Etiket arşivi: fener

Antalya Manavgat – Mersin Bisiklet Festivali Sonrası 12 – 13. Gün

12 – 13  Ekim 2015

11 – 12. Gün

Festivaller sonrası Osmaniye – İskenderun

(Kör arkadaşlar için betimleme yapılmıştır)

 

Ey o büyük yolculukların ürperten heyecanı

Okyanus dalgalarının sesleriyle dol bu ömre

Ölüme ve aşka durmadan kement atan

Serüvenlerle geçsin yaşamak

Buz tutmuş bir dünya ortasında

Yollara düşerdi o hep aynı ıslıkla

Önünde dağlar, uçurumlar

Sarsılan gök, yarılan toprak

Ahmet Telli

 

Öne çıkan görsel, bisikletim KUZ solda, tüyü gidonda. Karşıda su kemeri, yol su kemerinin sonundan, bir göz sağda kalacak şekilde geçmiş.

Evde, yumuşak yatakta uyumanı verdiği rahatlık, yaşadığım şehirdeki gün doğumundan 31 dakika daha erken doğması beni sabahın seherinde uyandırıyor. Elbette sıcak duşun faydası da var. Erken uyanınca kahve takımlarını çıkarıp cezveyi ocağa sürüyorum. Doktor da erkenden uyanmış. Kahveyi içtikten sonra kahvaltıyı hazırlamaya başladık. İnsan uyumlu olunca kahvaltı hazırlamak ta o derece zevkli oluyor. Haliyle sohbet  te birbirimize hikayelerimiz, yaşantımızı, yaptıklarımızı anlatmakla geçti. Doktor nükleer karşıtı yaptığı yürüyüşü anlattı. Fikirlerini yazıya döküp birine mektuplar diye anlatıyor. Bu yazıları matbaada kitapçık biçiminde harfleri biraz küçük olsa da bastırmış. Gerçi ben okuyabiliyorum ama gözlüksüz okunması zor. Bana elindeki basılı bir kaç kitapçık veriyor okumam için. Sohbet zamanın hızlı geçmesini sağladı.

Bu gün Pazartesi ve çalışanlar da Pazartesi sendromu yaşıyor. Doktor da çalışıyor ve işe gitmesi gerek. Evde işe giderken pek uğurlamayan olmayınca ben kapıdan uğurlayıp hayırlı işler diledim. Ben evde bulaşıkları toplayıp bir süre kitap okuyarak zamanın akmasını sağladım. Saat 10 civarı evden çıkarak Doktorun tarif ettiği iş yerine doğru yürümeye başladım. Osmaniye küçük bir şehir, il olmuş sonradan ama fazla göç alan bir yer değil. Antalya’nın Manavgat ve Alanya ilçeleri Osmaniye den daha kalabalık nüfusa sahip. Osmaniye de en meşhur olan şey yer fıstığı üretimi. Doktorun çalıştığı yeri çabucak buldum. Bürosunda Öğlene kadar oturup çay içere oyalandım. Öğle yemeğini çarşıda beraber yedik. Yemekten sonra Doktor işine ben de Osmaniye caddelerinde dolaşmaya başladım.

Fazla kalabalık olmayan caddelerde eski bisikletler dikkatimi çekti. Çift kadrolu bisan bisikletler çoğunlukta. Orijinal sehpasında kaldırıma park etmişler üç bisiklet.

Ankara garında yaşanan insanlık dışı terör olayında 97 insan hayatını kaybetti. O yüzden ülkemizde 3 günlük yas ilan edildi. Osmaniye kent meydanındaki dev bayrak yarıya indirilmiş. Bir kez daha terörü lanetliyorum, yapanları ve yaptıranları.

Ana cadde, caddenin sağında solunda dükkanlar, bankalar. Dükkanın önünde üç tane bisiklet, Osmaniye spor bayrağı ve meydanda dev Türk bayrağı yarıya indirilmiş.

Osmaniye’ye kadar gelmişken yer fıstığı almamak olmaz. Taş yerinde ağırdır diyerek yarımşar kilo paket yaptırıp aldım. Yarım kilosu İskenderun da halama. Diğer yarım kilosu de eve götüreyim. Öğle yemeğini Doktor ile beraber yedikten sonra ben eve gidip biraz daha dinlenmek ve kitap okumak için döndüm. Tembellik olunca şekerleme yapmadan olmaz deyip biraz uyudum. Akşam mesai bitince doktor geldi, kapıyı ben açınca sevindi. Evde pek kapıyı açan olmayınca hep anahtarla açmak zor. Beraber akşam yemeği için hazırlıklar yapıp görev dağılımı ile nefis bir sofra çıktı ortaya.

Yemeğin üstüne de kırmızı Ürgüp şarabı sohbete derinlik kattı. Doktor ile çok ortak yanımız, dertlerimiz ve hayallerimiz varmış. Bunlardan birisi Doktorda çok kitap var, kütüphane kitap dolu ve sığmadığından yerlerde de istiflenmiş durumda. Doktor bu kadar kitabın hepsini okumuş ve kütüphanenin rafında öylece duruyor. Bu kitaplardan başkaları da yararlansın diye bir yer açıp kitapları bedava dağıtacak. Aynı zamanda başkalarının da kitaplığında atıl olan kitapları toplayıp ihtiyacı olana vermek. Bunlar beleş olacak, öyle para pul istemez. Benim de bu turda iyice olgunlaşan kahve olayı. Kafamda beliren düşünce bir mekan yada dükkan değil. Dükkan olmayacak çünkü kirası, vergisi algısı bir ton para ve uğraş. Zaten parayla pulla işim olmadığında kahve beleş olacak her zaman yaptığım gibi. Doktor ile ortak düşüncemiz bir yerde o kitaplarını verecek ben de kahve pişirip sunacağım. Dur bakalım ne olacak. Şarap ta nefis yani, biraz daha içsek dünyayı kurtaracağız sanki. Ama işin gerçeği kimse şarap içerek dünyayı kurtaramamış şimdiye kadar. Şarap sadece güzel fikirler verip düşüncelerimin olgunlaşmasını sağladı. Yeni bir dost ile sohbet etmesi gibi yok. Doktor bana kitaplığından bir kitap veriyor. Kitaptaki kahramanı bana benzetmiş. Kitabın ismi “Zen Kaçıkları” Yazarı Jak Kerouac. Kitabı okuduktan sonra karaman benden çok dengesiz arkadaşım İrfan Özden olduğuna karar verdim. Çünkü kitabın kahramanı  her ne kadar beni anımsatsa da dağcı ve ben henüz dağcılık yapmadım. Sadece gezgin bir bisikletçiyim, o kadar. Bana Mersin nükleer santralına karşı yaptığı yürüyüşü anlatıyor. Çok engelle karşılaşmış, yürüyüşün sadece Osmaniye den geçen etabını yapmamış. Çünkü yöneticilerin saldırılarına ve işinin geleceğine karşı saldırı yaparlar endişesi ile pas geçmiş. Yürüyüşünün büyük bir bölümünü hafta sonları tatillerinde kısım kısım yaparak tamamlamış.

Doktorun evi bahçe ortasında iki katlı. Bahçede zeytin ağacı, meyve ağaçları ve koca bir çam ağacı. Kendi doğal gübresini solucanlar ile yapıyor ama solucanlar şu an yaşamıyorlar. Yok olmasının sebebi belli değil. Çatıda terasta da toprak taşıyıp ayrı bir bahçe yapmış. Uğraşı çok anlaşılan.

Evin balkonunda cam yuvarlak masa, tahta kahverengi sandalyeler. Masada mantarlı kırmızı Ürgüp şarabı, iki kadeh, tabağın birinde kırmızı ve beyaz üzüm salkımı. Diğer tabakta iki şeftali, iki yeşil ekşi elma.

Şarap iyi uyuttu beni, deliksiz uyuyunca sabahın erken saatlerinde birden bire zımba gibi uyanıyorum. Daha gün ağarırken uyanınca kahve yapmak için takımları balkona çıkardım. Sürahide suyu da getirip iki bardak ile masada yerini alıyor.

Cam masada yarım dolu sürahi, iki bardak içi su dolu durumda. Kahve ocağım LPG’li, bakır cezve, iki fincan ve çakmak. Kahve yapmaya hazır bekliyorlar.

Kahveyi pişirip fincanlara köpüklü olarak döküyorum, içmeye hazır. Doktor da benim gibi erkenden uyanmış kahveyi bekliyor. Kahveler hazır olunca sesleniyorum. Kahve sabah aç karnına içilmeli.

Masada iki su bardağı dolu, iki fincanda köpüklü kahve. Ve bakır cezve.

Kahvaltıyı birlikte yapıp Doktoru işine uğurlarken vedalaşıyorum. Ben hazırlığımı yapıp yola çıkacağımdan bir süre daha evdeyim. Sevgili Doktor Umur Gürsoy ile vedalaşıyorum işe yolcu ettiğimde. İşe uğurlanmayı unutmuş olmalı ki duygulandı. Kendisine iki gün misafir ettiği için teşekkürlerimi belirtmeden edemedim. Yeni bir dost, yeni bir kapı hazine torbama girmiş oldu. Sevgili Doktoru uğurladıktan sonra zaman geçirmeden eşyalarımı bisikletime yükleyip hazırlığımı bitirdim. Kapıyı anahtar ile kilitleyip Doktorun gösterdiği yere anahtarı bıraktım. Ardından yola çıktım. Osmaniye küçük bir il olduğu için çabucak şehirden çıkıyorum.

Tabelada Osmaniye den çıkış yazısı ve kalabalık bir araç trafiğindeyim.

Tabelalar gideceğim yönü bana bildiriyor. Ama tabelaları boş verip cep telefonumdaki navigasyonu açıp rotamı belirledim. Navigasyondaki kadın şaşırmış olmalı ki beni üç defa geri çevirdi. Bir gittim yanlış dedi döndürdü, bir süre gittim tekrar döndürdü. Bir daha döndürünce navigasyonu kapatıp güneşe göre doğru yolu buldum.

Karşıma, sağ tarafımda bir tepe ovanın ortasına sanki toprak yığmışlar gibi. Tepenin yüksekliği 75 metre civarı ve üstüne bir kale yapılmış. Yol tek şeride düştü, düşük banket toprak ve  emniyet şeridi yok. Tren rayları yol ile beraber gidiyor. Osmanlı zamanında Almanlara yaptırılmış demir yolu günümüzde de kullanılmakta.

Ovanın ortasındaki tepe ve kalesini daha yakından görüyorum. Kaleye çıkıp yakından görmek için ileri bir tarihe bırakıyorum. Buralara bir daha gelip görmek için bir neden olması gerek.

Toprakkale

Kale ilkçağlarda Çukurova’yı Suriye’ye bağlayan  Amanos / Demirkapı geçidini kontrol altında tutmak amacıyla inşa edilmiştir. Ceyhan Osmaniye Dörtyol ayrımına ve güneyindeki geçide hakim 75 metre yüksekliğindeki bir kayalığın ve buna eklenen yığma bir tepenin üzerindedir.

Girişin batı yönündeki kayalığın üzerinde bulunması önceleri bu kayalık alanda sınırlı olduğunu düşündürtmektedir. Doğu ve kuzey yönlerinin toprak dolgu olması ise, bu kısımların daha sonraki dönemlerde inşa edilmiş olduğunu ve kalenin bu yığma tepeden almış olabileceğini akla getirmektedir.

Kalenin ilk konumlandığı batı yakasındaki kayalıkta daha önceki dönemlere ait yerleşme izleri bulunmuyor ise, kaleyi MÖ 2000’li yıllara Hitit dönemine ait olarak görebiliriz. Bu durumda inşa gerekçesi güneyden gelecek Asur akınları olmalıdır.

Kalenin etrafında savunma hendeği bulunmamaktadır. Güney ve güneydoğu yönünde ikinci bir surla tahkim edilmiştir. Surlar ve 14 adet burç, bazalt taşından örülmüştür. Batı yakasındaki düzlükteki yerleşme (Kınık kasabası) ile kale arasında inşa edilmiş merdivenli bir geçidin kalıntıları bulunmaktadır.  Kale içerisinde cephanelik, ambar, sarnıç, tuvalet, hamam ve şapel kalıntıları mevcuttur.

Kaynak: http://www.hayat-hikayeleri.com/haber_oku.asp?haber=461

Yamaçları ağaç kaplı kale tepesi.

Alabildiğine uzanan tarlalar ve tepelerin üzerine toplu konut inşaatları ufukta siluet olarak görünüyor.

Erzin yol kavşağına geldim. Erzin ilçesi sol tarafta kalıyor ve bu kavşakta tren istasyonu var. Aynı zamanda antik İssos kentine giden yol tabelası da ilgimi çekti. Antik kent tabelası nedeni ile durup haritadan yerini görünce bir ziyaret edeyim dedim.

Erzin tren istasyonunu gösterir TCDD mavi boyalı tabelası, istasyon binası ve rayları ikiye ayıran makas. İstasyonda iki hat yapılmış. Aynı zamanda elektrikli tren için elektrik direkleri ve telleri çekilmiş durumda. Demek ki elektrikli tren çalışıyor bu hatta.

Antik kentte giden yol toprak. Karşıma çıkan ilk yapı su kemerleri gözüme çarpıyor.

Bazı yerlerde yıkık olsa da  az bir kısmı ayakta duruyor. Su kemerleri 1–2 km. uzunluğunda, yüksekliği ise yer yer 7–8 m olan ve hâlâ ayakta kalmayı başaran su kemerleri bulunmaktadır. Bu su kanalları Akdeniz’e Cenevizli gemicilere Nur Dağlarının eteklerinden su iletme kapsamında yapılmıştır. Su kanalları başlangıç yeri ve bitiş yeri ev yapımı nedeni ile alınıp yok edilmiştir.

Su kemerlerinin devamı. Ayaklarının kimisi tahrip edilse de kesme blok taşlarla düzgün örülmüş.

Tarlalarda ürünler toplanıp sürülmüş bile. Yeni ekimlere hazır durumda. Tarlaların bazı yerlerinde beyaz taşlar gözüme ilişmekte.

Tarla sınırlarını belirleyen yerlerde beyaz mermer sütunlar var. Büyük bir olasılıkla sütunlar olduğu yerlerden taşınarak tarla temizlenip ekilmeye başlanmış.

Zeytin ağaçları dibinde sütun ayakları olduğu belli olan blok yuvarlak mermer parçaları öylece duruyor.

Uzaktan belli olmayan antik kenti sonunda buluyorum ve ilk kalıntıları görüyorum. Bisikletimi sehpasına kaldırıp park ederek gezintime başladım.

İssos antik kenti geniş bir alana yayılmış ve az bir kısmı toprak yüzeyinde. Sol tarafımda ki yapılara doğru gidiyorum.

İki tarla arasında sınırı sütun parçaları ile belirlemiş tarla sahipleri. Köylüler geçim derdinde olduğu için önemli olan toprağı ekip biçmek. O yüzden kalıntılar onlar için önemli değil. Önemli olan karın doyurmak. Sistem zaten köylülerin sadece ırgat gibi çalışıp zar zor geçimini sağlamak. Yoksa okul, tarih, sanat, tiyatro yada burada Pers orduları ile Makedon orduları arasında M.Ö. 333 yılında yapılan İssos savaşı umurlarında değil. Kanla sulanmış savaş alanında bereketli ürünler almaya çabalamakta.

Dikkatimi çeken sütun parçalarından bazıları kırmızı mermerden olması.

Tarla sınırındaki taşların bazıları siyah tüf, süngerimsi taşlar da daha da ilginç!

Toprak üstünde kalan yapılardan birisinin içindeyim. 1.5 metre genişliğinde, 2.5 metre yüksekliğinde taştan örülü koridor. Koridorun taş duvarının dibinde plastik bir meyve kasası. Kasanın üstünde de bir parça karton. Belli ki birileri oturmak için kullanmış. Sırtını da duvara yaslamış anlaşılan. Belki de kazı ekibinden birisi oturmuştur güneşin sıcağından korunmak için. Akdeniz’in nemli ve bunaltıcı sıcağı küçük bir taş koridorda taşların serinliği doğal bir klima etkisi ile serinlenebilir.

Toprağın üzerinde kalan yapının dibinde kazı çalışmaları yapılmakta ve yeni yapılar bulunmuş.

Şimdiye kadar yapılan kazıdan anlaşılan büyük bir uygarlık yaşanmış. Kalıntılar bunu gösteriyor. Ama burası yani İssos yada İssus hakkında pek bir bilgi yok. Sadece M.Ö. 333 yılında yapılan büyük savaş bilgilerine ulaşabildim. Pers kralı III. Darius ve Makedon kralı Büyük İskender orduları arasında yapılan savaş ve Makedon kralı Büyük İskender’in savaşı kazanıp imparatorluğunu Hindistan’a kadar genişletmesi hakkında bilgi var.

Yapılan kazıda odalardan oluşmuş bir alan ve bir metre yüksekliğinde taş duvarlar örülerek kare odalardan bir yapı.

Toprak üstünde kalan tonozlu yapılar epey yıpranmış. Toprakla örtül kalan yapı ise dokusunu bozmamış.

Kazısı tamamlanmış odaların resmini daha yakından çekiyorum.

Yapıların arasında sütunlar da dik olarak, sadece 1.5 metre kısmı ayakta kalmış.

Toprak yüzeyinde bir kısmı kazılmış bir kısmı hala toprak içinde sütun kirişi olduğu belli olan ince taş olma işçiliği örneği karşımda duruyor.

Sütun ayağı dibi işlenmiş desenler ve daha ilginç olanı ön kısmı olduğu anlaşılan 60 santim civarı sütun dibi ile birlikte işlenmiş bir parça. Yatay duran parça kıyıları yuvarlak çember biçiminde ortasına doğru incelerek işlenmiş. İlk defa böyle bir sütun taş işlemesi görüyorum. Sütunun altında temel taşı ise ayrı işlenip yontulmuş.

Daha kalın ve yuvarlak bir sütün ve yanındaki duvarlar sonradan yapıldığı anlaşılıyor. Bu yapılar toprak 1.5 – 2 metre civarı kazılarak ortaya çıkmış. Kazı çalışmaları hala devam ediyor. Bir çok yer toprakla örtülü durumda.

Henüz bir kısmı kazılmış çeyrek yuvarlağı görünen, diğer kısmı toprak altında. Anladığım kadarı ile kent meclisinin toplandığı yer. Yarım yuvarlak oturma yerlerinden anlaşılıyor. Yukarıda girişi olan bir geçit görünüyor.

Kazısı bittiğinde muhteşem bir kent ortaya çıkacağı kesin. 1.5 metre kazılmış toprak ve ortaya çıkan yarım yuvarlak oturma yerleri.

Yapının giriş kapısı üstü kemerli bir koridor. Uzun dikdörtgen taş bloklarla örülmüş iç duvar yapısı.

Sol taraftaki yapıları gezip resimlerini çektikten sonra diğer tarafa giderken bisikletim KUZ üzerindeki tripoddan otomatik 10 saniye ayarlayıp kendimi çekiyorum tarlanın ortasında. Aramda antik kentin toprak üstünde ayakta kalan yapıların kalıntıları. Etrafta ve antik kentte benden başka kimse yok. Tarlaların ortasında tek başınayım. Tişörtümde de İzmir yazısı nereden geldiğimi belli ediyor.

Şimdi de sağ taraftaki kalıntılara geldim. Burada da kazı çalışmaları yapılmakta. Henüz bazı yerler kazılmaya başlanmış ve kazılacak alan çok. Kazılar da öyle paldır küldür kazılmıyor. Dikkatli, yavaş ve bir o kadar önemle kazılmakta. Toprağın içindeki buluntulara zarar vermeden.

Burada ise bir amfi tiyatro var ve beyaz mermerleri düzgün. Üstlerde de kırık taş kütleleri gelişi güzel yayılmış.

Bir zamanlar gelişmiş bir uygarlığın yaşadığı bu kentte sanatçıların eserlerini sergiledikleri amfi tiyatronun merdivenlerine oturarak o zamanlarda oynanan oyunları düşündüm. Acaba nasıl seyrediliyordu ve kimler seyrediyordu oyunları. Şimdiki tiyatro salonlarının boş koltuklar gibi değildi sanırım. Halkın tek eğlencesi tiyatro seyretmekti ve koltukları boş olmadığını düşünüyorum. Bilgi çağında insanların oyalanabileceği bir çok araç var ve tiyatrolara kimse önem vermiyor ve salonlar boş.

Tiyatro merdivenlerinde elçek kendimi çekiyorum.

Beyaz mermer taş parçaları arasında siyah taş parçaları da burada gözüme ilişiyor.

Aynı siyah sütunlar da yerin 1.5 metre altında çukur biçiminde kazılmış yerde bir parçası görünüyor. Yanında da beyaz sütun altlığı.

Buraları belli bir döneme kadar yaşam sürmüş. Kazı zemininden epey yukarılarda 10 metrede duvar kalıntıları. Duvar kireçli harç yapılarak taşlarla örülmüş ama Roma dönemindeki gibi düzgün değil.

Duvar yüksekte olunca bir kısmı kazılmış amfi tiyatronun beyaz mermerleri olan yerin resmini çekiyorum.

Daha ileride ilk olarak gezdiğim yapılar var. Arada tarlalar ve tarlalar sürülmüş ekime hazır durumda. Daha ilerisinde yüksekçe yapılmış Ceyhan – İskenderun otobanı. Otoban antik kentin yanından geçiyor.

Resimleri çektikten sonra tekrar aşağı indim. Siyah, sünger gibi delikleri olan taşın üstünde kazıda çıkan kiremit ve benzeri buluntular serilmiş. Anlaşılan bunların değeri yok. O yüzden kimse alıp götürmemiş.

Gezilecek yer kalmayınca yoluma devam etmek için bisikletimin yanına gelerek tarlaların içinden geçip yola çıktım. Toprak yol su kemerleri arasından geçiyor ve bisikletim KUZ kemerler ile güzel bir görüntüye ortak oldu. Mersinde bulduğum kartal tüyü de ayrı bir desen olmuş. Bu resmi öne çıkan görsel olarak seçiyorum.

Küçük bir çayın üzerinden geçiyorum, çayda su var ve akıp gidiyor Akdeniz’e doğru. Dere kenarında sazlıklar kendine özgü tül çiçeklerini açmış. Bu çiçekleri koparıp evlerin salonunda vazoya konup dekor oluşturmakta.

Tren istasyonuna geliyorum, burası ve etraf kömür karası tozu ile kaplı. Etrafı incelerken bana biri seslendi. Yanıma gelerek “Hele gel bir çayımı iç” deyip durdurdu. Kömür taşımacılığı yapan bu yerde şantiye binasına benzer bir yerde tahta bankta oturup tanışıyoruz. İsmi Hanifi Tuygar. Bana kendi demledikleri çaydan bardak bardak ikram ediyor. Tam da çay içme zamanı ve Hanifi Hızır gibi karşıma çıktı. Beni antik kente giderken görmüş ve nasıl olsa geri dönecek diyerek beklemeye başlamış. Oradan geçerken de seslendi. Kendisi de bisikletçi ve bisikletle biniyor. Bir bisikletçi başka bir bisikletçiyi kolaylıkla görüyor. Samimi ve misafirperverliği ile sohbet ederek çaylarımızı içiyoruz. Bana Dörtyol da İlk kurşun müzesini görmemi söyledi. Ayrıca içmem için bir kaç paket sahlep, sıcak çikolata veriyor. Çaylar içildi, sohbet bitmiyor bitmez de. Artık yolcu yolunda gerek diyerek izin istiyorum Hanifi den. Beraber elçek ile resim çekiliyorum. Arkamızda dev kamyonlar. Kendisine teşekkür ederek vedalaşıp yola çıkıyorum.

Hazır gelmişken Erzin’e şöyle bir çıkıp görmeli. Kısa sürede Erzin’e gelerek sembolü olan üç portakal heykelini döner kavşağın ortasında çekiyorum. Portakallar birbirine değmiş durumda ve yuvarlak, geniş bir kulenin üstünde geniş bir tepsinin içinde. Burasının Erzin olduğunu belirtir bir de tabela yazısı var.

Kısa bir ziyaretin ardından ana yola çıkıp Dörtyol’a geldim. Dörtyol bayağı büyük bir ilçe, nüfusundan belli 116.000.

Deliçay’ın üzerinden, köprüden geçiyorum. Dedikleri gibi aktığı zaman deli gibi akıp gidiyormuş önüne ne katarsa.

Yatağından belli Deliçay’ın nasıl aktığı.

Yol kıyısında yön tabelaları var. Bir tanesi büyük, mavi boyalı. Düz olarak İskenderun – Antakya yönünü gösteriyor. Sol tarafa ise çerçeve içinde yeşil boyalı yerde ise İskenderun – Antakya – Adana otobanını yönlendirmiş. Bu tabela yurt içini gösterir bildiğimiz tabela. Bu tabelanın önünde ise sarı boyalı zeminde siyah yazılmış Antakya – Halep tabelası var. İlk defa böyle bir tabela gördüm. Savaş olmasa gitmeli Suriye’nin şehirlerinden Halep tarafına, ne güzel olurdu.

Dörtyol kasabasının merkezine çıkıyorum. Burada da meydanda kocaman portakal heykeli var. Buradaki portakal heykeli Erzin deki gibi yapılmamış. Portakallar daha ayrı duruyor. Burada da üç portakal var. Dörtyol belediyesi yaptırmış, tabelasından belli. Portakallar meydanın ortasına uç kısmı 1 metrekare den başlayan, 5 metrelik bir duvar. Uçtan ortaya doğru çeyrek bir yay biçiminde yükseliyor. Böyle duvar 4 taneden oluşup ortada birleşiyorlar. Portakallar da demir bir boruya üstten tutturulmuş dalı ve yaprağınla beraber.

Hedefim İlkkurşun müzesi, sora sora yerini buldum. Artık tabela bana yönümü gösteriyor.

İyi bir düzenleme ile park haline getirilmiş çimenli bir tümsek üzerine Fransızlara karşı atılan ilk kurşun heykeli. Park çeşitli ağaçlarla süslenmiş, Akdeniz’in bunaltıcı sıcağında insanların gelip gezebileceği yeşil bir alan olmuş. Heykeller üç kişiyi temsil ediyor. Biri tüfeği doğrultmuş düşmana ilk kurşunu atarken, diğeri tüfeği sağ eline almış yürürken, üçüncüsü ile elinde bir bomba pimini çekmiş işgal kuvvetlerine atmaya hazır. Adana ve yöresinde ilk direniş hareketleri böylece başlamış halk kahramanları ile.

Başka bir meydan ve ortasında su fıskiyesi ve üç portakal heykeli. Etrafında da 17 tane direk, direklerde de tarihte Türklerin şimdiye kadar kurdukları devletleri temsil eden bayraklar dalgalanmakta. Etrafta geniş caddeler boş, pek araç yok. Görünüm olarak benim için çok iyi.

Müzeyi sonunda buluyorum. Girişte Dörtyol ilçesini havadan gösterir resmini çekiyorum ilk önce.

Sonrasında yan yana duran iki resimden ilkinin resmini çekiyorum. Resimde iki buçuk katlı bir bina, yarım yuvarlak kiremitli, bakımsız sarı boyalı bir bina. Yol tarafında cumba çıkıntısı, bahçeye bakan tarafta ise daha çok balkon tipi açık bir biçimde yapılmış. Bahçe duvarı yüksek taş bir duvar ile kapatılmış durumda. Bahçede de küçük taş bir bina görünüyor. Resmin altında da “Dünden” yazıyor.

Diğer resimde ise şimdiki hali, yani restore edilerek müzeye dönüşmüş. Aslına uygun, alt katı tamamen taş dekorlu kaplama. Bahçe duvarı ile aynı. Üst tarafı da sıvalı sarı renge boyanmış. Resmin altında da “Bugüne” yazısı yazılmış.

Şimdiki halini de gördüğüm kadarı ile sokaktan çekiyorum. Hem sokak tarafında cumbaya asılmış Türk bayrağı, hem de müze giriş kapısı tarafı bahçeye bakan yanda bir Türk bayrağı asılmış. Bahçe duvarlarının üstü kırmızı renkte yarım yuvarlak kiremitle yağmurdan duvar üstleri korunmuş. Bayrağın yanında da bahçeye bakan bir cumba var.

Müzeye girip bahçenin bir köşesine bisikletimi bırakıyorum.

Bahçe epey geniş, çimen kaplı, yürüme yerleri demiryollarından sökülen ağaç travers döşeli.

Müzeye giriş yapıyorum. Giriş ücretsiz. Karşıma ilk olarak işgalci Fransız kuvvetlerine karşı ilk kurşunu atan ve dağlara çekilip ulusal direnişi örgütleyip savaşan dört kahramanın heykelleri. Soldan sağa Mehmet Kara, Kara Mustafa, Selim Çavuş ve Kara Hasan Paşa. Her heykelin altında da pirinç levhaya basılmış isimleri ve yaptıkları yazıyor.

Mehmet Kara 1894 – 1968

Kara Mustafa (Mustafa Girgeç) 1901 – 1978

Selim Çavuş (Selim Ergeri) 1884 – 1973

Kara Hasan Paşa 1891 – 1936

Başka bir köşede Milli Mücadele savaşıp düşman işgalinden kurtaran üç kişinin heykeli. Çifte tabancalı müftü Ali Rıza Yılmaz, Hacı Emin Hoca, Mustafa Deliağa.

Milli Mücadele kahramanlarından sonra diğer yerlere bakmaya başladım. Müze olunca İlkkurşun dışında çeşitli eşyaların sergilendiği bir yer olmuş. Elle çevrilen eski bir dikiş makinası. Kısa bacaklı tahta bir masanın üzerinde sergilenmiş.

Kurtuluş savaşında kullanılmış mavzerler cam bölmede sergileniyor.

Başka bir camlı bölmede yine mavzerler.

Mavzerler.

Uzun bir kama, el bombası, su matarası, alüminyum bardak, Türk bayrak işlenmiş bir tepsi. Bunların yanında neden konduğunu anlayamadığım biri küçük metal diğeri büyük taş İngiliz top gülleleri.

Devamında küçük bir Türk bayrağı ve alakası olmayan ekin biçmeye yarayan ellikler. Sapları keçi boynuzundan yapılmış.

Basma gömlek, boyuna çizgili, kısa kollu. 1900 yıllarına ait.

Küçük bir odada ise Türkmen yürüklerin dokuduğu kilim yerde serili. Saman duvar yastıkları ve minder. İki tane iki duvarda. Kilim ve minderler aynı renk tonları ve desenleri. Ortada semaver, duvarda saz ve rahle üzerinde açık Kuranı Kerim. Şark odasın benzetilmiş.

Başka bir cam bölmede bir kılıç, kamalar ve tabancalar sergilenmiş.

Tabancaların yanında mavzer mermileri beşli ve kütüklükte beşli olarak sıralanmış ceplere.

Pencere boşluklarına konulmuş elle taşınan fener.

Bakır bir sürahi, kapağı işlemeli.

Bu da değişik yapılmış bir sürahi.

Kurtuluş savaşında kullanılmış manyetolu telefon. Sağ tarafında kolu var ve kolu çevirip elektrik üreterek çağrı gönderip haberleşmeyi sağlıyorlarmış eskiden.

Eski, manyetolu telefon.

Tahta bir masa üzerinde eski bir daktilo ve büyükçe bir işlemeli heybe.

Adana, Dörtyol, İskenderun bölgesini gösterir Osmanlı haritası. Yazılar Osmanlıca. Türkçe yazıda 1320 (1904) yılına ait Adana vilayeti Cebel sancağı haritası.

Kurtuluş savaşında gazilere verilmiş İstiklal madalyaları. Madalyalarda kime ait olduğu yazıyor pirinç levhalarda.

Bir de camlı çerçevelenmiş İstiklal madalyası vesikası madalya ile beraber duvara asılmış. Madalya sahibinin vesikalık resmi de var. 24 Şubat 1969 yılında madalya verilip, vesika daktilo ile yazılmış.

Pencerenin birine koyacak bir şey bulamamışlar. Bir kare bükülmüş demin ne işe yaradığını anlayamadım ve yanında da bir orak.

Başka bir pencerede manyetolu eski bir telefon konuşmuş.

Evde pencere çok ve konacak eşya az olunca hapishaneden zincirli bir pranga sergilenmiş.

Eskiden evlerde dinlediğimiz ilk transistörlü radyo. Aynısından bende var. Rahmetli kayınpederden kaldı vitrinimde duruyor.

Evin içinde yukarı kata çıkan tahta merdiven. Kimi basamak eski orijinal tahta kimisi de çürüyüp dağılan basamak yenilenerek onarılmış. Eski ve yeni basamakların rengi değişik. Tahtalar cilalanmış pırıl pırıl.

Merdivenlerden üçüncü, yani buçuk kata çıkıyorum. Gözüme ilk ilişen duvarda asılı gaz lambası. Lamba gazdan arındırılıp elektrikli ampul takılmış. Gövdeden çıkan iki kıvrık lama ile lambanın şişesinin üst dar kısmında ortası delik ters bir kapak tutturulmuş. Belli ki lambadan çıkan ışığı aşağıya yansıtmak için konulmuş. Altta da Gizli Toplantı Odası yazılmış. Geceleri gaz lambası ışığında gizli toplantılar yapılmış kurtuluş mücadelesinde.

Odada dikdörtgen masa, masa örtüsü ile örtülmüş. Masanın üzerinde Türkiye haritası. Üç kişi toplantı yapıyor. Heykellerden birisi de Mustafa Kemal Atatürk. Mustafa Kemal’in burada toplantıya katıldığını sanmıyorum ama heykellerle canlandırılmış gizli toplantı anını. Belki de katılmıştır.

Eski Dörtyol iki katlı binaları. Bitişik binaların kimisi balkonlu, kimisi cumbalı. Balkon ve cumbalar alttan destekli. Resmin altında Dörtyol Konağı yazıyor.

Başka bir odada köy hayatı ve köy odalarında bulunan eşyalar. Duvarda asılı elekler, yerde küçük bir kilim. Yer minderi Türkmen dokuma işlemeli kırmızı renkli. Karşıda duvar dibinde ocak, ocakta bakraç. Altında odunlar konulmuş ama yanmıyor. Dört tane uzun sırık sıralanmış yerde. Yanında iki bakraç. Kapının girişinde ağaçtan yapılmış alt tarafı geniş, üstte doğru daralan 1.20 santim boyunda, tahtalar üç tane çember ile birbirine tutturularak oluşturmuş ayran yapımında kullanılan döğme yayık ayran fıçısı.

Köylü kadın heykeli döğme yayık ayran döğerken. Yer sofrası, üstünde küçük bir bakraç, bir sürahi ve üç bakır kap. Hepsi de kalaylanmış bir güzel. Dört yer minderi ve bir yastık dekoru tamamlamış. Ocağın üstünde ki çıkıntıda iki tane kahve değirmeni. Böyle bir yerde yaşamak ne de güzel olurdu. Taze mayalanmış yoğurdu yayık ayran döğerek mis gibi tereyağı toplamak. Yayık ayranı kabına soğuk su dökersen tereyağı daha çabuk çıkar üst kısma. Arada tereyağlarını toplamak gerek sarımtırak renginde. Bir taraftan akşam yemeği bakracın içinde odun ateşinde kaynamakta. Odanın içerisi az duman kokusu sarmış ama rahatsız edici değil. Akşam olunca sofra başında bakır sahanlarda mis gibi kokan yemek insana acıktığını hissettirir. Yemeğin üstüne de kahve değirmeninde taze çekilen kahve bakır cezvede köz üzerinde ağır ağır pişecek. Odaya yayılan kahve kokusu muhabbeti artırması içten bile değil.

Bu gün tarlada işlenen işler, toplanan sebzeler pazarda satılması. Yaylada taze otla beslenen ineklerin akşam sağılarak sütü ocakta bakraçta kaynatılıp ılıdıktan sonra yoğurt mayalanarak uyutulması. Ertesi güne yayıkta düğülerek tereyağı çıkarılacak. Tereyağının müşterisi hazır, hem iyi para bırakıyor. Ama artan mazot fiyatları çiftçinin belini bükmekte. Buna bir türlü çare bulamıyor, bulunamıyor. Bilinen en güzel muhabbet kokusu odanın içinde içilen fincanda saklı. Tadı ayrı bir lezzet.

Eskiden mutfaklarda dolap yoktu 40 – 45 yıl önceleri. Duvara asılı dört tahtadan yapılmış çerçeve. Ön kısımlarında ikişer çıta çakılarak, tabaklar, çanakların yatık durmasını sağlıyor. Bakır kaplar ve tabaklar sıralanmış. Metal bardaklar da alt dar rafta. En alt raf diğer raflara oranla daha dar. Burada bardaklar, fincanlar sıralanır. Raflar güzel görünsün diye uçları iğne dantel işlemeli örtülerle süslenmiş.

Pencere boşluğunda bir gaz lambası. Lambanın şişesi yok. İki tane de ispirtolu fener. Yanında da kömürlü demir ütü. O zamanlarda köylerde elektrik olmadığı için ütünün içine köz konularak ütü yapılırmış. İspirto fenerleri de haznesine ispirto konularak haznenin yanında bulunan küçük pompa ile pompalanıp basınçla iğne deliğinden geçirilerek yanan alev cam tüpün içinde parıldayarak etrafı aydınlatıyor. Bunlar eskiden çok değerliydi ve alınması zordu. Alınınca da bu işi yapacak yetişkin kişiler anca yakabiliyormuş fenerleri. Hele camını bulmak hiç te kolay değil. Camı kırılırsa pek işe yaramaz.

Sonunda müze gezim bitti. İçeride sanki çok uzun zaman geçirmişim gibi. Geçmişe zaman yolculuğu yaptım. Bunu dışarı çıkınca hissettim. Müzenin geniş bahçesinden müze binasını komple çekiyorum resmini.

Müzenin bahçesinde yeşil çimenler üzerinde bronz heykeller dikilmiş. Heykeller Kurtuluş savaşındaki kahramanları betimlemiş. Adana yöresine has şalvar pantolon, gömlek giydirilmiş. Üzerinde çapraz asılmış mermi fişekliği.  Ayağında körüklü çizme. Başında takke, alın kısmına bağlanmış poşu. Anlamadığım topuklardan biraz yukarıdan betona gömülü ayaklar. Ayaklar beton içinde kalmış.

Yol; yolda bir antik kent. Bir de müze gezisi öğleni buldu. Hatta öğleni bile geçti. Acıkmışım farkında değilim. Zaman yolculuğu uzun sürdü. Müze bahçesinde büfeden öğle için bir şeyler yaptırıp karnımı doyuruyorum. Yemekten sonra menüde gördüğüm ismi değişik makiato ısmarladım. Kosova da hep içerim. Gelen ise beni şaşırttı! Uzun bir cam bardak, yanında sapı var, özel yapılmış porselen tabla. İki kaşık, biri uzun paslanmaz metal kaşık. Diğeri de çikolatadan yapılmış kaşık. Kaşık rengi de kahverengi, çikolata renginde. Bardağın içinde aşağıdan yukarıya doğru görebildiğim kadarı ile en dipte kırmızı çilek renginde bir katman. Onun üstünde büyük bir olasılıkla kahvenin kendisi kalın bir katman. Onun üstü ise daha kalın köpük tabakası ve en üstte köpüğe gezdirilmiş çikolata. Neyse artık olan oldu, tadını çıkarmalı şimdiye kadar içmediğim bu içeceğin.

Müzeden ayrılıp yola çıktım. Sol tarafımda Nur dağlarının batı kısmı, dağ girintili çıkıntılı yapısı ilginç oluşumlar oluşturmuş. Yamaçtaki taş ocağı ise çirkin bir görünüme bürümüş manzarayı.

Şimdiye kadar sadece adını duyduğum ama ilk olarak gelip gördüğüm İskenderun demir çelik fabrikasına geldim. İlk göze çarpan fabrika bacaları uzun yapısı ile dikkati çekiyor. Kimisi dumanı salıyor ortalığa, kimisi de dumansız. Fabrika bölgesinde hava değişti birden bire. Hafif genzi yakan duman her nefes alışta kendini hissettiriyor. Temiz bir hava yok ortamda ve fabrika gürültüsü sessizliği bozuyor.

İskenderun Demir Çelik fabrikası ;

Türkiye`nin güneyinde İskenderun körfezinde bulunmaktadır. Tesisler İskenderun ilçesinin 17 km. kuzeyinde Yakacık yöresinde sosyal tesisleri ile birlikte toplam 16.757.238 m2 alan üzerine kurulmuştur. İsdemir Türkiye`nin kuruluş tarihi itibari ile üçüncü, uzun mamul üretimi açısından ise en büyük entegre tesisidir. Kuruluş çalışmalarına 1966 yılında başlanan İsdemir 25 Mart 1967 Tarihinde Sovyetler Birliği ile yapılan Teknik ve Ekonomik İşbirliği anlaşması kapsamında Tiajpromexprot firmasına projeler yaptırılmış, aynı firma ile 10 Ekim 1969 tarihinde fabrika kuruluş anlaşması gerçekleştirilmiştir. 1, 1 milyon ton/yıl blum kapasitesinde kurulması planlanan tesisin temeli 3 Ekim 1970 tarihinde atılmıştır. İnşaat ve montaj faaliyetlerinin tamamlanmasını müteakiben üretim üniteleri 1975 yılından itibaren kademeli olarak işletmeye alınmıştır. 1, 1 milyon ton/yıl kapasiteli tesislerin yapım faaliyetleri sürdürülürken 2, 2 milyon ton/yıl kapasiteye tevsi çalışmalarına başlanmış ve 24 Aralık 1972 tarihinde Sovyetler Birliği ile ikinci dilim kredi anlaşması imzalanmıştır. Tevsiat sonunda tamamlanan tesisler 1984 yılından itibaren kademeli olarak devreye alınarak kapasite 2, 2 milyon ton/yıl çelik bluma çıkarılmıştır.

https://www.turkcebilgi.com/iskenderun_demir_ve_%C3%A7elik_a.%C5%9F.

İskenderun Demir Çelik fabrikası içinde bir çok fabrika var. Her baca bir fabrika demek. Büyük bir kompleks olunca ana giriş kapısı iki tane. Kapılardan birisinin önünden geçiyorum. Kapının ismi İsmail Akçakmak Kapısı.

Fabrikanın cüruflarından da çimento üretiliyor. Bunlardan birisi Adana çimento fabrikası. Dağın yamacına kurulmuş ve bacasından çıkan dumanlar çevreye yayılıyor.

Az bir yolum kaldı, fabrika sahası henüz bitmedi. Yolun sağında, ileride kocaman uzun bir baca. Bacanın dumanı tütüyor, demek ki çalışma var.

Halamın oğlu İskenderun demir çelik fabrikasında çalışıyor. Fabrikanın lojmanlarında oturuyor. Lojman kapısına gelince yengem beni arabası ile kapıda karşılıyor. Kimlik bilgilerimi verip içeri giriş yaparak arabayı takip etmeye başladım. Lojman alanı bir kasaba gibi, ama yolları geniş, binalar birbirinden uzak ve fabrika kurulduğunda dikilen ağaçlar kocaman olmuş. Fabrikanın çıkardığı gürültü ve zehirli gazlar burada yok. Bir süre gidiyoruz yeşillikler arasında. Lojmana gelip eve bisikletimi yerleştiriyorum. Ev tek katlı, ağaçların arasında yeşil çimenlerle kocaman bir parkın içindeyim sanki. Halam ve torunları ile buluşuyorum yılların hasretiyle.

Bu gün yaptığım yol 61 Kilometre civarında.

Yaptığım yolun haritası aşağıda

Powered by Wikiloc

Eymir de Kahve Sohbet Şahane

14 Ağustos 2016

(Kör arkadaşlar için betimleme yapılmıştır)

 

SESSİZ KIYIDA

Şiirle biter bir gün

denizkestaneleri kalır ahtapotlar

fesleğenler camların ardında

 

umutlar biter bir gün

bir at arabası gölgede

kısrak tayını emzirir

 

bütün bunları gördüm ben

kısrağı da kahveyi de asmayı da

 

sen kısa entarinin

anlaşılmasından habersiz

bana bakıyordun

bense yetişilmez hızla

başlanmış geceyi biçiyordum ikiye

 

baktım denizler bitmiş

kumsal kan içinde

kapılar gıcırtılı

yollar ince yollar çakıllı yollar

cansız parmakları gibi bir ölü elinin

 

gözümle gördüm bunları

sessiz kıyıda mavi

martı sesleri düşerken üstüme

Oktay Rifat

 

Öne çıkan görsel, önde kahve fincanları dört tane K. Atatürk imzalı. Arkada kahve değirmeni, ocak üstünde kahve cezvesi, kahve cam kavanoz. Ben ve arkamda göl manzarası.

13920314_1070325783043547_5940805610859270832_o

Merhaba sevgili kahve dostları, Urimbaba’nın kahvesi neredeyse yılın 3. çeyreğini doldurdu Kahve içilirken yapılan muhabbetin hiç bir muhabbete benzemediğini içenler farkına vardıktan sonra İzmir de olduğum sürece hemen hemen her hafta İnciraltı Kent Ormanı, Çakalburnu’nda kahve pişti. Soğuk kış günlerde, yağmurlu günlerde, kimi gün bol rüzgarlı. Her hafta yeni dostların katılımı ile Urimbaba’nın kahvesi iyice tanındı ve facebook grubunda çoğaldı. Kahve içmeye gelenler çam sakızı çoban armağanı bir şeyler getirdi. Daha çok pişmiş kahve çekirdeği getirilenler arasında. Her daim el değirmeninde çekilen kahve kokusu, içlerinde tatlı bir anı bırakıyor. Kimisi hiç el değirmeni görmemiş, kimisi de Anneannesinde en son 30 40 yıl önce çektiğini hatırlıyor.

Urimbaba’nın kahvesi hep aynı yerde, İnciraltı Kent Ormanı, Çakalburnu deniz kıyısında gerçekleşiyor. Kış aylarında Gaziemir den arkadaşım Salih Akbaba kahve etkinliğine geldiğinde bana;

“Gaziemir de bir hafta sonu kahve etkinliği yapalım. İzmir trafiği belli herkes gelemiyor.” dedi, ben de;

“Neden olmasın Pazar günü yapabiliriz.” deyince 24 Ocak 2016 Pazar günü dışarıda ilk kahve etkinliği yaptık. Sevgili Salih bana sürpriz hazırlamış. Atamızın kalpaklı halıya dokunmuş bir portresini hediye ediyor. Hediyeyi verirken çok duygulanmıştım. Bu değerli hediye Urimbaba’nın kahvesinin demir başı olmuştu. Her hafta kahvede bisikletimin üzerine asarak Ulu önder Gazi Mustafa Kemal ATATÜRK yanımızdaydı.

Salih Akbaba Atatürk halısını hediye verirken, Resimde dört kişiyiz.

12376400_10208757401716162_1014331488365061393_n

Derken haftaların birinde sevgili Öğretmenim Bahar Sungu da Atatürk’ün imzalı fincanları ile çıka geldi. Bu da en değerli hediyelerden biri oldu benim için. Artık her hafta Atatürk imzalı fincanlarda kahvemizi içiyoruz. Bahar Elinde Atatürk imzalı fincanı tutarken ikimizi çekiyorlar.

13131028_10208276365058596_9161465017231883676_o

Az Bilinen Antik Kentler Bisiklet Turunda tanıştığım türkü dostu Talat Yalçın da büyük sürpriz yaparak sazlarından birini getirerek hediye etti, artık ne diyeceğimi bilemedim. Hediyelerim ile birlikte hazinem de çoğalıyordu gün geçtikçe. Yürekten verilen bu hediyeler sadece bana değil tüm dostlarıma verildiğine inanıyorum. Arada bir sazın tellerine tıngırdatmak gerek türkülerle. Talat Yalçın sazı verirken.

20160430_134231_HDR

Soğuk kış günlerinde İzmir’e kar yağmasa da kuzey bölgelere yağan karın soğuğu iliklerime işlese bile uzaklardan, epey uzaklardan gelen, hem de uzun yıllardır gelmeyen Mektup. Okurken içimi ısıtan satırlar. Elbette böyle değerli mektup yerinde okunmalı.

7 Ocak Perşembe

2016

Yaz ! Dedi uzun saçlı adam… Balkanlarda bir yerde

– Bence bir dağ kasabası olmalı orası –

ocağa sürülürken kahve cezvesi….

O zamanlar İzmir’de boyozcular kaynamış yumurtaları kiremit rengine boyarlardı..

Yaz ! Dedi uzun saçlı adam, kalem yoktu o zamanlar ve kağıt da.

Kalemi tutan el de yoktu ve emektar bir bisikletin tekeri altında

Aşkla ezilmemişti daha toprak. Olasılıklar içinde vaatkar ; fakat ham bir meyveydi Dünya…

Yaz ! Dedi uzun saçlı adam, görüyorsun ya, gün doğmadan fabrikanın yollarına düşüyorum.

Balinanın karnına yolculuktu bu. Ömür veriyorum yeniden doğmaya.

Ve makinaların homurtuları arasında,

ahh Kafka! bir ipek böceği gibi Samsa’ya göre değil bu iş ha! –

hayallerimden örüp duruyorum kozamı. Biliyorsun…    

– gerçi yoksun henüz –

Kalemin kağıda değişi yok henüz ve hışırtısıda.

Duyamazsın…

Fakat zihnimde

– noktalı virgülleri hiç de sevmem –

bir çıkrık gibi yolları eğirip duruyor ötelerde, o

– üçüncü tekil şahıs zamiri çok moda şu sıralar oysa ben Umberto Eco demeyi tercih ederdim ona-

olmayan bisikletimin zincir sesi.

Bak gözlerime ! Var ya hani o küf kokan tozlu depodaki bisiklet iskeleti !

O bisiklet iskeletini alacağım ve ince parlak bakır bir tel gibi çekeceğim çocukluğumu geçmişimden, onu kızıla boyamadan önce !

Ve lastiklerine gepegenç bir Balkan türküsü üfleyeceğim, şüphesiz…

Yaz ! Dedi uzun saçlı adam, evden fabrikaya giden o yol var ya, hani sarkacında pir olduğum !

Ötesine geçeceğim o yolun. Bisikletime atlayacak, başımı da

– kırmış saçlarım falan –

rüzgara vereceğim yirmi bilmem kaçıncı vitesin ‘tak tak’ larında !…

Yaz ! Dedi uzun saçlı adam, İzmir tulumu sevdiğimi, taze

Demlenmiş çayı ve kahveyi de elbette unutmayasın !

Ey zâhid ! Sorma aşkabdâlınun râzın helâk eyler seni, bunların esrârı katı kattal olur metinler arasında…

Söylemedi demeyesin !

Bisikletimin gölgesi düşerken sağdan sola

– hapislikmiş diyorlar bu tâbir, tabii ben bebekmişim bilmem…;…  zaten de sadece nakış işlemektedir gözüm, zamanım da yok… ama önce dağa kaçan keçileri toplamalıyım –

kamp ocağımın ateşine sürdüğüm kahve cezvesine dost başları usulca eğilir.

O vakit dava, ne hürriyet ne karım ve hatta bir Pazar gün ne de güneşe ilk çıkışım !

Boş geç bre ! Unut gitsin ; fakat ne de severim dost omuz başlarının

– umutla, aşkla, hevesle – 

yanyana fincanlar gibi dizilişini… Maviyi sevdiğim kadar. Hani odanın duvarlarını boyadığım ve hani

– dalgacı Mahmut’un  adını hep küçük harflerle yazardı o aposttrof da kullanmazdı –

diktiği denizin rengi olan o maviyi !…

Ben .. Hani Oyum.. Kayıp bir kasideyi yeniden üretir gibi

mısralarda, kahve çekirdeklerinden öğüttüğüm eski sevdaları,

Dünyayı tersine kurgulamanın kırılgan değirmeninde. Söylemedi

demeyesin, balıkların kaygan, parlak pullu sırtlarındadır ayaklarım.

Goethe, talihsiz Einstein’in keman dinletisinden çıkıp,

atının başını Hindu şair Kalidasa’nınkiyle yan yana sürerken, onun mırıldanışını

pür dikkat dinlemişti.. Demişti ki Kalidasa, eğer eski yılların

çiçek açmasını ve sonrakilerin meyve vermesini istiyorsan,

beslemenin ve doyurmanın yanında, çekici ve heyecanlandırıcı olanı da iste !

Şakuntala ! Kavur kahveyi !… Rom mu ? Katma içine.

Dururken aşk,

ıIık ve tatlı.

Gök ve yeri tek adla yakalamaya çalış. Ben senin için

buna ‘sür cezveyi ateşe ! ’ diyorum. Ve her şey denmiş oluyor ! şüphesiz…

Goethe böyle mi duymuştu Kalidasa’dan ? Onu bilmem.. Fakat ben böyle

duymuştum Goethe’yi. asırları (a küçük) koşmuş atımın terli sırtında

kırbacımeraktan (birleşik isim) bir çocuğum, ne duyduğumun sırrı sorulmaz

– Sunbati hatta, insanların yüreklerinde fısıldayan şeytanların şerrinden Allah’a sığınmış da cehennem ateşini cezvenin altına sürüyormuş diyorlar şimdilerde, kahveyi sade severmiş –

Ah eski hikayeler! Tıkırdasın fincanlar heybede… Şimdinin müziği bu.

Dostlar yudumlasın aşkla ayılsınlar… “sür kahveyi ateşe ! “

Ey Urimî, mey nûş idüp, umuttur eski gamları,

Komaz kahve hâtır-ı nâzikde infiâl

eminegözdeözgürel

coşansevgilermuhabbetlerhep. (ünlem, üç nokta)

Yukarıdaki mektup gelir gelmez, hemen İnciraltı kent ormanına gelip kahve yaptığım ılgın ağacının dibinde açıp okumaya başladım kahvemi içerken. Sevgili arkadaşım Edebiyatçı Gözde Emine ne de güzel yazmış….

20160114_140144_HDR

Kahve kokusu yayılmaya başladıktan sonra Batı Ankara Bisiklet Grubu kahvenin tadını önceden almıştı. Sevgili Güzin Arıcı, namı diğer Güzin abla ile beraber hadi kahve etkinliğini Ankara da yapalım diye kararlaştırdık. Neden olmasın ki! Hep resimlerde gördüğüm Ankara’nın nefes alabildiği ODTÜ sınırları içinde olan Eymir gölüne hayran kalmıştım. Mektubu yazanı da görmeli bu arada. Güzin Abla’ya kahve etkinliğini Eymir gölünde yapalım deyince tarihini de belirledikten sonra 28 Ağustos ayının Pazar gününde yapmaya karar verdik. İlerleyen günlerde Güzin Abla’nın 28 Ağustosta başka bir etkinliği çıkınca 14 Ağustos gününe karar kıldık. Facebook ta etkinlik açarak Ankara da bulunan bisiklet dostlarına duyuru yapıldı.

Günler su gibi akıp gitti, Ankara’ya Kamil Koç firmasından biletimi aldım. Kamil Koç şimdiye kadar bisikletçilere sorun çıkarmamıştı. Ben de bisikletle gideceksem uzak yerlere Kamil Koç firmasını tercih ediyorum. Biletimi Cumartesi akşam 11 de aldım. Sabah saat 7 de Ankara’ya varıyor. Dönüş bileti de yine Pazar akşamı saat 11 de Sabah 7 de İzmir deyim. Gidiş – dönüş koltuk numarası aynı 22 numaralı koridor koltuğu. Artık uyku yolda uyuyabildiğim kadar. Zaten otobüste uyumaya alışkınım.

Gün geldi çattı, Cumartesi kahve etkinliğini her zamanki yerde İnciraltı Kent ormanı, Çakalburnunda arkadaşlara kahve pişirdim bol sohbet eşliğinde. Akşam eve varınca bisikletim KUZ’a gerekli eşyaları yükledim. Kahve takımı her zaman çantamda. Sadece LPG kartuşa 2 tüp gaz bastım. Akşamı da duşumu alıp yemeğimi yedikten sonra saat 9 gibi evden çıkıp metro ile Halkapınar’a kadar geldim. Halkapınar dan otobüs garajına kadar (bunaltıcı İzmir akşamlarından eser yoktu) bisiklet sürdüm. O akşam gündoğusu rüzgar serin esiyordu. Serinliğin etkisi terlemeden gitmeme neden oldu. Garaja erken vardım ne olur ne olmaz diye. O akşam da süper kupa maçı vardı BJK ile GS arasında. Maçın son bölümünü seyrettikten sonra perona gelerek bisikletin ön tekerleğini ve çantayı çıkarıp otobüsün gelmesini bekledim bir süre. Otobüs geldi ama bagaja sığmadı bisikletim, anca yan yatırıp altına bagaj çantamı destek yaparak yerleştirebildim. Otobüs koltukları 2 + 1 , fazla yolcu olmayınca bagajda yer vardı. Otobüs saat 11 de hareket edince koltuk arkalarındaki televizyondan maçın uzatmalarını seyrettim. GS bir gol attı, ardından BJK maç berabere sonlanınca penaltılara geldi. BJK daha çok pozisyona girmesine  rağmen çok gol kaçırdı. Eh ne yapalım gönlümüz KARA KARTALLAR dan yana olsa da atan galip oluyor. Kara kartallar 3 penaltıyı da atamayınca kupayı GS aldı. Maçın ardından koltuğu yatırarak uyumaya başladım. Yolda sadece tuvalet molası için durduğunda tuvalete gidip işimi hallettikten sonra tekrar yatışa geçtim. Polatlı yakınlarına gelip gözlerimi şöyle bir açınca yerlerin ıslak olduğunu gördüm. Umarım kahve yaparken yağmur yağmaz. Ankara’ya giriş yapıyoruz, yağmur yağmaya başladı. Otobüs garajına gelince yağmur dindi. İndirme peronunda bagajdan bisikletimi indirdikten sonra ön tekerleği takıp iç kısma, bekleme salonuna geçerek beni karşılamaya gelece gönüllüleri beklemeye başladım. Saat sabahın 7:15 i, arkadaşım Cem Koç telefon ile aradı neredesin diye. Garajdayım deyince birazdan orda olurum diyerek telefonu kapattım. Henüz sabah kahvaltısı yapmamıştım. Hazır çorbacının önündeyim, şöyle bir sıcak mercimek çorbası iyi gider. Çorbayı içerken Cem Koç geldi, sarmaş dolaş kucaklaştıktan sonra o da kendine bir çorba ısmarlayıp beraber çorbamızı içmeye başladık. Cem Koç ile Büyük taarruz bisiklet turunda tanışıp dost olmuştuk. Daha sonra Suyun kaynağına yolculuk turuna da gelerek güzel ekinlikte beraberdik.

Çorbalar bittikten sonra üstüne birer çay da iyi gitti doğrusu. Çayı içerken beni karşılamaya gelecek olan Batı Ankara bisikletçilerinde gönüllü grupta olan Volkan Keleş aradı. Yerimi bildirdikten bir süre sonra yanımıza geldiler. Selamlaşıp tanıştıktan sonra dışarıya çıkıp bir resim çekilelim diyerek ilk önce Cem ile çekildim. Bisikletler önde biz arkada.

20160814_081146_HDR

Karşılamacılar ile bir resim çekiliyoruz hep beraber. Bizi çeken Volkan Keleş, diğerleri de Yılmaz Eke, Önder Özçelik, Gürbüz Keleş.

20160814_081729_HDR

Zaman geçirmeden yola çıkıyoruz. İlk defa Ankara da bisiklete binmenin heyecanı içindeyim. Yol 4 şeritli olmasına rağmen trafik yoğun, araç gürültüleri rahatsız etmeye başladı. Ankaralı sürücülerin biraz kaba olduklarını duymuştum. Umarım bize denk gelmez. Yolun sağındaki emniyet şeridinde gidiyoruz. Önümde üç kişi var.

20160814_082815_HDR

Ankara taşra kasabası, başkent olunca bürokratlar  ve göç nedeniyle Türkiye’nin İstanbul dan sonra ikinci büyük şehri. O yüzden tarihi eser yok geçmişten kalan. İstanbul da tarihi dokuyu bozan gökdelenler Ankara da sadece göğü delmekte. O yüzden pek bir şey kaybetmese de gökyüzü küçülüyor. Elçek ile kendimi ve arkadaki arkadaşları çekiyorum.

20160814_082843_HDR

Ankara’nın tarihi eksikliği olsa gerek bu boşluğu doldurmak için şehrin 5 girişine de devasa kapılar yapılmış. Geçmiş tarihi eskiye dayanan şehirlere yapılan zafer takları benzeri olmuş ama betonarme! Tarih kokmuyor anlayacağınız. Eğer ayırt edebiliyorsanız beton kokuyor… Tak altında iki yönlü, dörder şeritli yol.

20160814_084727_HDR

Volkan Keleş Batı Ankara grubunun fotoğrafçısı. Üst geçide çıkıp resimlerimizi çekiyor optik zoomlu kamerası ile. Resimde iki kişiyiz.

13975375_1070324723043653_5484265608421863843_o

Gittiğimiz yol büyük tartışmalara neden olan, eylemlerin yapıldığı ve bir gecede kimsenin haberi olmadan kalleşçe ormanı yok edip açılan yol. Oldu bitti ile açılışını şatafatlı yapan yetkililer sanki büyük bir iş yapmış gibi övünüyorlar. 4 gidiş 4 dönüş toplam 8 şeritten yapıldığına göre ileride daha çok araba trafiğe çıkacak demektir. Sadece otomobil için üretilen politikaların sonucu yolun geçtiği ODTÜ ormanının zamanla yok olmasına neden olacağı kuşkusuz. Oysa otoyol yerine bisiklet yolu yapılsaydı bir çok yaşam ormanda yaşamını sürdürebilir. Yazık ki çok yazık.

Neredeyse 1200 metrelik rakıma ulaştıktan sonra inişe geçmeden önce rüzgarlıkları giymek gerektiğinden hemen giyiyorum. Eğim fazla olmasa da 8 Kilometre tırmanış epey terletti. İnişte rüzgar ter ile buluşmamalı. Çıkış uzun sürse de iniş kısa ve çabuk oldu. Ankara’nın Gölbaşı ilçesine girdik. Tabelada Gölbaşı, Nüfus: 123000 yazılmış.

20160814_091809_HDR

Ben ve Cem sabah çorbaları içtik ama diğer arkadaşlar henüz kahvaltı yapmamışlardı. O yüzden marketten kahvaltılık bir şeyler aldılar. Yoldan geçen birine resmimizi de çektiriyoruz. Toplam altı kişiyiz.

20160814_092111_HDR

İstinat duvarı Gölbaşı ilçesinde olduğumuzu belirtiyor. Bisikletim KUZ park etmiş.

20160814_094357_HDR

Gölbaşı Mogan gölü az üstünde Eymir gölü ile İmrahor deresinden besleniyor. Gölbaşı girişinden sola, Eymir gölüne sapıyoruz. Göle belli saatlerin dışında, gündüz araç girişi yok. Sadece belediye otobüsleri servis yapıyor buraya gidip gelenleri ve yorulanları.

20160814_095211_HDR

Ankara’nın betonarme devasa binalarından kurtulduk. Yemyeşil Cennete geldik sanki. Orman içindeyiz, yol sağa dönemeçli.

20160814_095338_HDR

Burada nefes alışımız değişiyor, yürüyüş yapanlar, koşu yapanlar, bisiklet sürenler sürekli gidip gelmekte. Buraya gelmek için uzun bir yol yapmak gerektiğinden arabası ile bisikletini getirip dışarı park ettikten sonra bisikleti ile gölün harika manzarası eşliğinde etrafını dolaşıyorlar. Gölün etrafı 10 Kilometre. Bisikletlerin çoğunluğu katlanır olması arabanın bagajında rahat getirmelerine sağlıyor. Yol sola dönüyor çam ormanı içinde.

20160814_095354_HDR

Girişte göl pek görünmüyor, ilk gördüğüm yerde KUZ ile bir göl manzarasını çekmem gerek. Ve çekiyorum.

20160814_095708_HDR

Kahve etkinliğini yapacağımız alana geldik. Bisikleti sehpasına park edip yerleştikten sonra kürekçilerin sabah antrenmanından bir görüntü yakalıyorum. Kürek çekmeyi severim, çekenlerin de resmini çekmeyi. İşte doğayı, manzarayı ve çevreyi bozan etkenler ağır adımlarla Eymir gölüne doğru adımlarını atmaya başlamış. Şimdilik dağın ardında 6 tane binanın betonarme tepesi gözüküyor. İleriki yıllarda durumun daha da vahimleşeceğine inanıyorum. İnsanoğlunun para kazanma hırsı kendini yok etmeye yol açacaktır. İnsanların stresli geçen yoğun çalışma temposundan kurtulmak için doğada huzur bulmaya çalışması böyle görüntü kirliliğinde ne olacak. Huzura erecek mi? stresini atacak mı? Zaten betonarmelerde hayatı geçiyor. Bu gölün güzelliğini bozan manzara hiç hoşuma gitmedi. Bisikletin kadro üçgeni içinde göl, tepe ve tepede görünen beton binalar.

20160814_100434_HDR

Çam ağaçları kalem gibi düzgün ve sık dikilmiş.

“Bir ağaç gibi hür ve orman gibi kardeşçesine”

20160814_100633_HDR

Arkadaşlar kahvaltı hazırlıklarına başladı bile. Getirdikleri ocakla çay demliyorlar. Bisikletler beton platformda park etmiş.

20160814_100643_HDR

Göl kıyısında kurumuş söğüt ağacı dibinden kesilmiş, kökü kurumamış yeniden sürgün vermeye başlamış. İşte doğanın yaşam savaşı her zaman yaşamı devam ettirme üzerine.

20160814_100820_HDR

Yoldan sürekli bisikletliler geçmekte. Herkes kendine göre sporunu yapıyor.

20160814_100832_HDR

Çay demlenirken etrafta bir kaç resim çektikten sonra kahve takımlarımı çıkarıp hazır hale getiriyorum. Batı Ankara grubu gelmeden ilk kahveyi hali hazırda bulunanlara yapıyorum. Fincanlar, kahve bakır cezvede pişiyor. Cam kavanozda kahve çekirdekleri ve kahve değirmeni.

20160814_102712_HDR

Tabelamı da bisikletin gidonuna astım, kahvenin adı belli olsun değil mi? Tabelada Urim Baba’nın kahvesi, maksat muhabbet ve bağdaş kurmuş olarak kahve taptığım resim basılı.

13987502_1070326083043517_7774404188941731884_o

Bakalım Eymir gölünün kıyısında kahvenin tadı nasıl olacak. Hem kahve taze olmalı değil mi. Kahve değirmenine çekirdek doldurup ilk hareketi verdikten sonra arkadaşlara çekmeleri için veriyorum. Onlar da hiç görmemiş kahve değirmeni, merakla hangi yöne çevireceklerini bilmeden eline alıyorlar. Basit olan el değirmeni sadece saat yönünde kolu çevirmelisiniz diyerek kahve çekilmeye başlandı. Daha önce buralarda kahve pişmiştir, buna eminim ama orman ve göl ilk defa kahve çekirdeğinin ezilmesinden ortaya çıkan kahvenin nefis aroması ortalığa yayılıyor.

13920110_1070325959710196_5266412897236164626_o

Aaa bir baktık bizim Apo. Abdurrahman Yurduseven çıka geldi. Her yıl Az bilinen antik kentler turuna katılır, uzun süredir tanışırız. Hoş geldin beş gittin sarmaş dolaş kucaklaştık. Tanıdık biri olunca başka oluyor karşılaşmalar.

14047316_1070325873043538_786588885086512462_o

Çekilen taze kahve ile ilk kahve cezvesi ocağa sürüldü. Önde K. Atatürk imzalı dört fincan, kahve değirmeni, ocak üstünde bakır cezve, cam kavanoz ve ben. Arkada göl manzarası. Bu resmi öne çıkan görsel olarak seçiyorum.

13920314_1070325783043547_5940805610859270832_o

Pişen kahve kokusu ve bol köpüğü taşmadan fincanlara bölündü el yordamıyla eşit olarak.

13920326_1070329393043186_8598898912645501995_o

Bakır cezveden köpükler fincana dökülüyor titreyerek.

13923517_1070329406376518_8418998141457277818_o

İlk kahvelerimizi höpürdeterek içtik afiyetle. Fincanlar yıkanıp  hazır hale geldi. Nihayet Batı Ankara Bisikletçileri yoldan gelirken görüldü. Hemen cep telefonumu çıkarıp önde gelen Güzin ablayı çekiyorum.

20160814_113437_HDR

Ardından diğerleri Güzin ablanın peşinden geldiler.

20160814_113433_HDR

Bisikletim KUZ, Atatürk halı portrem ve Urimbaba’nın kahve tabelası hazır. Beklediklerimiz de geldi nasıl olsa. Şimdi kahve pişirme zamanı, sürüyorum cezveyi ocağa. Kahve kokusu ile tatlı sohbetler başlıyor. İlk önce  tek tek tanışıyorum arkadaşlarla. Hepsi de güler yüzlü güzel insanlar. Sohbetle kaynaşmaya başladık bile. Çoğu önceden beni tanıyordu, kahvemin ününü de duymuşlar. Merakla kahvenin nasıl piştiğini gözlemliyorlar. Volkan Keleş bisikletim KUZ’u Atatürk portresiyle çekiyor göl manzarasıyla.

13937762_1070325189710273_8114797800557384075_o

Hazır resim çekilecek ortam bulunca sırasıyla resim çekilmeye başlıyor arkadaşlar. Bu resimleri Volkan Keleş çekiyor.

13914088_1070326063043519_4164043629051978884_o

Genç bir arkadaş çekiliyor.

13923710_1070328676376591_4642833477422874058_o

Diğer bir arkadaş çekiliyor.

13958147_1070329093043216_6686915750809517543_o

Başka bir arkadaş zafer işareti yaparken çekiliyor.

13995469_1070328969709895_2542806750328762180_o

Bir arkadaş iki elini yana açmış, baş parmakları yukarıda.

14047188_1070329046376554_8739186615327393455_o

Genç bir arkadaş, arkada göl manzarası ile poz veriyor.

14047264_1070329113043214_2744271137862238567_o

Kahve sürekli pişmeye başladı ardı sıra. Bir yandan da değirmende taze kahve çekildi. Uyum içinde birbirini takip ederek sıcak sohbetin artığı saatlerdeyiz. Değirmen, kahve kavanozu ve ocakta pişen kahve.

13987393_1070325456376913_4329939766534519909_o

Herkesin merakı değirmende kahve nasıl çekiliyor. Ben de uzun süredir, bekli de hayatında hiç değirmende kahve çekmemişlere bu fırsatı sunuyorum. Hem merakını gideriyor hem de kendi çektiği kahvenin tadı nasıl olacak diye sabırla bekliyor.

13958165_1070334813042644_499499146727424212_o

Bir arkadaş göl kıyısında dibinden kesilmiş söğüt ağacının kütüğüne oturmuş kahve değirmenini çekiyor.

13975280_1070333033042822_5508647638787980685_o

Şimdi kahvenin köpüğünü gören ne yapmalı. Tam da taşmak üzere, bol köpüklü, mis kokulu.

13925760_1070329226376536_1734247089530481640_o

Kahve taşmadan fincanlara köpükleri eşit olarak dağılıyor. Bakır cezve beş kişilik olunca beş fincanda kahve yapıyorum. Kalabalıkta böyle oluyor.

13923791_1070329476376511_2509327259659536470_o

Ve mutlu son, Elinde kahve fincanı, yüzünde gülümsemesi bana yetiyor. Bir fincanın 40 yıl hatırına bakmam bile, bir tutam gülümseme, bir hoş sohbet yeter bana. Gerisi fasa fiso.

13920525_1070330509709741_2575094577828074239_o

Gözlüklü bir arkadaş kahve fincanını heyecanla elinde tutuyor.

13923528_1070330586376400_6917231308648490085_o

Bir arkadaş fincanını dudaklarına götürmüş keyifle içiyor.

13925662_1070329576376501_4961407031260579272_o

Saçı sakalı iyice kırçıllaşmış arkadaş, elinde kahve fincanı ile poz veriyor.

13925914_1070329513043174_3320977898629217993_o

Güneş görünmese de Güneş gözlüğünü çıkarmadan kahvesini içiyor.

13962816_1070333789709413_7575305345260251690_o

Herkes sırasını bekliyor sabırla Güzin ablanın beklediği gibi. Küpeleri pek te güzelmiş, yan yana üç küpe. Üçü de değişik.

13923854_1070333823042743_6160002756781325756_o

Eh Güzin ablanın küpesi olur da benim neden olmasın? Başımda kırmızı buff, sol kulağımda küpe.

13923890_1070327663043359_7609672609817771912_o

Kahveler içildi, sıra birlikte bir resim çekilmede. Benim etrafımda toplaşıp poz veriyoruz, fotoğrafçımız Volkan Keleş’e. Batı Ankara Bisiklet topluluğunun misafirseverliği. On Numara Beş Yıldız. Resimde 27 kişi var.

13913582_1070332529709539_5372109018219122487_o

Gölet olur da su kuşları olmaz mı, Kara Meke kuşu gölün verdiği bereketten karnını doyurmaya çalışıyor.

13958211_1070336046375854_6882365065813853600_o

Sadece kuşlar değil, doğal olmayan koşullarda insanların piknikten arta kalan besinlerle karnını doyuran köpekler de var. Anası uyuyor ama yavrunun pek uykuya ihtiyacı yok anlaşılan.

13962923_1070331496376309_3927064157900275705_o

Bisikletçi komutan da hazır Ata’nın portresini bulmuş mutlu bir poz vermiş gülümsemesiyle.

13995487_1070335453042580_1128147705825184457_o

Sonunda Mektup‘ un sahibi çıkageldi, tatlı kız hiç te boş gelmez. Oktay Rifat’ın bir şiir kitabı ve şiirleri okurken dinleyebileceğim enstrümantal müzik CD’si. Çam sakızı çoban armağanı bir tutam taze çekilmiş kahve. Ben ise sadece İzmir’e ait Boyoz böreği takdim ediyorum.

13962710_598306110350723_2668296813100488605_n

Hazır gelmiş hemen eline değirmeni tutturuyorum. Biraz çekmeli içeceği kahveyi. Getirdiğim boyozları arkadaşlarla paylaşıyoruz.

13907149_598298287018172_6608299516805353808_n

Bir yılı aşkın görüşememiştik, özlemişiz birbirimizi. Gözde Emine Özgürel ile birlikte poz veriyoruz kameraya.

13920993_598304653684202_5295807613706052753_n

Kahve çekildikten sonra cezveyi hemen ocağa sürüyorum. Gelen misafirim fazla beklememeli, özlemiştir kahvemi.

13920968_598298383684829_3228800985290515414_n

Gözde kahvesini içerken benimle birlikte Atatürk imzalı fincanı da kareye almış çaktırmadan.

13902772_598298317018169_8633701013859575465_n

Herkes kahvesini içmesi öğleyi buldu, karnımız da acıktı. Balık ekmek siparişleri alınıp yaptırmaya gittiler. Ben de bu sırada çevreyi ve gölü resim çekerek dolaşmaya başladım. Hep otur otur ayaklarım uyuştu. Biraz hareket  etmeli. Bisikletim KUZ ve arkadaşları çekiyorum ormanla birlikte.

20160814_132052_HDR

Göl kıyısı, kimi ağaçlar dibinden kesilmiş. Büyük olasılıkla söğüt ağacı ömrünü tamamlayıp çürümüş olmalı. Zaten söğüt ağaçlarının ömrü fazla olmaz. Suyun dibinde yetiştiğinden çürüyor.

20160814_132110_HDR

Balık ekmekler geldi, yemeğe başladık afiyetle. Burada yiyecek arayan sadece su kuşları, köpekler yokmuş. Sarı arılarda balık kokusunu duyunca hemen yediğim ekmekten otlanmaya başladılar. Ustaca bir parça koparıp gidiyor, ardından tekrar gelip bir parça daha. Ben de arada arıların olmadığı zamanda bir ısırık alıp yiyorum. Tabi ki de ısırırken arının olmamasına dikkat ediyorum, yoksa arı ile ısırırsam damak şişlenir arı tarafından. Bu aklıma henüz Kosova da iken başıma gelen bir olayı anımsattı.

“Yaz günlerinde ara öğün için evden bir dilim ekmek alarak üzerini şeker ile kaplıyoruz. Çeşmeyi sadece damla damla akacak şekilde ayarlayıp şekerin ıslanmasını sağladıktan sonra afiyetle yemeğe başlardık. İşte böyle bir dilimi yerken sarı arının bir tanesi şekerli dilimin üzerine konmuş Tabi ki ben farkına varmadan ısırınca ağzımın içinde kalan arı hemen üst damağımı şişledi. Bende feryat figan ağlama sızlama. Arıya karşı alerjim olmadığından atlatmışım, yoksa arı sokması bazen tehlikeli olabilir. Hele damaktan sokulursan…”

20160814_134324_HDR

Aaaaa o da ne, serçeler çekinmeden dibimizdeki ekmek kırıntılarını alıp pııırrrr diye uçup gidiyor.

20160814_150013_HDR

Yemeğin üstüne birer kahve gider deyip tekrar isteyenlere kahve pişirdim. Kahvenin tadına doyulmadı demek ki. Beş fincan kahve dolu ve bol köpüklü.

13996278_1070329486376510_9206675883979523244_o

Arkadaşlar meraklı, bu kahve sevdası nereden, nasıl aklına geldi? Urimbaba’nın kahvesi nasıl oluştu? Merak edilecek konu.. Ben de başlıyorum anlatmaya ta en başından. Nasıl olsa zamanımız bol, hem kahve sohbeti çağrıştırır.

13920072_1070333579709434_3240594223996421100_o

Herkes pür dikkat beni dinlemeye başladı.

13923735_1070334143042711_8714811681832919676_o

Başlıyorum anlatmaya;

“Bir zamanlar Aşık Garip adlı bir kitap okumuştum. Aşık Garip fakir, garip biri. Yaşadığı yerde bir kıza aşık oluyor. Kızın babası da yüklü başlık parası isteyince Garip ne yapsın, parası pulu yok ki? Çıkıyor gurbete başlık parasını kazanmaya. Aşıklık yapayım diyor ama saz çalmasını bilmiyor ki Garibim. Hep dualar ediyor saz çalmasını öğreneyim diye. Hızır da dualarına karşı dayanamıyor bir gece rüyasında el vererek çalmasını öğretiyor. Gurbette bir kahve açıyor ve kahvede sazı ile aşıklar atışmasında şimdiye kadar duyulmamış sözlerle, sazının tatlı tınısı bütün aşıkları pes ettirmiş. Ünü giderek yayılmış dört bir yana. Hem kahvesini içmeye hem de sazını sözünü dinlemeye gelenler çoğaldıkça iyi para kazanmış. Yıllar birbirini kovalamış, derken günlerden bir gün memleketinden bir haber gelmiş. Sevdiceğinin babası artık Garipten umudunu kesmiş olmalı kızını başka birisi ile evlendirmeye karar vermiş. Bunun haberini alır almaz apar topar memlekete gelip hemen duruma el koyup kayın pederinin istediği başlık parasını mislisiyle verip kızını almış.

Bir zamanlar olmuş bu olay beni etkilemiş ve böyle bir kahve açmayı hayal etmiştim. Kahve içmeyi severim, bisiklette kahve içmek için gerekli olan ocak, cezve ve fincanlar heybemde yerini bulunca artık her yerde canımın çektiği en güzel yerlerde kahvem pişti. Kahvenin tadını alan çoğaldıkça kendi kendime dedim ki; Urimbaba’nın kahvesi niye olmasın. Her ne kadar saz çalmasını bilmesem de az çok tıngırdatırım. Uzun süredir sazım bile yok. Yukardaki Aşık garip hikayesini anlattığım değerli türküsever dostum Talat Yalçın bana bir saz hediye etti. Kahve yapabileceğim uygun bir yeri seçtikten sonra dostlara kahve pişirmeye başladım. Her Cumartesi İzmir’in İnciraltı Kent Ormanın, Çakalburnunda kahve pişer.”

Başımda kırmızı buff ve küpemle birlikte yakından çekiliyorum hikayemi anlatırken.13995427_1070333866376072_2034790317387061131_o

Havanın kapalı olması güneşten fazla etkilenmeden akşamı ettik. Artık geri dönmenin zamanı geldi diyerek toparlandıktan sonra TRT binalarının olduğu tepeye doğru çıkmaya başladık. Eymir gölünü şöyle bir tepeden çekmek gerek.

20160814_160542_HDR

Yokuş birazdan fazla sert olmasından dolayı henüz tepeye gelmeden beni zorla araba ile çıkardılar. Arkadaşları kırmadım tabi ki. Zaten geç çıkmıştım ve arkadaşlar tepeye varmış bizi bekliyorlardı. Zirvenin tadını topluca resim çekilerek çıkardık.

13913988_1070337309709061_8958130002647806225_o

Sevgili Gözde ile tekrar buluşma dilekleri ile vedalaşıyorum. Kendisi Çankaya yönüne doğru gidecek. Ben de Batı Ankara grubu ile Ankara’nın batısına doğru gideceğim.

20160814_161638_HDR

Ankara’nın korkunç trafiğinde bir süre gittik. Dekatlon alış veriş merkezinde bir süre dinlendik. Başımda ince sızı bir ağrı belirdi, yanımda ağrı kesici de yok içeyim. Artık ağrıyı çekeceğim. Güzin abla ve ekibi ile vedalaşıyorum tek tek. Hepsine teşekkür ediyorum gösterdikleri ilgi için. 8 Aralık ayında  İzmir’ e günü birlik gelecekler. O zaman görüşürüz dilekleri ile ayrıldık. Abdurrahman beni yalnız bırakmıyor, beraber dinlenmek için çalıştığı ODTÜ kampüslere gelerek odasında bir süre dinleniyoruz. Abdurrahman üniversitede memur olarak çalışıyor. Bu arada bir ağrı kesici içtim. Bu biraz baş ağrısını azalttı. Sonrasında kampüs içerisindeki restorana giderek karnımızı doyurduk. Otobüs garajı buraya yakın, gecenin karanlığında dikkatlice, fosforlu yeleğimi giyerek garaja vardık. Otobüs peronunda sadece İzmir arabası yoktu hareket saati gelmesine rağmen. Otobüs Çankırı dan geliyormuş, herhalde trafiğe takıldı. Neyse fazla geç kalmadan perona girdi otobüs. Beni bir endişe kapladı, muavin ya bagajda yer yok dese diye. Bagaj kapakları açılınca binen yolcuların bagajları ile dolduğun görünce “Eyvah” dedim. Neyse ki korktuğum başıma gelmedi. Muavin diğer tarafa boş olan küçük bölmeye koyarız deyince yüreğime su serpildi bir anda. Ne de olsa Kamil Koç farkı. Ön tekeri daha önce sökmüştüm. Hemen bir çırpıda bisikleti bagaja yerleştirip rahatlıyorum. Abdurrahman’a teşekkür edip vedalaşıyorum. Gecenin 11 ine kadar beni yalnız bırakmadı. Tekrar çok çok teşekkür ederim sevgili Apo. Otobüs hemen hareket etti ve yola çıktık. (bir kaç yıl sonra sevgili Abdurrahman kardeşim amansız kanser hastalığına yenilip aramızdan genç yaşta ayrıldı maalesef. Bisiklet camiası olarak üzüldük. Işıklar içinde uyu kardeşim)

Başımın ağrısı artık geçmişti, gece yolculuğu rahat geçecekti anlaşılan. Yolculuğun büyük bir bölümü uykuda geçti. Sadece yemek molasında bir kez tuvalete gittim. Herhangi bir şey yemeğe de gerek duymadım yol boyunca. Tatlı bir yorgunluk üzerimi kaplamıştı. Yeni arkadaşlarla tanıştım, kahvemi içip bir daha içmeleri bu etkinlikte kendini gösterdi. Hazinem daha da çoğalmıştı. Sabah 7:30 civarı İzmir’e geldim. Ön tekerleği takıp bagaj çantaları da KUZ’un üzerine yükledikten sonra Mersinli de çalışan Bacanağımın yanına uğradım. Henüz iş başı yapmamışlar. Kahvede bir duble çay ile sabah mahmurluğu üzerinden attım. Sonrasında aheste aheste Alsancak ta ki bisiklet yolundan eve doğru yol almaya başladım. Ankara da güneşi görmemiştim, İzmir açık ve güneşli. İzmir bir başka güzel benim için. Yaşanılacak şehir!

20160815_085813_HDR

Sevgili Gözde’nin hediyelerini açıp Başar Dikici’nin İstanbul Senfonisi müzik CDsini bilgisayara yerleştirip tatlı müzik eşliğinde Oktay Rifat’ın ‘Bir Aşka Vuran Güneş’ şiir kitabını okumaya başladım.

20160815_102421_HDR

İlk defa İzmir dışında Urimbaba’nın kahvesi pişti. Biraz uykusuz kalsam da benim açımdan çok güzel ve istediğim gibi oldu.

Bu yazıyı okuyup ta kendi bulunduğu yerde kahve etkinliği yapmak isterseniz elbette seve seve, zevkle birlikte yaparız. Uzaklık önemli değil, uykusuz kalmaya değer. Tekrar bir başka Urimbaba’nın kahvesinde görüşmek üzere.

Kahve tadında olsun yaşamınız. Maksat Muhabbet.

Oktay Rıfat’tan bir şiir

 

FENER

Feneri kaldırıp geceye bakıyordu. Birine mi

bakıyordu! Ne gelen var ne giden!

Savrulan çili aydınlığın taşta, sarmaşıkta

Böyledir hep, umut bir gölge olur ve sokulur usulca,

kıpırdar narın yapraklarında, söğüde sıçrar,

sallanır fenerin otları tarayan ışığında.

Oysa yokluğudur sadece aşkın, özlemi, kuruntusu,

patikadan kıvrılarak böğürtlenlere doğru inen.

Ay çıksa, kavalını çalsa dağa taşa, dönse sürüsü!

Kim var orda! Otlar kıpırtısız, yol boş, böcekler bile uykuda.

Oktay Rifat

Bu etkinlikte yaptığım yol 50 Kilometre civarı.

Yaptığım yolun haritası aşağıda

Powered by Wikiloc