Etiket arşivi: apolyont

Mysia Bisiklet Turu 1. Gün

12 Mayıs 2017 Cuma

Gölyazı – Ayvaköy – Unçukuru – Hasanağa

(Kör arkadaşlarım için betimleme yapılmıştır)

 

Bir halin var seviyorum
Küçük ellerinden daha çok
Bir halin var özlüyorum
Sıcak dudaklarında yok

Yıldızlı gözlerinde ayrı ufuk
Bir halin var düşünüyorum
Bir halin var gülüyorum
Arsız burnunda çocuk
Bir halin var üzülüyorum

Cahit Külebi

 

Öne çıkan görsel, sağda yosun tutmuş kayalar. Karşıda, kayalardan köpürerek ağan çağlayan gölete dökülüyor.

Hamakta uyumanın keyfi ile erkenden kalkıp hazırlıklarımı yapıyorum. Eşyalarımı toplayıp çantalara yerleştirdim. Bir günlük tatil yetti bana. Çadır, uyku tulumu, mat gibi eşyaları sosis çantanın içine yerleştirdim. Sağ arka çantaya da mutfak eşyalarımı ve gereksiz eşyaları yerleştirip sadece tamir takımları ve gerekecek eşyaları sol arka çantama koyup bagaja bağladım. Sosis çanta ve diğer çantamı araca vereceğim. Gece ve sabahın erken saatlerinde festivale katılacaklar da geldi. Artık iyice kalabalık olduk. Sabah kahvaltısını Gölyazı kadınlarının satış yaptığı yere gidip kahvaltıyı yaptık. Burada formalar dağıtıldı herkese. Kahvaltı sonrası kamp alanına gelip eşyaları kamyona yükledik. Yükü hafifleyen bisikletlerle antik döneme ait olan mezarlık, yani Nekropol kazı alanına geldik. Bisikletleri tel çit ile çevrili kazı alanının girişindeki kapının dışına park ettik.

İçeri giriş yapıyoruz, gözüme ilk ilişen lahit mezarına ait olan kırık taş kapağı. Kim bilir hangi mezardan alınıp kırılarak yerde çimenlerin üzerine bırakıldı.

Zemin kayalık olduğundan lahitler kayaya oyulup ölmüş insanları gömüyor, üstüne de az önce resimde görünen kapak ile kapatılarak görev tamamlanıyormuş. Yerde kaya oyulup mezar sandığına dönüştürülmüş. Etrafına da emniyet şeridi çekilerek içeride kazının devam ettiğini belirtmişler.

Kazı ekibinden öğretimci elinde mikrofon ve taşınabilir bataryalı hoparlörden buradaki tarih ve kazılar hakkında bilgi veriyor.

Arkeolog kadın mezar başında, çevreye bisikletliler toplanmış dinliyorlar can kulağı ile.

Kimi mezarın üzeri dikenli ot sarmış.

Kimi mezar da toprakla yapılmış.

Mezarlar kayalara oyulmuş göl manzaralı.

Kimi yerde kazı çalışmaları devam ediyor, emniyet şeridi ile çevrelenmiş durumda. Kazı yapılan mezarların üzeri naylonla örtülerek yağmurdan ve dış etkilerden korunuyor.

Topraktan yapılmış mezar. Arkeoloğun anlattığına göre burada ceset konduktan sonra üzerine odun parçaları konularak yakılıyormuş. Cesetlerdeki ve topraktaki yanık izleri bunu belirtiyor. Uzunlamasına, dar, toprak mezar. Dikkatlice topraklar temizlenmiş. İçinde ceset var.

Cesedin baş kısmı tamamen yanık durumda simsiyah. Neredeyse toprağa karışmak üzere. Mezarlık Gölyazı’ya tek giriş yolunun iki kıyısında. Burası yarımadanın başlangıcı ve en dar su üzerinde kalmış toprak parçası.

Akropolden çıkıp köyün merkezine doğru geldik. Henüz yarımadada olan Rum Ortodoks kilisesine geldik.

Gölyazı Aziz Panteleimon (bazı kaynaklara göre Hagias Georgias) Kilisesi Anadolu Rum Ortodoks kiliselerinin önemli ve özgün örneklerindendir. Kaynaklar, eskiden köyde üç kilisenin bulunduğunu ve asıl kilisenin Aziz Georgios’a ithaf edildiğini anlatır. Yapım tarihi ile ilgili bazı kaynaklar 19. yüzyıl sonunu işaret etse de; kilisenin restorasyon çalışmaları sırasında ortaya çıkan 1903 ibaresi; büyük olasılıkla kilisenin bitiş tarihini gösterir.
Aziz Panteleimon Kilisesi, üç nefli, dikdörtgen planlı bir bazilikadır. Batısında narteksi bulunur. Naostaki nefleri oluşturan desteklerden yalnızca kuzeyde üç, güneyde de iki desteğin kaidesi günümüze ulaşabilmiştir. Yekpare meşeden oluşan bu desteklerin sadece ikisi günümüze ulaşabilmiş; restorasyon sırasında yine aslına uygun olarak yekpare meşe kullanılmıştır. Kilisenin doğusunda üç bölümlü apsisi bulunmakta olup, ana apsidde dışa doğru daralan bir pencere ve ona simetrik dikdörtgen iki niş bulunur. Apsidi tek basamaklı bir synthronon çevrelemektedir. İbadet mekânı kuzey ve güneyde birbirlerine simetrik altışar pencere ile aydınlatılmıştır. Kuzey-güney doğrultusunda dikdörtgen planlı olan narteksin yanlarında yuvarlak planlı iki merdiven kulesi ile ortasında dikdörtgen planlı üç bölümden oluşur. Kilisenin güney ve kuzey cepheleri payelerle beşer bölüme ayrılır. Yapının üzerini örten çift pahlı çatının büyük bir bölümü restorasyon öncesi yıkılmıştır.  Yeniden yapım sırasında duvarları moloz taş ve tuğla ile örülmüştür.
Mübadeleye kadar ibadet mekânı olan kilise, bu tarihten sonra çeşitli amaçlarla kullanılmış; ancak zamanın ve yangınların etkisiyle günümüze ciddi hasarlarla ulaşabilmiştir. Bursa Nilüfer Belediyesi tarafından aslına uygun olarak restorasyonu gerçekleştirilen kilise, yenilenme çalışmalarını ardından kültürevi olarak işlev kazanmış ve 2014 yılında hizmete açılmıştır.
Kilisenin giriş kapısı, güneş tam çatının ucunda parlak ışıklarını saçıyor. Kilise onarılıp uygun bir hale gelmesi beni sevindirdi. Yaklaşık 10 yıl önce geldiğimde kilisenin çatısı yoktu ve içerisi çöplükten girilmiyordu.

Kilisenin büyük kapısından tek kanadı açık olarak içerisinin görünümü. Tavandan sarkan avizelerde lambalar yanıyor. Eskiden mum yanarmış avizelerde.

Kilisenin içerisine giriyorum, önceki yıllarda gördüğüm çöpler yok. Duvarların çoğu yıkık döküktü ve çatısı yoktu. Şimdi ise pencereler yenilenmiş, çatı yeniden yapılarak üzeri örtülmüş. Çatıyı tutan meşe destek sütunları 6 tane. Oturma yerleri olarak mor renkte kumaş kaplı ahşap sandalyeler 7 sıra sağda, 7 sıra solda dizilmiş. Bazı özel günlerde Ortodokslar burada ayinlerini yapıyorlar. Kilisenin duvarlarında bir çok pencere var ve içerisi duvarların beyaz badanası ile iyice aydınlanmış durumda.

Nilüfer belediyesi hatıra olsun diye para basma kalıbı yaptırmış. Kurşun parçalara zımbayı koyup ağır bir çekiçle kuvvetlice vurunca yumuşak olan kurşuna iz bırakarak önlü – arkalı para yapmış oluyoruz. Para basma kalıbının üst kısmının resmini yakından çekiyorum. İç kısımları oyulmuş figürlerle.

Yuvarlak kurşun levhaya bir tane baskı yapıp kendime hatıra olarak alıyorum. Kalıbın alt kısmında basılı para. Kocaman bir kütüğün üzerine kalıp konulmuş. Kalıp 4 vida ile meşe kütüğüne sabitlenmiş.

Kilisenin iç balkonunda Nafiz bana doğru bakarken çekiyorum bir poz. Kafasından kaskını çıkarmamış.

Para basmak için sıra bekleyenler ve oturma sandalyeleri.

Kilisenin dışında bitişik olarak duran ev de onarılarak Kültürevi olarak ziyarete açılmış. Bina iki katlı taş örülerek yapılmış. Üst katı belirtir kahverengi tahta, köşeden yukarıya kadar yapılmış. Üst katın duvarları sıvalı, beyaz banana yapılmış. Al kat sıvasız ve taştan yapılı. Üst katta iki pencere kahverengi boyalı. Giriş kapısı da öyle. Çatıdan aşağı yağmur suyunu boşaltan boru aşağıya kadar inmiş. Burası kiliseye ait ve papazın evi olarak kullanıldığını düşünüyorum. Bisikletim KUZ köşeye yaslanmış olarak duruyor.

Kilise ziyaretinden sonra Gölyazı merkeze, Ağlayan Çınar ağacının olduğu yere geldik. Ağlayan Çınar ağacının yanındaki meydanda toplandık, eskiden burada çay bahçesi vardı ve ağacın görünümünü bozuyordu. Çınarın altını komple işgal ederek ziyarete gelenleri dar alanda bırakıyordu. Şimdi ise etrafta hiç bir şey yok ve ağacın güzelliği ortaya çıkmış.

Ağlayan Çınar’ın bir dalı yana doğru gidince ağırlığı taşımak için dirsek olan yerin altına beton destek yapılmış. Ağacın gövdesinin içi çürüyerek boşluk oluşmuş. Yana doğru giden dalın içi de aynı şekilde boşluk var.

İşte bu yana doğru uzamış dalın boşluğunda köpek sıcaktan etkilenmesin diye girip serin yerde uyuyordu. Ben de uyuyan köpeğin resmini çekiyorum.

Ağlayan çınarın göz yaşlarının düştüğü yere mermerden kocaman çınar yaprağı konulmuş. Ağacın altında böyle mermer çınar yapraklarından bir kaç tane daha var ama kimisi kırılıp yok olmuş durumda. Ben de sağlam olanın bir tanesini çekiyorum. Çınar yaprakları insan elindeki parmaklar gibi beş tane çıkıntısı var. Mermer plaka da ona göre kesilmiş ve damarlarını da oyarak yapmışlar. Mermer yaprak küçük bir kaidenin üzerine konulmuş.

Buraya gelmemizin nedeni Mysia Yolları Bisiklet Turu için büyük desteği veren Nilüfer Belediye başkanının gelip turu başlatması. Turu düzenleyen arkadaşların çoğu belediyede çalışıyor. Turun lideri Ercan Hafız tur için bizlerden destek almıştı kış aylarında. Türkiye’de tanınmış kişileri ve tur düzenleyenleri davet edip çalıştay yaparak misafir etmişlerdi.

Turun pankartını açıp Belediye başkanı ve katılımcılar Ağlayan Çınar ağacının önünde resim çekiyorum. Pankartta 12 –  13 – 14 Mayıs 2017 MYSİA YOLLARI BİSİKLET TURU yazısı var.  Pankart siyah, üstteki yazılar sarı renkte, alttaki yazılar da beyaz renkte.

Turu düzenleyen ekip pankartın ardında toplaşıp resim çekiyorum bir poz.

“Tanrı Zeus’un çocuğunu taşıyan Leto, doğum yapabilmek için küçük bir kara parçası bile bulamaz. Zeus’un karısı Tanrıça Hera, evliliğin koruyucusu olan ev ve ocak tanrıçasıdır. Hera, kendi evliliğini korumak için canlı cansız tüm varlıklara, Leto’ya çocuğunu doğurması için yer göstermemelerini emretmiştir. Leto, böylesi zor bir durumdayken sadece bir ada ona yardım etmeyi kabul eder. Ada sabit değildir. Su yüzeyinde gezebilmektedir. Bu yüzden diğer toprak parçaları gibi Hera’nın öfkesinden korkmaz. İris’in Hera’yı bir mücevherle kandırması sonucu, doğum yapanlara yardım eden Tanrıça Eileithyia da Leto’nun yanına gelebilmiştir. Leto önce bir kız çocuğu doğurur: Artemis… Peşinden de onun yardımıyla Apollon dünyaya gelir. Hep o cesur ada sayesinde… Apollon ışık ve aydınlık tanrısıdır, adım attığı her yer otlar ve çiçeklerle dolar ve ada bir cennete dönüşür. İşte Gölyazı, Anadolu’da Işık Tanrısı Apollon adına kurulmuş 8-9 antik yerleşimden tatlı su kenarında kurulmuş tek şehirdir.”

“Çok önceleri, Marmara Denizi’nin güneyindeki Odrysses (Mustafakemalpaşa) Çayı, Bandırma’dan denize dökülürdü. Apolyont Gölü de ortalarda yoktu. Bugün gölün olduğu yerde Apollonia, Mustafakemalpaşa’nın bulunduğu yerde de Melde (Miletepolis) kenti bulunuyordu. Apollonia Kralı’nın, güzelliği dillere destan bir kızı vardı. Melde Kralı, bu güzeller güzeli prensesi oğluna istedi. Ancak genç prenses, gönlü olmadığı için varmadı prense. Baba Kral, bir tepe üzerinde saray yaptırarak sakladı kızını. Çok öfkelenen Melde Kralı ise bir felaket getirmek istedi baba kızın başına. Ve Odrysses’in sularını Apollonia topraklarına doğru çeviriverdi. Apollonia toprakları sular altında kaldı, ama kent ile prensesin sarayı, çevresi surlarla çevrili bir ada olarak kaldı. İşte Apolyont Gölü böyle oluştu.” Apolyont, dünyada suyu içilebilen üç gölden biriydi. Göl kenarındaki evlerden sallanan bakraçlarla eve çekilirdi su. Öyle lezzetliydi ki Apolyont’un suyu, içen bir daha içmek isterdi.

http://bursadazamandergisi.com/makaleler/isik-tanrisinin-sehri-golyazi-2641.html

Mysia yolları adı altında bu bölgede gönüllülerin yaptığı çalışmalar sonucu yürüyüş yolları ve bisiklet yolları ortaya çıkarılmış. Güzel bir çalışmanın sonucu yürüyüş ve bisiklet yollarını gösterir tabelalar dikilerek sabitlenmiş. Buraya gelip yürümek, ya da bisiklet sürmek isteyenler tabelaları ve işaretleri takip ederek gezebilirler. İzmir de yaptığımız Efes – Mimas yolları çalışması gibi. Bizler de bu yolların açılışını ve ilk gezginleri olarak yapmaya çalışacağız. Elbette bisikletle.

Aşağıda Gölyazı dan başlayan yol tabelası sarı direğe üç tabela bağlanmış. Üstteki tabelada MİSİ 58 KM, ortadaki tabelada AKÇALAR 13 KM yazısı kahverengi zemine beyaz renkte yazılmış. Bu iki tabela yürüyüş rotasını belirtiyor. Alttaki tabelada ise MİSİ 50 KM  sarı zemine siyah renkte yazısı yazılmış. Bu tabela bisiklet rotasını belirtiyor. Yürüyüşçülerin tabelasında sırt çantalı yürüyenlerin siluetleri basılı Mysia yolu diye. Bisiklet tabelasında da bisiklete binen birinin silueti basılı.

AĞLAYAN ÇINAR

Apolyont

Tarihin verdiği yorgunlukla yan yatmış ulu bir çınar… Lakin, yaşamaktan umudunu kesmemiş, uzanmış öylesine bağrı yanık. Yaprakları hüzün, içi kan ağlarcasına savaşlara, acılara, kara sevdalara, tercüman olurcasına ardında sevgi bahçesi, açamayan gonca bir gül; Önünde oluk oluk göz yaşlarının eseri koca bir göl.

Mehmet Okatan

Ağlayan çınar tabelası üstte, çınar resmi ve yazısı kahverengi zemine beyaz renkte yazı yazılmış. Alttaki tabelada ki yazı beyaz zemin üzerinde siyah renkte yazılı.

Ağlayan çınar yaklaşık 750 yaşında

Belediye başkanı turu başlatıyor ve yola çıkıyoruz. Bir süre ana yola doğru gittik. Ana yola çıkmadan toprak yola saparak gitmeye başladık. Tarlaların, bahçelerin arasından giderken önümde giden Cem durup kafasını bana çevirerek poz veriyor.

Arazide, toprak yolda bisiklet sürmek gibisi yok. Kendimi doğanın içine bırakıyorum. Sarı çiçek açmış otlar, ağaçlar tek tük.

Beni zorlu yollarda hiç sorun çıkarmayan bisikletim KUZ. O da bir resim çekilmeyi hakkediyor.

Tarlalar çoktan sürülüp ekilmiş bile. Ürünler adeta fışkırmış. Dümdüz bir ova karşıki dağlara kadar gidiyor. Dağlar uzaklarda.

Ara sıra tabiatın güzelliğini bozan çirkinlikleri de görmemiz olası. Yol kıyısına çöpleri atıp kurtulmuşlar sanki. Ama çöpler orada duruyor, geleceğini kirletmeye devam ediyor insanlar.

Sanki belediye bizim geçeceğimiz yolları dozerle yeni düzeltmiş. Tam da yolun ortasında kaplumbağa durmuş korkarak geçen bisikletçilere bakıyor. İlk defa bisikletçi birisini görünce korkması doğal. Yaşam alanlarına girmeye başladık kaplumbağanın. Önümde bir bisikletçi gidiyor. Yolun kıyıları çalılar ve ağaçlarla kaplı.

Toprak yol bazı yerde dere yatağından geçiyor. O yüzden bisikletçiler bisikletten inerek elinde sürerek karşıya geçiyor. Su çok az akıyor ama dere yatağı taşlı ve biraz su birikintisi var.

Arazide toprak yolda bir süre gittik. Akçalar köyünden Hasanağa organize sanayi bölgesine gittik. Burada dondurma fabrikasının bahçesinde mola verdik. Fabrika bizlere tarihi geçmiş dondurmaları yedirdi. Bunu fark ettiğimizde yetkililere neden veriyorsunuz bize tarihi geçmiş dondurmaları verdikleri cevap hatalı basım. Pek te inandırıcı değil, sıcak havanın etkisi ile yenen soğuk dondurmalar kimsenin hastalanmasına neden olmadı. Burada gereğinden fazla zaman geçirdik. Neyse fabrikadan ayrılıp esas önemli olan bir yere geldik. Hemen yakında olan Aktopraklık Höyüğü 8000 yıllık geçmişi ile bizi büyüledi. İlk çağlara ait bulgular kazı yapılan yerdeki binada sergileniyor.

Kazı ekibinden Arkeolog arkadaş bizlere Aktopraklık Höyüğü hakkında bilgi veriyor.

Aktopraklık Höyüğü, Bursa İl merkezinin 25 km. güneybatısında, Nilüfer İlçesi’nin batısında, Ulubat Gölü’nün doğu kıyısında yer alan bir höyüktür. Akçaları Sırtı Höyüğü ve Aktopraklık Mevkii olarak da bilinmektedir. Höyük, göle dökülen iki dere yatağının ayırdığı iki yükselti üzerinde, bir de bu yükseltilerden birinin güney yamacında olmak üzere ayrı üç alana yayılmıştır. Bu yerleşimler A, B ve C olarak adlandırılmaktadır. Bir Neolitik Çağ yerleşmesi olan Aktopraklık C yerleşmesi daha sonra Aktopraklık B yerleşmesine taşınmış ve bundan sonra, Erken Kalkolitik Çağ’da Aktopraklık C mezarlık olarak kullanılmıştır. Aktopraklık C mezarlığının 1.400 metrekarelik bir alana yayılmış olduğu belirtilmektedir. Tepe, 150 x 100 metre boyutlarında olup yüksekliği iki metredir.

Höyük ilk olarak 2002 yılında, sanayi sitesi yapılacak alanda, İstanbul Üniversitesi Edebiyat Fakültesi, Prehistorya Anabilim Dalı’ndan bir ekibin yaptığı yüzey araştırmaları sırasında tespit edilmiştir. Söz konusu kürsüden Prof. Dr. Necmi Karul başkanlığında 2004 yılında kurtarmak kazılarına başlanmıştır. Ertesi yılki kazıların hemen ardından Bursa Arkeoloji Müzesi’nin sit alanı belirleme çalışmalarında höyüğün 100 metre kadar kuzeyine Kalkolitik Çağ’a tarihlenen bir mezarlık tespit edilmiştir. Mezarlık kazısı da 2006 yılı programına katılmıştır. Tepelerin Neolitik Çağ’da iskan edildiği ve bu iskanın Erken Kalkolitik Çağ ve Orta Kalkolitik Çağ boyunca devam ettiği belirtilmektedir.

Aktopraklık A, Ilıpınar V tabakasıyla benzerlik göstermektedir.

Aktopraklık B yerleşimindeki tabakalardan birinde Erken Kalkolitik Çağ’a tarihlenen Ilıpınar VII – VIII tabakalarıyla denk olan Balkanlar’ın Orta Neolitik tipteki figürinleri, kemik aletler ve çok miktarda mermer bilezik ve boncuk bulunmuştur.

Aktopraklık C yerleşimi mimarisi, dal örgü ve yuvarlak planlı yapılar olarak görülmektedir. Kuzeybatı Anadolu’daki Menteşe, Fikirtepe ve Temenye gibi yerleşimlerde görülen yuvarlak ya da oval biçimli, basit dal örgülü, çukur tabanlı evler Aktopraklık Höyük’de de karşımıza çıkmaktadır. Ölüler evlerin taban altına gömülmüştür. Fikirtepe Kültürü özellikleri taşımaktadır. Roma Dönemi’nde yeniden iskan edilmiştir.

Aktopraklık C Neolitik çanak çömleği bölgedeki diğer yerleşimlerde olduğu gibi monokram mallarla temsil edilmektedir. Ancak bu tabakalarda Menteşe Höyüğü ve Barcın Höyük’te sık rastlanan krem ve bej rengi mallar da oldukça fazladır. Bu tip mallar Fikirtepe Höyüğü ve Temenye Höyüğü’nde (Pendik) az rastlanırsa da Fikirtepe Kültürü’nün erken evrelerinde daha yoğundur.

Aktopraklık C nekropolünde ölülerin “hocker” (ana rahmindeki gibi) gömüldüğü görülmektedir. Mezarlarda bulunan çanak çömlek, mermer bilezik ve boncuklar, Aktopraklık B ile ilişkilendirilmektedir. Bunun altındaki tabaka ise “Fikirtepe tabakası” olarak tanımlanmaktadır ve Ilıpınar IX – X ile denk görülmektedir.

Kaynak : Wikipedia

Kazılarda bulunan eserler müzenin içinde camekanlarda sergileniyor. Kırmızı çömlek, yağ kandili iki ağızlı. Biri üstte, biri yanda iki deliği var. Bir de şimdiye kadar ilk defa gördüğüm dikdörtgen çömlek. Çömleğin dört ayağı var. Bunlar pişmiş topraktan yapılmış. Bir tane de deniz kabuğu.

Pişmiş topraktan kolsuz, bacaksız ve kafası olmayan kadın gövdeleri. Büyük bir olasılıkla nazar için koruyucu Tanrıları temsil ediyorlar. Başlar dara düşünce heykeli eline alıp Tanrıya beni bu sıkıntıdan kurtar diye dua ediyorlarmış. 6 tane gövde var, bunlardan en sağdaki insan kafası.

Başka bir camekanda 12 tane küçük hayvan heykelleri sergilenmiş.

Taş boncuklardan yapılmış kolye.

Yapılan kazı çalışmalarında elde edilen buluntulara göre bitişik düzende kare, kerpiç evlerin maketi. 14 tane ev yan yana, 5 tane ev sıralı evlerin önündeki meydanda dikine sıralanmış. Küçük bir ağıl sağda, içinde koyun maketleri. Ortak kullanılan ekmek pişirme fırınları. Şirin bir köy olmuş.

Maketi daha yakından çekiyorum, fırında ekmek pişiren bir kadın. Minik tek odalı evler, penceresi yok. Sadece giriş kapısı var.

Mezarlıkta bulunup müzede sergilenen insan iskeleti. Sol tarafına yatırılmış, bacakları karnına doğru çekilmiş durumda. Yanında bir çömlek, ayakların altında dört çömlek daha. Kemiklerin çoğu sağlam, bazıları bozulmuş durumda. Çömlekler ve kaplara ölü gömülürken çeşitli yiyecekler konulup öbür dünyada yemesi için bırakılıyor.

Alet olarak kullanılan hayvan kemikleri.

Kırılıp ufalanmış çanak, çömlek parçaları.

Suda yaşayan kabuklu canlıların süs olarak kullanılmak üzere kurutulmuş. Midye ve salyangoz kabukları cam kabın içinde.

Çanakların içinde çeşitli tohumlar sergilenmiş. Buğday, arpa, bakla, kırmızı mercimek, yaban mersini bunlardan örnekler.

İkisi boş, birinde yuvarlak sapan taşları ve bir sapan. Bir meşinin iki kenarına uzun ip bağlanmış. Küçük bir kesede de sapan taşları duruyor. Bu sapanla küçük hayvanları ve kuşları avlamak için kullanılıyormuş vakti zamanında. 8000 yıl kadar önce.

Çömlek kaplar ve bir Tanrıça heykeli. Heykel pişmiş topraktan yapılmış, göbekli ve göğüsleri iri, sarkmış. Sanki kolları ile ok ve yay tutar gibi. Av tanrıçası olabilir.

8000 Yıl önce kullanılmış ok başları. Uçlarına sivri taş parçaları iplerle sıkıca bağlanmış.

Dal parçası baston gibi, bir şeyi tutup çekmek için kanca olarak kullanılıyor.

Yay ve ok sadağı, sadağın içinde dört tane ok var.

Şimdiye kadar bilmediğim bu 8000 yıllık tarihi eserlerin bulunduğu yerin sadece müze kısmını gezebildik. Kazı yapılan yeri göremedik. Dondurma fabrikası yerine buraya gelip iyice gezmeliydik. Neyse yapacak bir şey yok, başka zamanda gelip detaylı gezerim kazı alanını. Benzeri İzmir de Yeşilova höyüğünde görmüştüm. Yeşilova höyüğünün tarihlendirilmesi 8500 yıllara dayanıyor. Aynı biçimde evler, aletler, çanak – çömlekler, avlanma aletleri. O zamanlarda, yani 8000 yıl önce insanlar barış içinde yaşıyorlarmış. Sadece avlanmak için silahları varmış. Herhangi bir savaş, işgal, öldürme olayları olmamış buluntulara göre. Savaşsız, sömürüsüz, barış içinde. Aktopraklık höyüğünden ayrılıyoruz.

Yola çıktık ve düz ovada, göl seviyesine yakın. Denizden de 7 ila 15 metre arası yükseklik var. Buralara özgün kara incir ağaçları içinden geçen yolda gidiyorum.

Göl buradan görünüyor, kartal tüyümün arkasından. Ağaçlar önümde yeşil bir denizi oluşturmuş.

Düz arazi bitti, artık tırmanmaya başladık dağlara doğru. Bursa’nın yeşilliğinde çıkıyorum yokuşu.

Meşe ormanı dibinden geçen yol ve yolun kıyısında mor çiçekler açmış otlar. Mor çiçekler uzun bir dal gibi yukarı doğru uzamış.

Rakım yükseldikçe manzara da gözle görülür biçimde güzelleşmeye başladı. Ulubat gölü, karşı kıyıda Gölyazı adası ve yarımadası görünüyor. Arada durup bu güzelliği çekmek gerek, yoksa bu güzelliği kaçırırım. Bir daha nerede göreceğim. Hem ilk defa görüyorum buraları. Ben her duruşta resim çektikçe bisikletli grup iyice uzaklaştılar. Önümde kimse kalmadı sayılır. Bence hiç önemi yok. Bu güzellikleri görüp izlemesem çok şey kaçırmış olurum. Varsın gitsinler, nasıl olsa bir yerde yakalarım öndekileri.

Yeşillik ve tırmanış devam ediyor.

Tırmandıkça manzara daha da güzelleşmeye başladı ve Ulubat gölünün daha geniş bir alanını görebiliyorum. Bir kaç tane ada manzaramın içinde yerini almış.

Sağımda dağlar, tepeler uzatıp gidiyor.

Ormanın içinde, yol kenarında kimi yerlerde bahçeler yapılmış. Önümde incir ağacı, meyveleri henüz yeşil ve taze. Olgunlaşmalarına daha epey zaman var.

Önümde koca bir ağaç, komple çekiyorum resmini. Kareye de yorulmuş bir bisikletçi yürüyerek yokuşu çıkmakta. Büyük bir olasılıkla böyle yerlere hiç çıkmamış, antrenmansız birisi.

Tabelada yazılana inat Ayvaköy’e geldik. İşin garip tarafı yazılan Ayvaköy köy olarak belirtilmiş, altına da mahallesi. Köyleri ortadan kaldırmaya niyetleri olsa da Ayva mahallesi değil de Ayvaköy mahallesi deseler de burası bir köy olarak kalacaktır.

Ağaçlar, kimisinin gövdesi sarmaşıkla kaplanmış, böğürtlen bitkisi ve bunların arasında zambak çiçekleri mor açmış.

Artık iyice yükseldik, Uluabat gölü dağların, tepelerin ardında kalmaya başladı. Bulunduğum yerde meşe odunu istifi var. Kartal tüyü de sağ tarafta manzara ile birlikte.

Asırlık çam ağacı muhteşem görünüyor. Arkası orman ve ağaçlar. Solda küçük bir incir ağacı.

Ayvaköy içine girerken eski bir ev karşıma çıkıyor. Karkas biçimde (Kerpiç ve ağaç karışımı) yapılmış ev terk edilerek bozulmaya başlamış yer yer.

Öndekiler çoktan varmış bile. Ben aheste aheste, manzarayı ve doğadaki yeşilliği izlemekten epey geç geldim köye. Köyün içinden geçiyorum. Cami ve köyün bakkalı karşımda. Arasından geçen yoldan gideceğim.

Ayvaköy de Ayvaini mağarası var. Onun olduğu yere doğru gidiyorum. Burası sarp kayalıkların olduğu arazi yapısı var. Yol parke beton taş döşeli.

Evin bahçesinden dışarı taşmış kiraz ağacı göründe duruyorum. Evin sahibi de dışarıda. Bana “Koparıp yiyebilirsin” deyince yeni kızarmaya başlamış kirazlardan bir kaç tane koparıp yiyorum. Tadı nefis, dalından koparıp yemek gibisi yok. Kirazların tadını çıkarıyorum ve ev sahibine teşekkür ediyorum kirazlar için.

Dalında yarısı kızarmış, yarısı yeşil kirazlar ve yaprakları.

Kirazları yerken iki çocuk geliyor yanıma, merakla bana bakıyorlar. Hemen kesemi çıkarıp birer Lira veriyorum. Bakkaldan bir şeyler alıp yesinler diye. Çocuklar çekinerek parayı alıyorlar teşekkür edip. Şimdiye kadar para kesemden hiç bir çocuğa para vermedim. Bakkalın önünde bir şeyler ısmarladım, parayı da bakkal amcaya verirdim. Şimdi ise bakkal yok ortalıkta, mecburen para vermek zorunda kaldım. Çaktırmadan çocukların resmini çekiyorum sağda bisikletimle beraber.

Ayvaköy adından da anlaşılacağı gibi buranın ayvası meşhur.

Türkiye’nin en uzun altıncı mağarası olan Ayvaini Mağarası, Uluabat Gölü yakınlarındaki pek çok şirin köyden biri olan Ayva Köyü’nde yer alıyor. Güney Marmara Bölgesi’nin en uzun yeraltı geçidi olduğu belirlenen mağaranın ikinci ağzı ise Mustafakemalpaşa’ya bağlı Kazanpınar ve Doğanalan köyleri arasındadır.
Yer kabuğunun kırıklarla parçalanarak ayrı kıtalara bölünmeye başladığı ‘Mezozoik Zaman’dan günümüze gelen Ayvaini Mağarası, 1970 yılında 3 kişilik bir İspanyol ekip tarafından keşfedilmiştir.
Hidrolojik olarak etkin durumda olan mağaranın Ayva Köyü’ndeki ağzından yeraltı suları çıkmaktadır. Uzunluğu 5,5 kilometreyi bulan mağaranın içinde yer yer 3-4 metreye ulaşan 60 adet gölcük yer almakta, mağaranın çıkışındaki gölcüğün uzunluğu ise 400 metreyi bulmaktadır. Su seviyesi ise mevsimsel etkilerle değişmektedir.
Olağanüstü sarkıt ve dikitlerle kaplı, duvar damlataşları, sulu damlataş havuzları ve gölcükleri, el değmemiş yapısıyla gerçek bir doğa harikası olan Ayvaini Mağarası, özellikle mağaracı ve dağcı keşif tutkunlarının uğrak yeridir.

Ayvaini mağarasını gezemiyorum, artık başka sefere gezerim. Ayva meşhur olunca Ayvaini mağarasına yakın yerde akan çayın dibinde piknik yeri var. Buraya bir de çeşme yapılmış yapılmasına da öyle bildiğiniz çeşme değil. Kocaman bir ayva, alt kısmında dört tane çeşme, yerde yuvarlak yalak ve ayvanın üzeri çardak olarak kapatılmış. Ayva kocaman ve olgunlaşmış sarı renkte. Tepesinde sapı ve bir tane çok küçük yaprağı var. Ayvaya yakışmamış yaprak, güdük kalmış. Yalak yeşile boyanmış komple.

Burada öğle yemeğini yiyoruz. En son ben geldiğim için kazan dibi bana kaldı. Bol kuru fasulye ve pilavla karnımı doyurdum bir güzel. Sonrasında yakınlarda şelale olduğunu söylediler. Hiç zaman geçirmeden çayın yatağından yürüyerek şelaleye doğru gitmeye başladım.

Çayın suyu tertemiz akıyor yosun tutmuş taşların arasından.

Küçük çağlalar halinde kayaların, taşların arasından şarıl şarıl akıyor çay. Yosun tutmuş taşlar ve hayıt çalısı henüz yaprak açmamış.

Çay yatağında akan sulara yamaçlardan gelen küçük dereler de katılıyor yer yer. İşte bunlardan birisi yamaçtan çağlayarak çaya karışırken. İşin aslı birleşerek güçleniyor çay.

Ovalarda nehir yatakların hakimi genellikle söğüt ağaçlarıdır. Toprak zeminde, bol su söğüt ağaçlarının yaşam şartları için ideal. Düz ovada pek çınar ağacı bulunmaz. Arazi düzlükten dağlara çıkmaya başlayınca söğüt ağacı naziktir ve kayalıkta zora gelemediğinden yerini çınar ağaçlarına bırakır. Sert kayalıkta kendine yaşam alanı bulan çınar artık dağların hakimi benim der. Çay suları çatlakların arasına girdikçe çınar ağacının kökleri de kendine yol bulur ve sağlam kökleri ile yüzyıllar boyu yaşar. Bu sayede kısa süren canlıların bir kaç nesil, belki on – onbeş nesil boyu görmüş geçirmiş olur. Nehir yataklarında yaşayan söğüt ağaçları nazik olduğundan yüz yıl bile yaşayamaz, çürüyüp yerini genç söğütlere verir. Hani derler ya “Her ağacın kurdu kendinden olur” diye. Ilıman yerlerde, ovada yetişen nazik söğüt ağaçları kendi kurdu kendini çürütüp yaşamını bitirir. Oysa sert kayalıkta, soğuk iklimlerde yetişen çınar ağaçları kendi kurdu ile baş edebilir. Yüz yıllar geçtikçe kendi kurdu içten yemeye başlar. Çınar da gövdesinin içini kurtlara verir ama kabuğa yakın yerleri sağlam kalır. Sağlam kalan dış kısım çınarın daha çok yaşaması için yeter de artar bile. Dondurucu soğuklar kurtları öldürerek ağacı korumuş olur. Kimi çınar ağaçlarının gövdeleri kurttan korunma yollarını bulmuştur ve gövdesi sağlam kalır.

Çayın dibinde kayalarla bütünleşmiş olan bir kaç asırlık çınar ağacı karşımda tüm heybeti ile duruyor.

Şelaleye geldim, çayın soğuk suları yüksek kayalıklardan köpürerek aşağıya akıyor. Aktığı yer ise doğal bir havuz, geniş, derin. Gördüğüm manzara karşısında yanıma su donumu ve havlumu almadığıma pişman oldum. Nerden bilecektim böyle yüzülebilecek bir yer olduğunu. Havuzu, şelaleyi, yosun tutmuş kayalar ve çınar ağacının meydana getirdiği güzelliği seyretmekle geçirdim sadece. Bu resmi öne çıkan görsel olarak seçiyorum.

Şelaledeki havuza girememenin hüznü ile geriye dönüp gruba katıldım. Hep birlikte yola çıkıyoruz. Yükseklerde olduğumuz için bazı yerlerde Ulubat gölü kendini gösteriyor. Ben de durup bir poz çekiyorum. Bir sağ tarafımda olan Gölyazı ve adalar.

Sol tarafta tepelerin ardında uzanıp giden gölün bataklık kıyıları.

Yolda giderken kendini fark ettiren kırmızı bir çiçek görünce duruyorum. Bisikletimden inerek şimdiye kadar görmediğim çiçeği hayranlıkla izliyorum. Bu çiçeğin adı Şakayık çiçeği, Muazzez Abacı tarafından söylenen şarkı Şakayık Çiçeğine adanmıştır.

Bırak aksın sırma sacın telleri
Tak üstüne yazmadaki gülleri
Yonca kokan o kınalı elleri
Kıymet bilen ele uzat şakayık  

Mor şalvara bağlamışsın ipek şal
Rengi vurmuş yanakların al olmuş
Yaprak gözlüm dudakların mercan bal
Güzelliğin hep dillerde şakayık    

İnceciksin göllerdeki saz gibi
Yüzün bahar bakışların yaz gibi
Kurban olam cefan bile naz gibi
Seni seven gönülde aç şakayık  

Gel şakayık sakın gitme ellere
Güzel adın sonra düşer dillere
Benzeme sen yabandaki güllere
Sen kırların çiçeğisin şakayık

Ayten Baykal

Yüksek yerlerde yetişen Şakayık çiçeğine herkes değişik adlar takmış yöresel olarak. Bunlar; Paeonia Peregrina, Şakayık, Ayıgülü, Bocur, Yörük Çiçeği, Dağ Zambağı, Karadülbent, Kâme, Yaban Lalesi ve Kan Çiçekleri. Yaprakları yeni açmış gibi canlı yeşil rengi, kırmızı taç yaprakları ve içindeki üreme organları sarının en güzel rengi ile büyüleyici bir çiçek. Buraları doğada kendi kendine yetişen Şakayık Çiçeğinin tam açma zamanına denk gelmek büyük bir şans benim için. Bu mükemmel çiçeği doyasıya seyrediyorum, grup varsın gitsin. bu güzellik bana yeter.

Yol kıyısında, meşe ormanlarının başladığı yerde arada bir tane Şakayık çiçeği görüyorum. Orman içinde daha çok çiçek olduğuna eminim.

Ormanın içinde gidiyorum, ne önümde birisi var ne de ardımda. Tek başınayım ve mutluyum bu güzellikler içinde bisiklet sürmekten.

Dönemecin arkasında ne var göremiyorum. Gidersem göreceğim. Zaten meşe ormanı yeterince güzelliğini bana sunuyor. Sağım solum meşe ağaçları ile kaplı durumda.

Meşe ağaçları orman olunca sıklıktan gövdeler ince ama boyları uzun. Güneş ışığından daha fazla yararlanmak için diğer kardeşleri ile rekabet halinde. Hani ünlü şairimiz Nazım hikmetin yazdığı gibi “Yaşamak bir ağaç gibi tek ve hür ve bir orman gibi kardeşçesine”.

Ve karşımda dayanılmaz bir güzellik. Tazeliği, yeşilin açık tonu ile diğer meşe ağaçlarındaki yapraklardan farklı olarak açmış meşe yaprakları güzelliği ile büyülüyor adeta. Ayrıca diğer yapraklardan daha iri ve canlı görünmesi muhteşem. Bakmaya doyamıyorum.

Bu güzelliğe gölge düşüren görüntüler de gözüme çarpıyor. Soda şişesi ve plastik şişeler atılmış arabadan geçerken yol kıyısına. Yazık bu güzelliklere ama güzelliği göremeyen, sadece nefes alıp veren yiyen ve yediklerinin çöplerini her yere atan yaratıklar var Dünyada. Ne yazık ki doğa bu yaratıkları yok edemiyor nedense.

Artık yaylalardayız, köy kavramını yok eden zihniyetin bir ürününü görüyorum. Hoş geldiniz Mustafa Kemalpaşa Kazanpınar Mahallesi tabelası her ne kadar mahalle yazsa da burası Köydür ve Köy olarak kalacaktır. Aslında aklıma köyden başlayan bir devrim geldi. Hasan Ali Yücel’in eğitim bakanlığı döneminde resim öğretmeni olan İsmail Hakkı Tonguç tarafından hayata geçirilen “Köy Enstitüleri”. Köyden başlayacak aydınlanma ve kalkınma eğitim sistemini derebeylik düzenini yürüten Köy ağaları ve beyleri elindeki zenginlik gidecek endişesi ile Amerika’nın kapitalist oyunlarınla kapatılıp yok edilen Köy Enstitüleri. Bunun sonucu olarak Köy terimlerini de ortadan kaldırma çalışmalarının bir ürünü olduğunu düşünüyorum. Enstitüler kalkmıştı 1947 de, şimdilerde ise Köy yazıları tarihe karıştırmaya çalışılıyor.

Toprak yol, seyrek ağaçlar, solda tabelada Bursa büyükşehir belediyesi Hoş Geldiniz Mustafa Kemalpaşa Kazanpınar Mahallesi yazısı. Sağ altta kartal tüyüm.

Sert geçen kış ayları nedeni ile buralarda daha çok Meşe ağacı görüyorum etrafta. Ağaç boyları da kış aylarının sertliğine göre uzamış. Yeşil çimen kaplı arazide Meşe ağaçlarından oluşan orman.

Meşe ağaçları bol olunca yakacak olarak düzenli kesilen ağaçlardan elde edilen odunlar belli bir yerde istif ediliyorlar. Bu istiflerden biri yol kenarında karşıma denk geldi. Meşe odunları bir metrelik boylarda kesilip dizilmiş. Satılırken metre küp olarak satıldığından hesaplaması kolay oluyor. Odunlar 15 ila 20 santim çapında.

Yaylalarda köylerden Unçukuru köyüne geldik. Tabelada sadece Unçukuru yazıyor. Araçların 50 Km hız sınırını gösterir yuvarlak, kenarı kırmızı tabela da üstte kondurulmuş.

Artık yıllara meydan okumayı bırakmış kerpiç, ahşap karışımı karkas yapılmış bir ev çamurdan sıvaları yer yer dökülmeye başlamış. Ahşap olan kısımlar ortaya çıkarak zamana teslim olmuş gibi. Köşedeki kalın kalastan yapılmış kolon tamamen ortada.

Yemyeşil doğanın içinden Ulubat gölünün incisi Gölyazı buradan görünüyor.

Unçukuru köyüne giriş yapıyoruz. Her ne kadar adında çukur olsa da rakım buralarda 500 metre civarında. Köyün girişinde betondan yapılmış kemer içinden geçen yoldan geçiyoruz bisikletlerimizle.

Artık zirvedeyiz, yüksekte olmamız manzaranın göz alabildiğince uzakları görmemizi sağlıyor. Gölyazı, Ulubat gölü ve ötesi manzarayı oluşturuyor.

Meşe ağaçlarının hakim olduğu ormanın içinden geçiyoruz.

Zirveye çıktık, buradan sonra inişi çıkışı az ama daha çok iniş kısmında bisiklet süreceğiz. İnişte kendini salmış dört bisikletçi ve meşe ormanı.

Meşe ormanı içinde bazı yapraklar aşırı iri diğer yapraklardan. Gözle fark edilen bu yaprakların rengi daha canlı ve parlak.

Asfalt yoldan sola sapıyoruz ormanın içinden geçen toprak yola. Sert toprak zemin bisiklet sürmeye elverişli. Demir elektrik direklerinin taşıdığı enerji kablosu yol boyu gidiyor.

Toprak yolda bazı yerlerde yağmur suları yolu bozmuş. Bizleri bu yolda dikkatli gitmemiz için uyarı yapan ve turu düzenleyen Ercan Hafız bisikletini toprak yolda kaydırıp düşüyor. İlk müdahalede anladığım kadarı ile kırık var, o yüzden fazla kımıldatmadan ambulansı bekledik. Ambulansa bindirip hastaneye gitti. Sonradan aldığımız habere göre kolunda kırık var, alçıya alınmış.

Ercan Hafız’ı ambulansla yolladıktan sonra yolumuza devam ettik. Uluabat gölüne doğru burun yapan bir arazinin ucunda yangın gözetleme evine geldik. Terası olan bir binanın terasında bisikletçiler çıkmış manzarayı seyrederken ben aşağıdan onları çekiyorum. Teras kenarında demir korkulukla çevrelenmiş. Bir odası pencereli, odanın üstünde de teras ve korkuluk var.

Terasa çıkıp manzarayı izliyoruz. Buraya kadar bisikletlerle gelen beş kafadar yan yana gelip resim çekiliyoruz. Solda ben, Nafiz, Mehmet Ali, Ceyhun, ve Cem. Vedat Karakaya festivalde katılmadığından sabahtan aramızdan ayrılmıştı. Yanımıza kaynak olan turun görevlilerinden Rıfat Küçükler de kareye girmiş. Nilüfer belediyesinin atölyesinde usta olarak çalışan Rıfat Küçükler kendi yaptığı üç tekerlekli bisikletler ve engelliler için çeşitli bisiklet üretiyor. İyi bir kaynakçı ustası olan Rıfat Bulgaristan dan göç edip Türkiye’de, Bursa’ya gelip yerleşmiş. Bizleri çekmesi için cep telefonumu bir arkadaşa vermiştim. Çeken arkadaşın sol işaret parmağının ucu karede yerini almış.

Buradan Uludağ, (diğer adı ile Keşiş dağı) zirvesi görünüyor tüm heybeti ile.

Manzara müthiş görünüyor terastan. ufku geniş olan yangın gözetleme yerinden tüm çevreyi görebiliyorum. Önümde meşe ve çam ağaçlarının yanısıra anten direği de var. Telsiz haberleşmesinde kullanılıyor. Herhangi bir duman, yada alev görünürse anında itfaiyeye telsizle haber verip kontrol edilip müdahale ediliyor yangın büyümeden. Bu manzarada kahve içilir diyerek kahve pişiriyorum, şanslı olan üç + dört, toplam sekiz kişi kahve içiyoruz.

Yangın kulesinden ayrılıp doğanın kucağına bırakıyoruz kendimizi, orman, yeşillik, bol oksijen, manzara ve toprak orman yolu. Bol oksijenin orman içinde getirdiği serinliğin tadına doyum olmuyor.

Bazı bisikletlerin şansına lastik patlağı meydana geliyor. İki kişi bisikletlin patlak lastiği ile uğraşırken yardım gerekip gerekmediğini soruyorum. Biz hallederiz deyince resimlerini çekip yoluma devam ediyorum.

Orman o kadar güzel ki insanın kaybolası geliyor, ne dert, ne tasa, ne gam, ne keder. Hiç birisini düşünmeden sadece özgürlüğü düşünüp kendi gücüm ile bu güzel yerleri gördüğüm için Tanrıma şükrediyorum.

İniş sürekli devam ediyor. Demek ki epey yükseklere çıkmışız ve açık bir alandan geçerken daha da ineceğimizi anlıyorum.

Bazı küçük derenin içinden geçmek gerekiyor, ağaçların sarmaşıkla kaplı gövdeleri manzarayı daha da güzel yapıyor. Sanki yağlıboya tablonun içinde bisiklet sürüyorum.

Kimi yerde ağaçlar yolu tamamen örtmüş bir tünel gibi. Tünelin ucunda ışık görünüyor.

Bazı yerde ise ağaç tünel içinden geçen  yolda bisiklet sürüyorum. Durup resim çekerken ciğerlerimi dolduran temiz havayı soluyorum bir süre. Tünelin sonu görünmüyor, nereye gittiği belli değil. Gök yüzü de görünmüyor. Her taraf ağaç dalları ile sarılmış durumda. Gidonumda ki kartal tüyü bu durumdan memnun görünüyor. Gökte süzülmese de orman denizinde yüzüyor adeta.

Bizimle beraber akan dere diğer derelerle birleşe birleşe çay olmuş akıyor. Çay yatağı ağaçlarla kaplanmış, pek görünmese de bazı yerde kendini gösteriyor çağlayıp.

Dere kenarlarında uzun kavak ağaçları dikilmiş. Gövdeleri de ormanın sarmaşıkları kaplamış. Sarmaşık asalak bir bitki olduğundan zamanla tüm ağacı kaplayıp özünü emecek.

Ceviz ağaçları da görüyorum, demek köylüler dikip ceviz yetiştiriliyor buralarda. Ceviz yeni çiçek açmış beyaz püskül gibi.

Gözle görünen işgal altına uğramış bir ağaç. Sarmaşık o kadar sarmış ki ağacı, neredeyse nefes alamayacak kadar boğmuş durumda. Gövdesi ve dalları sarmaşıktan görünmüyor.

Toprak yolda, doğa ile beraber giderken ufukta gölet görüyorum. Yol ile beraber akan çayın suları gölette birikmiş. Toprağın kahverengi rengi ve yeşil çimenlerin rengi uyum içinde.

Göletin dibine kadar geldim, yeşil vadi içinde su yeşilin rengini almış. Çay ağzından taze sular gölete karışıyor.

Toprak yolda bir yerde çamurun içinden geçmek zorunda kaldık. Çamurda tekerlek izleri daha çoğunlukta bisikletler bırakmış. Çamurlu yerden dikkatlice geçiyorum üzerime çamur sıçratmadan.

Göletin yanından geçerek asfalt yola çıkıyoruz. Yüksekten hızlı bir inişle Hasanağa köyüne geldik. Köyün girişinde tabelada yazılmış Hasanağa diye. Aslında Hasanağa köyünün diğer tarafında sanayi bölgesindeydik. Epey bir yol kat ederek tekrar aynı yere gelmek beni şaşırttı.

Köyün üst tarafında futbol sahasına giriş yapıyoruz. Burada kamp kuracağız. yeşil çimen kaplı sahanın kıyılarına çadırları kuruyoruz tam Güneş tepe üzerinde batarken.

Çadırlar kurulduktan sonra duş almak için sıraya girdik. Herkes terli olunca duşlara hücum oldu. Duş sıcak değil soğuk, o yüzden cesaret eden az oldu ve sıra çabuk geldi. Mis gibi soğuk su ile duşumu alıp teri atıyorum üzerimden, terli çamaşırları da yıkıyorum bir güzel. Duş olayı bitince yemek faslına geldi sıra. Yemekleri yapan firma işi ucuza getirmek için elinden geleni yapmış. Makarna yenmeyecek kadar kötü, yemek idare eder. Yarım yamalak karnımızı doyurduk. Dört dörtlük yemek beklemiyoruz ama biraz özen gösterseler daha iyi olurdu. Neyse yapacak bir şey yok. Yemek sonrası Cem Tabanlı’nın kırılan arka tekerleğin jant telini değiştirdik. Teller siyah, bendeki yedek tel krom beyazı olunca nazar boncuğu deyip güzel olduğuna karar verdik. 36 siyah telin arasında bir tane beyaz sırıtıyor. Onarım işi bittikten sonra çay, kahve, muhabbet faslı başladı.

Bu gün fazla yol yapmasak ta zorlu yokuşlar yordu biraz. Şimdiye kadar görmediğim yerleri gördüm, yeni bitkilerle tanıştım. Harika bir yeşillik içinde bisiklet sürdüm. Çekebildiğim kadar resim çekip sizlerle paylaşıyorum. Grup her ne kadar gözümden kaybolsa da güzellikleri görüp resim çekmek bana daha uygun geldi. O yüzden en geriden gelip sonunda varılacak yere vardım. Bir daha bu güzellikleri ne zaman görürüm bilemiyorum. An’ı yaşamak gerek. Ben de An’ı yaşadım gün boyunca.

Fazla geç olmadan çadırıma girip yatıyorum, dinlenmek gerek.

Bu gün yaptığım yol yaklaşık olarak 60 Kilometre civarı.

Aşağıda yaptığım yolun haritası

Powered by Wikiloc

Mysia Yolları 5. Gün

11 Mayıs 2017 Perşembe

Gölyazı 1 Günlük Tatil

(Kör arkadaşlar için betimleme yapılmıştır)

(Resimlerin bir kısmı Vedat Karakaya’ya aittir)

 

Kumsal olurum denizi duymak için

bir türkü söyler radyo

giderim uzak

tarih odur ki

atılır üstüne

o en güzeli

olsa olsa hepimizin olacak

toprak varken

hiç bir şeye benimdir diyemem

Agim Rıfat Yeşeren

 

Öne çıkan görsel, kıyıdakı kayıkların altı ve göl yüzüne vuran yansımaları. Evler ve tarihi duvar da yansımalar içinde.

Gece boyu göl sakinlerinin sesi ninni gibi geldi. Arada ördek ve karameke kuşların sesi dışında en kapsamlı sesleri kurbağalar çıkardı. Doğada uyumanın getirdiği rahatlık ve çadırda uyumanın zevki anlatılmaz yaşanır. Dünkü rüzgara karşı pedal çevirmek, hele hele 80 kusur Kilometre biraz yordu. Sıcak duşun etkisi olsa gerek güzel bir uyku çektim. Öyle erkenden de kalkmayıp tembellik hakkımı çadırımda kullanıyorum. Tembellik gibisi yok, gerine gerine çadırımın kapısını açıp içeriden dışarıdaki gölü, sazlıkları ve ördeklerin sazlıklar arasında görünmeden çıkardıkları ötüşü dinleyip hayaller kuruyorum. Tembellik yaparken hayal kurmak daha da güzel kılıyor hayatımı. Buraya kadar 500 Kilometre den fazla yol yaptım, yaşadıklarım, gördüklerim, geçtiğim yerleri düşünüyorum. Ve kendi gücümle, kendi bisikletim ile daha önce arabam ile geldiğim yoldan değil de aykırı yollardan geldim buralara kadar. Kısacası dere tepe düz geldik desem yeridir. Köyler, rüzgar türbinleri dibinden geçerken “iyi ki bisikletle buralardan geçiyorum” düşüncesiyle hareket halindeyim. Zaten hareket halinde olmalı insan. Durdun mu çürümeye başlarsın. Sonra çok güzel bir yere geldik, tarihi, doğal güzellikleri iç içe geçmiş Gölyazı da bu gün güzel zaman geçireceğimize eminim. Sonra en lezzetli balıklardan yiyeceğiz. Bu gün tatil yapacağız ve iyi değerlendirmek gerek. Tembellik hakkımı kullanırken bu düşüncelerle zaman geçiriyorum.

Çadırımın kapısının fermuarı açık, dışarısı görünüyor. İki ayağım ve göldeki sazlıklar manzaramı oluşturuyor.

Sabah kahvaltısını hep beraber kazıevi’nin mutfağından faydalanarak güzelce yaptık. Hiç acelemiz yok, kahvaltıdan sonra bisiklete binip köyün merkezine köprüden geçerek adaya geldik. Henüz ihale başlamadı, çınarların altına çay bahçesinde oturduk. Burada birer çay içerek ihale saatini bekledik. Çınarların altında oturduğumuz kahvenin içinden mezat tellalı çıktı. Bu adamı yıllardır tanırım, bir çok kez de mezatta gördüm. Siyah takım elbise giyer sürekli. Bu gün sarı gömlek ve kırmızı ağırlıklı kravat takmış boynuna. Seyrelmiş saçlarını arkaya doğru taramış büyük bir ciddiyetle işine doğru gitmeye başladı. Elinde el çantasını sallaması tam olarak devlet memuru görüntüsünü veriyor.

Kahvenin kapalı kısmı camekan, mezat memuru üç merdiven başında durmuş, solda su buzdolabı, dondurma dolabı, Güneş şemsiyesi. Dolabın üzerinde Gölyazı’yı havadan çekilmiş tanıtım resimleri. Sundurmada oturan dört kişi ve bir kaç boş kırmızı döşemeli sandalye. Sağda yukarı çıkan merdivenler. Üst kat Gölyazı Mahalle muhtarlığı. Daha önce belediye binası olarak kullanılmaktaydı.

Gölyazı balıkçı kasabası, burada Uluabat gölünde yetişen balıklar sürekli avlanıp geçimlerini balıkçılıktan sağlıyorlar. Kendilerine kooperatif kurmuşlar, devlete belli bir ücret ödüyorlar. Gölde tutulacak balıkları, av yasağı, kuralları kooperatif belirliyor ve kontrol ediyor. Daha önce üstü kapalı mezat yeri vardı. Burada balıklar satılırken belediye orayı balıkçılardan alıp işletmeye vermiş. O yüzden mezat gölün kıyısında bir yerde kilitli beton taşların üzerinde, yerde yapılıyor. Henüz mezat başlamadı.

Yerde, mavi, kırmızı ve beyaz renkli büyük leğenler sıralanmış. Balıkçılar balıkları bu leğenlere koyup sırayla balıkları mezat usulü satılacak. Kim daha çok, kim daha az verecek satış anında belli olacak. Karaya çekilmiş kayıkların küpeştelerine insanlar oturmuş. Bir kaç kişi ayakta mezat saatini bekliyorlar.

Bizler de bisikletçi altı kişi ve akrabamız Hasan’ın abisi Malik te aramızda bekliyoruz. Arkadaşlar merakla mezat saatini bekliyor. Ben de onların resmini çekiyorum. Arkadaşlara çaktırmadan balıkçılık yapan ve mezatta adamları olan Hasan’a bize yetecek miktarda balık almasını söyledim. 7 yada 8 tane turna balığı bize yeter. Hasan da “Tamam enişte” diyerek ihaleden balıkları alacağını belirtti.

Vedat’ın çektiği resimlerden biri. Balıkçılar kayıkların küreklerini çekerek kıyıya yanaşıyor. Kürekleri çeken de bir kadın. Burada ailecek balıkçılık yapılıyor. Kadın, erkek fark etmiyor. Bahar ayında yağan yağmurlardan dolayı gölün seviyesi yükselmiş durumda. O yüzden söğüt ağaçları suyun içinde kalmış. Sular çekilince söğüt ağaçları karada kalıyor.

Başka balıkçılar da kıyıya teknesi ile yanaşırken resmini çekiyorum. Tuttuğu balıkları mezata getirirken ağ sepetin içinde, teknenin kenarına bağlayıp suda duruyor. Kıyıda iki ağ sepet daha var. İçinde balıklar kıpır kıpır oynuyor canlı olarak. Burada turna balıkları ağ sepetlerde yakalanıyor. Ağ sepetler demir helezon biçiminde solucan gibi yapılmış. Etrafı ağla kapatılıp ağzı açık kalacak şekilde suya bırakıyor. Göl fazla derin değil. Sepetin başına da uzun bir sırık çakıp yerini belirliyorlar. Ağ sepet tuzaklı, içine giren balığın bir daha çıkmasına olanak yok. Her balıkçı kendi avlanma bölgesinde, kendi sırıkları ile avlanıyor. Kimse kimsenin avını ellemiyor. Her balıkçı kendi kısmetine ne gelirse “Allah bereket versin” diyerek tuttuğu balığı mezata getirip satıyor. O gün kısmetinde ne varsa duruma göre 50, 100, 300 TL kazanırken bazen de hiç balık tutamıyor. Kısmet ne diyelim.

Bir balıkçı teknesi ile kıyıya yanaşmış inmek üzere. Teknenin baş kısmında kırmızı – sarı renkli bez bohça konulmuş. Sağda ağ sepeti suya sarkık durumda. yanda başka bir tekneye ip ile bağlı iki ağ sepet suyun içinde. Sahipleri de çizmeleri giymiş kayığına yaslanıp yeni gelen balıkçıyı ve sepetlerini gözlüyorlar. Sepetin içinde canlı turna balıkları var.

Yolun ortasında plastik leğenler dizilmiş, piknik masasını da satış komisyonu için hazırlamışlar. Masanın üzerine iki kişi oturmuş ayakları oturulacak yere koymuşlar. Satış takip defteri elinde son hazırlıklar yapılıyor. Birisi piknik masasına oturmuş, elini çenesine dayayıp düşünüyor satacağı balıklardan elde edeceği parayı nasıl harcayacağım diye. Kimisi de cep telefonu kulağında habire konuşuyor karşısındaki ile. Ne kadar balık alayım, kaça alayım gibi. Daha arkada Apolyont antik kentinden kalan kale duvarları. Üzerine ev yapılıp içinde oturanlar var.

Yeri ilk başta göl suyu ile bir kaç kova su dökerek tozu toprağı temizliyorlar. Ve mezat başlıyor, ilk olarak tutulması pek kolay olmayan yılan balıkları satışa çıktı. Yılan balıklarını tutan Hasan’ın amcası. Ederi yüksek olan yılan balıkları epey pahalı bir fiyata artırmayla satılıyor. Başka yılan balığı tutan da yok. Sonrasında turna balıklarına geliyor, ağ sepetten balıklar yere dökülüyor.

Mezatta balık satışı o günkü durumuna, balıkların canlılığına ya da balığın büyüklüğüne göre değişebiliyor. Balığın sayısı ve boyutlarına göre kilosu belli. Ona göre fiyatı da üç aşağı beş yukarı belli. Açık arttırma ya da eksiltme usulüne göre  mezat tellalı yürütüyor. Yerde yatan turna balıkları, ağ sepetler ve leğenler duruyor. Balıkları döküp toplatan çizmeli bir görevli var.

Satışı yapılan balıklar leğene konulup alan kişi arabasına götürüyor. Balıkları toplayan görevli leğene koyuyor ama canlı olan turna balıkları zıplayıp leğenden dışarıya çıkıyor.

Mezatta satış şöyle oluyor; balıkların sahibi bir fiyat belirtip mezat tellalına söylüyor. Tellal da balığın durumuna göre fiyatı uygun bulursa fiyatı açıklıyor sesli olarak. Fiyat 70 Liradan açıyor tellal. Çember oluşturmuş alıcılar da tellalın söylediği fiyatı arttırıyor elini kaldırıp alacağı fiyatı belirtiyor. Tellal cin gibi, alıcıların hepsini tanıyor ve kim ne istiyor, ne kadar verdiğini takip edip idare ediyor.

Tellal; “70” diyerek arttırmayı başlatıyor. Arttırmayı yapan;

“1” deyince tellal;

“2” deyip arttırıyor. “3” “5” “80” “90” diye gidiyor fiyat. En son fiyatı kabul eden balıkları almış oluyor. Sonra diğer balıklar yere dökülüp satış devam ediyor. Piknik masasında defteri tutan yazıcı da kimin balığını kim aldı diye yazıyor. Satıştan da kooperatif adına komisyon kesiliyor her satışta. Bazen çekişmeli arttırma oluyor, bazen de kısa sürüyor. Bu mezata katılıp satışları, arttırmayı, çekişmeyi izlemenizi isterim. Yerde 20 tane turna balığı var hepsi de canlı ve zıplayıp duruyorlar sürekli olarak. Balıkları toplayan görevli yere eğilmiş balığı tutmaya çalışırken etrafta toplanmış alıcılar çember oluşturmuş. Sağda iki boş plastik leğen var.

Bazı balıklar da canlılığını kaybetmiş, hareketsiz ve solgun görünümünde. Bu balıklara biçilen fiyat alıcı bulmayınca tellal birer, ikişer fiyat düşürmeye başlıyor. Alıcılar da söylenen fiyatı daha da düşürerek en son veren alıyor balığı. Bazen arttırma, bazen de eksiltme ile mezat yarım yada bir saatte bitiyor. Her şey çarçabuk hızlı biçiminde olup bitiyor. Satışı takip etmek epey zor.

Amcamın elini havaya kaldırıp aldığı turna balığını gösteriyor. Turna balığı iri, 8 Kilo civarı. Epey iri ve uzun bir balık, fiyatı yaklaşık 80 – 90 Lira arasında eder. Kamyonetindeki buzluğa koyup müşterilerine porsiyon porsiyon satıp para kazanacak. Ticaret böyle, al sat. Resmi Vedat çekiyor.

Gölyazı turistlik bir yer, hem antik kent, hem de evleri tarihi. Evler tek tek restore edilerek yenilenip boyanıyor. İşte bunlardan birisi, ev duvarları tamamen kırmızı renge boyalı. Pencerelerin çerçeveleri kahverengi ahşap kaplayarak dekoru tamamlamışlar. Ev iki katlı, yanında yeşil boyalı, onun yanında da sarı boyanmış evler dizili durumda. Solda duvarları taş örülü hamam var. Bu hamam da restore edilerek ziyarete açılmış.

Bu da Ağlayan Çınar. Yaklaşık 750 yaşında olan tarihi çınar geniş gövdesi ile muhteşem görünüyor. Alt kısmında yana doğru uzamış kalın dalı kol gibi duruyor. Dirsek yapmış olan yerden sonra dal yukarıya doğru uzamış. Tam dirseğin olduğu yerin altına destek olarak beton taş yapılmış. Dal böylece sağlam duruyor.. Çınar ağacının içi çürüyüp oyuk olmuş. Ağlayan çınarın hikayesi de şöyle;

Adını gövdesinden akan suyundan alan çınarın efsanesi, eski adıyla Apolyont şimdiki adıyla Gölyazı’da yüzyıllar önce Rumlar ve Türkler birlikte yaşadığı yıllara dayanıyor.

Çınarın arkalarından gözyaşı döktüğü aşıklar, yakışıklı Türk genci Mehmet ve güzeller güzeli Rum kızı Eleni bu barış dolu ortamda, çocukluklarından itibaren hiç ayrılmadan büyüdüler. Ancak bu iki millet arasında başlayan düşmanlık aralarına girdi. Rum köyleri boşaltıldı ve burada bulunan Rumlar ile Selanik’te bulunan Türklerin yer değiştirmesine karar verildi.

Mehmet, göç için yola çıkan Rumlar arasında sevgilisi Eleni’nin de olduğunu öğrenince kendini yollara vurdu ve onu aramaya başladı. Eleni’nin ağabeyi Yorgi, Mehmet’in yolunu kesip artık kardeşliğin bittiğini, sonsuza kadar sürecek bir düşmanlığın başladığını söyleyerek, Eleni’ye ulaşmasına engel olmak istedi. Mehmet sözünden dönmeyi, aşkından vazgeçmeyi kabul etmedi. Bir anlık öfkesine yenilen Yorgi, Mehmet’i öldürerek kanlar içinde olduğu yerde bıraktı. Mehmet son gücünü, Eleni’siyle gizli gizli buluştuğu çınara varmak için kullandı ve çınarın oyuğuna sevgilisi için bir not yazdı. Kanıyla yazdığı notta “Canım sevdiğim, sonsuza dek seni burada bekleyeceğim” diyordu. Eleni olanlardan habersiz konvoyda ailesiyle birlikte ilerlerken, sırdaşı Penelopi’den olanları öğrendi. Konvoydan ayrılıp Mehmet’i bulmak için ilk aklına gelen yer olan çınarın yanına gitti. Mehmet’in ölü bedenine son kez sarıldı, notunu okudu ve gizli buluşma yerleri, aşklarını şahidi olan bu çınarın altında canına kıydı. Çınara ise onların hikâyesini geleceğe taşımak ve sonsuza dek onlar için gözyaşı dökmek kalmıştı.

Hasan bize 7 tane turna balığı almış. Parasını verip balıkları alıyorum. Arkadaşlar ne zaman, nasıl alındı şaşırıyorlar. Ben de “Merak etmeyin Hasan hepsini halletti, balıklar elimizde.” Dedikten sonra salata için malzeme ve ekmeği de fırından taze, sıcak alarak Malik ile birlikte evlerinin olduğu yere geldik. Salatalık malzeme, irmik helvası ve balıklar dahil adam başı 12.5 Lira tuttu. Evleri göl kıyısında, bahçeli. Malik balıkları alıp bizim için kesip temizlemeye başladı. Bizler de onu izliyoruz, elinde keskin bıçak, masanın üstünde balıklar.

Malik balıklarla uğraşa dursun göl kıyısında kayıkların arasında dolanan leylek kadrajıma giriyor. Ürkütmeden yaklaşıp resmini çekiyorum. Yeşil ve açık mavi iki kayık, altları beyaz renge boyalı. Mavi kayığın küpeştelerinde dört tane direk üzerine kırmızı tente takılmış. Solda söğüt ağaçları, sağda sazlar gölün içinde.

Leyleğe yaklaşınca ürküp havalanıyor. Elimde cep telefonu, kamera açık bekliyordum havalanmasını. Tam kanatlarını açıp havalanırken kırmızı tenteli kayığın arkasında kanatlarını açmış uçarken bir poz yakaladım.

Bir iki kanat çırptıktan sonra kanatları iyice gererek süzülmeye başladı biraz ileride gölün üzerinde.

Bu fırsattan istifade eden Cem mavi kayığın oturma yerine uzanıyor. Başını küpeşteye koymuş yastık olarak. Ayakları da diğer taraftaki küpeşteye uzatmış şekerleme yapıyor.

Malik ustalıkla ilk önce başını ve kuyruğunu kesiyor, ardından yüzgeçlerini. Karnını yarıp iç organlarını çekip alıyor. Turna balığını yanlamasına omurga kemiğinin üzerinden fileto olarak boydan boya kesiyor. Omurganın diğer tarafından da kesip aldıktan sonra löp et çıkıyor ortaya. Etleri dört parçaya ayırıp karın kısmına gelen yerlerdeki kılçıkları bıçakla ince ince değdirip kesiyor. Böylece pişen balığın kılçıkları zarar vermiyor yerken. Parça olarak kesilen löp etler leğene konuluyor.

Balık temizlenirken etrafta kediler bir parça kapabilmek için miyavlayıp dolanıyorlar. İç organlarını atıyoruz kedilere. Parçayı kapan alıp kenarda bir yerde yemeye başlıyor.

Malik sağ olsun, ellerine sağlık balıkları kesip hazırladı. Sonrası aşçıbaşımız Mehmetali işe el atıyor. Leğendeki parça etleri çeşmede tek tek yıkıyor elleriyle.

Balıklar temizlendikten sonra dolaba koyuyoruz. Yemek için henüz erken. Yeşil kayık Malik’in, bizi gezdirecek. Kayığı hemen hazırlamaya başladık, küpeşteye direkleri takıp gölgelik tenteyi de üzerine çekip iplerle sıkıca bağladıktan sonra kayığı göle salıyoruz. Motoru çalıştırıp gölde dolaşmaya başladık. Göl suları bahar yağmurlarından dolayı yükselmiş. O yüzden Gölyazı’nın bir tarafı ada olmuş. Adaya köprüden geçiş sağlıyorlar. Sol taraf ana kara parçası, ortada köprü, sağda ada olan yer. Evler iki tarafta, birer ikişer katlı. Fazla yüksek bina yok ve yapılmasına izin verilmiyor. Doğal ve tarihi sit alanı. Adada bir tane cami var. Minaresi göğe yükselmiş.

Kayık suları yararken köpüklü dalgalar saçıyor durgun sularda.

Gölde bir kaç ada var, bunlar yassı adalar. Fazla yükseltileri yok.

Adanın kenarına yakın çevresini dolanmaya başladık. Ana karadan uzaklaştık.

Adada en fazla iki katlı evler var. Evler yapıldığı zamanlarda sit alanı, tarihi değer varmış yokmuş kimse bakmadığı için gelişi güzel binalar konmuş. Sanki gecekondu mahallesi gibi. Kıyıya yakın yerde kale kalıntılarının yüksek duvarları görünüyor.

Gölün durgun sularında yansıyan görüntüler muhteşem. Beyaz badanalı ev, ters dönmüş ağaç ve tarihi duvar kalıntıları suya yansımış.

Kıyıya çekilmiş kayıklar da tarihi duvarla beraber yansımış sulara. Kayıkların alt kısmı su yüzeyine yansımış, sanki dünya tersine dönmüş gibi. Bu resmi öne çıkan görsel olarak seçiyorum.

Kıyılarda söğüt ağaçları hakim, evlerin bahçelerinde meyve ağaçları ile birlikte daha çok incir ağacı göze çarpıyor.

Yüksek ve geniş duvar Roma döneminden kalma olduğu gibi sağlam ayakta kalmış. Önündeki söğüt ağacının gövdesi ile birlikte komple suya yansımasını çekiyorum.

Tarihi kale duvarları kıyıda düz olarak devam ediyor. Burada köşede burç kalıntısından sonra 90 derece dönüyor. Burç’un üzerinde bir kaç kişi çıkmış.

Normalde adanın etrafını dolanan yol var ama sular yükseldiği için çoğu yerde yol sular altında kalmış. Kıyıya çekilmiş iki kayık, zeytin bahçesi, arkasında evler.

Ada küçük bir tepe, tepeye çıkmak için bazı yerde merdiven yapılmış. O merdivenlerden birisi ise 7 renge boyanmış basamakları. Merdivenin suya değdiği yerde tekne bağlı duruyor. Tekne gezinti teknesi, üzerinde gölgelik tente var. Bizim gezdiğimiz tekne de gezinti teknesi. Cumartesi – Pazar tatil günlerinde Gölyazı aşırı kalabalık oluyor. Bir çoğu da teknelerle gezi yapıyor gölde.

Adada yaşayan balıkçıların tekneleri kıyıda yan yana bağlı duruyor. Karede 10 tane tekne var.

Evlerin şekli şemali yok, herkes imkanlarına göre kendi kafası nasıl basmışsa öyle yapmış evini. Evler yamaçta olduğu için bahçelerin aşağı kısmına taş duvar örerek teras yapılmış. Hiç bir ev ötekine benzemiyor. Arabesk olarak yapılmış evler. Kıyıda tekneler bağlı.

Bazı evler iki katı geçmiş, üç hata dört katlı olanlar var. Bunlar kaçak olduğunu sanıyorum. Belediyeye gerekli rüşveti verdikleri kesin. Karaya çekilmiş tekneler ve söğüt ağaçları.

Durgun sularda yolculuğumuz devam ediyor, neredeyse tüm adanın etrafı kayıklarla dolu. Gezenler hariç kıyıda bağlı olan yüzlerce tekne gördüm. Balık avlama işi daha çok akşam bırakılan ağ sepetler, sabah gidip alınıyor. İhalede satılarak kazancını cebine indirdikten sonra akşama kadar dinleniyorlar. Öğle zamanında kimseler yok ortalıkta, herkes teknesini kıyıya çekip bağlamış.

Güneşte ısınmış üzüm taneleri

Yıldızlardan devşirilen sır

İksir küçük kalplerinde

Zaman döndürürken avuçlarında her şeyi

Kıyıdasın sen, deniz seni salmış

Gözlerin ağaç reçinesi

Kuşların dağarcığında adın var

 Çiğdem Baydar

 

Durgun suda kayığın dalgaları geriye doğru kabarırken güneş te solda yansımış dalgalarda.

Adanın etrafını tamamen döndük ve ana kara ile adayı birbirine bağlayan köprüye geldik. Ana kara kısmı sağ taraf. Burada asırlık ağlayan çınar ağacı var.

Hep köprünün üstünden geçecek değiliz ya, bu kez altından geçeceğiz. Hem de kayıkla. Köprünün ortada iki ayağı kalın taş duvar ile yapılmış. Taş duvar ayaklarındaki izlere bakılırsa gölün seviyesi 1 metre kadar daha yükselmiş daha önce. Kayığın başını iki ayağı ortalamış durumda, hızı da iyice düşürdük. Köprünün altından yavaş geçeceğiz.

Köprünün altından geçip geldiğimiz yere çıkmış olduk. Adanın başlangıç yeri, çınarların olduğu kahveler, cami ve kıyıda bağlı kayıklar. Normalde köprünün dibinden yol var. Belediye otobüsü ve araçlar su altında kalmış olan yoldan adaya geçiyor. Şimdi ise yol sular altında. Daha önce kayıkla bir kaç kez dolaşmıştık adanın etrafını ama göl ilk defa bu kadar yüksek seviyede ve adanın etrafını gerisin geri dolaşmayıp kestirmeden eve döneceğiz.

Kıyıların çoğu yerinde sazlıklar kaplamış durumda. Burada yaşayan su kuşlarına yuva olarak korunaklı bir alan oluşturmuş.

Toplam yedi kişiyiz, iki önde, iki ortada, iki kişi arkada oturmuş durumda ağırlık dengede. Kaptanımız Malik en arkada dümenin başında tek olarak kayığı idare ediyor. Arkada oturan üç kişi, Vedat, Ceyhun ve Malik. Üstümüzde beyaz tente gölgelik yapıyor. Mehmetali’nin sadece kafasının bir kısmı çıkmış sağ alt köşede.

Kıyıya yakın, sazlıkları ve tek tük evleri seyrederek gidiyoruz.

Sazlıkların olmadığı yerler de var. Kıyıda söğüt ağaçları yeni yeni yaprak açmakta.

Sonunda eve gelerek kayığı karaya el birliği ile çektik. Sevgili malik bize zaman ayırdığı için ve bizi tekne ile Gölyazı adasının etrafını kayıkla gezdirdiği için çok teşekkür ediyorum kendisine. Artık bir kahveyi hak etti sanırım. Hemen kahve takımlarını çıkarıp Malik’e özel kahve pişiriyorum. Masanın başında Malik ile yan yana durup resim çekiliyorum. Kahve ocağımın üzerinde cezve, koruyucu teneke rüzgardan ocağı koruyor. Önünde tabelam, su şişesi masanın üzerinde. Arkada büyük yağ tenekelerinde çiçekler ekilip sıralanmış.

Kuşluk vakti, saat üç sıraları iyice acıkmaya başladık. Hazır mutfak bulmuşken Mehmetali tavada balıkları pişiriyor. Bu arada Cem de salatayı yaptı. Balıklar pişti, tepsi yığın balık dolu. İki küçük tepside de salata masada. Fırından aldığımız taze ekmeği de dilimleyip hepimiz masaya oturup yemeğe başladık.

Masada ekmek var ama o kadar çok balık var ki ekmeksiz yemeğe başladık. Yedi kişi tıka basa yedik löp etli turna balıklarını. Salata da nefis olmuş. Artık gık dedik ve tepside bayağı balık kaldı. Artan balıkları Malik’e verip evdekilere götürmesini söyledim. Aramızda doymak bilmeyen Nafiz de artık yiyecek durumda değil. Nafiz’i doyuramayız dedik ama o da doyduğuna göre bizler halyi doymuşuz demektir. Turna balığının tadı nefisti. Malik tepsiyi olduğu gibi eve götürdü. Sonrasında bisikletlere binip kamp alanına gelerek yemeğin ağırlığı üzerimize çökmüşken biraz kestirelim dedik. Hamağımı çıkarıp iki ağacın gövdesine bağlayıp yatıyorum. Bu şekerleme iyi geldi kuşluktan sonra. Güneş batasıya kadar hamakta uyudum. Tam güneş batarken uyandım. Güneş tepelerin ardında batmadan önce resim çekiyorum. Güneş son ışıklarını saçarken göl, sazlıklar, hamağın ipini bağladığım ağacın gövdesi, hamak ve ayaklarım.

Hamağın mavi renkli kumaşından görünen Güneşi çekiyorum. Güneşin kızıllığı belli oluyor.

Güneş tam tepenin üzerinde batmak üzere.

Dijital zom yaparak tüm kareyi kızıla boyayacak kadar yaklaştırdım.

Güneş batıp akşam karanlığı çökmeden son kez hamakta yattığım yerden ufku çekiyorum. Gökte iki bulut üst üste okey işareti gibi asılı kalmış.

Kuşlukta o kadar balık yedik ki akşam yemeğini yemeye gerek kalmadı. Yemek yerine gündüz kararlaştırdığımız Cem Tabanlı’nın isteği üzerine irmik tatlısı yapmaya koyulduk. Malzemeleri gündüz almıştık. Hava karardıktan sonra Mehmetali aşçımız olarak tatlıyı yapmaya başladı. Geniş tencerede süt, irmik ve şeker ile ocakta karıştırarak pişirme aşamasındayız. Tatlının pişmesi yaklaşık bir saat kadar sürecek. O yüzden sırayla karıştırma işini de yapıyoruz. Başında aydınlatma feneri olan Nafiz tenceredeki pişen tatlıyı tahta kaşıkla karıştırırken. Başındaki fenerin ışığı parlak.

Daha çok Mehmetali, biraz da Nafiz sürekli karıştırıyor tatlının dibi tutmasın diye.

Bir saat civarı karıştırarak koyulaşmaya başlayan helva kıvama gelince ocak kapatıldı. Kokusu bile ne kadar leziz olduğunu belirtiyor. İrmik helvası hazırdı yemeye. Hasan ve Malik’i çağırdık yemesi için. Onlar gelince hep beraber helvanın başına çöreklenip çala kaşık yemeğe başladık. Bu kadar zahmetle pişen bir şeyin tadı da mükemmel oluyor. Tenceredeki helva sıcak sıcak bir çırpıda bitti. Çayı da demledik bu arada. Çay içerek sohbetimiz geç saatlere kadar sürdü. Akşam olunca festivale katılacaklar da birer ikişer gelmeye başladı kamp alanına. Gelen çadırı kurunca ortalık kalabalıklaştı.

Artık yatma zamanı diyerek herkes çadırına çekildi. Ben bu gece hamakta uyuyacağım. Uyku tulumunun içine girerek hamakta yatmanın zevkini tatlı düşlerle uyumaya başladım. Düş görme zamanı.