Etiket arşivi: ürgüp

Antalya Manavgat – Mersin Bisiklet Festivali Sonrası 12 – 13. Gün

12 – 13  Ekim 2015

11 – 12. Gün

Festivaller sonrası Osmaniye – İskenderun

(Kör arkadaşlar için betimleme yapılmıştır)

 

Ey o büyük yolculukların ürperten heyecanı

Okyanus dalgalarının sesleriyle dol bu ömre

Ölüme ve aşka durmadan kement atan

Serüvenlerle geçsin yaşamak

Buz tutmuş bir dünya ortasında

Yollara düşerdi o hep aynı ıslıkla

Önünde dağlar, uçurumlar

Sarsılan gök, yarılan toprak

Ahmet Telli

 

Öne çıkan görsel, bisikletim KUZ solda, tüyü gidonda. Karşıda su kemeri, yol su kemerinin sonundan, bir göz sağda kalacak şekilde geçmiş.

Evde, yumuşak yatakta uyumanı verdiği rahatlık, yaşadığım şehirdeki gün doğumundan 31 dakika daha erken doğması beni sabahın seherinde uyandırıyor. Elbette sıcak duşun faydası da var. Erken uyanınca kahve takımlarını çıkarıp cezveyi ocağa sürüyorum. Doktor da erkenden uyanmış. Kahveyi içtikten sonra kahvaltıyı hazırlamaya başladık. İnsan uyumlu olunca kahvaltı hazırlamak ta o derece zevkli oluyor. Haliyle sohbet  te birbirimize hikayelerimiz, yaşantımızı, yaptıklarımızı anlatmakla geçti. Doktor nükleer karşıtı yaptığı yürüyüşü anlattı. Fikirlerini yazıya döküp birine mektuplar diye anlatıyor. Bu yazıları matbaada kitapçık biçiminde harfleri biraz küçük olsa da bastırmış. Gerçi ben okuyabiliyorum ama gözlüksüz okunması zor. Bana elindeki basılı bir kaç kitapçık veriyor okumam için. Sohbet zamanın hızlı geçmesini sağladı.

Bu gün Pazartesi ve çalışanlar da Pazartesi sendromu yaşıyor. Doktor da çalışıyor ve işe gitmesi gerek. Evde işe giderken pek uğurlamayan olmayınca ben kapıdan uğurlayıp hayırlı işler diledim. Ben evde bulaşıkları toplayıp bir süre kitap okuyarak zamanın akmasını sağladım. Saat 10 civarı evden çıkarak Doktorun tarif ettiği iş yerine doğru yürümeye başladım. Osmaniye küçük bir şehir, il olmuş sonradan ama fazla göç alan bir yer değil. Antalya’nın Manavgat ve Alanya ilçeleri Osmaniye den daha kalabalık nüfusa sahip. Osmaniye de en meşhur olan şey yer fıstığı üretimi. Doktorun çalıştığı yeri çabucak buldum. Bürosunda Öğlene kadar oturup çay içere oyalandım. Öğle yemeğini çarşıda beraber yedik. Yemekten sonra Doktor işine ben de Osmaniye caddelerinde dolaşmaya başladım.

Fazla kalabalık olmayan caddelerde eski bisikletler dikkatimi çekti. Çift kadrolu bisan bisikletler çoğunlukta. Orijinal sehpasında kaldırıma park etmişler üç bisiklet.

Ankara garında yaşanan insanlık dışı terör olayında 97 insan hayatını kaybetti. O yüzden ülkemizde 3 günlük yas ilan edildi. Osmaniye kent meydanındaki dev bayrak yarıya indirilmiş. Bir kez daha terörü lanetliyorum, yapanları ve yaptıranları.

Ana cadde, caddenin sağında solunda dükkanlar, bankalar. Dükkanın önünde üç tane bisiklet, Osmaniye spor bayrağı ve meydanda dev Türk bayrağı yarıya indirilmiş.

Osmaniye’ye kadar gelmişken yer fıstığı almamak olmaz. Taş yerinde ağırdır diyerek yarımşar kilo paket yaptırıp aldım. Yarım kilosu İskenderun da halama. Diğer yarım kilosu de eve götüreyim. Öğle yemeğini Doktor ile beraber yedikten sonra ben eve gidip biraz daha dinlenmek ve kitap okumak için döndüm. Tembellik olunca şekerleme yapmadan olmaz deyip biraz uyudum. Akşam mesai bitince doktor geldi, kapıyı ben açınca sevindi. Evde pek kapıyı açan olmayınca hep anahtarla açmak zor. Beraber akşam yemeği için hazırlıklar yapıp görev dağılımı ile nefis bir sofra çıktı ortaya.

Yemeğin üstüne de kırmızı Ürgüp şarabı sohbete derinlik kattı. Doktor ile çok ortak yanımız, dertlerimiz ve hayallerimiz varmış. Bunlardan birisi Doktorda çok kitap var, kütüphane kitap dolu ve sığmadığından yerlerde de istiflenmiş durumda. Doktor bu kadar kitabın hepsini okumuş ve kütüphanenin rafında öylece duruyor. Bu kitaplardan başkaları da yararlansın diye bir yer açıp kitapları bedava dağıtacak. Aynı zamanda başkalarının da kitaplığında atıl olan kitapları toplayıp ihtiyacı olana vermek. Bunlar beleş olacak, öyle para pul istemez. Benim de bu turda iyice olgunlaşan kahve olayı. Kafamda beliren düşünce bir mekan yada dükkan değil. Dükkan olmayacak çünkü kirası, vergisi algısı bir ton para ve uğraş. Zaten parayla pulla işim olmadığında kahve beleş olacak her zaman yaptığım gibi. Doktor ile ortak düşüncemiz bir yerde o kitaplarını verecek ben de kahve pişirip sunacağım. Dur bakalım ne olacak. Şarap ta nefis yani, biraz daha içsek dünyayı kurtaracağız sanki. Ama işin gerçeği kimse şarap içerek dünyayı kurtaramamış şimdiye kadar. Şarap sadece güzel fikirler verip düşüncelerimin olgunlaşmasını sağladı. Yeni bir dost ile sohbet etmesi gibi yok. Doktor bana kitaplığından bir kitap veriyor. Kitaptaki kahramanı bana benzetmiş. Kitabın ismi “Zen Kaçıkları” Yazarı Jak Kerouac. Kitabı okuduktan sonra karaman benden çok dengesiz arkadaşım İrfan Özden olduğuna karar verdim. Çünkü kitabın kahramanı  her ne kadar beni anımsatsa da dağcı ve ben henüz dağcılık yapmadım. Sadece gezgin bir bisikletçiyim, o kadar. Bana Mersin nükleer santralına karşı yaptığı yürüyüşü anlatıyor. Çok engelle karşılaşmış, yürüyüşün sadece Osmaniye den geçen etabını yapmamış. Çünkü yöneticilerin saldırılarına ve işinin geleceğine karşı saldırı yaparlar endişesi ile pas geçmiş. Yürüyüşünün büyük bir bölümünü hafta sonları tatillerinde kısım kısım yaparak tamamlamış.

Doktorun evi bahçe ortasında iki katlı. Bahçede zeytin ağacı, meyve ağaçları ve koca bir çam ağacı. Kendi doğal gübresini solucanlar ile yapıyor ama solucanlar şu an yaşamıyorlar. Yok olmasının sebebi belli değil. Çatıda terasta da toprak taşıyıp ayrı bir bahçe yapmış. Uğraşı çok anlaşılan.

Evin balkonunda cam yuvarlak masa, tahta kahverengi sandalyeler. Masada mantarlı kırmızı Ürgüp şarabı, iki kadeh, tabağın birinde kırmızı ve beyaz üzüm salkımı. Diğer tabakta iki şeftali, iki yeşil ekşi elma.

Şarap iyi uyuttu beni, deliksiz uyuyunca sabahın erken saatlerinde birden bire zımba gibi uyanıyorum. Daha gün ağarırken uyanınca kahve yapmak için takımları balkona çıkardım. Sürahide suyu da getirip iki bardak ile masada yerini alıyor.

Cam masada yarım dolu sürahi, iki bardak içi su dolu durumda. Kahve ocağım LPG’li, bakır cezve, iki fincan ve çakmak. Kahve yapmaya hazır bekliyorlar.

Kahveyi pişirip fincanlara köpüklü olarak döküyorum, içmeye hazır. Doktor da benim gibi erkenden uyanmış kahveyi bekliyor. Kahveler hazır olunca sesleniyorum. Kahve sabah aç karnına içilmeli.

Masada iki su bardağı dolu, iki fincanda köpüklü kahve. Ve bakır cezve.

Kahvaltıyı birlikte yapıp Doktoru işine uğurlarken vedalaşıyorum. Ben hazırlığımı yapıp yola çıkacağımdan bir süre daha evdeyim. Sevgili Doktor Umur Gürsoy ile vedalaşıyorum işe yolcu ettiğimde. İşe uğurlanmayı unutmuş olmalı ki duygulandı. Kendisine iki gün misafir ettiği için teşekkürlerimi belirtmeden edemedim. Yeni bir dost, yeni bir kapı hazine torbama girmiş oldu. Sevgili Doktoru uğurladıktan sonra zaman geçirmeden eşyalarımı bisikletime yükleyip hazırlığımı bitirdim. Kapıyı anahtar ile kilitleyip Doktorun gösterdiği yere anahtarı bıraktım. Ardından yola çıktım. Osmaniye küçük bir il olduğu için çabucak şehirden çıkıyorum.

Tabelada Osmaniye den çıkış yazısı ve kalabalık bir araç trafiğindeyim.

Tabelalar gideceğim yönü bana bildiriyor. Ama tabelaları boş verip cep telefonumdaki navigasyonu açıp rotamı belirledim. Navigasyondaki kadın şaşırmış olmalı ki beni üç defa geri çevirdi. Bir gittim yanlış dedi döndürdü, bir süre gittim tekrar döndürdü. Bir daha döndürünce navigasyonu kapatıp güneşe göre doğru yolu buldum.

Karşıma, sağ tarafımda bir tepe ovanın ortasına sanki toprak yığmışlar gibi. Tepenin yüksekliği 75 metre civarı ve üstüne bir kale yapılmış. Yol tek şeride düştü, düşük banket toprak ve  emniyet şeridi yok. Tren rayları yol ile beraber gidiyor. Osmanlı zamanında Almanlara yaptırılmış demir yolu günümüzde de kullanılmakta.

Ovanın ortasındaki tepe ve kalesini daha yakından görüyorum. Kaleye çıkıp yakından görmek için ileri bir tarihe bırakıyorum. Buralara bir daha gelip görmek için bir neden olması gerek.

Toprakkale

Kale ilkçağlarda Çukurova’yı Suriye’ye bağlayan  Amanos / Demirkapı geçidini kontrol altında tutmak amacıyla inşa edilmiştir. Ceyhan Osmaniye Dörtyol ayrımına ve güneyindeki geçide hakim 75 metre yüksekliğindeki bir kayalığın ve buna eklenen yığma bir tepenin üzerindedir.

Girişin batı yönündeki kayalığın üzerinde bulunması önceleri bu kayalık alanda sınırlı olduğunu düşündürtmektedir. Doğu ve kuzey yönlerinin toprak dolgu olması ise, bu kısımların daha sonraki dönemlerde inşa edilmiş olduğunu ve kalenin bu yığma tepeden almış olabileceğini akla getirmektedir.

Kalenin ilk konumlandığı batı yakasındaki kayalıkta daha önceki dönemlere ait yerleşme izleri bulunmuyor ise, kaleyi MÖ 2000’li yıllara Hitit dönemine ait olarak görebiliriz. Bu durumda inşa gerekçesi güneyden gelecek Asur akınları olmalıdır.

Kalenin etrafında savunma hendeği bulunmamaktadır. Güney ve güneydoğu yönünde ikinci bir surla tahkim edilmiştir. Surlar ve 14 adet burç, bazalt taşından örülmüştür. Batı yakasındaki düzlükteki yerleşme (Kınık kasabası) ile kale arasında inşa edilmiş merdivenli bir geçidin kalıntıları bulunmaktadır.  Kale içerisinde cephanelik, ambar, sarnıç, tuvalet, hamam ve şapel kalıntıları mevcuttur.

Kaynak: http://www.hayat-hikayeleri.com/haber_oku.asp?haber=461

Yamaçları ağaç kaplı kale tepesi.

Alabildiğine uzanan tarlalar ve tepelerin üzerine toplu konut inşaatları ufukta siluet olarak görünüyor.

Erzin yol kavşağına geldim. Erzin ilçesi sol tarafta kalıyor ve bu kavşakta tren istasyonu var. Aynı zamanda antik İssos kentine giden yol tabelası da ilgimi çekti. Antik kent tabelası nedeni ile durup haritadan yerini görünce bir ziyaret edeyim dedim.

Erzin tren istasyonunu gösterir TCDD mavi boyalı tabelası, istasyon binası ve rayları ikiye ayıran makas. İstasyonda iki hat yapılmış. Aynı zamanda elektrikli tren için elektrik direkleri ve telleri çekilmiş durumda. Demek ki elektrikli tren çalışıyor bu hatta.

Antik kentte giden yol toprak. Karşıma çıkan ilk yapı su kemerleri gözüme çarpıyor.

Bazı yerlerde yıkık olsa da  az bir kısmı ayakta duruyor. Su kemerleri 1–2 km. uzunluğunda, yüksekliği ise yer yer 7–8 m olan ve hâlâ ayakta kalmayı başaran su kemerleri bulunmaktadır. Bu su kanalları Akdeniz’e Cenevizli gemicilere Nur Dağlarının eteklerinden su iletme kapsamında yapılmıştır. Su kanalları başlangıç yeri ve bitiş yeri ev yapımı nedeni ile alınıp yok edilmiştir.

Su kemerlerinin devamı. Ayaklarının kimisi tahrip edilse de kesme blok taşlarla düzgün örülmüş.

Tarlalarda ürünler toplanıp sürülmüş bile. Yeni ekimlere hazır durumda. Tarlaların bazı yerlerinde beyaz taşlar gözüme ilişmekte.

Tarla sınırlarını belirleyen yerlerde beyaz mermer sütunlar var. Büyük bir olasılıkla sütunlar olduğu yerlerden taşınarak tarla temizlenip ekilmeye başlanmış.

Zeytin ağaçları dibinde sütun ayakları olduğu belli olan blok yuvarlak mermer parçaları öylece duruyor.

Uzaktan belli olmayan antik kenti sonunda buluyorum ve ilk kalıntıları görüyorum. Bisikletimi sehpasına kaldırıp park ederek gezintime başladım.

İssos antik kenti geniş bir alana yayılmış ve az bir kısmı toprak yüzeyinde. Sol tarafımda ki yapılara doğru gidiyorum.

İki tarla arasında sınırı sütun parçaları ile belirlemiş tarla sahipleri. Köylüler geçim derdinde olduğu için önemli olan toprağı ekip biçmek. O yüzden kalıntılar onlar için önemli değil. Önemli olan karın doyurmak. Sistem zaten köylülerin sadece ırgat gibi çalışıp zar zor geçimini sağlamak. Yoksa okul, tarih, sanat, tiyatro yada burada Pers orduları ile Makedon orduları arasında M.Ö. 333 yılında yapılan İssos savaşı umurlarında değil. Kanla sulanmış savaş alanında bereketli ürünler almaya çabalamakta.

Dikkatimi çeken sütun parçalarından bazıları kırmızı mermerden olması.

Tarla sınırındaki taşların bazıları siyah tüf, süngerimsi taşlar da daha da ilginç!

Toprak üstünde kalan yapılardan birisinin içindeyim. 1.5 metre genişliğinde, 2.5 metre yüksekliğinde taştan örülü koridor. Koridorun taş duvarının dibinde plastik bir meyve kasası. Kasanın üstünde de bir parça karton. Belli ki birileri oturmak için kullanmış. Sırtını da duvara yaslamış anlaşılan. Belki de kazı ekibinden birisi oturmuştur güneşin sıcağından korunmak için. Akdeniz’in nemli ve bunaltıcı sıcağı küçük bir taş koridorda taşların serinliği doğal bir klima etkisi ile serinlenebilir.

Toprağın üzerinde kalan yapının dibinde kazı çalışmaları yapılmakta ve yeni yapılar bulunmuş.

Şimdiye kadar yapılan kazıdan anlaşılan büyük bir uygarlık yaşanmış. Kalıntılar bunu gösteriyor. Ama burası yani İssos yada İssus hakkında pek bir bilgi yok. Sadece M.Ö. 333 yılında yapılan büyük savaş bilgilerine ulaşabildim. Pers kralı III. Darius ve Makedon kralı Büyük İskender orduları arasında yapılan savaş ve Makedon kralı Büyük İskender’in savaşı kazanıp imparatorluğunu Hindistan’a kadar genişletmesi hakkında bilgi var.

Yapılan kazıda odalardan oluşmuş bir alan ve bir metre yüksekliğinde taş duvarlar örülerek kare odalardan bir yapı.

Toprak üstünde kalan tonozlu yapılar epey yıpranmış. Toprakla örtül kalan yapı ise dokusunu bozmamış.

Kazısı tamamlanmış odaların resmini daha yakından çekiyorum.

Yapıların arasında sütunlar da dik olarak, sadece 1.5 metre kısmı ayakta kalmış.

Toprak yüzeyinde bir kısmı kazılmış bir kısmı hala toprak içinde sütun kirişi olduğu belli olan ince taş olma işçiliği örneği karşımda duruyor.

Sütun ayağı dibi işlenmiş desenler ve daha ilginç olanı ön kısmı olduğu anlaşılan 60 santim civarı sütun dibi ile birlikte işlenmiş bir parça. Yatay duran parça kıyıları yuvarlak çember biçiminde ortasına doğru incelerek işlenmiş. İlk defa böyle bir sütun taş işlemesi görüyorum. Sütunun altında temel taşı ise ayrı işlenip yontulmuş.

Daha kalın ve yuvarlak bir sütün ve yanındaki duvarlar sonradan yapıldığı anlaşılıyor. Bu yapılar toprak 1.5 – 2 metre civarı kazılarak ortaya çıkmış. Kazı çalışmaları hala devam ediyor. Bir çok yer toprakla örtülü durumda.

Henüz bir kısmı kazılmış çeyrek yuvarlağı görünen, diğer kısmı toprak altında. Anladığım kadarı ile kent meclisinin toplandığı yer. Yarım yuvarlak oturma yerlerinden anlaşılıyor. Yukarıda girişi olan bir geçit görünüyor.

Kazısı bittiğinde muhteşem bir kent ortaya çıkacağı kesin. 1.5 metre kazılmış toprak ve ortaya çıkan yarım yuvarlak oturma yerleri.

Yapının giriş kapısı üstü kemerli bir koridor. Uzun dikdörtgen taş bloklarla örülmüş iç duvar yapısı.

Sol taraftaki yapıları gezip resimlerini çektikten sonra diğer tarafa giderken bisikletim KUZ üzerindeki tripoddan otomatik 10 saniye ayarlayıp kendimi çekiyorum tarlanın ortasında. Aramda antik kentin toprak üstünde ayakta kalan yapıların kalıntıları. Etrafta ve antik kentte benden başka kimse yok. Tarlaların ortasında tek başınayım. Tişörtümde de İzmir yazısı nereden geldiğimi belli ediyor.

Şimdi de sağ taraftaki kalıntılara geldim. Burada da kazı çalışmaları yapılmakta. Henüz bazı yerler kazılmaya başlanmış ve kazılacak alan çok. Kazılar da öyle paldır küldür kazılmıyor. Dikkatli, yavaş ve bir o kadar önemle kazılmakta. Toprağın içindeki buluntulara zarar vermeden.

Burada ise bir amfi tiyatro var ve beyaz mermerleri düzgün. Üstlerde de kırık taş kütleleri gelişi güzel yayılmış.

Bir zamanlar gelişmiş bir uygarlığın yaşadığı bu kentte sanatçıların eserlerini sergiledikleri amfi tiyatronun merdivenlerine oturarak o zamanlarda oynanan oyunları düşündüm. Acaba nasıl seyrediliyordu ve kimler seyrediyordu oyunları. Şimdiki tiyatro salonlarının boş koltuklar gibi değildi sanırım. Halkın tek eğlencesi tiyatro seyretmekti ve koltukları boş olmadığını düşünüyorum. Bilgi çağında insanların oyalanabileceği bir çok araç var ve tiyatrolara kimse önem vermiyor ve salonlar boş.

Tiyatro merdivenlerinde elçek kendimi çekiyorum.

Beyaz mermer taş parçaları arasında siyah taş parçaları da burada gözüme ilişiyor.

Aynı siyah sütunlar da yerin 1.5 metre altında çukur biçiminde kazılmış yerde bir parçası görünüyor. Yanında da beyaz sütun altlığı.

Buraları belli bir döneme kadar yaşam sürmüş. Kazı zemininden epey yukarılarda 10 metrede duvar kalıntıları. Duvar kireçli harç yapılarak taşlarla örülmüş ama Roma dönemindeki gibi düzgün değil.

Duvar yüksekte olunca bir kısmı kazılmış amfi tiyatronun beyaz mermerleri olan yerin resmini çekiyorum.

Daha ileride ilk olarak gezdiğim yapılar var. Arada tarlalar ve tarlalar sürülmüş ekime hazır durumda. Daha ilerisinde yüksekçe yapılmış Ceyhan – İskenderun otobanı. Otoban antik kentin yanından geçiyor.

Resimleri çektikten sonra tekrar aşağı indim. Siyah, sünger gibi delikleri olan taşın üstünde kazıda çıkan kiremit ve benzeri buluntular serilmiş. Anlaşılan bunların değeri yok. O yüzden kimse alıp götürmemiş.

Gezilecek yer kalmayınca yoluma devam etmek için bisikletimin yanına gelerek tarlaların içinden geçip yola çıktım. Toprak yol su kemerleri arasından geçiyor ve bisikletim KUZ kemerler ile güzel bir görüntüye ortak oldu. Mersinde bulduğum kartal tüyü de ayrı bir desen olmuş. Bu resmi öne çıkan görsel olarak seçiyorum.

Küçük bir çayın üzerinden geçiyorum, çayda su var ve akıp gidiyor Akdeniz’e doğru. Dere kenarında sazlıklar kendine özgü tül çiçeklerini açmış. Bu çiçekleri koparıp evlerin salonunda vazoya konup dekor oluşturmakta.

Tren istasyonuna geliyorum, burası ve etraf kömür karası tozu ile kaplı. Etrafı incelerken bana biri seslendi. Yanıma gelerek “Hele gel bir çayımı iç” deyip durdurdu. Kömür taşımacılığı yapan bu yerde şantiye binasına benzer bir yerde tahta bankta oturup tanışıyoruz. İsmi Hanifi Tuygar. Bana kendi demledikleri çaydan bardak bardak ikram ediyor. Tam da çay içme zamanı ve Hanifi Hızır gibi karşıma çıktı. Beni antik kente giderken görmüş ve nasıl olsa geri dönecek diyerek beklemeye başlamış. Oradan geçerken de seslendi. Kendisi de bisikletçi ve bisikletle biniyor. Bir bisikletçi başka bir bisikletçiyi kolaylıkla görüyor. Samimi ve misafirperverliği ile sohbet ederek çaylarımızı içiyoruz. Bana Dörtyol da İlk kurşun müzesini görmemi söyledi. Ayrıca içmem için bir kaç paket sahlep, sıcak çikolata veriyor. Çaylar içildi, sohbet bitmiyor bitmez de. Artık yolcu yolunda gerek diyerek izin istiyorum Hanifi den. Beraber elçek ile resim çekiliyorum. Arkamızda dev kamyonlar. Kendisine teşekkür ederek vedalaşıp yola çıkıyorum.

Hazır gelmişken Erzin’e şöyle bir çıkıp görmeli. Kısa sürede Erzin’e gelerek sembolü olan üç portakal heykelini döner kavşağın ortasında çekiyorum. Portakallar birbirine değmiş durumda ve yuvarlak, geniş bir kulenin üstünde geniş bir tepsinin içinde. Burasının Erzin olduğunu belirtir bir de tabela yazısı var.

Kısa bir ziyaretin ardından ana yola çıkıp Dörtyol’a geldim. Dörtyol bayağı büyük bir ilçe, nüfusundan belli 116.000.

Deliçay’ın üzerinden, köprüden geçiyorum. Dedikleri gibi aktığı zaman deli gibi akıp gidiyormuş önüne ne katarsa.

Yatağından belli Deliçay’ın nasıl aktığı.

Yol kıyısında yön tabelaları var. Bir tanesi büyük, mavi boyalı. Düz olarak İskenderun – Antakya yönünü gösteriyor. Sol tarafa ise çerçeve içinde yeşil boyalı yerde ise İskenderun – Antakya – Adana otobanını yönlendirmiş. Bu tabela yurt içini gösterir bildiğimiz tabela. Bu tabelanın önünde ise sarı boyalı zeminde siyah yazılmış Antakya – Halep tabelası var. İlk defa böyle bir tabela gördüm. Savaş olmasa gitmeli Suriye’nin şehirlerinden Halep tarafına, ne güzel olurdu.

Dörtyol kasabasının merkezine çıkıyorum. Burada da meydanda kocaman portakal heykeli var. Buradaki portakal heykeli Erzin deki gibi yapılmamış. Portakallar daha ayrı duruyor. Burada da üç portakal var. Dörtyol belediyesi yaptırmış, tabelasından belli. Portakallar meydanın ortasına uç kısmı 1 metrekare den başlayan, 5 metrelik bir duvar. Uçtan ortaya doğru çeyrek bir yay biçiminde yükseliyor. Böyle duvar 4 taneden oluşup ortada birleşiyorlar. Portakallar da demir bir boruya üstten tutturulmuş dalı ve yaprağınla beraber.

Hedefim İlkkurşun müzesi, sora sora yerini buldum. Artık tabela bana yönümü gösteriyor.

İyi bir düzenleme ile park haline getirilmiş çimenli bir tümsek üzerine Fransızlara karşı atılan ilk kurşun heykeli. Park çeşitli ağaçlarla süslenmiş, Akdeniz’in bunaltıcı sıcağında insanların gelip gezebileceği yeşil bir alan olmuş. Heykeller üç kişiyi temsil ediyor. Biri tüfeği doğrultmuş düşmana ilk kurşunu atarken, diğeri tüfeği sağ eline almış yürürken, üçüncüsü ile elinde bir bomba pimini çekmiş işgal kuvvetlerine atmaya hazır. Adana ve yöresinde ilk direniş hareketleri böylece başlamış halk kahramanları ile.

Başka bir meydan ve ortasında su fıskiyesi ve üç portakal heykeli. Etrafında da 17 tane direk, direklerde de tarihte Türklerin şimdiye kadar kurdukları devletleri temsil eden bayraklar dalgalanmakta. Etrafta geniş caddeler boş, pek araç yok. Görünüm olarak benim için çok iyi.

Müzeyi sonunda buluyorum. Girişte Dörtyol ilçesini havadan gösterir resmini çekiyorum ilk önce.

Sonrasında yan yana duran iki resimden ilkinin resmini çekiyorum. Resimde iki buçuk katlı bir bina, yarım yuvarlak kiremitli, bakımsız sarı boyalı bir bina. Yol tarafında cumba çıkıntısı, bahçeye bakan tarafta ise daha çok balkon tipi açık bir biçimde yapılmış. Bahçe duvarı yüksek taş bir duvar ile kapatılmış durumda. Bahçede de küçük taş bir bina görünüyor. Resmin altında da “Dünden” yazıyor.

Diğer resimde ise şimdiki hali, yani restore edilerek müzeye dönüşmüş. Aslına uygun, alt katı tamamen taş dekorlu kaplama. Bahçe duvarı ile aynı. Üst tarafı da sıvalı sarı renge boyanmış. Resmin altında da “Bugüne” yazısı yazılmış.

Şimdiki halini de gördüğüm kadarı ile sokaktan çekiyorum. Hem sokak tarafında cumbaya asılmış Türk bayrağı, hem de müze giriş kapısı tarafı bahçeye bakan yanda bir Türk bayrağı asılmış. Bahçe duvarlarının üstü kırmızı renkte yarım yuvarlak kiremitle yağmurdan duvar üstleri korunmuş. Bayrağın yanında da bahçeye bakan bir cumba var.

Müzeye girip bahçenin bir köşesine bisikletimi bırakıyorum.

Bahçe epey geniş, çimen kaplı, yürüme yerleri demiryollarından sökülen ağaç travers döşeli.

Müzeye giriş yapıyorum. Giriş ücretsiz. Karşıma ilk olarak işgalci Fransız kuvvetlerine karşı ilk kurşunu atan ve dağlara çekilip ulusal direnişi örgütleyip savaşan dört kahramanın heykelleri. Soldan sağa Mehmet Kara, Kara Mustafa, Selim Çavuş ve Kara Hasan Paşa. Her heykelin altında da pirinç levhaya basılmış isimleri ve yaptıkları yazıyor.

Mehmet Kara 1894 – 1968

Kara Mustafa (Mustafa Girgeç) 1901 – 1978

Selim Çavuş (Selim Ergeri) 1884 – 1973

Kara Hasan Paşa 1891 – 1936

Başka bir köşede Milli Mücadele savaşıp düşman işgalinden kurtaran üç kişinin heykeli. Çifte tabancalı müftü Ali Rıza Yılmaz, Hacı Emin Hoca, Mustafa Deliağa.

Milli Mücadele kahramanlarından sonra diğer yerlere bakmaya başladım. Müze olunca İlkkurşun dışında çeşitli eşyaların sergilendiği bir yer olmuş. Elle çevrilen eski bir dikiş makinası. Kısa bacaklı tahta bir masanın üzerinde sergilenmiş.

Kurtuluş savaşında kullanılmış mavzerler cam bölmede sergileniyor.

Başka bir camlı bölmede yine mavzerler.

Mavzerler.

Uzun bir kama, el bombası, su matarası, alüminyum bardak, Türk bayrak işlenmiş bir tepsi. Bunların yanında neden konduğunu anlayamadığım biri küçük metal diğeri büyük taş İngiliz top gülleleri.

Devamında küçük bir Türk bayrağı ve alakası olmayan ekin biçmeye yarayan ellikler. Sapları keçi boynuzundan yapılmış.

Basma gömlek, boyuna çizgili, kısa kollu. 1900 yıllarına ait.

Küçük bir odada ise Türkmen yürüklerin dokuduğu kilim yerde serili. Saman duvar yastıkları ve minder. İki tane iki duvarda. Kilim ve minderler aynı renk tonları ve desenleri. Ortada semaver, duvarda saz ve rahle üzerinde açık Kuranı Kerim. Şark odasın benzetilmiş.

Başka bir cam bölmede bir kılıç, kamalar ve tabancalar sergilenmiş.

Tabancaların yanında mavzer mermileri beşli ve kütüklükte beşli olarak sıralanmış ceplere.

Pencere boşluklarına konulmuş elle taşınan fener.

Bakır bir sürahi, kapağı işlemeli.

Bu da değişik yapılmış bir sürahi.

Kurtuluş savaşında kullanılmış manyetolu telefon. Sağ tarafında kolu var ve kolu çevirip elektrik üreterek çağrı gönderip haberleşmeyi sağlıyorlarmış eskiden.

Eski, manyetolu telefon.

Tahta bir masa üzerinde eski bir daktilo ve büyükçe bir işlemeli heybe.

Adana, Dörtyol, İskenderun bölgesini gösterir Osmanlı haritası. Yazılar Osmanlıca. Türkçe yazıda 1320 (1904) yılına ait Adana vilayeti Cebel sancağı haritası.

Kurtuluş savaşında gazilere verilmiş İstiklal madalyaları. Madalyalarda kime ait olduğu yazıyor pirinç levhalarda.

Bir de camlı çerçevelenmiş İstiklal madalyası vesikası madalya ile beraber duvara asılmış. Madalya sahibinin vesikalık resmi de var. 24 Şubat 1969 yılında madalya verilip, vesika daktilo ile yazılmış.

Pencerenin birine koyacak bir şey bulamamışlar. Bir kare bükülmüş demin ne işe yaradığını anlayamadım ve yanında da bir orak.

Başka bir pencerede manyetolu eski bir telefon konuşmuş.

Evde pencere çok ve konacak eşya az olunca hapishaneden zincirli bir pranga sergilenmiş.

Eskiden evlerde dinlediğimiz ilk transistörlü radyo. Aynısından bende var. Rahmetli kayınpederden kaldı vitrinimde duruyor.

Evin içinde yukarı kata çıkan tahta merdiven. Kimi basamak eski orijinal tahta kimisi de çürüyüp dağılan basamak yenilenerek onarılmış. Eski ve yeni basamakların rengi değişik. Tahtalar cilalanmış pırıl pırıl.

Merdivenlerden üçüncü, yani buçuk kata çıkıyorum. Gözüme ilk ilişen duvarda asılı gaz lambası. Lamba gazdan arındırılıp elektrikli ampul takılmış. Gövdeden çıkan iki kıvrık lama ile lambanın şişesinin üst dar kısmında ortası delik ters bir kapak tutturulmuş. Belli ki lambadan çıkan ışığı aşağıya yansıtmak için konulmuş. Altta da Gizli Toplantı Odası yazılmış. Geceleri gaz lambası ışığında gizli toplantılar yapılmış kurtuluş mücadelesinde.

Odada dikdörtgen masa, masa örtüsü ile örtülmüş. Masanın üzerinde Türkiye haritası. Üç kişi toplantı yapıyor. Heykellerden birisi de Mustafa Kemal Atatürk. Mustafa Kemal’in burada toplantıya katıldığını sanmıyorum ama heykellerle canlandırılmış gizli toplantı anını. Belki de katılmıştır.

Eski Dörtyol iki katlı binaları. Bitişik binaların kimisi balkonlu, kimisi cumbalı. Balkon ve cumbalar alttan destekli. Resmin altında Dörtyol Konağı yazıyor.

Başka bir odada köy hayatı ve köy odalarında bulunan eşyalar. Duvarda asılı elekler, yerde küçük bir kilim. Yer minderi Türkmen dokuma işlemeli kırmızı renkli. Karşıda duvar dibinde ocak, ocakta bakraç. Altında odunlar konulmuş ama yanmıyor. Dört tane uzun sırık sıralanmış yerde. Yanında iki bakraç. Kapının girişinde ağaçtan yapılmış alt tarafı geniş, üstte doğru daralan 1.20 santim boyunda, tahtalar üç tane çember ile birbirine tutturularak oluşturmuş ayran yapımında kullanılan döğme yayık ayran fıçısı.

Köylü kadın heykeli döğme yayık ayran döğerken. Yer sofrası, üstünde küçük bir bakraç, bir sürahi ve üç bakır kap. Hepsi de kalaylanmış bir güzel. Dört yer minderi ve bir yastık dekoru tamamlamış. Ocağın üstünde ki çıkıntıda iki tane kahve değirmeni. Böyle bir yerde yaşamak ne de güzel olurdu. Taze mayalanmış yoğurdu yayık ayran döğerek mis gibi tereyağı toplamak. Yayık ayranı kabına soğuk su dökersen tereyağı daha çabuk çıkar üst kısma. Arada tereyağlarını toplamak gerek sarımtırak renginde. Bir taraftan akşam yemeği bakracın içinde odun ateşinde kaynamakta. Odanın içerisi az duman kokusu sarmış ama rahatsız edici değil. Akşam olunca sofra başında bakır sahanlarda mis gibi kokan yemek insana acıktığını hissettirir. Yemeğin üstüne de kahve değirmeninde taze çekilen kahve bakır cezvede köz üzerinde ağır ağır pişecek. Odaya yayılan kahve kokusu muhabbeti artırması içten bile değil.

Bu gün tarlada işlenen işler, toplanan sebzeler pazarda satılması. Yaylada taze otla beslenen ineklerin akşam sağılarak sütü ocakta bakraçta kaynatılıp ılıdıktan sonra yoğurt mayalanarak uyutulması. Ertesi güne yayıkta düğülerek tereyağı çıkarılacak. Tereyağının müşterisi hazır, hem iyi para bırakıyor. Ama artan mazot fiyatları çiftçinin belini bükmekte. Buna bir türlü çare bulamıyor, bulunamıyor. Bilinen en güzel muhabbet kokusu odanın içinde içilen fincanda saklı. Tadı ayrı bir lezzet.

Eskiden mutfaklarda dolap yoktu 40 – 45 yıl önceleri. Duvara asılı dört tahtadan yapılmış çerçeve. Ön kısımlarında ikişer çıta çakılarak, tabaklar, çanakların yatık durmasını sağlıyor. Bakır kaplar ve tabaklar sıralanmış. Metal bardaklar da alt dar rafta. En alt raf diğer raflara oranla daha dar. Burada bardaklar, fincanlar sıralanır. Raflar güzel görünsün diye uçları iğne dantel işlemeli örtülerle süslenmiş.

Pencere boşluğunda bir gaz lambası. Lambanın şişesi yok. İki tane de ispirtolu fener. Yanında da kömürlü demir ütü. O zamanlarda köylerde elektrik olmadığı için ütünün içine köz konularak ütü yapılırmış. İspirto fenerleri de haznesine ispirto konularak haznenin yanında bulunan küçük pompa ile pompalanıp basınçla iğne deliğinden geçirilerek yanan alev cam tüpün içinde parıldayarak etrafı aydınlatıyor. Bunlar eskiden çok değerliydi ve alınması zordu. Alınınca da bu işi yapacak yetişkin kişiler anca yakabiliyormuş fenerleri. Hele camını bulmak hiç te kolay değil. Camı kırılırsa pek işe yaramaz.

Sonunda müze gezim bitti. İçeride sanki çok uzun zaman geçirmişim gibi. Geçmişe zaman yolculuğu yaptım. Bunu dışarı çıkınca hissettim. Müzenin geniş bahçesinden müze binasını komple çekiyorum resmini.

Müzenin bahçesinde yeşil çimenler üzerinde bronz heykeller dikilmiş. Heykeller Kurtuluş savaşındaki kahramanları betimlemiş. Adana yöresine has şalvar pantolon, gömlek giydirilmiş. Üzerinde çapraz asılmış mermi fişekliği.  Ayağında körüklü çizme. Başında takke, alın kısmına bağlanmış poşu. Anlamadığım topuklardan biraz yukarıdan betona gömülü ayaklar. Ayaklar beton içinde kalmış.

Yol; yolda bir antik kent. Bir de müze gezisi öğleni buldu. Hatta öğleni bile geçti. Acıkmışım farkında değilim. Zaman yolculuğu uzun sürdü. Müze bahçesinde büfeden öğle için bir şeyler yaptırıp karnımı doyuruyorum. Yemekten sonra menüde gördüğüm ismi değişik makiato ısmarladım. Kosova da hep içerim. Gelen ise beni şaşırttı! Uzun bir cam bardak, yanında sapı var, özel yapılmış porselen tabla. İki kaşık, biri uzun paslanmaz metal kaşık. Diğeri de çikolatadan yapılmış kaşık. Kaşık rengi de kahverengi, çikolata renginde. Bardağın içinde aşağıdan yukarıya doğru görebildiğim kadarı ile en dipte kırmızı çilek renginde bir katman. Onun üstünde büyük bir olasılıkla kahvenin kendisi kalın bir katman. Onun üstü ise daha kalın köpük tabakası ve en üstte köpüğe gezdirilmiş çikolata. Neyse artık olan oldu, tadını çıkarmalı şimdiye kadar içmediğim bu içeceğin.

Müzeden ayrılıp yola çıktım. Sol tarafımda Nur dağlarının batı kısmı, dağ girintili çıkıntılı yapısı ilginç oluşumlar oluşturmuş. Yamaçtaki taş ocağı ise çirkin bir görünüme bürümüş manzarayı.

Şimdiye kadar sadece adını duyduğum ama ilk olarak gelip gördüğüm İskenderun demir çelik fabrikasına geldim. İlk göze çarpan fabrika bacaları uzun yapısı ile dikkati çekiyor. Kimisi dumanı salıyor ortalığa, kimisi de dumansız. Fabrika bölgesinde hava değişti birden bire. Hafif genzi yakan duman her nefes alışta kendini hissettiriyor. Temiz bir hava yok ortamda ve fabrika gürültüsü sessizliği bozuyor.

İskenderun Demir Çelik fabrikası ;

Türkiye`nin güneyinde İskenderun körfezinde bulunmaktadır. Tesisler İskenderun ilçesinin 17 km. kuzeyinde Yakacık yöresinde sosyal tesisleri ile birlikte toplam 16.757.238 m2 alan üzerine kurulmuştur. İsdemir Türkiye`nin kuruluş tarihi itibari ile üçüncü, uzun mamul üretimi açısından ise en büyük entegre tesisidir. Kuruluş çalışmalarına 1966 yılında başlanan İsdemir 25 Mart 1967 Tarihinde Sovyetler Birliği ile yapılan Teknik ve Ekonomik İşbirliği anlaşması kapsamında Tiajpromexprot firmasına projeler yaptırılmış, aynı firma ile 10 Ekim 1969 tarihinde fabrika kuruluş anlaşması gerçekleştirilmiştir. 1, 1 milyon ton/yıl blum kapasitesinde kurulması planlanan tesisin temeli 3 Ekim 1970 tarihinde atılmıştır. İnşaat ve montaj faaliyetlerinin tamamlanmasını müteakiben üretim üniteleri 1975 yılından itibaren kademeli olarak işletmeye alınmıştır. 1, 1 milyon ton/yıl kapasiteli tesislerin yapım faaliyetleri sürdürülürken 2, 2 milyon ton/yıl kapasiteye tevsi çalışmalarına başlanmış ve 24 Aralık 1972 tarihinde Sovyetler Birliği ile ikinci dilim kredi anlaşması imzalanmıştır. Tevsiat sonunda tamamlanan tesisler 1984 yılından itibaren kademeli olarak devreye alınarak kapasite 2, 2 milyon ton/yıl çelik bluma çıkarılmıştır.

https://www.turkcebilgi.com/iskenderun_demir_ve_%C3%A7elik_a.%C5%9F.

İskenderun Demir Çelik fabrikası içinde bir çok fabrika var. Her baca bir fabrika demek. Büyük bir kompleks olunca ana giriş kapısı iki tane. Kapılardan birisinin önünden geçiyorum. Kapının ismi İsmail Akçakmak Kapısı.

Fabrikanın cüruflarından da çimento üretiliyor. Bunlardan birisi Adana çimento fabrikası. Dağın yamacına kurulmuş ve bacasından çıkan dumanlar çevreye yayılıyor.

Az bir yolum kaldı, fabrika sahası henüz bitmedi. Yolun sağında, ileride kocaman uzun bir baca. Bacanın dumanı tütüyor, demek ki çalışma var.

Halamın oğlu İskenderun demir çelik fabrikasında çalışıyor. Fabrikanın lojmanlarında oturuyor. Lojman kapısına gelince yengem beni arabası ile kapıda karşılıyor. Kimlik bilgilerimi verip içeri giriş yaparak arabayı takip etmeye başladım. Lojman alanı bir kasaba gibi, ama yolları geniş, binalar birbirinden uzak ve fabrika kurulduğunda dikilen ağaçlar kocaman olmuş. Fabrikanın çıkardığı gürültü ve zehirli gazlar burada yok. Bir süre gidiyoruz yeşillikler arasında. Lojmana gelip eve bisikletimi yerleştiriyorum. Ev tek katlı, ağaçların arasında yeşil çimenlerle kocaman bir parkın içindeyim sanki. Halam ve torunları ile buluşuyorum yılların hasretiyle.

Bu gün yaptığım yol 61 Kilometre civarında.

Yaptığım yolun haritası aşağıda

Powered by Wikiloc

Antalya Manavgat – Mersin Bisiklet Festivali 9. Gün

9 Ekim 2015 Cuma

9. Gün

Mersin Bisiklet festivali 2. Gün

Adam Kayalar – Cennet Cehennem ve Narlıkuyu Astım Mağarası

(Kör arkadaşlar için betimleme yapılmıştır)

 

İstese de kalamazdı vakti gelince

Geyik sesleri yankılanınca yamaçlarda

Yürek burkulması ve hüzün ve keder

Aralıksız doldururdu acıların bohçasını

Dudaklarında öpüşlerin gül esmerliği

İçinde kıpırdanıp durur ufuk çizgisi

Ay bile soğuktur o zaman

Bir buz parçasıdır

Çaresiz çıkılacaktır o yolculuklara

Ki bir ömrün karşılığıdır serüvenler

Ahmet Telli

 

Öne çıkan görsel, Astım mağarasında damlalarla oluşmuş ilginç şekiller, ruhları andırıyor.

Pırıl pırıp bir güne daha merhaba dedim. Bu sabah ufukta güneş yine bulutların arasından çıkıyor ama bulutlar ufuk çizgisine yakın ve çok uzaktalar. Her sabah olduğu gibi kahvemi yudumlarken güneş doğuyor. Benim gibi erkenciler de var kahveyi seven. Birisi Gültekin Yıldız, Manavgat festival komitesinden. Geçtiğimiz günlerde beraber pedallamıştım. Diğeri de henüz yeni tanıştığım Halk sağlığı uzmanı, çevreci Doktor Umur Gürsoy. Facebooktan arkadaşız ama yeni tanıştık ve daha önceden yıllarca tanışıyormuş gibi samimi bir dost olduk. Fikirlerimiz ve zevklerimiz uyuşuyor. Beraber güneşin doğuşunu izliyoruz Gültekin Yıldız, Dr. Umur Gürsoy ve ben. Bu sabah ufukta alçak bir bulut tabakası var. O yüzden güneşi bu sabah ta denizin üzerinde göremedim.

İki tarafta birer ucu olan dalgakıran, ağzı geniş çıkışı olan bir gemilerin ve kayıkların sığınma limanı. Deniz hafif çalkantılı.

Güneşin doğuşu belli bir süre, kahve keyfi bitiyor. Sıra geldi festival havalarına. Herkes hazır olunca keyifle tura başladık. Bir süre ana yoldan gittik, elbette sıkıcı ana yolda gitmek ama mecburen trafik gürültüsünde gitmek zorundayız. İlk durağımız Ayaş ta bulunan antik kent Kanlı Divane kalesi. Daha eski adıyla Elaiussa kalıntıları. Ana yola yakın olduğu için giriş yapıp geziyoruz antik kenti

Toprak bir yol, yolun solunda taş bina. Binanın giriş kapısı üç kalın mermer blok. Kapının içine kocaman taşla kapatılmış. Ama soyguncular kapının sol yan tarafı ve üst kısmı tavana kadar taşlar sökmüşler. Bu bina mezar anıt olarak yapılmış. Mezar soyguncuları talan etmiş tarih boyunca ve hala talan edilmekte. Taş mezar anıtın yanında normal boyutta taş mezar lahit. Yolun sonu, ufukta apartmanlar görünüyor.

Antik kentin girişi Nekropol, yani mezar lahitleri karşımıza çıkıyor.

Bozulmamış dev bir mezar bina. Yüksekliği 6 metre civarı, taş bloklar gayet düzgün yontulup örülmüş. Giriş kapısı geniş ve yüksek kemerli. Çatısı ise üçgen alın işlemeli taş kirişlerle kaplanmış. Çatının anlı üçgen taş blok. Toprak yolda bir bisikletçi kadraja girmiş.

Kanlıdivane (Eski Yunanca: Κανυτελής;, günümüzde Mersin’in Erdemli ilçesinde yer alan antik kent. MÖ 3. yüzyılda kurulan ve MS 4. yüzyılda adı Neapolis olarak değişen kentin Elaiussa Sebaste’nin sur dışında yer alan uzantısı olduğu tahmin edilmektedir.

19. yüzyıl ortalarında Fransız gezgin Victor Langlois tarafından keşfedilen kent, 1970’li yıllarda yapılan kazılarla ortaya çıkarılmıştır. Yöredeki ilk arkeolojik araştırmaları ise Semavi Eyice gerçekleştirmiştir.

Kent, doğal bir çökük olan 30 metre derinliğindeki geniş bir obruk etrafında kurulmuştur. Semavi Eyice’ye göre Kanlıdivane isminin kökeni hakkında iki ihtimal vardır. İlk ihtimal isimdeki “kanlı” kısmının kentin antik ismi olan Kanitellis’ten ya da obruğun içinde yağmur sularıyla toprak rengine bulanan kabartmaların kırmızıya çalan renginden, “divane” kısmının ise burada dağınık olarak yaşayan Türkmen topluluklarının zaman zaman divan adı verdikleri toplantılarından gelebileceğidir. İkinci ihtimal ise Roma döneminde suçluların obruğa atılıp vahşi hayvanlara yem edildiği için kente Kanlıdivane denildiğidir.

Kanlıdivane, akustiği çok iyi olduğu için günümüzde konserlere ev sahipliği yapmaktadır

Tarihçe Olba Krallığı’nın kutsal yerleşim yeri olan kentin tarihi MÖ 3. yüzyıla kadar gitmektedir. İlk kez Helenistik Dönem’de yerleşim gören kent Roma ve Geç antik dönemlerde en yoğun dönemini yaşamış ve MS 4. yüzyılda en parlak dönemini yaşamıştır. Ayrıca obruğun içerisinde yer alan merdivenler ve mağaralardan obruk içerisinin de yerleşim yeri olarak kullanıldığı anlaşılmaktadır. Merdivenlerle inilen obruğun büyüklüğünden ötürü tanrısal olduğu düşünülmüş ve kent tarihi boyunca dinsel bir merkez olmuştur. Son olarak ise Bizans İmparatoru II. Theodosius burada kutsal bir Hristiyanlık merkezi kurmuştur.

Kentte gerçekleştirilen yüzey araştırmalarında tespit edilen 15 atölye ile presler, pres yatakları, vida ağırlıkları, pres ağırlık taşları, kırma tekneleri ve kırma taşları gibi üretim araçları kentin özellikle geç antik dönemde önemli bir zeytinyağı üretimi merkezi olduğunu ortaya çıkarmıştır.

https://tr.wikipedia.org/index.php?q=aHR0cHM6Ly90ci53aWtpcGVkaWEub3JnL3dpa2kvS2FubMSxZGl2YW5l

Antik kent girişine geldim. Kentin binalarının duvarları yıkık dökük. Tam karşımda kemerli bir duvar tek göz olarak kalmış.

Aynı yerin biraz yukarıdan görüntüsü. Solda harabelerden çıkan taş bloklar sıralanmış. Diğer tarafta yıkık duvarlar.

Amfi tiyatro seyirci oturma yerleri. Neredeyse tamamen kırılıp oturulamaz halde. Solda iki demir boru ve üç sıra dikenli tel çekilmiş, teller sarkıyor. Tiyatronun üstünde evler görünüyor.

Tiyatro sahnesi, taş duvar sahnenin önünde. Arka kısmında küçük kemerli, üzeri düz sahne altını oluşturmuş.

Seyircilerin inip çıktığı merdivenler.

Tiyatronun üst yandan görünüşü. Seyirci oturma yerleri yarım yuvarlak kademe kademe basamak şeklinde.

Kimi yere beton dökülmüş, beton tarihi dokuyu bozmuş durumda.

Tek kemerli duvarlı yapının tiyatrodan üstten görünümü. Bu yapı kilise kalıntıları. Sadece kıyıdaki duvarlar ve zemin taşlarının bir kısmı duruyor.

Tiyatrodan manzara güzel. Aşağıda ambulans ve belediyenin bize verdiği minibüs ve kamyonet. Yolda bizi takip ediyor. Yol L biçiminde yıkıntıların arasında.

Tiyatro seyirci bölümünün üst kısmında kanal diz boyunda. Oturma yerleri taşlık ve kırık dökük.

Tiyatronun en tepesinden aşağıdaki sahne görüntüsü. Seyirci bölümünün sağ tarafı beton, merdiven şeklinde çirkin bir şekilde.

Amfi tiyatronun en üst basamağında meyvesi olgunlaşmaya başlamış kaynana dili. Meyvesine de dikenli incir denmekte. Tadı nefis bir meyve ama dikkat etmek gerek, soyarken ellerinize dikenler batabilir. Ben de tadına bakıyorum bir kaç dikenli incirin.

Üst basamaklarda ayrıca üstü kapalı tüneller de var.

Tiyatronun yan tarafında kazıları tam olarak tamamlanmamış mozaikler görünüyor. Mozaikler Bizans dönemine ait.

Mozaikler.

Mozaikler, kazı bitmemiş hala devam ediyor. Mozaiklerin desenleri ilginç. 10 cm genişliğinde kenarları siyah mozaik taş, ortadaki mozaik taşlar beyaz renkte. Mozaikler hasır örgüsü gibi alt üst şeklinde çapraz desen yapılmış. Kıyıda 10 cm siyah mozaik taş şerit desenleri çerçevelemiş.

Değişik motifler dikkatimi çekiyor. İki sıra siyah mozaik taş altıgen arı peteği gibi döşenmiş. Ortası beyaz mozaik taş döşeli.

Her köşesi ayrı bir yapı, Resmen tarihin içindeyim. Gruptan  ayrı tek başıma tarihte yolculuk yapıyorum sanki. Tiyatro sahnesinin altı dar ve derin bir yer. Çıkış tarafı kemerli dar girişli taş duvar örülmüş.

Taş döşeli antik yol. Kıyılarda yuvarlak kırık sütunlar sıralanmış. Yol tek basamaklı kademe kademe yükseliyor. Basamaklar geniş.

Temelleri üstünde bir kaç sıra kalmış kalıntılar burada güçlü bir medeniyetin yaşadığını gösteriyor.

Düzgün bir duvarın alt kısmında duvarın yıkılmasıyla yerde taş bloklar sıralanmış yatıyor. Arada bir tane sütun kalıntısı var.

İlla da sanat çalışmaları yapılmış süs olarak. Kiriş bir blok taş, kabartma aslan başı.

Bizans dönemine ait bazilika kalıntıları.

Antik kent ziyaretimiz bitti, tekrar yola koyulduk. Bir süre daha ana yoldayız ama fazla sürmüyor. Sağa toprak yola saptık, önümüz yokuş. İşaretlemeler de yapılmış festivali düzenleyenler.

Solda 2 metre yüksekliğinde taş duvarda sprey yeşil boya ile bisiklet resmi yapılmış. Yanında da Merbisder yazısı.

Yokuş başlayınca haliyle hızımız düşüyor. Önümde bir grup bisikletçi tırmanıyor.

Karşımıza yine antik bir kent çıkıyor. Korykos antik kenti. Önümde kırık taş yığını, sol tarafta taş bina kalıntısı. Bir göz penceresi var binanın duvarında. tam ortada anıt gibi dikdörtgen bir sütun tek başına kalmış. Etrafta zeytin ağaçları.

Kalenin sur duvarları olan bir yapı kalıntıları. Arazi kayalık ve çalı çırpıdan oluşmuş.

Korykos Antik kenti

Hitit dönemiyle başlayıp, Helenistik, Roma, Bizans ve Ermeni dönemleriyle devam eden tarihsel süreç içinde Korykos, Akdeniz’deki önemli liman kentlerinden biri olmuştur. Helenistik dönemde başlayan kentleşme ile içinde bulunduğu coğrafyanın avantajı kullanılarak güvenli bir şehir yaratılmış ve bölgede başka bir örneği bulunmayan deniz ve kara kalesinden oluşan ikili bir savunma sistemi oluşturulmuştur. Stratejik konumu nedeniyle zamanla önem kazanan limanı sayesinde Roma döneminde 500 yıl boyunca zeytin üretiminde ve zeytinyağı ve şarap ticaretinde öne çıkan bir kent konumuna gelmiştir. Bugün ise Dağlık Kilikya’nın en iyi korunmuş antik kentlerinden biridir.
Korikos şehri, İ.Ö. 4.yy’larda, şimdi limon bahçelerinin bulunduğu yerde, Yunanistan’dan gelenler tarafından bir ticaret kolonisi olarak kurulmuş. Herodot ise,  şehri Gorgos adında Kıbrıslı bir prensin kurduğunu yazar. Korikos, adını, o çağlarda bu yörede çok bulunan zagferan (safran) çiçeğinden almış ve zagferanın, Yunanca karşılığı korikosmuş. Korikos halkı daha fazla, “ticaret, yolcu ve habercilerin tanrısı Merkür”e (Yunanlılar’daki Hermes) taptıkları için “Merkür Şehri” de denmiştir. Korykos’ta Yapılı İn’de, ötekisi ise Çatıören’de iki tane Hermes tapınağı vardır. Hermes’in işareti Kerykeion (kanatlı pabuç)tur ve  çevredeki yıkıntıda bu sembol görülebilir.. Tapınakların kapısının üstünde ve yanında da Kerykeion (kanatlı babuç) bulunmaktadır.
Alana yayılmış 14 adet kilise bölgedeki mimari üsluplardan etkilenmiş olmalarının yanı sıra kendilerine özgü yerel bir karakter taşımaları; surların 10 km kuzeyinde yer alan ve yönetici sınıfın anıt mezarları niteliğindeki Adamkayalar ise dönemin günlük yaşantısına ışık tutan 11 adet rölyefi nedeniyle Korykos’u benzer nitelikli diğer antik kentlerden ayıran en önemli unsurlardır.
Taş bir binanın önünde çalılar, binanın duvarları yer yer yıkılmış. İki kemerli pencere görüntüsü arkadaki duvarda da aynı kemerli pencere görünüyor.

Kız  kalesi buradan zar zor görünmekte.

Büyük bir olasılıkla hazine arazisini çevirip bir ev ve cennet gibi bir bahçe yapmış vatandaşın biri.

Binanın bahçesinde mor begonvil çiçek açmış. Evin damı toprak yol ile aynı seviyede. Arkada dik kayalıklar görünüyor.

Yükseldikçe Kızkalesi daha iyi görünmekte. Taşlık arazi, iki ev, deniz kıyısına yakın yerlerde apartman blokları.

Yakın zamanda yol kıyısındaki çalılık yanmış. Yanık dal parçaları siyah, uçları kömürleşmiş. Yandıktan sonra taze otlar bitişmiş, yeşillik ayrı bir renk katıp diğer yerlerden ayrı bir görünüm kazandırmış. Ölüm ve yaşam ardı ardına gelmiş.

Yanık yerdeki yeşil otlar, solda az bir yol görüntüsü ve bisikletçiler bunun farkında olmadan bisiklet sürmeye çalışıyor.

Tepeye çıktık, yol düzleşti. Etraf tipik Akdeniz bitki örtüsü, maki bitki örtüsüne sahip. Ağaç neredeyse hiç yok, sert granit kayalar ağaç yetişmesine fırsat vermiyor sanki.

Adamkayalar tabelasını gördük, neredeyse vardık sayılır nasıl olsa tabelayı gördük.

Önümüzde derin bir kanyon görüntüsü varmış hissine kapılıyorum dik kayaları görünce.

Bisikletleri düzlük bir yere park ediyoruz.

Adamkayalar kabartmalarını anlatan yazı.

Adam kayalar kanyonun aşağılarında, yol yok. Patika gibi bir yerden dik kayaların arasından gitmek gerek.

Yağmur sularının biriktirildiği sarnıçlar. Bu oyuklar doğal olarak oluşmuş, insanlar da bu doğal oyukları biraz oyarak kullanabilecekleri duruma getirip su deposu olarak kullanmışlar yıllar boyu.

Bunu en iyi şekilde karşıdaki kayalıklardaki açıkta kalmış oyuklardan anlayabiliriz. Kayaların oluşumu sırasında yer yer duruma göre boşluklar kalmış. Kimisi tepede, kimisi tabanda görebiliriz. Bir de göremediğimiz boşluklar da var onları bilemeyiz nerede olduklarını.

Henüz aşağıya inmedim, uçurumun kıyısında manzara eşliğinde resim çekilenler var. Ben de onları çekiyorum.

Ben de derin kanyon manzaralı resim çekiliyorum Devrim ile. Resim çekilirken de dikkat etmek gerek yoksa aşağı düştün mü parçan kalmaz.

İnmeye başladım aşağı doğru, kayalar dik. Çıkıntılara tutunarak dikkatlice inmek gerek. Bazı yerler merdiven gibi basamak çıkıntıları yontulmuş ama her yerde yok. Ulaşılması güç bir yer ama merak insanları keçi gibi kayalarda sekerek gitmesini sağlıyor.

İndikçe irili ufaklı oyuklar, mağaralar görüyorum.

Dik kayalıkların alt bölümünde içeriye doğru girintiler oluşmuş.

Kanyonun yukarı kısmı, tabanı görünmüyor bile. Gerçi derenin etrafını ağaçlar kaplamış. Çayın ismi Karyağdı deresi olarak geçiyor. Diğer bir adlandırma da Şeytan deresi halk tarafından isimlendirmiştir.

Kanyonun aşağısı ise derin ve dik kayalıklarından oluşmuş. Burada bağırınca ses karşı kayalıklara çarpıp geri dönerek tekrar kayalara çarptıkça yankılanıyor. Kendi sesimi tekrar tekrar dinlemek harika bir olay. Bu olaya Yankı, diğer bir deyişle Yunanca EKO diyoruz. Mitolojide bunun hikayesi de var;

Baş tanrı Zeus çapkın birisi. Evli olmasına rağmen karısı Hera dan gizli kaçamaklar yapmaktan geri kalmazmış. Karısı Hera’yı oyalamak için çok geveze birisi olan nehir perisi Echo’yu gönderir. Echo da Hera’yı lafa tutarak oyalarmış saatlerce. Günlerden bir gün Zeus nehir perileri Nympalarla gönül eğlendirmeye gitmek için Echo’yu görevlendirir. Echo da Hera’nın yanına giderek konuşmaya başlamış. Echo o karar çok konuşmuş ki Hera sıkılıp ve bunda bir iş olduğunu anlamış. Çaktırmadan adamlarına Zeus’un nerede olduğunu bulmalarını söylemiş. Gelen haberler hiç te iyi değil. Hera Echo’nun kendini Zeus’un gönderdiğini anlayınca Echo’yu cezalandırır. Tekrar konuşamaması için karşısındaki ne konuşursa konuşsun aynısını tekrar etsin. Böylece Echo bu ceza ile gevezelik yapamamış. Günlerden bir gün Echo ormanda dolaşırken kendini beğenmiş Narcissus karşısına çıkıp güzel yüzünü görünce o anda aşık olmuş Narcissus’a. Ama aşkını söyleyememiş bir türlü. Hera’nın verdiği ceza yüzünden konuşamadığından öylece hayran aşık olarak Narcissus’a bakmaktaymış. Narcissus her kelimesini tekrar eden bu kıza kendini beğenmişliğinden yüz vermemiş. Aşkını söyleyememesi ve karşılık alamaması yüzünden Echo günden güne eriyip gitmiş. Zeus bunu görünce Echo’ya vefa borcu dolayısı ile acıyıp kayalara dönüştürmüş. Kim bağırırsa bağırsın kayalıklar sesleri tekrar eder olmuş. Sonrasında kendini beğenmiş Narcissus cezasız kalmaması için kendi yüzünü suda yansımasını göstermiş. Kendi yüzünü Gören Narcissus kendine aşık olunca o da kendine aşkından eriyip gitmiş. Aşk tanrıçası Afrodit buna dayanamayıp Narcissus’u Nergiz çiçeğine dönüştürerek ölümsüzleştirmiş. Böylece Mimas dağındaki nehirde bağıran bir kişi kayalıklardan yankılanan sesini dinlemeye başlamış. Nergiz çiçeği de bu yankılanan sesleri kendine aşık olan Echo dan geldiğini dinleyerek bu güne gelmiş.

Kayalık yüksek duvarlı kanyonun aşağıya bakan kısmı. Bir parça deniz görünüyor.

Yine yerde bir sarnıç oyuğu görüyorum. İçi derin ve karanlık.

Sonunda ine ine Adamkayalar denilen yere geldik. Buraya bu ismi vereni merak ediyorum. Adamkayalar nerden aklına gelmiş kim bilir. Kısaca tarihçesi şöyle;

Kızkalesi’nden Silifke’nin Hüseyinler Köyü’ne giden asfalt yolun 5. Km. sinde batıya ayrılan 2 Km. lik taşlık yolun sonunda Şeytan Deresi vadisine varılır.
Bu vadinin dik yamacında, kayaların yüzünde 9 niş içerisinde M.S II. yüzyıldan kalma 11 erkek, 4 kadın, iki çocuk ve bir dağ keçisi kabartması vardır. Bazı nişlerin alınlığında Roma kartalı kabartması görülür.
Stilistik incelemeler, kabartmaların M.Ö 4. yüzyıldan Roma’ya kadar uzanan zaman dilimi içinde yapılmış olduklarını göstermektedir. Kabartma sırasının ortasında 5 basamaktan oluşan oturma kademelerine sahip niş şeklinde bir sunak bulunmaktadır. Soldaki figür, bir elindeki testiden diğer elindeki kaseye sıvı dökerken betimlenmiştir. Bu tasvir anma törenleri için yapılmış olan bu mekanda, antik dönem gelenekleri arasında bulunan sıvı sunusunun yapıldığına işaret eden önemli bir ipucudur.

Adamkayalar hakkında fazla yazılı bir eser olmadığından isimlerden başka bir bilgi yok.

Kabartmada yere döşeli bir şilteye yan yatmış birisi kolunu dirsekten bir yastığa dayamış olarak durmuş vaziyette.. Yüzü kırılarak tahrip edilmiş adamın.

Bir eli önde ayakta durmuş adam kabartması. Kabartmanın kenarları dikdörtgen sütun, üzeri üçgen çıkıntı ile tamamlanmış. Bütün kabartmalar aynı biçimde.

Başka bir kabartmada döşeğe uzanmış bir kadın ve kucağında bebeği. Yanında da bir adam ayakta dinelmiş duruyor.

Böyle bir kaç yazıdan başka bilgi yok. Belki de mezar soyguncularının yere batasıca zengin olma hırsı yüzünden önemli bilgileri yazan yazıtlar tahrip edilerek yok olmuş olabilir.

Kayalara kazılmış yazıt Yunanca.

Yazıların devamı.

Bir çok oyuk, mağara etrafta görünmekte.

Kimi yerde oyuklar yontularak kaya mezarları yapılmış.

Yukarısı görünmüyor bile, kayalar dikine kesilmiş gibi.

Bir mağara daha.

Belli bir kısım oyulmuş, belli ki bir zamanlar buraya gelenler kalmış buralarda.

Bir süre etrafı seyredip görülecek bir yer kalmayınca dönüş için tırmanmaya başladık. Dik yamaçlarda keçi boynuzu ağaçları görüyorum. Üzerinde bir kaç keçi boynuzu kalmış. Bir tanesini koparıp yiyorum, bu bana yukarıya çıkasıya kadar enerji verir.

Yukarı çıktıkça kayalık kanyon manzarası değişiyor. Keçi boynuzu ağacının budanmış gövdesi sol tarafta.

Acele etmeden çıkıyoruz, arada dinlenmek için oturup mola vermek iyi oluyor. Atalay Yumul ve Umur Gürsoy ile dinlenirken sohbet ediyorum.

Üçümüzü elçek ile çekiyorum bir poz.

Tepeye çıktım sonunda, çıkanları da resim çekerek hoş geldiniz diyerek karşılamak güzel.

Hala gelenler var.

Herkes geldikten sonra yola çıktık. Bundan sonra iniş ama toprak yoldan ve taş ocaklarının arasından oluyor. İnerken dikkatli olmamız konusunda uyarıldık. Kaya kütlesi var önümde, aşağısı uzayıp giden toprak yol ve deniz kenarında binalar. Kıyıya yakın Kızkalesi küçücük görünmekte. Deniz mavi uçsuz bucaksız, havada bulut yok. Pırıl pırıl bir gökyüzü.

Yolda gördüğüm en güzel izlerden birisi iki tekerleğin izleri. Bir tane de aynı, yüzlercesi de. Her bisikletin lastiği de değişik iz bırakmış. Kimisi dağ bisiklet lastiği, kimisi yol bisiklet lastiği, kimi düz, kimi traktör lastiği gibi.

Toprak yolda tozlaşmış toprakta bisiklet lastik izleri.

Yol toprak ve taşlı, eğim de fazla olunca fren tutmuyor. İki tarafı kayalık bir geçitten inen yol. Bisikletim KUZ ve inen iki bisikletçi biraz aşağıda.

Bazı yerlerde inmek için tecrübeli olmak gerek. Tecrübeli olmayanlar bisikletinden inmek zorunda kalıyor. Kayaların yanında açılmış yol ve çok dik. Çoğu elde iniyor yürüyerek. Kayalık geçit devam ediyor.

Kayalar öyle bir şekil almış ki neredeyse kemer olmuş doğal olarak.

İnenleri çekiyorum aşağıdan, ben böyle yerlere alışık olduğumdan kolayca ve dikkatlice indim.

Bisikletim KUZ kadro üçgeninden inen iki kişinin resmini çekiyorum. Kadronun alt borusunda URİMBABA’CAN yazısı ve önde maşa borusunun anlında KUZ yazısı var. Suluk sarı renkte üstte bir kısmı görünüyor. Diğer suluğum ise 1.5 Litrelik pet şişe. Şişe kahverengi çuvalın içinde. Çuval güneş ışınlarından koruyor, aynı zamanda ıslatırsan sıcak havalarda su bir süre serin olarak kalıyor. Bu şişe kahve için daha çok kullanıyorum ve yedek suyum.

Dik inişler bitti, daha az eğimli yolda gidiyoruz. Neredeyse kanyonun tabanına inmiş durumdayız.

Düzlüğe ve asfalt yola gelince öğle yemeğini yiyoruz hep birlikte. Yemekten sonra kıyıya gelerek Kız kalesine bakmak için kumsala geldik. Kıyı geniş kumsal, denize giriyor kimisi. Kum yatağı ve güneşlikler görüyorum deniz kıyısında.

Mahallenin adını aldığı ve Deniz Kalesi olarak da anılan Kızkalesi, Mahalle sahilindeki küçük bir adacığın üzerinde kurulmuştur. Kıyıya uzaklığı bulunduğunuz yere göre değişmekle birlikte ortalama 600 m. kadardır. Burada bulunan bir yazıttan 1199 yılında I. Leon tarafından yaptırılmış olduğunu öğreniyoruz. 1361’de Kıbrıs Krallığı tarafından zapt edilmiştir. Strabon , Roma Dönemi’nde korsanların burasını barınak olarak kullandıklarından bahsetmektedir. Bu kalede Bizans ve Ermeniler tarafından karadaki kale kadar önemsenmiştir.

Hikayesi ;

Vaktiyle bir kral varmış. Çok sevdiği tek kızının geleceğini öğrenmek için bir falcıya danışmış. Kızının yılan tarafından sokularak öleceğini öğrenince , Prenses için bu kaleyi yaptırmış. Böylece onun can güvencesini sağladığını zanneden kral, bir gün kızına bir sepet üzüm göndermiş. Ne var ki sepette gizlenen yılan kızı sokarak öldürmüş. Nedense Kız kalesi yada kız kulesi yapılarda hepsinin aynı hikayesi olması ilginç. Hepsinde kızını koruyan kralların yaptırdığı korunaklı yerler ve hazin son olarak ta üzüm sepetinde gelen yılan tarafından sokulması. Gerçek midir yoksa başka bir hikaye bulamadıklarından duydukları benzer hikayeleri kendilerine mal etmişler mi bilinmez.

Geniş ve uzun bir kumsal, mavi deniz ve kara ile bağlantısı olmayan Kızkalesi’nin surları. Kumsalda bir kaç güneş şemsiyesi ve az sayıda insan var.

Buranın kumsalı epey geniş, yaz tatillerinde iğne atsan yere düşmez. Yaz sezonu bittiği için pek kimse yok. Gerçi turist te yok ortalarda.

Sıra geldi ünlü Cennet Cehennem ve Astım mağaralarına. Buraya gelmek için bir süre ana yolda pedal bastık. 2 Kilometre yolumuz ve 140 metre yüksekliğe çıkacağız.

Kahverengi tabelalarda Cennet – Cehennem, diğerinde Narlıkuyu Astım Mağarası, üçüncüsü daha küçük bir tabela Mancınıkkale yazısı var.

Tırmanmaya başladık, tırmanırken de yol kıyısında Yürük Kadınlarının sattığı kaynana dili meyvesinin tadına da baktık. Uzun olmayan pazarlıkların ardından 1 Lira olan fiyatı 50 Kuruşa indirip sürümden kazanmasını sağladık. Kalabalık olunca satış çok olur. Kadınlar alışmış olacak meyveleri soyarken ellerine dikenleri batmıyor. Meyveler de buzdolabında soğutulmuş mayhoş tadı ile serin bir tat bıraktı damağımızda.

Kaynana dili dikenli yaprağı ve yaprağın uçlarında dikenli incir meyveleri 5 tane, pembeleşmiş. İplere bağlanmış keçi boynuzları da aşağılara kadar sarkıtılmış. Kaynana dili yaprağı arkasında ise bisikletiyle yeni gelen Devrim ve Doktor Umur bizleri görünce duruyorlar.

Devrim bizi çekiyor, Yörük kadını ile elinde dikenli incir tepside poz veriyoruz. Önde bisikletler. Yörük kadını tezgahını koyu yeşil yapraklı keçiboynuzu ağacı altına kurmuş. Tezgahta bal, keçiboynuzu reçeli, zeytinyağı, zeytin tanesi ve dikenli incir satıyor.

Meyve yerken zaman geçmiş farkında olmadan. Cennet Cehennem mağaralarını dolaşmaya fırsatım olamayacağından girmekten vaz geçtim. Bir dahaki sefere bıraktım. Benim niyetim Astım mağarasını görmek. Onun yerine dışarıda bulunan Antik ve Roma kalıntılarının resimlerini çekmeye başladım.

Zeus tapınağının sadece bir duvarı ayakta kalmış öylece duruyor.

Duvarın olduğu yer Zeus tapınağı, sonradan kiliseye dönüştürülmüş.

Yakınında ise daha eski döneme ait Kral yada ünlü komutanlara ait olduğu anlaşılan saraydaki Poligonal ( Beşgen ) taş duvarı gördüm. Taşlar özel yontularak beşgen bicimde kıyıları düz biçimde örülmüş. Böyle duvarlar zenginliğin sanata yansıması olarak karşımıza çıkar.

Binanın diğer duvarı az yandan görünüşü.

 

Poligonal yani beşgen kenarlı taşların dizilişi yakından çekilmiş resmi. Kimisi altıgen. Her taşın boyutu farklı ve kenar ölçüleri de birbirini tutmuyor. Büyük bir olasılıkla duvarı ören usta her duvar taşını koyduktan sonra duruma göre yeni taşı ona göre yontup örmeye devam ediyor. Nakış işler gibi. Bu duvarda taşların üzeri siyah renk kaplanmış. Taşların orijinal rendi krem.

Duvarda bulunan taş bloklar sağ tarafta, ortadaki taş 15 cm kadar içeride üst ve alt taşa göre. Duvarın ucu olduğu için resimde geri kalan arazi görünümü. Ağaçlar, çalılar ve sararmış otlarla kaplı.

Harabenin ortasında 100 yıldan fazla olduğunu sandığım çitlembik ağacı gövdesi. Harabenin giriş kapısı 4 sıra blok taş kalın ve geniş tak parçalardan üst üste. Dikdörtgen kesitli blok taşların dış kısmında yana doğru çıkıntı bırakılarak pervaz olarak yontulmuş. Bu bloklardan sonra poligonal taş duvar başlamış. Duvar 5 metre sonra bitiyor, gerisi yok ve asfalt yol yapılmış.

Zeus tapınağı ve tapınağın kiliseye dönüştürme hakkında pek bilgi yok. Paperon antik kenti kalıntıları olarak Zeus tapınağı görülmektedir. Arkeolojik çalışma yapılmadığı anlaşılmaktadır. Kısa bir bilgi koca bir tabela için fazlaca yer tutmadığını resimde görebilirsiniz.

Tabelada yazanlar : Türkiye logosu kırmızı laleli.

“Zeus tapınağı ve kilise

Genç Helenistik çağdan kalma, dor nizamındaki bu Zeus tapınağı 5. Yy’da kiliseye çevrilmiştir. Kuzey duvarının dar yüzüne Helenistik ve Roma Dönemlerinde hizmet etmiş 130 Din adamının isimleri yazılıdır.”

Cennet mağarası nedense pek ilgimi çekmemişti, beni çeken 300 metre yakındaki Astım mağarası. Astım mağarasının olduğu yere kısa sürede vardık.

Astım Mağarası

Narlıkuyu Kasabası, Hasanaliler Mahallesinde Cennet-Cehennem Çöküklerinin kuzey-batısındadır. İçine helezonik bir merdivenle inilen mağaranın oluşumu 3. jeolojik döneme kadar uzanır. Birbirine bağlantılı, 20 metre derinliği, toplam uzunluğu 200 metreyi bulan galeriler silis minerallerinin birikmesiyle oluşmuş çok ilginç şekilli dev sarkıt ve dikitlerle süslüdür. Mağara nem oranı yazın % 85, kışın % 95′ e kadar ulaşmaktadır.

Dik inen merdiven ve kenardaki kayalık resmi.

Mağaranın girişi dar bir kuyu ağzı gibi, döner merdivenlerden 20 metre civarı iniş yapılıyor. İnmeye başladıktan sonra havadaki nemden ötürü nefes alışım rahatlıyor. Astım olmasam da havası iyi geldi.

Merdivenlerin sonu, altta ışık genişleyen kısmı aydınlatıyor.

Tabana ulaştıktan sonra yatay olarak iniş ve çıkışlarla mağara devam ediyor.

Mağara tavanı kimi yerde yüksek kimi yerde iyice alçak durumda.

Binlerce yıldan beri yağmur suları mağaranın tavanından süzülürken damlalar sarkıtları oluşturmuş. Damladığı yer de ise dikitler. Zamanla sarkıtlar ve dikitler birleşerek sütun oluşturmuş durumda.

Sarkıtlar tavandan aşağı doğru sarkmış.

Mağara uzayıp gidiyor lambaların loş ışığı altında.

Sarkıtlar, her biri değişik.

Sarkıtlar.

Daha kalın sarkıtlar, neredeyse yere değecekler.

Bazı yerlerde sarkıt uçları kırılıp alınmış nedense. Bunu anlamak zor benim için. Güzellikten, estetikten, sanat yoksunu dar kafalı beyinler bir parça kırılıp alınsa bir şey olmaz deyip kırıp dökmüşler binlerce yılda oluşmuş doğal sanat eserini.

Sarkıtlar değişik boyutta.

Nereye baksam ayrı bir eser karşımda. Onun için bol bol resim çekiyorum. Telefonumun hafızası hepsini almaya yeter de artar bile.

Kimi yerler dar bir geçit olarak kalmış doğal yapı olarak. Geçidin ucunda Devrim eğilerek bana poz veriyor.

Hayranlıkla izliyorum her sarkıtı. Kimi yerler yosun tutup yeşillenmiş. O da içerisini aydınlatan lambaların ışığından oluşan bir durum. Işık olunca yosunlar damlayan suyun içinde kendine yaşam formu oluşturarak yer bulmuş.

Sarkıtların altında oluşan dikitlerin şekli değişmeye başladı birden bire. Sanki kafatası görünümünde, hayaleti andırır biçimde.

Bir bakıma insan gövdesi gibi öylece taşlaşmış.

Hani Cennet Cehennem çukurları vardı az önce bahsettiğim. Bu çukurları oluşturan yer altı nehri sanki Astım mağarası ile bir bağlantısı var gibi. Cennet Cehennem çukurları zamanla tavanı çöküp oluşmuş. Astım mağarası ise daha küçük boyutta olduğundan tavan sağlam durumda. Neyse bunların bağlantılarını mitolojik boyutlara taşıyacağım.

Yunan mitlerinden bildiğimiz kadarı ile Cennet Cehennem ve Astım mağaralarının içinden geçen Styx nehri bu dünya ile ölüler dünyasını ayıran bir nehir. Hadesin ülkesinin başladığı yer olarak ta bilinir. Hermes ölen kişiyi buraya getirerek nehrin kayıkçısı Charoon yada Kharoon’a teslim eder. İnsanlar öldükten sonra ağızlarına bir metelik bırakırlar. Kharon’a ölmüş kişi bu parayı verip kayıkla karşıya geçermiş. İyi olan kişiler Cennete giriş yaparlar. Eğer kötü kişiler yada ölmemiş kişiler girmeye kalkarlarsa 3 başlı köpek Cerberus engel olur içeri salmazmış. Yer altı ülkesi, ölülerin tanrısı Hades buralara hükmeder. Ölüler ülkesi üç kısımdan oluşur. Birinci kısım Cennet yani Elysium. İyi insanları Styx nehrinin kayıkçısı Kharon kayıkla Cennete getirip bırakırmış. Cennet obruğu Az ilerde 300 metre ötede. İkinci kısım İçinde bulunduğumuz Astım mağarası Asphodel. Buraya da ne iyi nede kötü insanları Kharon getirir bırakırmış. Üçüncü kısım ise Cehennem Tartarus. Cehennem obruğu şimdiki, haliyle girilip çıkılamayan yer. Kayıkçı Kharon kötü, katil insanlar ve tanrıları buraya getirip atarak sonsuza dek hapsedermiş.

Birbirleri ile bağlantılı yer altı mağaraları Styx nehri sağlıyor. Cennet ve Cehennem mağaralarını görmedim, sadece uzaktan resimlerini çektim. Astım mağarası daha cazibeli olduğunu söylemişlerdi. İyi ki buraya gelip gördüm.

Asphodel denilen yere getirilen ne iyi ne kötü insanların ruhları sanki taşlaşmış zamanla damlayan damlaların altında. Hapsolmuş ruhlar çığlık atıyormuş gibi korkunç görünümündeler. Bu resmi öne çıkan görsel olarak seçiyorum.

Bir çok yerde aynı oluşumlar meydana gelmiş. Buradakiler de gri renkte kayıp ruhları temsil ediyor sanki.

Kimi sarkıtlar yaprak gibi oluşmuş aşağıya kadar.

Mağara duvarlarında oluşmuş sarkıtlar.

Her tarafta farklı renkte ve şekilde sarkıtlar oluşmuş.

Mağaralar zincirinde birbirine dar geçitler ile bağlanmış. Yer altında 20 metre dikine aşağı indikten sonra hafif engebeli 200 metre uzunluğunda bir yerde o kadar sarkıt ve dikit oluşmuş ki insan hayret etmeden kendini alamıyor.

Binlerce yılda her damlada bir miktar erimiş kireç mineralleri oluşturmuş. 20 metre kalınlıkta bu kadar kireçtaşı mineralleri ne kadar daha sarkıt oluşturacak acaba? Düşünmeden edemedim. Yağan yağmur suları sızarak bulunduğumuz mağaraya gelirken tavanın üst katmanlarında erittiği kireç mineralleri yukarılarda boşluklar oluşturduğu kesin. Belki ileriki zamanlarda eriyen kireç boşlukları o hale gelecek ki Cennet Cehennem obrukları gibi çökebilir. Kim bilir?

Bazı yerde yeni oluşmuş sarkıtlar incecik.

Bunlar da değişik renkte ve ince sarkıtlar.

Sarkıt ve dikit birleşmiş, kalın bir sütun oluşmuş.

Sanki salonlardan oluşmuş kırk odalı bir evde gibi odalar birbirine geçitlerle bağlanmış.

Bu geniş odalarda kayıp ruhlar taşlaşmış damlaların altında öylece ne kadar ceza aldığını bilmeden. Bu ruhlar dünyada hiç bir şey yapmamış ne iyi ne de kötü. Basit yaşamış insanlar buraya hapsedilmiş tekrar dünyaya geleceği günü beklemek zorunda. Kimseye iyilik yapmamış, zalimlere karşı gelmeden boyun eğmiş. Güçlülerin zorbalıklarına karşı sessiz kalmış kayıp ruhlar. Belki bir daha dünyaya gelirse cesaretle zorbalığa isyan edip dünyayı yaşanabilir kılar. Kayıp ruhlar için ikinci bir şans gerek.

Kireç taşları ruhları öyle yakalamış ki taşlaşmış halden çıkması olanaksız gibi.

Köşeye sıkıştırılmış ruhlar.

Duvarda sarkıtlar.

Yeşil renkli ve beyaz kristal sarkıtlar.

Kayıp ruhları kurtarmaya çalışan biri. Güzel şarkılar söyleyerek belki ikinci bir şans olabilir kayıp ruhlar için. Devrim bize kollarını iki yana açarak bir şarkı seslendiriyor güzel sesiyle.

O da ne mağara adamı çıkageldi eski çağlardan. Yoksa Herakles bizi Hades ülkesinden almaya mı geldi. Yarı tanrı Herakles bizi kurtarmak için mağaranın tavanını omuzları ile kaldırarak geçit açıyor. Hades buna kızsa da bir şey diyemiyor. Herakles’in öfkesinden çekinmek gerek.  Hades biliyor ki bir süreliğine Atlas’tan Dünyayı omuzlarında taşıdığına şahit olmuştur. Herakles bize geçit açınca İlk önce Mersin bisiklet derneğinin başkanı Zerrin Aslantaş’ı kurtarıyor. Zerrin Aslantaş çıktıktan sonra teker teker geçitten geçiyoruz.

Ben yarı çıplak uzun saçlarımla mağaranın üst tavan taşını kollarımı iki yana açarak omuzlamış durumdayım. Zerrin de kollarını öne doğru hafifçe uzatmış çömelmiş haliyle.

Nihayetinde hepimiz sağ salim kurtuluyoruz. Halk kahramanı Herakles’e minnet borcumuzu el sallayıp teşekkür ederek karşılık verdik. Artık yer yüzüne çıkabiliriz.

Arkamızda ince sarkıtlar fon oluşturmuş. Merdivende 9 kişi aşağıdan yukarı sıralanıp kolları yana açarak sevincimizi belirtiyoruz. Merdivenin metal korkuluğu da görüntüde.

Kayıp ruhlar ülkesi Asphodel den kurtuluyoruz ve merdivenlerden yukarı çıkıyoruz.

Astım mağarası gerçekten çok güzeldi ve iyi ki buraya gelip doyasıya binlerce yılda oluşup meydana gelmiş bu güzellikleri gördüm. İçeride sanki çok uzun zaman geçirmiş gibiyim. Zaman durdu sanki içeride. Belki de Hades bizi binlerce yıl hapsetti yer altı dünyasında kayıp ruhlar olarak. Herakles gelip bize ikinci bir şans verdi ve dünyaya geri döndük. Masmavi gökyüzü ve pırıl pırıl Güneş ikinci şaşımızda bizi ilk önce karşılıyor. İkinci şansımızda iyi şeyler yapmalı, dünyayı zalimlerden kurtarıp yaşanabilir kılmalı.

Solda ağaç dalları ve karşıda uçsuz bucaksız Akdeniz. Kızkalesi kıyıya yakın demirlemiş bir gemi gibi. Ağaçlar ve binalar alt kısımda.

Mor çiçek açmış bir bitkinin ardında manzara resmi. Elektrik direği ve sarkan telleri, zeytin ağaçları ve denize yakın yerlerde binalar. Bahçenin sonunda demir parmaklık, aşağısı yol ve diğer zeytinliğin kıyısında parmaklık var.

Dışarıda köylüler yeşil zeytin toplamış çekiç zeytin kuruyorlardı. Bizlerden de iki kişi oturup kırmaya çalışıyor tahta tokmakla. Çiçekli pazen mintanı, donu ve baş örtüsü ile yaşlı nene elinde tokmakla tahtanın üzerinde yeşil zeytinleri kırmakta.

Bizler de çekiç ile zeytinleri kırarak bir nebze olsun ilk iyiliğimizi yapıyoruz. Yaptığımız iyilik karşılıksız olmalı ikinci yaşamımızda.

Zeytini kırdığımız çekiç odundan yapılmış. Yargıçların çekicine benziyor.

Elimde çekiç çömelmişim, dikdörtgen bir suntanın üzerinde yeşil zeytinler. Beyaz plastik kasa, içinde yeşil zeytin, dibinde az kalmış.

Yaşlı kadın ve oğlu tezgahlarını kurmuş önlerinde yere serdikleri naylon örtü üzerinde zeytin kasaları, yeşil zeytinler. Kırdıkları zeytinleri 5 Litrelik plastik su şişesine dolduruyor. Arkada sıralanmış su şişeleri zeytin dolu.

Çekiç zeytin kuran köylülere bir süre yardım ettikten sonra Cennet Cehennem mağarasının olduğu yere geldik.

Cennet Mağarası

Bir yeraltı deresinin yolaçtığı kimyasal erozyonla tavanın çökmesi sonucu meydana gelmiş büyük bir çukurdur. Elips biçimindeki ağız kısmı çapları 250 m. ve 110 m. olup derinliği 70 metredir. Çökük tabanının güney ucunda 200 m. uzunluğunda ve en derin noktası 135 m. olan büyük bir mağara girişi ve bu mağaranın ağzında küçük bir kilise vardır.

Kilisenin giriş kapısı üzerindeki 4 satırlık kitabede, bu kilisenin V. yüzyılda Paulus adında dindar bir kişi tarafından Meryem Ana’ya ithafen yaptırılmış olduğu yazılmaktadır. Cennet çöküğünün içine her biri oldukça geniş 452 basamaklı taş bir merdivenle inilir. Kiliseye 300. basamakta varılır. Kiliseden sonraki mağaranın bitim noktasında mitolojik bir yeraltı deresinin sesi duyulur.

Cehennem Mağarası

Cennet mağarasının az yukarısında Yaklaşık 110 m derinliğine sahip olan cehennem çukuru, Cennet Obruğu’nun oluşumuna yol açan bir karstik yeraltı akarsuyunun, yine açmış olduğu bir yeraltı mağara sistemi tavanını aşındırıp, çökmesi süreci sonucunda oluşmuştur. Obruğun tabanından, batıdaki Cennet Obruğu’nun altına yönelen bir yeraltı akarsuyu geçmektedir. Cehennem çukuru kenarları iç bükey olduğu için ve Cennet çöküğüne göre daha dar ve dik olmasından dolayı tabanına inmek mümkün değildir, özel dağcı ipi veya esnek merdivenle inilip çıkılabilir.

Mitolojide baş tanrı Zeus yüz başlı Typhon ile savaşırken Zeus yenilir. Typhon Zeus’u kolları ile hareketsiz bırakıp sinirlerini keserek alır. Kestiği bu sinirlerini bir ayı postuna  koyduktan sonra Cehennem çukuruna kardeşi Delphyne’ye veriyor.  Sinirleri olmayan Zeus hareketsiz kalınca diğer tanrılar endişeye kapılmış. Durum kötü olunca Hermes ve Pan Korykeion daki Cehennem mağarasına gelerek  Zeusu’u kurtarmaya çalışır. Pan flüt çalarak Delphyne’yi oyalarken Hermes göz açıp kapanasıya kadar hızlıca ayı postundaki sinirleri çalarak Zeus’a dikiyor. Böylece Zeus hareket etmeye başlar normal olarak. Daha sonra Typhon’u yenerek Etna yanardağına gömer.

Cennet çukurunun resmi, 50 metre boyunda dik kayalıklar derin bir çukurun duvarı. Dibi ve bulunduğum taraf çalı çırpı yeşillik.

Cennet obruğuna iniş merdivenleri. Burayı henüz görmedim, ileriye bırakıyorum buranın gezmesini. Öyle değil midir?

“En güzel yer henüz görmediğimiz yerdir!” Ben de en güzeli sonraya bırakıyorum.

Diğer arkadaşların olduğu yere geldik. Çoğunluğu Cennet mağarasını gezdi.

Daha önce gördüğüm Zeus tapınağının duvarı. Duvarın dibine kadar asfalt dökülerek yol yapılmış. Kaldırım yok, ileride bisikletliler toplanmış bizleri bekliyor hareket için.

Hareket verildi, iniş çabuk oldu. Güneş batıya devrilmiş, gölgeler uzamaya başlamış bile.

Kendi gölgemi bisikletimle beraber hareket halinde çekiyorum.

Narlıkuyu ya inince burada mola vereceğimizi söylediler 45 dakika civarı. Aldığımız duyumlara göre 2 koy ötede güzel bir deniz bizi bekliyormuş. Bir kaç kişi deniz sevdalısı olarak mola yerinde durmayıp gidiyoruz denize girmek için.

Küçük bir koy, önümde restoranların çatısı. Deniz ve karşı kıyı yakın, kıyıda prefabrik restoranlar parsellemiş. İki katlı bir kaç ev ve ağaçlar küçük tepeyi kaplamış.

İşte Cennet koylardan birisi, soyunma kabinleri de var. Hemen mayoları, şortları giyip Akdeniz’in pek serin olmayan sularında günün yorgunluğunu atıyorum kulaçları atarak. İkinci şansımızda suda arınmalı yeni hayatımızda değil mi? Aklanıp paklanıyorum.

Burası daha küçük bir koy ve daha çok kayalık bir burun görüntüsü. Ağaçlar çalı boyutunda, makilik.

Dönüş yolunda Kız kalesi yakınında Kara kalesinin surlarını görüyorum. Burası aynı zamanda denize girilen geniş bir kumsal.

Denizde aklanıp paklandıktan sonra kamp alanına dönüyoruz hep birlikte. Akşam yemeğini sohbet, muhabbet ile birlikte yapıyoruz. Dostum Feyyaz da bizi görmeye geleceğinden yerimizi bildiriyorum. Yanında da bir kaç kitap getirecek. Dostlarıma hediye vereceğim. Feyyaz geliyor kitapları ile birlikte. Kamp alanına gelirken Devrim ile karşılaşınca Devrim Feyyazı tanıyor, Feyyaz da Devrim’i. Karşılaştıklarında Devrim “Siz Feyyaz olmalısınız” deyince Feyyaz da “Tek yol Devrim” diyerek karşılık veriyor. Dostlar buluşunca çadırların olduğu yerde piknik odun masasında oturup sohbete başladık. Her zaman olduğu gibi kahve pişirmeye başladım. Feyyaz da kitaplarını imzalayıp veriyor. Bir tanesi de Devrim için. Devrim de  Ürgüp ten aldığı şarabı bu akşam bize açıyor. Şarap ta nefis, kahve fincanlarında içiyoruz. Devrim Feyyaz için bir türkü okuyor Karadeniz yöresinden güzel sesi ile.

Samistal Yaylasinun
Samistal Yaylasinun

Neden Erimez Karı
Neden Erimez Karı

Ben,Sevdum Alamadum
Sevdumda Alamadum
Böyledur Dünya Halı
Böyledur Dünya Halı

Ben,Sevdum Alamadum
Sevdumda Alamadum
Böyledur Dünya Halı
Böyledur Dünya Halı

Yüksek Dağların Karı
Yüksek Dağların Karı
Erimeden Akarmi?
Erimeden Akarmi?

Ben Yürekten Yanmışum
Yüreğimden Yanmışum
Ateş Beni Yakarmı?
Ben Yürekten Yanmışım
Yüreğimden Yanmışım
Ateş Beni Yakarmı?

Çamlihemşin Deresi
Pazar Hemşin Deresi
Yine Öyle Akarmi?
Yine Öyle Akarmi?

Akşamdan Doğan Aya
Akşamdan Doğan Aya
Nazlı Yarum Bakar mi?

Akşamdan Doğan Aya
Akşamdan Doğan Aya
Nazlı Yarum Bakar mi?

Yaşar Kurt

Devrim’e bu güzel türküyü seslendirdiği için teşekkür ediyoruz. Feyyaz bizimle vedalaşıp Mersin’e dönüyor. Biz de bisikletin manifestosunu yazan Aydan Çelik söyleşisine katılmak için yemek yediğimiz yere gelip dinlemeye başladık. Söyleşi sonunda yazdığı kitabı Bir Tur Versene imzalamaya başladı. Ben Manavgat ta alıp imzalatmıştım. Söyleşiden sonra Mersin üniversitesinden öğrencilerin yayınladığı radyo için söyleşi yaptık birer turcu olarak. Söyleşiyi radyodan dinleme şansım olmadı.

Söyleşi yapan Aydan Çelik ve ismini hatırlayamadığım birisi katlanır masa ardına oturmuş bizlere anlatıyor bir şeyler.

Bu gün çok hareketli, çok yer, ve uzun bir günü yaşadık. Artık dinlenme zamanı diyerek çadırıma geçip mutlu bir insan olarak yaşadıklarımı, ikinci hayatımı düşünerek tatlı bir uykuya daldım.

Bu gün yaptığım yol 44 Kilometre civarı.

Yaptığımız yolun haritası aşağıda

Powered by Wikiloc