın duvarları bir metre kadar kalmış.
Yarım deliklere bakılırsa burası tuvalet olmalı.
Hanüz kazı yapılmamış yerlerde, sütun parçaları görünüyor.
Agora binasının ayakta kalmış yüksek duvarını yandan çekiyorum.
Burası balık pazarı, gelen balıklar bu pazarda mezat ile satılıyormuş.
Agorada dükkanlar.
Antik kentin doğu tarafı derin uçurum ile doğal koruma sağlamış. Aslında üç tarafı da uçurum ve çıkılması epey zor olan bir tepe. Sadece çıktığımız taraftan girişi var ve savunmayı ona göre yapmışlar.
Agora’nın devasa duvarı, dükkanları ve 3 katlı oluşu burada ticaretin çokça yapıldığı ve kentin zenginliğini ifade ediyor. Zamanında epey hareketliymiş Aigai.
Dükkanlar büyük taş blok kayaların düzgün yontulmasıyla geniş ve arkada deposu olduğunu görebiliyoruz. Malları stoklayıp azar azar piyasaya sürüyorlardı demek ki.
Doğal uçurum kenarına kale duvarı gibi taşlardan yapılmış. Pek düşmanın buradan saldırı gerçekleştireceği olası değil. Öyle olduğu halde duvar düzgün taşlardan yapılmış.
Antik kenti bitirip köye dönüyoruz. Herkes eşyalarını bisikletine yükledikten sonra çoğunluk toplanıp harekete hazır duruma gelince yola çıkış başladı. Son kalan bir kaç kişiyi de hazırlanıp yola çıkarasıya kadar biraz bekledim. Kimse kalmayınca ben de tam yola çıkacaktım ki dün Aliağa dan peşimize takılıp köye kadar gelen köpeğin peşimizden tekrar geldiğini görünce köylü bir kadına rica edip bahçesine kapatmasını söyledik. Köpek bahçede kalınca peşimizden gelemedi. Yoksa hali perişandı. Dün ayakları yara olmuştu peşimizden koştururken. Köpeği de köyde bıraktıktan sonra ben de son kalanlarla yola çıkıyorum.
Dün elektrikli bisikletle gelen arkadaş gece bataryalarını şarj etmiş artık yolda kalmam diyor bana. Ben de umarım yeterli şarj olmuştur bataryan diyerek cevap verdim.
Yunt dağlarının sırtlarında bir iniyoruz bir çıkıyoruz. Fazla sert olmayan yokuşlar uzun sürmüyor.
Köylü amcam Karakaçan’a binmiş bahçesine doğru gidiyor çalışmaya.
Dağlar nedense makilik çalılardan bitki örtüsüne sahip. Gölgesinde durup dinleneceğin bir ağaç ta yok. Daha çok kayaçlardan bir arazi, pek toprak ta yok.
Karşımıza ilk köy göründü, bu köy Seklik köyü.
Seklik köyünün tabelasını çekiyorum.
Grupta hızlı gidenlerin yanı sıra yavaş ta gidenler var. Onlara yetişiyorum çünkü elektrikli bisikletin bataryası çabucak bitti ve yokuşlarda elle gelmeye başladı.
Pembişler beni yalnız bırakmıyor, pek alışkın değiller böyle turlara. Bir de yükleri var ama inatla bisikleti sürüyorlar.
İsmailler köyünde çay molası verilmiş. Biz de çaya yetiştik. Tam kahvenin önüne geldik arkamdan gelen bir arkadaşın sırt çantasının kayışı zincire girerek arka aktarıcının kulağını kırıyor. Ona yapacak bir şeyim yok. Yedekte kulak olmayınca değiştiremiyoruz. Çayları içip bir dinlenelim bakalım. Çayları içerken elektrikli bisiklet te geldi. Artık böyle bisikletle gelemezsin bizimle, minibüse binip Bergama ya gideceksin dedim kendisine. Aktarıcı kulağı kırılan arkadaş ta Aliağa da bulunan arabasını almaya gidecek. O zaman sen bekle beraber gelirsiniz Bergama’ya diye bir çözüm bulduk. Yerde; Çaya gel, kahveye gel yazılmış sprey boya ile.
Çay molasından sonra kalanları toparlayıp yola düzüldük. Burası yolun en yüksek yeri. Bisikletimin tripodundan resmimizi çekiyorum rüzgar türbinleri eşliğinde. Yedi kişiyiz resimde poz veren.
Balaban köyünden geçiyoruz. Yunt dağlarının sırtlarında rüzgar türbinleri var. Rüzgar alan dağlar sürekli elektrik üretimi sağlayan türbinler bedava enerji üretip ülkemize katkı sağlamakta.
Doğal oluşmuş çukurları su deposu olarak kullanılmakta. Yağan yağmurlardan biriken su hayvanların sulanmasında kullanılıyor. Bisikletim KUZ, gölet kenarında poz veriyor.
Yunt dağları Bergama ya kadar uzanmakta. Dağlarda bir çok köy kurulmuş hayvancılık, zeytincilik yaparak geçimlerini sağlayıp ülke ekonomisine katkı sağlıyorlar. Maruflar köyünün tabelasını çekiyorum. Köyün minaresi görünüyor.
Köyler ardı sıra geliyor. Armağanlar köyü ve minaresini tabela ile çekiyorum.
Bakırçay havzası göründü, ovada en önemli yerleşim yeri de Bergama. Geldik sayılır.
Dağlardan indik, ovadayız artık.
Sanayi artıkları ile kirlenmiş Bakırçay nehrinden karşıya geçiyoruz dar, beton köprüden.
Bergama şehre girmeden direk antik kentin olduğu yere geldik. Antik kent biraz yukarıda, tepeye kurulmuş. Çıkış yolu var ama biz teleferik ile çıkacağız. İşletme ile daha önce anlaşmıştık. Bizi ücretsiz yukarı çıkacağız. Antik kente giriş zaten turizm müdürlüğünden ücretsiz.
Sıramız gelince 8 kişi teleferik kabinine biniyoruz. Elçek ile çekiyorum kabin içindekileri.
Tepeye çıkarken aşağımızda bazı kalıntıları görüyorum.
Yükseldikçe barajın göleti görünmeye başladı. Bazı antik yapılar göletin altında gömülü olarak kaldı.
Yaklaştıkça heyecanım artıyor. İlk defa buraya çıkıyorum. Daha önce grubun arkasından geldiğim için ziyaret saati bitiminde geldiğimden dolayı çıkamamıştım .
Bergama Akropolis’e giriş yapıyoruz misafir biletlerimizle.
Bergama manzaralı Nazlı ile resim çekiliyorum. Beni Manisa bisiklet festivaline davet ediyor ama daha önce o tarihlerde başka yerlere tur programlamıştım. Sağlık olsun, başka zaman katılacağımı bildirdim.
Antik kenti rehberlerimiz eşliğinde dolaşmaya başladık.
Pergamon, günümüzde İzmir iline bağlı Bergama ilçesinin merkezinin yerinde kurulu antik kentin adıdır. Pergamon, eski çağlarda Misya bölgesinin önemli merkezlerinden biriydi. MÖ 282-133 arasında da Pergamon Krallığı’nın başkentiydi. Pergamon adı, bir söylence kahramanı olan Pergamos’tan gelir. Pergamos’un, Teuthrania kralını öldürdükten sonra kenti ele geçirdiği ve kendi adını verdiği sanılır. Başka bir söylenceye göre de Teuthrania Kralı Grynos savaşta Pergamos’tan yardım istemiş, zaferden sonra iki kent kurdurarak birine onun onuruna Pergamon, ötekine de Gryneion adını vermiştir.
Yazılı belgelerde Pergamon’dan ilk kez MÖ 4. yüzyılın başlarında söz edilir. Kent daha sonra Pergamon Krallığı’nın başkenti oldu. Bu dönemde saray, tapınak, tiyatro gibi yapılarla yapıldı, kent kule ve surlarla çevrildi. Pergamon, krallığın Roma’ya bağlanmasından sonra da Batı Anadolu’nun sayılı kentlerinden biri olarak kaldı.
Eski kentin kalıntılarını, 1870’lerde Batı Anadolu’da demiryolu döşenmesinde çalışan Alman mühendis Carl Humann buldu. Pergamon’da ilk araştırma ve kazı çalışmalarına da 1878’de başlandı. Kazılar ve onarım çalışmaları günümüzde de sürmektedir.
Rehber etrafına toplanmış bisikletçiler.
Yüksekten Bergama kasabasının binalarını çekiyorum.
Yürüme yoluna tren raylarının traversleri döşenmiş, üzerinde yürüyoruz diğer yerlere.
Epey kalabalık bir grup olarak dolaşıyoruz antik kenti.
Kentin koruyucusu sayılan akıl ve savaş tanrıçası Athena adına yapılan Athena Tapınağı, Akropol’ün en önemli mekânıydı. Tiyatro terasının üzerinde bulunan bu tapınak, Dor düzeninde yapılmıştı. Kazılarda Athena Tapınağı’nın birçok parçası Berlin’e götürülerek aslına uygun biçimde orada yeniden kurulmuştur. Pergamon’da ise yalnızca temelleri kalmıştır.
Üstü kapalı, kemerli bir yapı. İç içe iki kemer örülmüş. Girişi demir parmaklıkla kapatılmış.
Athena Tapınağı’nın kuzeyinde dört salonlu bir kütüphane vardı. Burası Helenistik dönemin en büyük kitaplıklarından biriydi. Kütüphanede “Pergamon derisi” olarak adlandırılan parşömen üstüne yazılmış 200 bin kitap bulunduğu bilinmektedir. Romalı asker ve devlet adamı Marcus Antonius, MÖ 41’de kitapların tümünü Mısır Kraliçesi Kleopatra’ya armağan etmiştir.
Pergamon kentinin Akropol’ü (“kentin yukarı bölümü”), Bakırçayı’nın suladığı ovaya egemen bir tepenin üzerinde yer alır. Büyük bir kale görünümündeki Akropol’ün ana kapısına varmadan solda Hereoon’un kalıntıları vardır. Heroon, Antik Yunanistan’da bir kahraman ya da yarı tanrı adına yapılmış ve çevresi sütunlu bir galeriyle çevrili kutsal yerlerin adıydı. Heroon’da, dinsel törenin yapıldığı oda (kült odası) geniş bir ön galerinin arkasındaydı. Heroon’un kuzeyinde Helenistik dönemden kalma bir dizi dükkândan oluşan uzun bir yapı bulunuyordu.
Sıralı bir çok sütun, üstünde kirişlerle sabitlenmiş.
Dilek taşlı kuyu, bozuk paraları sütun başlığına atarak üzerinde durmasını sağlıyorsun. Eğer durursa dileğin kabul oluyor. Kuyunun dibindeki paranın çokluğu, sütun üzerindeki paranın azlığı pek te başarılı atış yapılmadığını gösteriyor. Gerçekten de sütun başlığının üzerinde parayı kondurmak zor.
Kuyunun etrafında toplanmış olanlara rehber antik kenti anlatıyor.
Rehberimiz bizleri tarih öncesine götürüyor anlatımıyla.
Sütunlar sıralı, üstünde kirişler.
Sıralı sütunları yandan çekiyorum.
Dört sütun, üzerinde süslü kirişler. Tapınağın köşesini oluşturmuş.
Athena Tapınağı’nın güneyindeki bir terasta Zeus Sunağı yer alıyordu. Zeus Sunağı da Berlin’e götürülmüş ve onarılarak oradaki Pergamon Müzesi’ne (Pergamon Museum) koyulmuştur. Helenistik dönemi mimarisinin en güzel örneği olan sunağın Pergamon’da yalnızca temelleri kalmıştır. Zeus Sunağı’nın güneyinde Yukarı Agora bulunur. Agora, güney ve kuzeydoğudan Dor düzeninde sütunlu galerilerle çevriliydi. Agora’da toplanan halk, siyaset ve ticaretle ilgili konuları yönetimle görüşüp konuşuyordu. Agora’nın kuzeybatısında Agora Tapınağı bulunuyordu. Akropol’ün en yüksek yerinde Pergamon krallarının sarayları yükseliyordu. Günümüze bu sarayların yalnızca zemini ve temelleri ulaşmıştır. Sade görünümlü bu yapılarda odalar sütunlu bir avlu çevresine sıralanıyordu. Avlunun ortasında kocaman çitlembik ağacı boy gösteriyor.
Rehberimiz anlatmaya devam ediyor.
Dar koridorlarda dolaşıyoruz.
Sütunlar, yüksek duvarın üzerine konulmuş, üzerinde kirişler.
Zeminde bir parça beyaz mermer, üzerine sekiz köşeli yıldız çizili.
Tapınağa ait olduğunu sandığım çatı kirişinin kalıntı parçaları duvar üzerine yerleştirilmiş. Üçgen alın parçaları yarım yapılmış.
Athena Tapınağı’nın batısındaki dik yamaçta, yaklaşık 10 bin kişilik bir tiyatro yer alır. Helenistik dönemde yapılan tiyatronun uçuruma bakan ön tarafı setlerle sağlamlaştırılmıştı. Tiyatronun ahşap bir sahnesi vardı ve bu sahne sökülüp takılabilecek biçimde yapılmıştı.
Akropol’ün bir başka tapınağı olan Dionysos Tapınağı, tiyatro terasının kuzeyindeydi. 25 basamakla çıkılan bir podyum üzerinde bulunan tapınağın yalnız ön yüzünde sütunlar vardı. Tiyatro oturma yerleri ve Bergama kasabası.
Tiyatro altına kemerli geçitler yapılmış, Geçitler iki tane yan yana.
İki kemerli geçit girişi.
Tiyatronun üstünde toplanmış olanları çekiyorum.
Arkadaşların yanına iniyorum.
Bergama kasabasını çekiyorum tiyatrodan.
Dar binaların arasında elçek çekiyorum kendimi ve arkadaşları.
Kemerli geçitlerden oluşmuş koridor. Koridor epey uzun.
Yüksek tavanlı oda, demir parmaklıkla kapatılmış.
Başka bir oda, yüksek tavanlı, içinde taşlar istiflenmiş düzgün olarak.
Yüksek istinat duvarı ile dükkanlar sağlama alınmış.
Kimi yerde de çok alçak kemerli geçit yapılmış. İnsan boyundan alçak.
Başka bir yapıya doğru gidiyoruz.
Antik kalıntılarda gezimiz devam ediyor.
Tiyatro oturma yerlerine oturup dinleniyor yorulanlar.
Dünyanın en dik tiyatrosu, aşağıya bakmaya korkuyor insan.
Tiyatro oturma yerlerinde gezinenleri çekiyorum.
Bazen de beni çekiyorlar.
Almanya ya kaçırılan Zeus sunağının maketine bakmakla yetiniyoruz. Camekan maket önüne oturmuş, rehberi dinleyenler var.
Sevgili Gözde Emine üç küp’ün ortasındaki küp’e yaslanmış poz veriyor.
Akropol ziyaretini bitirip teleferiğe tekrar bindik. Karşımdaki üç kişiyi çekiyorum. Şerafettin, Gözde Emine ve Asuman Şen.
Gözde Emine de bizi çekiyor, yanımda Baattin Şimşek var.
Hep birlikte Elçek yapalım deyince kareye girmek için kabinin bir tarafına yüklendik. Kabin yamuldu resim çekesiye kadar. Ne yapalım çılgınlık her yerde. Gözde Emine elçek ile çekiyor altı kişiyi.
Teleferikten indikten sonra Bazilika ören yerine doğru gidiyoruz.
Bazilika, Kızıl avlu denilen yeri gezmeye başlıyoruz. Kırmızı tuğlalardan yapılmış bazilika duvarları devasa boyutta. Yakından kadraja sığmıyor, duvarlar çok yüksek.
Bazilikanın köşe duvarını çekiyorum. Duvar çok düzgün örülmüş ve yüksek.
Yerde yeni sütun yontulmuş yatıyor.
Devasa duvarlarda tahrip edilen yerleri restorasyon çalışmaları devam ediyor. Sol tarafa iskele kurulmuş.
Antik kalıntılardan kirişler yerde sergileniyor.
Bir çok kiriş, sütun avluda serpiştirilmiş.
Rehber etrafına toplanmış dinleyiciler, kalıntılar ve bazilikanın yüksek duvarı.
Uzaklardan Bazilika binasını tamamen kadraja sığdırıyorum.
Yerde su kanalları yapılmış, kimi yer açık, diğer yerleri kapalı.
Bazilikanın yanında devasa bir yapı da var.
Antik binanı zemini blok taşlardan yapılmış, kenarları süslü oyulmuş.
Bazilikanın ana kapısı devasa boyutta. Tuğlaların boyutuna bakılırsa binlerce tuğladan örülmüş.
Kızıl Avlu – Serapedion
Bu olağan dışı tapınağın ön avlusu ile birlikte kapladığı alan 270.00 x 100.00 m, tapınak 60.00 x 20.00 m. boyutlarındadır. Çatısına kadar yüksekliğinin 25 m. olmasına karşılık, halen 19 m. kısmı ayaktadır. Anadolu’nun en görkemli dini anıtsal yapılarından birisidir.
Binanın tamamının tuğladan yapılmış olması ve büyük ön avlusu sebebi ile tapınak halk arasında “ Kızıl Avlu” olarak adlandırılmıştır. Avlusu, yüksek duvarlarla dışarıya kapalı idi. İç kısmının sütunlu galerilerle çevrili olduğu kabul edilir. Tapınağa, avlunun batı cephesinde yer alan üç adet anıtsal kapıdan girilmektedir. Bu girişin halen bir kısmı ayaktadır.
Mısır Tanrılarına verilen önem sebebi ile tapınak Roma Dönemi aşağı Bergama kentinin tam merkezine inşa edilmiştir. Tapınağın avlusu ile bütünleşmesine engel teşkil eden Selinos çayında bugün halen kullanılmakta olan su tünelleri inşa edilerek hem arazinin bütünlüğü hem suyun kontrolü sağlanmış hem de meydana getirilen bu zor mühendislik örneği ile Roma’nın gücü, kudreti sergilenmeye çalışılmıştır.
Kızıl Avlu’nun Roma aşağı kentinin ızgara tarzındaki şehircilik sistemi içerisine oturtulduğu anlaşılmaktadır. Tapınağın ön avlusu günümüzde halen büyük ölçüde evlerle kaplı olduğu için tam olarak algılanamamaktadır.
Tapınağın önünde tapınak ile aynı aks üzerinde avluya doğru çıkma yapan bir propylon ve gerisinde devasa bir tapınak kapısı yer almaktadır. Kapı ağır mermer sövelerle çevrili, kapı kanatları çok büyük ve muhtemelen bronz kaplamalı idi. Çok ağır olması her zaman açılıp kapanmasını mümkün kılmakta idi. Bu bakımdan kontrol sağlamak amacıyla kapı önünde demir parmaklıklardan oluşan ikinci bir kapı tertibatı yer almakta idi.
Kutsal mekanın sadece ön tarafı pencerelerle aydınlatılmış, kült heykelinin bulunduğu arka kısmın yarı aydınlık olmasını sağlamak amacıyla pencere yapılmamıştır. Arka kısımda iki yüksek kaide yer almaktadır. Devrinde mermer kaplı olan bu kaidelerin üzerinde muhtemelen 10-12m. yüksekliğinde oturur durumda kolosol bir kült heykeli yer almakta idi. Bu podyum ve kaidenin altında bir sarnıç ve buradan ana binanın, yanlardaki yuvarlak yapıların ve avluların bazı bölümlerinin altında uzayıp giden gizli geçitler ve merdivenler vardı. Muhtemelen bu geçitlerden ilerleyen tapınağın baş rahibi içi boş olan kült heykelinin baş kısmına yükselerek oradan halka tanrı adına telkinlerde bulunuyordu. Tapınağın üzerini örten, çok sağlam yapıda ahşaptan bir çatı iskeleti vardır. Kült ve sanat tarihi verilerine dayanarak tapınağın M.S II. yy’da muhtemelen İmparator Hadrian döneminde inşa edildiği ve Mısır tanrıları hem Serapis hem İsis’e itaf edildiği söylenebilir. Ancak tapınağın iki yanındaki yuvarlak yapıda kült mihraplarının bulunmasına karşılık yan tanrıların kimler olduğu bilinmektedir.
Erken Bizans döneminde kutsal mekanı içersine ilaveler yapılan tapınak Anadolu’daki erken yedi kiliseden biri olarak kullanılmaya devam etmiştir. T.Wiegand tarafından kazısı gerçekleştirilmiş olan bu kutsal yapı hakkındaki araştırmalar henüz tamamlanmamıştır.
Bazilikanın duvarında dev pencereler üç tane.
Muğla’dan Doktor Bülent Savran ve Gözde Emine’yi birlikte çekiyorum geçit içinde.
Gözde Emine’yi tek çekiyorum.
Gözde Emine beni tek çekiyor.
Bu kez ikimiz birlikte çekiliyoruz geçit içinde.
Geçidin içinden, dışarıdaki Gözde Emine’yi çekiyorum.
Kulelerden birinin tavanı tuğla ile örülerek kubbe biçiminde yapılmış. Tepesi delik, içerisini aydınlatıyor.
Bu da modern çağ heykellerinden biri bahçede sütun başlığında sergileniyor. Tanrıça Emineusgözdelya
Bazilika ziyareti bitiyor, hep beraber diğer antik yere, antik çağın sağlık merkezi olan Asklepion’a gidiyoruz kasaba içinden.
Asklepion antik hastaneye vardık. Bisikletleri girişte bırakıp yayan olarak antik hastaneyi gezmeye başlıyoruz.
Önümde gidenleri ana caddede çekiyorum.
Duvarlarla örülmüş yapı yerin altında.
İki sütun ve yüksek duvar.
Sütunlu ana cadde, sütunların çoğu kırık, dökük.
Beş tane sütun, değişik boyda kırık.
Yer altında dehlizler yapılmış, geniş, ferah, serin. Dehlizin içini çekiyorum.
Bergama Asklepion’u Eskiçağ’da Epidaurus ve Kos’taki örneklerine eşdeğer önemde bir sağlık tedavi merkezi idi. Pausanias’a göre Bergama’da ilk Asklepios Tapınağı M.Ö 4.yy’ın ilk yarısında kurulmuştu. Kazılarda kutsal yerin M.Ö 4 yy’dan beri var olduğu ve Hellenistik Dönemde geliştiği saptanmıştır.
Asklepios Kutsal Alanı, galerili avlusu, 3500 kişilik tiyatro yapısı, İmparator Hadrianus’a ait kült salonu, kütüphanesi, yuvarlak planlı Asklepios Tapınağı ile Roma Dönemi’nde oldukça önemli bir sağlık merkeziydi.
M.S II. yüzyıl ortalarında burada 13 yıl kalmış olan hatip Aelius Aristides’ten tedavi şekillerini ve yöntemlerini öğrenmekteyiz. Burada genellikle telkin ve fizyoterapinin bugün halen kullanılmakta olan çeşitli şekilleri uygulanmakta idi. Kutsal sudan içilmesi, su ve çamur banyoları, açlık-susuzluk kürleri, şifalı otlar, kremlerle yağlanma başlıca tedavi yöntemleri idi.
Sütunlar sıralı, yerde kalıntıları duruyor.
Yer üstünde olduğu kadar yer altında da ayrı bir yapılar zinciri var. Hepsi de dehlizlerle birbirine bağlı.
Her taraftan sular fışkırıp merdivenlerden akıp gidiyor. Yer altında da gözden kayboluyor. Su birikmiyor dehlizlerde.
Rehberlerimiz bize tarih öncesi burada yapılan tedavi biçimlerinden bahsediyor. Pür dikkat dinliyoruz.
Dikkatler rehberde, can kulağı ile dinliyorlar.
Herkesin gözü kulağı rehberde.
Kimisi de ayakta dinliyor.
Kimisi de yere oturmuş.
Doktorlar da pür dikkat dinliyor.
Çeşmeden akan su şifalı diye içenler de oluyor.
Tedavi yerinde ayrıca terapi için kocaman bir amfi tiyatro yapılmış.
Her taraf tarih fışkırmış, kalıntılarda belli.
Yüksek duvar, karşısında sütunlar sıralı.
Blok taşlar düzgünce oyulup şekil verilmiş. Kare şeklinde, iki tane oyuk yan yana.
Üç tane sütun yan yana. Sütunlar düz, yivli. Başlıkları da tepelerinde.
O zamanlar ustalara, sanata saygı varmış. Ustalar da ince işçilik üzerine gelişmiş güzel eserler meydana getirmiş. Şimdiki gibi kalıp çak içine beton dök, yarına kurusun yok. Bir kiriş mermerini günlerce, aylarca yontup görsel anlamda harika eserler meydana getirmişler. Oyuk yerlerini tam ölçüsünde oymak içi matematik hesaplamaları da bilmek gerek.
Gördüğünüz sular merdivenin en alt basamağından çıkıp kendiliğinden akıp gidiyor.
Tiyatronun yan duvarı düzgün taşlardan örülmüş. İki tane kapısı var, kapılar oturma yerlerinin altına giriş olarak kullanılıyor.
Oturma yerlerinin üst tarafında dinlenenler var.
Seyircilerin yürüdüğü basamaklar yukarıya kadar çıkıyor.
Tiyatro basamaklarına oturup binlerce yıl önce acaba ne oyunları oynanmış diye düşünüyorum. En tepeden çekiyorum, kimileri oturmuş, kimileri desahnede duruyor. Bu resmi öne çıkan görsel olarak seçiyorum.
Tiyatronun duvarları dibinde gelincikler çiçek açmış, kırmızı elbiselerini giymiş. Bahar aylarını en güzel giysileri ile karşılıyorlar. Kan kırmızı renkleri yeşil ile iyi bir kontrast oluşturmuş. Belki de o zamanlarda çiçeklerin bu muhteşem renkleri ile hastalar tedavi oluyordur.
Gelincik çiçekleri arasına bir KUŞ gelip konuyor. Gerçi bu KUŞ ötmüyor ama ürkek bakışları ve tatlı gülüşleri ile etrafa neşe saçmaktan geri kalmıyor. Ayşe Kuş, gelincikler içinde poz veriyor.
KUŞ’un yanına bir Güvercin uçup geliyor. İki KUŞ ta gelincik çiçekleri ile bir bütün oluşturmuş bahara renk katmaktalar. Ayşe kuş ve Aysel Ataş yan yana.
Her yer ayrı bir güzel, her yer fotoğraflık. Biz de çekilmeden edemiyoruz bu güzel yerde. İçerden bizi çekiyor birisi. Biz gün ışığı altındayız.
Çoğu yapı yıkılmış, sadece duvarların bir kısmı ayakta kalmış. Kalanlar bile muhteşem bir işçilik örneği ile karşımızda, seyirlik.
Gözde Emine’yi yakından çekiyor. Yüzü tamamen kadrajı kaplamış.
Kemerli niş önünde Gözde Emine beni çekiyor.
Gez, gör bitmiyor, hepsi ayrı bir güzellik.
Dikdörtgen bir kaide üç metreden fazla. Herhalde üzerinde heykel vardı ama alıp götürmüş tarihin kıymetini bilenler.
Bu yapılar güçlü bir devlet ve zenginliği ifade ediyor. O zamanlar yaşamak vardı. Sanki geçmişe gitmişiz gibi. Geçmişte yaşıyoruz, yaşarken de huzur içindeyiz bir nebze olsun. Dünyanın dertleri yok, stres, şehrin kalabalığı, korkunç araç trafiği yok burada. Dünyayı da kurtarmıyoruz, yalan yok, aldatmaca yok. Sadece sessizlik, dinginlik ve huzur var. İçimizi kaplıyor bu terapi. Kemerli bir odanın köşesinde Gözde Emine bana poz veriyor.
Sonunda turu bitiriyoruz antik hastanede. Bisikletlerin başına geliyoruz hep birlikte .Her zaman olduğu gibi bir kaç kişi geç kalıyor, onları bekliyorum. Büyük çoğunluk yola çıkıp kamp alanına hareket ediyor. Kalanlar da geldikten sonra birlikte kamp alanına doğru gitmeye başladık.
Kamp alanımız Bergama belediyesine ait Güzellik Ilıcası tesislerinde park alanı. Yeşil alanda çadırları kuruyoruz. Çadırları kurarken Paramotoru ile tepemizde dolaşmaya başlıyor Doktor Bülent.
Daha önce burada kamp atmıştık, bu yıl da belediye bizlere kapılarını açıyor. Çadırları çekiyorum.
Doktor uçmayı özlemiş habire tepemizde uçup durmakta.
Muğlalı bisikletçi, Eurovello bisiklet yolları Türkiye koordinatörü Feridun Ekmekçi ilginç bir tur çadırı kurmuş. Bisikletin ön tekeri söküp çadırın bir ucuna bağlanıyor. Diğer tarafı, giriş yeri de bisikletin gövdesine bağlanıyor. Kamçı bisikletçi için iyi bir çadıra benziyor. Rüzgarlı havalarda ne olur bilmem, bisiklet rüzgardan devrilme olasılığı yüksek. Feridun Ekmekçi çadırının önünde poz veriyor.
Herkes kendi telaşında, çadırını kuran, duş alan, kişisel bakım yapan, turculuk ve kampçılık hakkında birbirleriyle fikir alış verişlerinde bulunanlar. Yani herkes kendi havasında. Kamp alanında çadırları çekiyorum.
Olcay da etrafı dolaşarak kamp alanını gözetiyor.
Akşam yemeğini yedikten sonra sunumlar oluyor. Sunumlar da Eurovello bisiklet rotaları ve Türkiye de yapılan çalışmalar. Sunumlar sonrasında sohbetler başlıyor gecenin bir zamanına kadar. Hava serinlemeye başladı. Ceketler, polarlar giyiliyor. Bu gün üç antik kent dolaştık, hakkında bilgiler aldık rehberlerden. Benim için iyi bir gün oldu diyebilirim. Daha önce gelip görsem de yeni şeyler keşfediyorum, yeni dostlar kazanıyorum. Kısaca hazinem çoğalıyor her geçen gün.
Bu gün yaptığım yol 52 Kilometre civarı.
Yaptığımız yolun haritası aşağıda