Etiket arşivi: likya yolu

İki Garip Bir Akdeniz 8. Gün

5 Ekim 2017 Perşembe

Sütleğen – Kalkan – Patara

(Kör arkadaşlarım için betimleme yapılmıştır)

 

Hacet yok hatırlatmasına seni hatıraların
Uzak uzak yıldızlarla çevrilmiş kainatın
Karanlık boşluklarında akıp giderken zaman

Atilla İlhan

 

Öne çıkan görsel, Bir kaçı pembeleşmiş üzüm salkımı parmaklarımın ucunda.

Bir günlük dinlenme iyi gelmiş olmalı ki güzel bir uykunun ardından güneş doğmadan uyanıp yol hazırlıklarına başladık. Yolcu yolunda gerek, fazla gevşeyip yayılmak yok. Zaten bunun aksini gösterdik bile. Kahvaltıdan önce bisikletlerimiz yola çıkmaya hazır. Bu arada çayı da demledik, hazırlıklar bitince hep birlikte kahvaltı yapıyoruz muhabbetle. Merve’ye teşekkürlerimizi bildiriyoruz kahvaltıyı yaparken. Bisikletler yola çıkmaya hazır, o halde vedalaşmanın zamanı. Nedense pek resim çekilmedik, Cem bizi bir poz çekiyor evin dışında. Ben, İrfan ve Merve birlikte çekildik ilk önce. Solda kavak ağaçlarına Güneşin ilk ışıkları vurmuş yaprakları parlak yeşile bürünmüş durumda.

Merve ile ikimiz çekiliyoruz bir poz.

Resim çekilme işi bitti, artık vedalaşma zamanı. Bizim dengesiz İrfan Elmalı yönüne doğru, Antalya tarafına gidecek.  İrfan Merve ile vedalaşırken bir poz çekiyorum. Cem de onlara bakıyor ayağında tokyo terlik ile. Merve de pembe tokyo terliği giymiş ayağına.

Cem de İrfan ile vedalaşırken bir poz çekiyorum.

En son olarak İrfan ile ben vedalaşıyorum ve birlikte poz veriyoruz Cem’e.

Vedalaşma bitince İrfan bisikleti yüklü olarak yola çıkarken bir poz daha çekiyorum. İrfanın ardından Cem el sallayıp uğurluyor Merve ile birlikte.

Yol kıyısından resim çektiğimden İrfan yanıma gelip duruyor. Birbirimize iyi dileklerimizi belirtiyoruz karşılıklı olarak.

Ve İrfan asfalt yola bisikleti ile çıkıp bizden uzaklaşıyor. Uğurlar ola sorumsuz, İzmir de buluşuruz artık. Ağaç dallarından süzülen Güneş ışıkları İrfana ve yola vuruyor hüzmeleri ile.

Merve bizi de uğurlayıp iyi yolculuk dileklerini belirtip yola çıkıyoruz Cem ile birlikte. Cem yolda giderken bir poz çekip bende peşinden yola çıktım.

Yaklaşık 1365 metre yükseklikten deniz seviyesine ineceğiz. Neredeyse hiç pedal çevirmeden ineceğimizi hissediyorum. İlk hedef Kalkan. Sağımda çam ormanları Toros dağlarını tamamen kaplamış gibi. Durup resmini çekiyorum bir poz, aşağıdaki vadi ve karşı yamaçları.

Öyle yokuş aşağı gidiyoruz diye kendimizi bırakmıyoruz. Arada durup hem çevreyi izliyoruz hem de bisikletlerle Cem kareye giriyor bir poz. Benim çantalarım turuncu renkte, matım dışarıda rulo halinde lastikle bağlı. Cem’in çantaları siyah renkte. Çam ormanı içinde aşağıya doğru giden yol.

Toros dağlarının uzayıp giden dağ silsilesi bir çam denizi gibi. Daha arkada ise Torosları yüksek tepeleri ağaçsız çıplak kayalıklar Güneşte parlıyor. Buraların çıplak oluşu rakımın 2000 metrelerin üzerinde olmasından kaynaklanıyor.

Kısa bir su molasında, yol kıyısında, hemen çam ormanının başladığı yerde çevreyi ağır metalle zehirleyen pilleri gözüme ilişti. Dış metal kısmı paslanmaya başlamış, demek uzun zaman önce atılmış. Büyük bir olasılıkla avcıların kullandığı el fenerlerinin orta boy pilleri. Pillerin içindeki kimyasallar toprağa zehir saçmaya sadece dış kısmının paslanıp çürümesine bağlı. Bir de pillerin içindeki madde genleşip çatlaklar açarak sızıntı yapabilir. Avcılar bu konuda duyarsız, çevreyi düşündüklerini zannetmiyorum. Zaten avlanmaları bir kere vahşet boyutlarında. Zavallı av hayvanları kaçacak yerleri yok, insanlara karşı savunma da yapamıyorlar. Ava yaklaşmadan uzaktan nişan alıp yağlı kurşunlarla yaşamlarını yitiriyorlar. Zaten av hayvanlarının nesilleri tükenmekte bilinçsiz avcıların yüzünden. Av olmayan hayvanlar da tehlikede. Avcı av bulamayınca önüne gelen hayvana vahşice ateş ederek öldürme amaçlarını tatmin ediyorlar. Bir de avlandıkları çevreyi pil atıkları ile zehirliyorlar ya o daha da tehlikeli. Neyse yerdeki altı pili toplayıp çantama yerleştirdim. Atık  pil toplayan yere bırakacağım.

Kurumuş çam yaprakları üzerinde altı tane pil.

Yol kıyısında buralarda çeşme olduğunu gösterir mavi tabela görüyorum. Tabelada çeşmeden su  damlayan resmi var. Mavi çerçeve, beyaz zeminde siyah çeşme.

Araziyi bilmediğimden, gece karanlığında, üstelik araba ila bu yolları geçerken anlamıyorsun. Araba ile sürekli çıktığımı hatırlıyorum. Oysa durum ve yollar öyle değil. Hep ineceğimizi zannederken karşıma bir yokuş çıkıyor. Yaklaşık 5 Kilometre civarı. Neyse yapacak bir şey yok, düşük viteste, ağır ağır tırmanmaya başladık. Cem benden ileride gidiyor. Etraf çam ağaçları ile kaplı, sağ taraf yamaç. Sol yamacın devamı uçurum.

Ağır aksak olsa da sonunda zirveye vardık.  Burası Belpınarı geçidi. Rakım 1080 metre. Tabelada öyle yazıyor. Tabela ile birlikte KUZ ve Cem’in bisikleti ile birlikte çekiyorum bir poz.

Zirveye çıktık, biraz mola verelim bakalım. Zaten bizler için piknik alanı bile yapmışlar. Burada çeşmede elimizi yüzümüz yıkıyoruz bir güzel. Terden arınmak gerek kısmi olsa da. Eh madem piknik yeri o zaman kahveyi de burada içelim dedik Cem ile. Henüz karnımız aç değil. Piknik alanını duvarla çevrelemişler. İç kısımdan yolu ve harekete hazır bisikletlerimizi çekiyorum. Bisikletlerin başında Cem duruyor. Elektrik demir direk, telefon direği ağaç ve bayrak direği. Türk bayrağı hafif esen rüzgarda dalgalanıyor. Arkada çam ormanları yüksek dağlara doğru uzanıp gidiyor.

Kendimizi salıyoruz aşağıya doğru. Karşımıza küçük bir gölet çıktı. Henüz yağışlar başlamadığı için su seviyesi epey düşmüş durumda. Taşlarla örülü göletin bent duvarı vadiyi boydan boya kaplamış. Benden tarafta ise bendin zarar görmesi durumunda paket haline getirilmiş taş bloklar sıralanmış.

Biraz daha iniyoruz ve bahçeler görünüyor. Bahçelerin duvar boyuna asmalar dikilmiş. Tam da üzüm zamanı olmasa da asmalarda üzümler henüz toplanmamış. Bizim gibi yolcular için cennet sayılır asmadan üzüm koparmak. Asmada salkım salkım üzümler ye beni diyor.

Ben de kendime yetecek kadar 1 salkım koparıp yemeye başladım. Tadı nefis, zamanı biraz geçmiş olan üzümlerin şeker oranı iyice çoğalmış durumda. Üzüm salkımını yemeye başlamadan önce elime alıp yukarı doğru kaldırarak resmini çekiyorum. Sonrası malum sadece çöpü kalıyor ve onu doğaya bırakıyorum. Bu resmi öne çıkan görsel olarak seçiyorum.

Üzümün ağzıma bıraktığı tat ile kendimi yüksek dağların dibinden salıyorum. Kendi rüzgarımla beraber iniyorum yokuş aşağı. Cem önde gidiyor, karşıda yüksek, heybetli  ve bol kayalıklı bir dağ var.

Uzaktan pek fark edemedim, dağın dibine gelince fark ettim ki yamacın başlangıcında delikler var. Bu delikler insan yapımı, pencere gibi üst üste açılmış. Belki de eskiden yerleşim yeri olabilir. İnsanlar bu taş odalarda yaşamışlardır. Cep telefonumun optik olmayan digital zoom ile daha yakından bir poz çekiyorum. Yamaçtaki kayalar düz duvar gibi yüksek, sanki apartman daireleri gibi üst üste üç, dört pencere görünüyor. Yan yana geniş bir alana yayılmış delikler.

Yer yer zeytin bahçeleri ve zeytin ağaçlarını dikenlerin evleri karşıma çıkıyor. İşin ilginç yanı evin etrafında iri kaya parçaları var, evlerden büyük kütlede. Birinin ortası oyulmuş. Solda yüksek kayalıklı bir dağ var.

Küçük bir ova var altımda, burası düz bir alan. Benim olduğum tarafta yeşillikler içinde küçük bir köy saklanmış. Köyün ardı tarlalar dağların dibine kadar gidiyor. Ovanın ve köyün etrafı dağlarla çevrili. Sadece tam karşımda alçak bir yer görünüyor. Yolun da oraya doğru gittiğini buradan görebiliyorum. Yol yeni yapılmış gibi sanki ve yukarı doğru.

Neysek ki uzaktan gördüğüm yol henüz ulaşıma açılmamış. Normal yol sağdan düz gidiyor. Sadece diğer yola göre daha az eğimli yukarı çıkıyor. Yukarı ağır tempoda çıkarken yeni ağaçlar dikilmiş bir bahçe görünce duruyorum. Sınırına servi fidanları, önde taş duvar olarak yuvarlak örülmüş kuyu. Yanlarda iki dut ağacı ve arkada yamaca dikilmiş zeytin fidanları.

Kısa süren bir tırmanıştan sonra zirveye çıktık. Burasının rakımı 840 metre. Tabelada yazılana göre adı Yumrutepe geçidi.

Artık çıktığımız son geçit olsa gerek yolun kıyısına geldiğimde Akdeniz den gelen iyot kokusu burnuma geldi. Yolun aşağısında dolambaçlı yolun vadiye kıvrılarak indiğini görüyorum. Yol bir süre düz giderek vadinin derinliklerinde kayboluyor.

Sonunda D – 400 karayoluna vardık. Tabelalarda belirttiği gibi  sol tarafı Kaş – Antalya yönünü, sağ taraf ise Elmalı yönünü gösteriyor. Bizim yolumuz ikisi de değil. Üçüncü yol olan Fethiye yolu ama burada göstermiyor.

Gideceğimiz yolu gösterir tabela karşımda sağ tarafı gösteriyor; Kalkan.

Bu kavşakta ayrıca Likya Yolu olarak belirtilmiş tabelalar da var. Sola doğru Sarıbelen 3 KM, Sağı ise Bezirgan 4 KM olarak belirtilmiş. Bu yol Fethiye’den Antalya’ya yaklaşık olarak 500 Kilometre civarında olan yürüyüş yolu. Haliyle biz bisikletle yolculuk yaptığımızdan Likya Yolu uygun değil. Likya Yolu bazen karayoluna iniyor, çoğunluğu patikalardan ve dağ yollarında gidiyor. Belki bir gün bu yolu yürüyebilirim, belli mi olur.

Yüksek bir yamacın kıyısından kocaman bir kütle 10 – 15 metre civarında göçmüş. Bu göçme üzerindeki çam ağaçları ile beraber olmuş.

Ve deniz göründü çam ağaçları arasından. Alabildiğine mavi, bir o kadar  da engin. Ufuk çizgisi karışmış, görünmüyor mavilikler; gökyüzü ve deniz birleşmiş sevdalı. Bulunduğum yer denizden epey yüksek ve hala uzak. Ama iyot kokusunu hissedebiliyorum. Çam ağaçları arasından gördüğüm uçsuz bucaksız Akdeniz’e açılmaya çalışan adalar.

Solumuzda Akdeniz, inişe devam ediyoruz. Denize girinti, çıkıntı çok. Ufak tefek adalar da görünmekte.

Akdeniz’e açılmak isteyen adalara iyice yaklaştık. Karaya yakın olanı en büyüğü ve uzun, ardında daha küçük bir ada. Sol tarafta ise mini minnacık bir ada.

Kalkan’a geldiğimizi tabela gösteriyor. Resmini çekiyorum tabelanın, arkasında hız sınırı uyarısı 50 Km olarak belirten başka bir tabela geliyor.

Akdeniz’in tipik bitki örtüsü olan makiler çoğunlukta olmak üzere aralarda insan eli ile dikilmiş zeytin ağaçları da var. Bu zeytin ağaçlarının sahibinin evi de taş bir bina. Taş binanın resmini çektiğimde görüntüyü bozan etmenler bir elektrik direği demirden. Üzerinde trafo ve dağıtım yapan elektrik telleri. Buna yetmezmiş gibi telefon direkleri ve telleri de eklersen resmi karmaşık bir hale getiriyor.

Etrafa bakınca pek su kaynağı ve çeşme göremedim. Sert kayalar suyun yer altına girmesine izin vermiyor anlaşılan. Bu yüzden su sarnıcı yapılmış yağmur suları heba olmasın diye. Solda su sarnıcının geniş kubbesi görüntüde. Neredeyse yol seviyesinde ama içinde derin bir çukur olmalı. Kalkan kasabasının su ihtiyacı bu sarnıçlardan karşılanıyor olmalı. Cem yolun sağından gidiyor az ileride.

Öğle yemeğini Kalkan da yiyoruz çantalarımızdaki kumanyalarla. Yemeğimizi yediğimiz yer küçük yeşil çimenlik bir alan ve ağaçların gölgesi. Burada kahvemizi içip bir süre dinleniyoruz. Ardından yolcu yolunda gerek diyerek yola koyulduk. Yolculuğumuz deniz manzaralı ama süper lüks bir konforumuz yok. Kendi gücümüzle, pek çoğu kimsenin görmediği, hissetmediği manzaralar önümüzde yavaşça ilerliyoruz yol boyu. Belki de bu kadar yavaş gitmemiz ömrümüzü biraz olsun uzatır kaplumbağalar gibi. Ne kadar yavaş hareket edersen o kadar uzun yaşarsın hızlı hareket eden araçlarla seyahat edenlere kıyasla. Biz daha çok yaşayıp görüyoruz tane tane. Bisikletin getirdiği bir şey bu.

Kalkan civarı denizden epey yükseklerde ve arazi yalçın, sarp ve denize dik. Yol yukarılardan gidiyor. Bir süre böyle gittikten sonra birden bire karşımıza düzlük bir alana kurulmuş seralar göründü. Yukarıdan izliyorum seraları. Daha çok naylon örtülerle kaplanmış beyazlıklar. Her sera belli bir alanda, aralarda dar boşluklar ve tüm ovayı kaplamış durumda. Karşıda bir dağ daha ilerde daha büyük bir dağ ve bulunduğum yer arasına sıkışmış ova.

Daha önce karşıdan gördüğüm soldaki dağın etrafını döndükten sonra daha geniş ve büyük seralık ovaya geldik. Dağın ardında Patara antik kenti ve kumsalı var. Kahverengi tabelada Patara 3 Km Sola ok işareti ile belirtilmiş. Tabela orta refüjde kalın bir direğin üstünde.

Biz de Patara’ya doğru yola devam ettik ve Patara da olduğumuzu belirtir tabela göründü. Burası Patara’ya girişteki dar bir vadi. Girerken solda küçük bir alanda okaliptüs ağaçları olan yeri gözüme kestirdim. Buraya kamp atabiliriz diye aklımın bir köşesine kaydettim. Cem önde ben arkada gidiyoruz vadi boyunca. Bakalım karşımıza ne çıkacak.

Patara (Likçe: 𐊓𐊗𐊗𐊀𐊕𐊀, Pttara; Yunanca: Πάταρα), Antalya’nın Kaş ilçesinin Kalkan beldesi yakınlarındaki bir antik kenttir. Bir Likya kentidir ve Likya Birliğinin başkentliğini yapmıştır. Likya birliğinin üç oy hakkına sahip altı kentinden biridir. Likya birliği toplantıları kentte bulunan birliğin meclis binasında yapılmaktaydı.

Hititçe’de Patar, Likya dilinde Pttara olarak anılan kentin MÖ 8. yüzyıl’dan bu yana var olduğu yapılan kazılar sonucu ele geçen somut verilerle anlaşılmıştır. İskender’in kuşattığı kentler arasında yer aldığı bilinir. Patara, Roma döneminde de çok önemli bir kent olmuş ve Likya-Pamphilya eyaletlerinin başkentliğini yapmıştır. Patara limanı, hububat deposu ve sevki açısından önem taşımıştır, Doğu Akdenizde bulunan 3 önemli hububat deposundan biri (Granarium) Patara’da bulunmaktadır. Bizans döneminde de gelişmesini sürdüren kent, hristiyanlarca önemli sayılmıştır. Noel Baba olarak bilinen Saint Nicholas’ın da Patara’lı olduğu söylenir.

400 metre genişliğinde ve 1600 metre derinliğindeki Patara limanının kumla dolmaya başlaması ve teknelerin yanaşmakta güçlük çekmeleri, Patara’nın giderek önemini yitirmesine neden olur. Rüzgarın savurduğu kumlar zamanla limanı doldurur ve kenti büyük ölçüde örter. Bugün kentte görülebilecek kalıntıların bir bölümü, kumlar altından iyi korunmuş vaziyette ortaya çıkarılmıştır.

Gelemiş köyünden 2 km sonra yol kenarında Patara’daki kalıntıların en görkemlilerinden Roma Zafer Takı görülür (Metius Modestus). Zafer takı, MS 1. yüzyıl sonlarında yaptırılmıştır. Tepeye doğru görülebilecek kalıntılar arasında Bizans bazilikası ve kutsal alanlar bulunmaktadır. Tiyatro tepenin yamacındadır. Tiyatronun yaslandığı tepede büyük bir sarnıç ile bir anıt mezar bulunmaktadır. Eski liman şimdi sulak alan durumundadır.

Ayakta kalan en eski demokratik meclis binası bu şehirdedir. 2010’da TBMM tarafından restore edilmiştir.

Alıntı https://tr.wikipedia.org/wiki/Patara

Patara antik kenti Antalya – Fethiye arasında, Ksanthos vadisinin güneybatı ucunda deniz kıyısında yer alır. Tanrı Apollon’un doğduğu yer ve Apollon kehanet merkezi olarak bilinen Patara, Lykia’nın en önemli ve en eski kentlerindendir.
Patara’nın tarihsel varlığına ilişkin ilk verileri Apollon kehanetiyle ilgili olarak tarihçiler Herodotos ve Hekataios’tan öğrenmekteyiz. Pers komutanı Harpagos yönetiminde ordunun İ.Ö. 540 yıllarındaki Lykia seferini anlatan ilk bilgiler Herodotos’a aittir.
Önceleri kent hakkında 6. yüzyıl öncesi hakkında yeterli tarihsel ve arkeolojik bilgi bulunmamaktayken, 1988 yılından beri kesintisiz yürütülen Patara kazılarında, Tepecik’te Tunç Çağı buluntularıyla bir arada ele geçen Protogeometrik çömlek parçaları, İ.Ö. 11. ve 10. yüzyıla tarihlenerek daha erken dönemler hakkında bilgi sahibi olmamız sağlanmıştır. Ayrıca Tepecik Sarnıcı içinden çıkan iki adet terrakotta heykelciğin Geç Tunç Çağ ya da Erken Demir Çağ içlerinden olması da sürekli bir yerleşimin izlerini işaret etmektedir.
Patara’nın en önemli yapılarından biriside Erken Roma Dönemi’nde yapılan Yol Kılavuz Anıtı’dır (Miliarium Lyciae). Bunun yanı sıra Patara Nekropolü ve mezar mimarisi kentin önemine koşut olacak denli çeşitli ve zengindir. Klasik bir Lykia kentine göre az sayıda da olsa, erken dönemi simgeleyen mezar bulunmaktadır. Buna karşın özellikle Hellenistik ve Roma Dönemi’ne ait çok sayıda farklı mezar mimarisi de Patara’ya özgüdür. Faklı tipte anıt mezarları yansıtan yapılar genelde limanın çevresinde yer almaktadır. Kentin mimarisine genel olarak bakıldığında da hem dönemsel hem de mimari açıdan oldukça geniş ve gelişmiş bir düzeyde olduğu görülmektedir.

Alıntı https://antalya.ktb.gov.tr/TR-112747/patara.html

Patara tabelası, yol ve yeşil ağaçlar. Cem önde gidiyor.

Karşıma ilk olarak antik bir kalıntı kazı alanı çıktı. Tel örgülerle koruma altına alınmış. Burası yeni keşfedilmiş bir alan. Toprak kazısından, tel örgü çiti ve direklerin renginden dolayı yeni olduğu kesin. Burada kemer biçiminde yarım bir duvar göze çarpıyor. Sanki bir tünelin kalıntıları. Dört sıra blok taşlardan kemer oluşturacak biçimde örülmüş. Başka bir şey yok ortalıkta. Derinliği 2 metre civarı. İşin ilginç yanı daha önce antik kente giden asfalt yolun altında olması. Nasıl bulunmuş bilmiyorum ama bastığımız yerin altında neler var belli değil. Geçmişte yaşanmış, yapılmış eserler toprak kazılmadan ortaya çıkmıyor. Kim bilir hangi hazinelerin üstünde yaşıyoruz. Altın, bina, ölmüşlerin kemikleri daha neler.

Kazı alanı 15 metreye 9 metre bir alan tel örgü ile kapatılmış. 2 Metre bir çukurda solda kemer taş blokları bir yerde bitmiş. Sağda da kemerin devamı olan duvar. Duvarın üstünde bir hayvan başı olan blok taş. En solda asfalt yol, bir kısmı kazılmış Kemer asfaltın 15 santim altında olduğunu gösteriyor.  Yolun solunda düz kayalık ve daha ileride buradan çıktığı belli olan taş blok parçaları dizilmiş durumda.

Burası antik kenti girişi, antik mezar yapıları karşılıyor bizi. Yolun altına doğru taş bloklarla yapılmış geniş bir mezar. Üstü uzun taş bloklarla kapatılmış. Bunların üstüne başka bir yerden getirilen lahit kapağını da üzerine bırakılmış öylece. Solda pembe salkım çiçek açmış bir ağaç. Lahittin arkasında yeni binalar. Burada Gelemiş köyü var.

Kentin girişinde mezarlıklar olur ve çeşitli biçimde ölülerini gömmüşlerdir. Bunlardan birisi de  dik yamaca oyulmuş mezar tipleri. İçerisi bir oda gibi oyularak genişletilerek ölüleri buraya koyuyorlarmış. İnanışlara göre ölmüşlerle beraber çeşitli değerli eşya, para gibi şeylerle gömülmesi olağan. Bu Öteki dünyada parasız pulsuz kalmasın diye yapılmasına karşı yaşayan insanlar öteki dünyada işine yaramayacağı bildiği bu değerli eşyaları ve paraları ta o zamanlarda soyup soğana çevirirlermiş mezarları. Ulaşılması zor ve gizli gömülenler hariç, onların hazineleri hala yattıkları yerde gömülü duruyorlar. Gözünü define ile bürümüş mezar soyguncuları kaçak kazılar yapıp mezarları talan etmeye devam ediyorlar hala.

Böyle bir çok oyulmuş mezarları yamaç boyu görüyorum. Cem bisikletiyle yolun solunda durmuş bu delik mezarlara bakıyor.

Mezar binası yapıldığı düzgün taş bloklara bakılırsa zengin birine ait olmalı. Binanın üstü kemerli yapı ile kapatılmış. Arkada  Gelemiş köyünün evleri görülüyor.

Daha önce antik kentin limanının kalıntıları olan lagünleri görüyorum. Etrafı sazlıklarla kaplı iki tane gölet var. Buraya kadar daha önce deniz varmış, kumlar deniz ile liman bağlantısını kesince bu lagünler kalmış geriye.

Roma döneminde 4. yada 5. yüzyılda yapılmış Kaynak kilisesinin kalıntılarını görüyorum. Bu kilise çeşitli zamanlarda depremlerle yıkılmış yeniden yapılarak 13. yüzyıla kadar kullanılmış. Türklerin gelişi ile terkedilmiş.

Bu kentte seramik fırınları olduğunu belirtir tabela konulmuş.

Tarihçesinde pek yazmasa da seramikleri ile ünlü olduğunu gördüğüm seramik atölyesinden anlıyorum. Atölyenin üzeri örtülmüş durumda. Hem kazı çalışmaları ince bir titizlikle devam ediyor hem de yağmur, güneş gibi etkenlerden atölyeyi korumakta. Atölyenin etrafı kalın taş duvarla çevrelenmiş. Sadece bir tane fırın sağlam duruyor. Fırın dar bir kemer biçiminde, arkaya doğru 1.5 metre kadar yapılmış.

Her ne kadar antik kent alanı olsa da burada yaşayan köylüler geçim derdinde. Toprak olan yerlerde zeytin ağaçları, meyve ağaçları ve tarlalar var.

Henüz antik kente varmadık, hala mezarlık, yani akropol alanındayız. Neyse ki devasa üç kemerli zafer takı az ilerde görüntüye girdi. Antik kentin girişi orası olmalı. Lahit mezarlar, yıkıntıları ve zafer takı tel çitlerle koruma altına alınmış.

Zafer takının dibine geldim. Zamanında önemli kent olması nedeni ile azametli ve muhteşem zafer takı inşa edilmiş Romanın ilk dönemlerinde. Zenginliğin, ihtişamın ve gücün simgesi. Güçlü orduya sahip olan Roma ordusu savaştan dönerken kazandığı zaferi bu takın altından geçerek kutluyorlardı. Tak üç gözden kemerli biçimde kalın duvarlı taş bloklardan yapılmış. Taş bloklar kusursuz işçilikle yontularak düzgün bir görünüm kazanmış yapı. Yanlarda birer, orta ayaklarda ikişer blok çıkıntı var. Orta ayakların üzerinde birer içe doğru dikdörtgen niş ve orta kemerin üzerinde odası olan bir pencere ile tamamlanmış. Sanırım bu odada kral ve komutanlar oturup takın altından geçen askerleri selamlıyorlardı.

Yol boyu etrafta büyük bir yapının kalıntıları görüyorum ama yakınına gitmeyi gerek görmedim. Uzaktan resmini çekiyorum sadece.

Geriye dönüp arkamda kalmış olan zafer takını çekiyorum. Karşıda küçük bir tepe ve Arnavut kaldırımı döşeli yol vadiye doğru gidiyor. Resimde sadece zafer takı yapı olarak görünmekte.

Antik kent kalıntıları bitiyor ve yolun iki tarafına dikilmiş okaliptüs ağaçlarının gölgesi altında gidiyoruz bir süre. Güneş tepede yaprakların arasından bana ışıltılarını gösterse de yol tamamen gölge. Cem ileride bisikletinle gidiyor.

Yol bitiyor ve kumluk alan başladı. Patara’nın meşhur kumlarındayız. Kumluk alandayız ama denize epey bir yol var. Denize insanların ulaşması için tren yollarından sökülen travers kalasları döşenerek yol yapılmış. Biz de bisikletten inmeden gidebildiğimiz karar denize doğru gideceğiz. Cem önde ben arkada okaliptüs, çam, zakkum ve ılgın ağaçları arasında traversli yoldan gidiyoruz.

Traversli yol bitiyor ve kumsal başladı. Bisikletleri yolun bitiminde park ediyoruz. Daha fazla gidebilmenin olanağı yok kumsalda. Kumlar alabildiğine çok ve ince. Kumların üzerinde ayak izleri var. Bir kaç çalı türünde ağaç kendine yaşam alanı oluşturmuş kumsalda. Küçük bir kum tepesi de oluşmuş rüzgarın etkisiyle.

Deniz sezonu bitmesine rağmen tek tük insanlar var kumsalda. Güneş şemsiyeleri denize yakın yerde açılmış durumda. Solda yiyecek içecek ve tuvaletlerin olduğu bir yapı görünüyor. Yapı ağaçlardan yapılmış ve yüksek değil. Öyle kalıcı değil, baraka türü bir şey.

Rüzgar sürekli estiğinden kumları bir o yana bir bu yana sürekli taşıyor. Kum çok ince, rüzgarda sürüklenmesi kolay. O yüzden insanların ayak izlerini çarçabuk siliyor bir süre sonra. Kuma yazı yazılmaz derler ya atalarımız aynen öyle. Yazarsın, bir süre sonra yazdıklarından eser kalmaz. Neredeyse silinmek üzere olan ayak izleri arasında sanırım serçenin biraz önce burada zıplayıp ayak izlerini bırakmış olduğunu görüyorum. Her ne kadar serçeler yazı yazamasa da ayak izleri bir süreliğine kumların üzerine bırakmış. Silinmeden önce resmini çekerek izleri kayıt altına aldım.

Kumsalın 18 Kilometre uzunluğunda olduğunu öğreniyorum. Büyük bir uzunluk ve geniş bir alan. Geldiğim yolu düşünürsem epey içerilere kadar bir alan kumsal. Geçmişte buradaki kumlar güçlü fırtınaların sayesinde Patara antik kentini tamamen kumlar altında bırakmış. Az insan olması nedeni ile kumların bir kısmı düz, ayak izleri bir taraftan bir tarafa yalnız gittiğini gösteriyor. Aslında buraya fırtına sonrası gelmek var. Kumların düzgün halini görmek isterdim insanların izi olmadan.

Hala denize ulaşamadım, yorgunluğu almak için biraz deniz sefası yapmak gerek. Bisikletleri park ettikten sonra çantalardan yanımıza sadece su donunu ve havluları alıyoruz.

Eşyaları koruma için teker teker denize giriyoruz Cem ile. Deniz sefamızı ve dinlenmemizi yapıyoruz bir süre. Deniz dalgalıydı, yüzebilmek için biraz açılmak gerekti deniz sığ olduğundan. Bu arada kamp yerini önceden gördüğümüzden orada yapmamız daha iyi olur düşüncesinde birleştik Cem ile. Deniz sefamız bitince giyinip bisikletlere binerek geri dönüyoruz geldiğimiz yoldan. Gelirken yakından bakamadığımız yerleri yakından görmek için antik kentte durduk. İlk gezeceğim yer amfi tiyatro, tiyatronu dış kısmındayım. Yüksek duvarlarla düzgün taş bloklarla yapılmış tiyatro binası bir dağın dibinde, yamaç başlangıcında yapılmış.

Tiyatronun içinde seyirci oturma bölümünün bir parçasını çekiyorum.

Zeminde oturma yerlerinin başladığı yerde kabartma taş blokta çeşitli figürler işlenmiş. Savaş kıyafeti ve bir kılıç figürü.

Tiyatrodan çıkıp yakınında olan meclis binasına doğru yöneldim. Dış yapısı tamamen düz taş bloklardan yapılmış. Biraz restore gördüğü anlaşılıyor ama çoğu orijinal durumda. Onun nedeni de limanı kumla dolduğundan kentin önemi bitince terk edilmiş kent. Kent boş ve bakımsız kalınca zamanla kumlar örterek kalıntılar dış etkenlerden ve depremlerden fazla zarar görmeden günümüze kadar ulaşmış.

Likya baş kenti oluşu nedeni ile önemli toplantılara ev sahipliği yapıldığından binanın dışında alınan kararları taş bloklara kazıyıp ilan ederek ölümsüzleştirmişler. Meclisin girişi ahşap kapıdan yapılmış.

Giriş kapısının bir kanadı açık. Kapı girişinin kenarları süslemeli taş bloklardan yapılmış.

Binanın dışında, az ileride kemerli bir yapı yapılmış.

Meclis binasına giriyorum, içeride mükemmel işçilikle yontulmuş düzgün taş bloklar ile duvarlar, basamaklar, kapı kenarları yapılmış

Giriş kapısının iç kısmı kemerli bir tünel ile üstü örtülerek yanında basamaklarla yukarı doğru çıkılıyor.

Meclis toplantısında senatörleri oturduğu yerlerin bazıları yeni mermerlerle değiştirilmiş. Eski olanların çoğu kırık dökük. Zemin ise olduğu gibi ortaya çıkanlar görünsün diye cam plakalarla kaplanmış. Üzerinde insanlar rahatça gezip dolaşsınlar diye kalın ve kırılmaz camlardan yapılmış.

Tiyatronun dış kısmı, devamında taş duvar yüksek ve kocaman devam ediyor.

Sütunlu yol, iki tarafında sütunlar dikili, bir kaçı tam diğer kalanı bulunan parçalarla yarım yamalak tamamlanmış. Zemin mermer taş bloklarla kaplı. Zenginliğin ve ihtişamın göstergesi. Sütunlu yol yaklaşık 100 metre kadar var.

Gezeceğimizi gezdik, deniz sefamızı da yaptık, göreceğimizi gördük ve akşam olmak üzere. Daha önce gözüme kestirdiğimiz yere doğru gitmeye başladık. Güneş ufukta yatık duruma gelince gölgem yamaca vuruyor bisikletimle beraber. Ben de bu görüntüyü cep telefonumla çekiyorum bir poz. Köyün bakkalından akşam için 5 litrelik su alıp bagaja bağladım. Suyumuz bitmek üzere ve yemek, çay ardından sabah için su gerekli.

Kamp yapacağımız yere geldik, Güneş battı ve akşam olmak üzere. İlk önce çadırları kurup yerleşiyoruz. Ardından aydınlatmalarımızla akşam yemeğini yapıp yiyoruz Cem ile. Yemeğin üstüne birer kahve iyi gider doğrusu. 1350 Metreden 0 metreye indik ama tüm gün boyu sürdü. Bu gün yaşadıklarımızı anımsayarak çaylarımızı içerken konuştuk gecenin karanlığında. Kamp yeri küçük bir park alanı, okaliptüs ağaçları dikilmiş. Park etrafı çit çalıları ile çevrelenmiş. İki tane de oturma bankı kurularak insanların dinlenmesi için güzel bir yer haline gelmiş. Bir eksiği çeşme olmaması. Bizim için de iyi oldu. Çit çalıları ardında bizleri pek göremiyor arabalarla geçenler.

Bir süre sohbet edip fazla geç olmadan çadırlara girip yatıyoruz. Uykuyu kaçırmamak gerek değil mi? Zaten tatlı yorgunlukla uyku hemen geliyor.

Bu gün yaptığımız yol yaklaşık 66 Kilometre civarı

Aşağıda yaptığımız yolun haritası

Powered by Wikiloc

İki Garip Bir Akdeniz 5. Gün

2 Ekim 2017 Pazartesi

Tekirova – Adrasan – Kumluca Sahil

(Kör arkadaşlar için betimleme yapılmıştır)

 

Artık hiç olmasa da sonbahar penceresinde o
Camların buğulanması her akşam nefesinden

Kimsesiz bahçelerde besbelli yalnız dolaştığı

Rüzgârsız akşamüstleri yaprakların ürpermesinden

Duyulur ardında bıraktığı hayallerin gürültüsü
Sinsi bir deprem gibi camları titretmesinden

Atilla İlhan

 

Öne çıkan görsel, güneş yolun ucunda, çamların ardında batarken.

Bu gece daha rahat uyudum. Kamptakilerin çoğu gitmiş ve ortalık sessizliğe bürünmüştü. O yüzden fazla gürültü olmadı gece boyu. Uyandığımda etraf sessiz, bizim gibi bir kaç çadır haricinde kimse yoktu. Elimi yüzümü yıkayıp zaman geçirmeden çadırı topluyorum. 4 Gündür çadır sabit olarak durduğundan altı ıslanmıştı. Kuruması için ipe asıyorum hem çadırı hem de altına serdiğim brandayı. Yerde kırmızı şeritli yol kalmış, bisikletim KUZ, yanında topladığım eşyalar, Cem’in bisikleti solda, KUZ sağda, yerde eşyalarım ve ipe asılmış çadır ve branda.

Bizim gibi festivali düzenleyen Antalyalı Perşembe akşamı bisikletçileri ekibi de bu gece buradaydı. Hep birlikte kahvaltıyı yaptık, ardından veda kahvesini içtik. Beni festivale davet ettikleri için hepsine ayrı ayrı teşekkür ediyorum. Birlikte olmasak ta güzel bir kaç gün yaşadık. Onlar görevleri icabı festivale katılanları yönlendirip, yeme, içme, yol, konaklama, eğlence işleri ile uğraştıkları için pek bir arada olma fırsatı olmamıştı. Bu eksikliği kahvaltıda ve kahve içerken sohbet ederek giderdik sayılır. Festival ekibi gayet başarılı bir şekilde sorunsuz olarak bitirmenin yorgunluğu ve sonrasında rahatlamanın etkisi yüzlerine yansımış. Hepsi de arkadaşım, birlikte bir çok yerde beraber bisiklet sürdük. Akdeniz’in sıcakkanlılığı hepsinin içinde. Bizler de bunun etkisini festivalde yaşadık. Güleç yüzleri hiç eksik olmadı. Teşekkürler, iyi ki sizin gibi dostlarım var.

Cem ile uzun bir yolculuğumuz var. Buradan İzmir’e kadar bisikletle gitme planımızı gerçekleştireceğiz. İkimizin bisikletleri yüklü durumda. Antalyalı arkadaşlarla vedalaşıp birlikte hatıra resmi çekiliyoruz. Önde iki bisiklet yüklü  ve 11 kişi ve solda resmi çeken kişinin parmağının bir kısmı.

Bisiklete başladığım ilk zamanlarda işim olmamasına rağmen katıldığım festivallerden hep eve dönme telaşı yaşamıştım. Festivalden sonra yola devam eden arkadaşları imrenmişimdir her zaman. Şimdi ise festival sonrası tura devam etmenin sevincini yaşıyorum. Bu heyecanla kamp alanından arkadaşla vedalaşıp yola çıktık. Henüz Tekirova içine olduğumuzdan yolluk olarak marketten alış verişi yapıyoruz Cem ile. Gerekli olanları alıp paylaşarak çantalara yerleştirdik. Ara sokaklarda ilerlerken karşıma bir ağaç çıktı. Bu ağacı sarmaşıklar öyle bir sarmıştı ki aklıma Yunan mitolojisindeki yarı tanrı Herakles geldi.

Herakles’in o muhteşem gücü olmasına rağmen ölümüne bir şey yapamaması, sonu bu ağaç gibi hüzün ve acıyla bitmesi beni çok etkilemişti. Olay mitlerde şöyle yazar;

Herakles’in kıskanç karısı Deianeira kocasının metresi İole ile aldatmasına karşın Nessos’un kendisine aşk iksiri diye verdiği iksiri kullanmaya karar verir. Herakles Zeus için adadığı kurban kesme törenlerinde giyeceği kazağı alması için elçisini gönderir. Deianeira Aşk iksiri diye bildiği şeyi yün ile kazağa sürer. Ardından bir sandığa kilitleyip elçiye bunu açmamasını ve güneş görmemesi için sıkı sıkıya tembih eder ve gönderir. Elçi yoldayken iksiri bulaştırdığı yünü güneş altında bir kayanın üzerine koyar. Güneş ışığı altında olan yün parçası kayayı eritip toz haline getirmişti çoktan. Bunu gören Deianeira iksir konusunda aldatıldığını anlar ve pişman olur. Arkasından haberci gönderse de Herakles kazağı çoktan giymiş ve sunağa döktüğü şarabı alevlendirdikten sonra ışığı gören zehirli iksir etkisini göstermeye başlar. Kazak ışık altında Herakles’in vücuduna yapışıp etlerini eritmeye başlar. İş işten geçmiş acı ve ıstırap içinde ölür Herakles. Bilmeyerek yaptığı şeyden dolayı Deianeira intihar eder. Zeus oğlunu tanrılar katına alıp ölümsüzleştirir.

Çam ağacını kaplayan sarmaşık aynı Herakles’in giydiği kazağa benzettim. Tüm gövdeyi kaplamış durumda ve çam ağacını yavaş yavaş yok ediyor.

Çiçeklerle bezenmiş Tekirova girişindeki kavşağa geldik. Pembe çiçekler açmış begonvil, ana yola çıkan Cem. Kumluca, Finike, Muğla tabelası solu işaret etmiş. Sağı ise Kemer, Antalya olarak belirtilmiş. Biz Kumluca tarafına doğru gideceğiz. Cem de o yöne doğru yönelmiş.

Ana yola çıkınca yokuş başladı, ağır tempoda daha önce çıktığımız yeri tekrar çıkmaya başladık. Yalnız bu kez yüklü olarak. Yarıkpınar dinlenme yerine geldik. Burada daha önce durmadığımdan çeşmeden sularımı tazeliyorum. Çeşme mermer kaplı, çatısının solunda Yarıkpınar içme suyudur. Sağında da araç yıkamak yasaktır yazısı yazılmış büyük harflerle. Aynasında çeşmeyi yaptıranın ismi; Gülüzar ve Münir Solumaz hayratı yazılı.

Burada araçlar mola veriyor, çeşmede su akıyor bedava. Dinlenme tesisleri çınar ağaçları altında gölgelik yerde. Burayı Orman bakanlığı yaptırmış. İki oduna tabelasını yerleştirerek burasının Beydağları sahil milli parkı Yarıkpınar mola noktası olarak yazıp belirtmişler.

Yola yeni çıktığımızdan burada mola vermiyoruz. Sadece suları çeşmeden doldurdum. Ardından yokuşu tırmanmaya devam ederken yerde gördüğüm arabalar tarafından ezilmiş bir yengeç görünce duruyorum. Yakınlarda akan bir çay olmalı. Bu cesur yengeç macera aramak için çaydan uzaklaşıp asfalta çıkınca beklenmedik son ile hayatı bitiyor. Macera arayan cesur yengeci saygı ile selamlayıp elimle yerden alarak çalılıkların içine doğaya karışması için bırakıyorum.

Çay boyu yukarı çıkıyoruz, daha önce mola verdiğimiz yerde duruyorum. Burada da küçük bir çeşme var. Bisikletim KUZ ile birlikte resmini çekiyorum çeşmenin. Çınar ağaçları arkada ve yürüyüş rotalarını belirten tabela direği solda.

İkinci mola yerine geldik. Yerde sağa ok işareti, bisiklet figürü ve Mola yazısını asfaltta görünce biraz dinlenmek için duruyorum. Cem benden önde olduğu için burada durup bisikletini park etmiş.

Bu dinlenme yerinde mavi boyalı bir tabela var. Yapıştırma harfler güneşin etkisi ile kalkıp bozulmaya başlamış. Tabelada yazan; Beycik köyü ( 6 km ) 6 Rakamı yerinden kalkmış, sadece güneşten dolayı izi kalmış. Tahtalı ( Olimpos ) dağı ( 2366 m ) Laodikeia, Likya yolu, Üç oluk yaylası. Altta yemek, yatak, kahve, market ve antik olduğunu belirtir işaretler yapılmış her biri ayrı kare içinde.

Burada çeşme var ama suyu akmıyor. Havuzunun duvarında bisiklet figürü yapılmış. Etrafta geçen günde su molası verdiğimizde dağıtılan plastik su şişelerini görüp üzülüyorum. Bisikletçi olsak ta bazı arkadaşlar nedense doğayı sevmiyorlar. Bu şişeleri atanlar eğer tekrar buraya gelseler gördükleri manzara karşısında ne diyeceklerini biliyorum. “İnsanlar niye bu şişeleri buraya atmış?” diye söyleneceklerini gayet iyi biliyorum. Kendi pisliklerini tanımazlar ve ukalalık yapmaktan da çekinmezler. Su şişeleri sararmış çınar yaprakları üzerinde. Yapraklar bir yıla kalmaz çürüyüp gider de plastik şişeler ne kadar zamanda yok olacak? Kim bilir?

Ağır tempo olsa da tırmanışı bitirip zirveye vardık. Ana yol düz devam ediyor Kumluca’ya doğru. Biz Çıralı’ya doğru gideceğiz ama buradan değil az ileriden sola sapacağız. Gerçi Kumluca tarafına doğru gitmemiz gerek ama sahilden gideceğimizden bu yolu tercih ettik. Hem sahilde Adrasan var görülmesi gereken yer. Tabelada düz olarak Kumluca, Muğla yönü belirtilmiş. Sağa ise Çıralı, Yanartaş (Chimaera) kahverengi olarak tarihi yer olduğunu belirtmiş. Bu yol karayollarının D 400 olarak numaralandırdığı yol olarak belirtilmiş.

Sola gireceğimiz az ilerdeki kavşağa geldik Tabelada kahverengi olarak Olimpos 11 (Antik kenti) yazan yerden sola sapıyoruz.

Buradan sıkı bir iniş yapacağız 7 Kilometre civarı. 394 metrelik yüksekteyiz. Altımızda dağlar ve Akdeniz lacivert olarak görünüyor manzarada.

İniş başlar başlamaz daha önce ana yola çıkmak için kestirme dediğimiz toprak yolu görünce durup resmini çektim. Kestirme diye saptığımız yol çok dik, ellerimizle kan ter içinde çıkmıştık bir zamanlar. Aslında böyle kestirme yol diye bir kaç kez girmiştim ama çok zorluklar yaşamıştım çıkarken. Atalarımızın dediği “Bildiğin yol en kestirme yoldur” sözü kulağıma küpe olmasını diliyorum burayı görünce. (Gerçi zorlukları, bilinmeyenleri keşfetme arzusu beni yine böyle yollara sokacağına eminim. Huy değişmez.) Yolun üstünde tek katlı bir ev var. Ardında kayalıklı dağlar.

İnişte gözlemecide duruyoruz. Çay içeceğiz ama önceden pazarlık yapıyoruz yörüklerle çay kaç para diye. Daha önce bisikletçilere verdikleri fiyatta anlaşıp oturduk. Bir tane de gözleme yap dedik peynirli, otlu. Cem ile yarı yarıya bölüşeceğiz. Bisikletim KUZ önde park etmiş, arkada bölümlü oturma yerleri. Minderler, yastıklar yörük işi. Cem minderlere oturmuş ayakkabılarını çıkarıyor. Solda bir adam heykeli, üzerine uzun kollu kareli mintan giydirilmiş. Yörük evi gözleme pankartı asılmış. Pankartta burada gözleme yemiş ünlülerin resimleri basılı.

Minderlere oturup semaverde odun ateşinde demlenen çayları içiyoruz afiyetle. Elçek resim çekiyorum Cem ile beraber. Tepside iki çay duruyor. Arkada bisikletim KUZ ve semaver. Semaverin üzerinde iki mavi renkli emaye çaydanlık var.

Yorgunluğumuzu çay , atıştırmalık bir şeyler ve bir gözlemeyi ikiye bölerek giderdikten sonra kendimizi yokuşun inen kısmında bırakıyoruz aşağıya doğru. Neredeyse hiç pedal çevirmedik desem yeridir. Düzlüğe inince karşıma evini sürekli taşıyan kaplumbağa çıktı. Yolun karşı tarafına doğru seyahat ediyor. Yeni yerler görecek, oradaki otların tadına bakacak. Hiç acelesi yok, karnını doyurmak için her taraf yiyecek dolu. Öyle bizim gibi marketten alış veriş yapmasına gerek yok. Dünyanın en yavaş hayvanı en uzun yaşayan hayvanı olmasını insanlar bir türlü kavrayamadan hızlı biçimde yaşıyorlar. Her şey bir an önce olsun, hemen varayım. Tokyo da kahvaltı, öğlen Paris te ıstakoz yemeğine yetişmeli. Akşam da New York ta baloya katılmak gibi hızlı yaşamaya çalışmak ömrü kısaltır. O kadar hızlı yaşarlar ki! Ömürlerinin nasıl bittiğini anlamadan ölüp gider. Kaplumbağanın öyle bir derdi olmadığı için acele etmeden hedefine varır. Nerde akşam orda sabah yaşayıp gider. Tıpkı bizim şu an yaptığımız tur gibi. Evimiz bagajda yolculuk yapıyoruz. Nerde akşam orda sabah yapa yapa gideceğiz.

Kaplumbağa emin adımlarla asfaltta karşı tarafa doğru gidiyor.

Düzlüğe çabucak indik sayılır, sürekli yokuş inersen böyle olur. Olimpos antik kentine doğru giden kavşaktayız. Burada Yamaç köyü var. Kavşağın köşesinde de camisi çam ağaçları içinde kalmış. Burada caminin tuvaletinde ihtiyaçlarımızı karşıladık. Caminin avlusu çok geniş, taş duvar örülmüş çepeçevre. Minare görünüyor ama binasını çamlar örtmüş pek görünmüyor. Tuvalet binası küçük, sarı boyalı. Avluda çocukların oyun parkında kaydırak, salıncak gibi renkli aletler var.

Yola çıkıyoruz kavşaktan, hedefimiz Adrasan. Tabela yönü gösteriyor. 7 Kilometre yolumuz kaldığını yazıyor. Sağ tarafa ise Kumluca ve Yazır tarafına gidileceğini oklarla belirtilmiş. Cem bisikleti ile yolda tek başına giderken bir kare çekiyorum. Etraf çam ormanı.

Yolun sağında bir çiftlik görüyorum. Çiftlik bildiğiniz gibi değil. Amerikan özentisi yaşatılmaya çalışılmış. İçeride sundurmanın altında Amerikan arabaları, tır çekicileri ve bir pervaneli uçak. Uçak sarı boyalı. Çiftlik sahibi özentili olmasına karşı meraklı olmalı.

Yol eğimi pek yok, düz devam ediyor. Yakın zamanda yolun sol tarafında yangın çam ağaçlarını yakıp geçmiş. Sağdaki çamlar yeşil rengi ve soldaki ağaçların kapkara rengi birbirine uymuyor. Orman yangınlarının çoğu insan eliyle çıktığı kesin. Kimi bilmeyerek, kimi de bilerek ormanı yakıyor. Manzara üzücü. Cem önümdeki manzarada bisiklet sürerken.

Kavşağın birine geldik. İki tabela zıt yönü gösteriyor. Sol tarafta Olimpos 10, sağ tarafta Adrasan yazılı tabelalar kahverengi boyalı. Arkada sararmış otların olduğu yamaç. Solda tel çitle ayrılmış zeytin ağaçları.

Adrasan içinde bisiklet sürüyoruz. Karşımda koca bir dağ var. Buralarda kıyılar engebeli ve dağlık. Köyün tek katlı evleri bahçelerindeki meyve ağaçları ile daha şirin görünüyor.

Meşhur Adrasan sahiline geldik. Burası doğal bir liman gibi. Tekneler kıyıya kadar getirilip demir atmışlar kıçtankara biçiminde. Kumsalda şezlong ve şemsiyeler düzgün, sıralı konulmuş. Koyun karşı tarafındaki burun kısmı çam ormanı ile kaplı. Kumu çok güzel görünüyor, denizi de öyle. Burası bulunduğumun yerin sağ tarafı.

Koyun sol tarafını da çekiyorum bir poz. Burada da tekneler kıyıda bağlı, kumsalda şemsiye ve bir kaç şezlong duruyor. Koy küçük, dip tarafı kumsal. Kenarlar kayalık ve dağlık. Sol taraftaki dağ sivri ve yüksek.

Adrasan bu güzel denizin tadına bakmak gerek diyerek su donumu giyip denize dalıyorum. Etrafta kimseler yok. Sadece ben denizdeyim. Bir süre yüzüp çıkarak kurulandıktan sonra öğle yemeğini yiyoruz. Taksi durağının çardağında taksicilerle muhabbet edip kahve içtik. Bizleri bisikletli görünce nerden nereye? Nasıl? Bisikletle mi? Bu kadar yolu bir milyar versen hayatta gitmem! Lastiğiniz patlamıyor mu? Nerde kalıyorsunuz? Çadırda mı? Yok artık gibi soru cevap şeklinde oluyor. Muhabbet meraklı ve hararetli olunca çay ısmarlıyorlar bize. Cem ve ben sıkılmadan her soruya gerekli cevabı verdik. Çaylar bitince artık yola çıkmamız gerektiğini, bize izin deyip yola çıktık. Akdeniz’in narenciyeden sonra en çok yetişen narları meşhur. Her bahçede bir iki nar ağacı görmemiz mümkün. Ekim ayında olmamızdan dolayı tam da olgunlaşmış meyveleri insanı cezbediyor. Narın kırmızı rengi közleşmiş ateşin kor rengine benziyor. Hani derler ya “Nar gibi kızarmış” diye işte tam da öyle narlar. Bahçeni kenarında nar ağaçları, üzeri nar dolu ve olgunlaşmış. Aynı zamanda kocaman nar meyveleri ağırlıktan dolayı dalların altlarına ağaç destek koymuşlar. İncecik dallar koca narları taşıyacak güçte değil.

En sevdiğim evlerden birisi olan bahçe duvarı olmayan ev. İki de nar ağacı dikilmiş. Üzerinde kızarmış narlar al beni diyor. Daha önce iki nar koparmıştım bahçenin birinden, onlar hala çantamda duruyor.

Adrasan köyünün merkezinden geçiyoruz. Köyün meydanında Atatürk heykeli var. İki direkte Türk bayrağı dalgalanıyor. İleride Cem yol tabelalarına bakıyor nereye doğru gideceğiz diye.

Demin Cem’in olduğu yerdeki tabelaların önündeyim. Köşede, elektrik direğinin dibine konan tabelada düz ok işareti ile Karaöz, Mavikent, Beykonak yönlerine giden yolu gösteriyor.

Yola girer girmez bizi takip etmeye başlayan tarçın renginde bir köpek önümde gidiyor. Köyün çıkışında yokuş başladı, önümde azametli dağ bize geçit vermiş ama ne kadar belli değil. Yokuşun sonunda belli olacak. Solda çoğu yerini ağaçlar kaplamış bir ev var.

Yokuşu çıkmaya devam ediyoruz, köydeki inşaatların molozları yol kıyısına dökmüş kamyonun birisi. İnsanların vurdumduymazlığının bir örneği. Benden öte olsun da nerede olursa olsun. Gören, duyan, karışan da yok. Ceza yazan olmuyor, çünkü tenha yol. Görmesinler diye ortada kimseler olmadığından rahatça molozları döküyorlar. Dökende vicdan olmayınca elden ne gelir ki. Güzel çam ormanının manzarasını çirkinleştirmiş moloz yığını.

Yokuşta Cem önde, köpek onu takip ediyor koşturarak.

Yokuş devam ettiği için arada durup resim çekiyorum, hem dinleniyorum hem de etrafı, manzarayı izliyorum. Epe yükselmişiz, bulunduğum yerden Adrasan köyünü kuş bakışı izliyorum. Karşıda Toros dağlarının tüm heybeti göğe yükselmiş.

Yokuş nereye kadar devam ediyor bilmiyorum. Çık çık bitmiyor, Yeşilköy sapağında durup tabelasını çekiyorum. Yukarıya doğru bakınca yokuşun az kaldığını tahmin ediyorum.

Artık yokuşun sonuna geldiğimi önümde başka yükselti olmadığını görünce anladım. Son yokuştayım, Cem önümde tıngır mıngır çıkıyor. Yokuşlarda Cem’in avantajı var bana göre. Onda kilitli pedal var, bir ayağı ile pedala basarken diğer ayağı ile çekerek daha verimli bisikleti kullanıyor. Yokuşta bu fark ediliyor. Bende ise burunluk var ve yarım pedal güç verebiliyorum.

Az ileride gördüğüm beyaz toprağın içinde kırmızı toprağın olduğu yerde durup inceliyorum. İki farklı toprak yapısı acaba nasıl bir araya geldi? İlginç!

Yolda değişik manzaralar görmek olası. Bu manzara kötü olabilir, hep iyi olacak değil ya. Dünyada yaşıyoruz ve üzerinde milyarlarca insan var. Bu insanların bir kısmının yarattığı pislik karşımda duruyor. Yol kenarına atılan bu çöpler doğaya karışasıya kadar çok uzun zaman geçecek. Bir insan ömründen daha çok. Çok yazık!

Yaklaşık 5 Kilometre bir tırmanış yaptık. Tarçın rengindeki köpek te bizi takip etti tepeye kadar. O kadar kovalamamıza rağmen peşimizi bırakmadı. Bir ara nerden bulduysa keçi ayağı bulup ağzıyla taşıdı bir süre. Sonra keçi ayağını bıraktı bir yerlerde ya da sakladı daha sonra yemek için. Tepeyi çıkıp inişe başladığımızda hızımız arttı, köpek takibi bırakmış olmalı. Yetişmesi olanaksız bizim hızımıza. Güneş bu arada ufka iyice yaklaştı. Durup batmasını bekliyorum bir kaç dakika. Cem önde, bulunduğum yerden az yüksek tepelerin üzerinde Güneş son ışıklarını çam ağaçlarının arasından bana sunuyor. Bu resmi öne çıkan görsel olarak seçiyorum.

Adrasan yarımadasının diğer tarafına geçtik, deniz kendini gösteriyor. Yarımadanın burnuna doğru dağ kütlesinin yalçın kıyıları güzel girinti – çıkıntı ve sivri tepeli küçük bir ada yüksekten güzel görünüyor. Önümde dikenli sararmış otlar, arkasında yeşil ağaçlar da manzaramda.

Zayıf saplı, narin görünümünde sarı çiçeklerin boyu epey uzun. Önceden açıp kurumaya durmuş çiçeklerle beraber yeni açmış sarı çiçeklerin rengi görülmeye değer. Ben de olduğu gibi resmediyorum.

Yol asfalt olsa da tam bir orman yolundayız sanki. Koca çam ağaçları, çalılarla kaplı dipleri ve çam ağaçlarından düşen iğne yapraklar yerde kahverengi halı  oluşturmuş durumda. Yolun üzeri çam dalları ile çatı olmuş, Cem de durup yanlamasına bana poz veriyor bu güzel tablonun içinde. Bu yoldan pek araç geçmiyor, sakin yolda rahat sürüş yapıyoruz. Güneş çoktan battı, hedefimiz Kumluca sahili.

Çam ormanı içinde giden yolun bir bölümünde sazlık görüyorum. Bu demektir ki yakınlarda sıcak su kaynağı var. Orman yoluna ayrı bir güzellik katmış sazlar. Yolun iki tarafında var.

Deniz seviyesinde bisiklet sürüyoruz, kıyıda piknik alanında iki çadır kurulmuş. Aslında burada kamp atılabilir, piknik masaları, deniz kıyısında. Alan düz, tuvalet ve çeşme var. Denize küçük bir çıkıntı yapmış olan yerde kocaman bir kaya kütlesi toparlak olarak duruyor. Henüz aydınlık olduğundan gidebildiğimiz kadar gidip Kumluca sahilinde kamp atacağız.

Güneş battı, yerine yolumuzu aydınlatacak olan ay çıktı. Karşıdaki yarımadanın dağlarının üzerinde ay parlıyor. Henüz hava kararmadığı için gökyüzü mavi hala. Denizin maviliği biraz daha koyu gökyüzünden.

Deniz kıyısında dönemeçli yoldan gidiyoruz. Henüz ortalık aydınlık.

Güzel koylar görüyorum çam ağaçlarının denize ulaştığı yerde. Alaca karanlıkta görebiliyorum denizi.

Orman yolu tam alacakaranlık zamanında bir poz çekiyorum. Çam ağaçları solgun görünmeye başladı. Tam da beyaz iplikle siyah ipliğin ayırt edilemeyeceği andayız.

Bisikleti KUZ ile Ay bir arada resim çekeyim dedim. Ay parlak olduğu için görünüyor ama KUZ kararmış ayırt edilmiyor.

Kameranın flaşını açıp çekiyorum bir poz. Ay yine aynı parlaklığında. KUZ olduğu gibi aydınlandı. Turuncu çantalarım, kadronun siyah rengi, beyaz yazılı URİMBABA’CAN yazısı, kelebek gidonum kahverengi sargı ile sarılı. Gidon çantam ve aydınlatma lambasının yanında duran tüy. Flaşın patlaması ile arka tekerleğimde bulunan şerit fosfor çok parlak görünüyor çember şeklinde. Koyu lacivert gökyüzü ile flaşın aydınlattığı bisikletim uyum içinde.

Hava iyice karardı, aydınlatma lambaları ışığında gecenin serinliğinde yol alıyoruz. Kampı Cem’in bildiği Kumluca sahilinde, ağaçların olduğu yerde kuracağız. Kumluca seraları bol bir yer, seraların arasından ilerlerken Cem paniklemeye başladı. Acaba doğru yolda mıyız diye. Karşıdan gelen bir dolmuşta yazan Kumluca yazısı yüzünden bana ters yöne gidiyoruz deyince ben de haritayı açıp gideceğimiz yolu gösterdim. Doğru yoldayız diye de sakin olmasını, yola devam etmesini söyledim. Ama Cem ısrarla daha önce araba ile geçtiğinden hatırladığı biçimde yolu göremeyince hayır, yol böyle değildi, yok Kumluca’dan aşağı düz bir yol vardı diye saçmalamaya başladı. Bir insan panikledi mi sakinleşmesi zorlaşıyor. Haritada konumumuzu gösterip yolu da, gideceğimiz yönü de gösterdim zar zor ikna oldu. Kumluca dan inen yola çıkıp bir süre düz yolda giderek piknik alanı olarak kullanılan ağaçlı yere gelince durduk. Cem panik halini atlatmıştı şükür. Daha önce arabayla geçtiği yerlerden ilk defa kendi gücü ile ve bisikletle seyahat etmesi kafasının karışmasına neden oldu. Neyse ki fazla uzatmadı da normale döndü ana yola çıkınca.

Okaliptüs ağaçlarından oluşan piknik alanına girip kendimize uygun bir yerde kampı attık. Çadırları kurup yerleştikten sonra akşam yemeği için hazırlıklara başladık. Neşesi yerine gelen Cem aşçı olarak yemek yapma görevini başarıyla yerine getirdi. Yemek yapmaktan zevk alıyor ve güzel yemekler de yapıyor. Bana yemek düşüyor sadece. Bulaşıkları da ben yıkıyorum. Kumların üzerinde serdiğimiz brandanın üzerinde oturmuş Cem yemek yaparken elçek resim çekiyorum. Cem’in önünde ocakta tencere var, elinde kaşıkla yemeği karıştırıyor.

Akşam saat 21:00 gibi kamp attığımızdan epey acıkmışız. Bir çırpıda yemeği yedik, ardından kahve ve çay ile keyfimizi sürdük. Buraya Kumluca demelerinin nedeni yaklaşık 12 kilometre kadar bir sahil ve tamamen kumlu olması. Çadırları da ılgın ağaçlarının dibinde, kumların üzerine kurduk. Buraya gelmek, çadır kurmak, yemek yapmak, kahve, çay derken zaman epey ilerledi. Zaten yorgunuz, o yüzden fazla geç olmadan çadıra giriyorum. Çadırın içinden dışarıdaki Aydede’yi çekiyorum, Aydede her yerde.

Güzel bir günün sonunda tatlı bir yorgunlukla çadırın içinde yatıp uykuya daldım.
Bu gün yaptığımız yol yaklaşık 72 Kilometre civarı.

Aşağıda yaptığımız yolun haritası

Powered by Wikiloc

İki Garip Bir Akdeniz 4. Gün

1 Eylül 2017 Pazar

Tekirova – Phaselis – Kemer – Tekirova

(Kör arkadaşlar için betimleme yapılmıştır)

 

Masasına gelip gittiği açıkça anlaşılır
Daktilosu çalışmasa da şeridinin eskimesinden

Durduğu yerde patlaması mürekkep hokkalarının
Ömrünce biriktirdiği sosyalist öfkesinden

Ne kadar yok etse ölüm vuruşu göklerde yankılanan
Kocaman bir yürek kalır Şili’nin Allende’sinden

Atilla İlhan

 

Öne çıkan görsel, deniz kıyısındaki kayanın üzerinde bağdaş kurup oturmuşum. Önümde kahve takımı var. Kahve pişiriyorum.

Gece pek fark etmedim yağmurun yağmış olduğunu. Sabah uyanıp çadırdan çıkınca anladım. Etraf ve çadırlar ıslak. Mavi bir naylonla birisi bisikletinin üzerini örtmüş ıslanmasın diye. Yağmurlu bir sabahın seherinde uyanmanın tadını çıkarıyorum bir süre. Demek ki dün Olimpos dağında tutunamayan bulutlar rüzgar kesilince toplanmaya başlamış gece ve ardından yağmur yağmış. Akdeniz’in sonbahar yağmuru portakal kokar. İrileşmeye başlamış portakal yağmurda ıslanınca aromasını etrafa yayar. Ortalık mis gibi portakal kokar. Bu kokuları ciğerlerime çekiyorum her nefes alışımda. Etraf çadır kent oluşmuş durumda. Biraz ileride birisi çadırının üzerine naylon germiş.

Kalkar kalmaz etrafı kolaçan ediyorum. Cem Tabanlı’nın çadırına su girmiş birazcık. Çadırının altına koyduğu brandayı kurutmak için ipe asıyor. Yanında da Nafiz var, Nafiz çadırını topluyor. Kemer’den Antalya’ya devam edecek evine doğru.

Dut ağaçları altındaki çadır alanı kırmızı – beyaz şeritlerle sokak görünümünde yollar yapılmış. Yürüme yolu boş, diğer yerlerde çadırlar kurulu. Herkes kendi telaşında hazırlanmakla meşgul. Birazdan yola çıkacağız. Kahvaltıyı çoktan yaptık bile. Kimisi çadırı eşyalarını topluyor. Evine dönme telaşı sabahtan başlamış bile.

Herkes kapıya çıksın diye anons edilince yolun ağzına gelip toplandık. Okaliptüs ağaçlarının gölgesinde toplanmış bisikletliler.

Hareket ediyoruz, Tekirova içinden ana yola çıktıktan sonra kısa sürede bizleri yönlendiren arkadaşlara rastladık. Phaselis  antik kentine sapan yola yönlendiriliyoruz. Biri motorlu, ikisi bisikletçi yol sapağında durmuş, direkte Phaselis 1 tabelası. Sağa giden çamlı yol ve dört bisikletçi.

Çam ormanı içinde bisikletlerle gidiyoruz. Yol ağaçların gölgesinde. Çam ağaçlarının gövdeleri uzamış yukarı doğru. Asfalt yolda altı bisikletli gidiyor.

Phaselis ören yerine ücret ödemeden giriş yapıyoruz. Girişte demir parmaklıklı sürgülü kapı var. Ağaçtan yapılmış gişe kulübesi yeşil renge boyanmış. Çatısı oluklu kırmızı kiremit ile örtülü. Sürgülü kapıya kare bir tabela, köşesi altta bakacak şekilde konuşmuş. Phaselis Örenyeri yazısı var.

Burası aynı zamanda Likya yolu ile çakışıyor. Direğe takılmış tabelalarından anlıyorum burasının Likya Yolu olduğunu. Sol tarafı gösterir tabelada Kuzdere 11 Km, sağ tarafı ise Tekirova 3 Km olduğunu belirtmiş. Tabelalar sarı renge boyanmış. Üzerine ilave yeşil renkte Fethiye’den Antalya’ya Likya Yolu yazısı yazılmış.

Antik kentin girişinde, su kemerlerinin olduğu yerde bisikletleri park ediyoruz. Kalabalık bisikletliler ortalığı kaplamış durumda.

Burada enerji takviyesi olarak muz dağıtılıyor. Dağıtan da şeker adam Halil Şenel güleç yüzü ile gelenlere birer muz veriyor. Elinde bir dal muz, koparıp koparıp ikram ediyor bizlere.

Bana torpil yapıyor Halil, yapışık iki muz veriyor. Elimde muz olduğu halde çekiyorum bir poz.

Muzu soyuyorum, içinde iki ayrı muz çıkıyor ortaya. Resimde yan yana soyulmuş iki muz, ardında Şirin Baba Ceyhun Altın. Sarı tişörtü ve başında şapkası ile.

Antik dönemden kalan yontulmuş taşların birinde, küçük bir oyuktan bir çiçek çıkmış ortaya. Çiçek yapraksız, taç yapraklarının dibi pembe. Uçlara doğru renk açılıyor beyaza doğru.

Antik kent çam ormanı içinde kalmış. Çam ağaçlarının gövdeleri sadece temel taşları kalmış duvarların arasında çıkmış.

Denize doğru çıkıntı yapan yere doğru gidiyorum. Burası küçük bir yarımada. Bir kaç çam ağacı da yarımadaya kadar yaşam alanı oluşturmuş kendine. Kıyı taşlık ve kayalık.

Yarımadanın üzerinde uca doğru yürüdüm. Buradan ana karanın bir bölümünü çekiyorum kamera ile. Küçük  bir koy oluşmuş yan tarafı. Az bir yer kumsal olmuş, diğer yerler kayalık. Sık çam ağaçları deniz kıyısına kadar gelmiş durumda.

Yarımadanın ucunda mantar biçiminde oluşmuş kaya parçası dikkatimi çekti. Kaya molozlardan bir araya gelip sertleşip kayaya dönüşmüş. Dalgaların aşındırması sonucu alt kısmı iyice ufalmış, Üst taraf ise tepsi gibi.

Yarımadanın ucuna gelmemin sebebi burada kahve içmek. Bisikletimden kahve takımlarını çıkarıp kayanın üzerine bağdaş kurarak oturdum. Başladım kahve pişirmeye. En güzel yerde kahve içmek gerek. Burası da yer olarak, manzarası ve ilginç yapısı ile gözümü boyadı. İyot kokusunu içime çekerek gözlerimi ocağın üstündeki cezveden ayırmadan öylece duruyorum. Kahvenin tadı nefis olsa da bazı huyları var. Bunlardan birisi çok kıskanç olması. Sürekli gözünün üstünde olması gerek. Tıpkı kadınlar gibi, sürekli onunla ilgileneceksin, gözlerini ondan ayırmayacaksın. Başkasına, bakmayacaksın. Eğer gözünü bir an olsun kaçırırsan çok kızar ve öfkesinden köpürüp taşar. Hem aroması dökülür hem ocağı söndürür. Etrafı da berbat etmesi cabası. İçtiğin kahvenin tadı kalmaz. Onun için gözümü kahveden bir an olsun bile ayırmıyorum.

Ocağın etrafında rüzgarlık koruyucu var. Cezve ve fincanlar önde dört tane. Kahve kutusu ve fincan kutusu yanlarda. Üzerimde Dünya Kalp Günü baskılı beyaz tişörtüm, bağdaş kurmuş durumda kayanın üzerinde oturuyorum. Ardım deniz ve karşıda denize uzanmış kara parçası. Resmi Ahmet Murat Hacıbeyoğlu çekiyor. Kahveyi yanımda şanslı olan üç kişi içecek. Birisi resmi çeken Ahmet Murat Hacıbeyoğlu. Bu resmi öne çıkan görsel olarak seçiyorum.

Kocaman gövdeli bir çam ağacı kökü zayıf kalmış olmalı yana doğru devrilerek öylece yaşamına devam ediyor. Denize çok yakın durumda, herhalde dalgalar ağaca ulaşmıyor ki tuzlu su zarar vermemiş çam ağacına. Çam ağacı yorulup yere uzanmış gibi yatıyor. Ya da deniz kıyısında yatıp güneşleniyor gibi.

Kahve faslı bittikten sonra fincanları yıkayıp yerlerine yerleştiriyorum. Biraz daha zaman var. Antik kenti daha önce gezmiştim. Şimdi daha önce görmediğim yerleri görüp resmini çekmeye gidiyorum. Daha önce kahve pişirdiğim yeri görmemiştim. O taraftan su kemerini çekiyorum çamların altında.

Kentin ana caddesinde yürüyorum. Zamanında hareketli olan bu geniş yolun kıyılarında önemli yapılar varmış. Şimdi ise kalıntıları duruyor.

Dikdörtgen taş blokta yunanca yazılar yazılmış. Taş blokun üst kısmı geniş çıkıntılı. Sağ tarafı, hemen hemen yarısına kadar dış etkenlerden bozulmuş durumda. Yazıların yarısı görünmüyor.

Yanında yazının anlamını yazan tabela konulmuş. Taşta yazan;

“Onurlandırma Yazıtı

Danışma ve halk meclisleri,

Pigres oğlu Apollonios’un

Oğlu, kentimizin hayırseveri

Olan, övgüye layık

Lykiarkhes Aurelius

Pamphilos’u onurlandırdı

M.S. 3. Y.Y. başları

Böyle yazılı blok taşlardan daha var. Yalnız bir şey dikkatimi çekti! Taşların bir yüzeyi aşırı yıpranmış. Sürekli aynı yönden gelen yağmur, rüzgar ve Güneş etkisinde kalmış. Diğer tarafları sağlam şekilde duruyor. Yazıt taşları başka yerlerden getirilip konmuş ana cadde kıyısına. Taşın  aşınan yüzeyi sünger gibi olmuş, ayrıca yosun tutmuş ve rengini karartmış. Büyük bir olasılıkla aşınan taraf kuzeye bakıyordu. Çünkü yosunlar kuzey tarafında bulunur devamlı. Tıpkı ağaçların gövdelerinde kuzey tarafının yosun tutması gibi. Yön bulmak için ağacın gövdelerine bakılıp kuzey yönünü kolayca bulabilirsiniz. Ya da şöyle olabilir ; Bu taşlar deniz kıyısında kalmış olabilir. Denizin tuzlu suyu ve deniz canlıları su altında kalan taşı delik deşik yapmış olabilir. İkinci şık daha mantıklı gibi geldi bana.

Çam ormanı ile bütünleşmiş şehir o zamanların zenginliğinden sadece duvarları kalmış. Blok taşlardan sağlam yapılmış olduğu belli. Binlerce yıldır bir kısmı ayakta kalarak günümüze ulaşmış.

Başka bir blok taşta yine Yunanca yazılar yazılmış.

Yazının Türkçe anlamı;

Sporcu yazıtı

Ptolemaios oğlu Aurelius Artemidoros’un

Oğlu Zosimas olarak da bilinen Phaselis’li

Aurelius Ptolemaios. II. Embromos’un

Oğlu II. Kolalemis’in övgüye layık kızı

Phaselis’li Aurelia Apphia’nın kente

Hediye ettiği ve ilk olarak düzenlenen

Falladeios Bayramı’nın çocuklar

Kategorisi güreş müsabakasını sırtı yere

Gelmeden ve belini kavratmadan şana

Değer bir şekilde kazandı

M.S. 3. Y.Y.

Kalın duvarlı taş binaların çoğu ayakta. Biraz daha onarılsa, üstüne de çatı konsa bayağı bir kent olacak gibi.

Duvarların iç kısmı insan boyundan yüksek.

Caddenin sol tarafında kocaman bir yapı var. Burası Roma hamamı, duvarların çoğu ayakta ve sağlam taş bloklardan yapılmış. Taş blokların hepsi de özenle yontularak duvarlarda kullanılmış. Cadde çok hafif eğim ile, bazı yerlerde iki kısa basamak yükselerek yarımadanın beline doğru çıkıyor.

Roma hamamının alt kısmının resmini çekiyorum. Ateşin yandığı bu bölüm pişmiş tuğlalardan yapılmış. Alttan yanan odunlar hamamın taban kısmını ısıtarak içeride rahatça yıkanmalarını sağlıyormuş. Temel taşları kalın taş bloklardan sağlam yapılarak zeminde pişmiş tuğlalardan oda biçiminde ocaklar yapılmış. Orta yere yakın pişmiş tuğladan kare biçiminde örülen duvar 1 metre yükseklikte. Bundan iki tane var. Ayrıca bir çok yuvarlak pişmiş tuğla zeminde üst üste konulmuş öbek öbek. İçeriye giremiyoruz, kapısına zincir çekilmiş girilmesin diye.

Tahta bir panoya üstte büyük olarak PHASELİS yazısı var. Atta oyma çerçeve içinde Phaselis’in yarımada şeklindeki haritası var. Tahta üzerine çentiklerle oyulup şekiller verilerek yapıları belirtmişler.

Sadece dört sıra taş blok örülü bina duvarının kalıntısı ayakta duruyor. Cadde taş döşeli ve geniş.

Tiyatroya şöyle bir giriyorum. Ziyaretçilerin rahat yürümeleri için tahtadan yollar yapılmış. Kıyılarında korkuluklar var düşmesinler diye. Çoğu sağlam tiyatro seyirci bölümü yarım yuvarlak olarak görüyorum. Tahta yolda gezinen insanlar var. Tiyatronun üstü çamlık.

Tahta yürüme yolundan seyirci oturma basamaklarını yandan çekiyorum. Kimileri dinlenmek için oturmuş.

Tiyatro biraz yukarıda, aşağıda roma hamamının kalıntı duvarlarını çekiyorum.

Tekrar ana caddeye çıkıyorum. Cadde geniş, kıyıları 4 basamak taş örülmüş boydan boya. Sağda kapısı ve üzerinin bir kısmı ayakta olan bir yapı var. Ön yüzeyi düzgün taşlardan yapılı, arka kısımları yuvarlak, düzgün olmayan bir şekilde örülü.

Kazı ekibi çam ağaçları olan yerde gövdelerine şeritler bağlayarak yığılmış taş bloklar çevrelenmiş. Kazıda çıkanlar ilk önce buraya getiriyorlar demek ki.

Kentin bazı yerlerindeki binalar zemindeki kayaları yontarak binayı onun üzerine kondurmuşlar. Sadece temel taşları kalmış durumda.

Güney tarafındaki limana geldim, gerçi kalıntıları ortalarda görünmüyor ama burası doğal korunaklı bir yer. Balıkçılar kendilerine bu doğal limanda küçük bir iskele yapmışlar. İskelede biri iri, diğeri küçük iki sandal bağlı duruyor. Balıkçı kayıkta ağlarını kontrol ediyor. İki yanda çam ağacı gövdeleri arasından küçük iskele, bağlı kayıklar ve deniz. Karşıda kayalıklı yamaçlar.

Ormanın içinde bir patika görüyorum. Yarımadanın doğu ucuna doğru gidiyor olmalı. Ormanın içinde çalılar kaplamış.

Phaselis ziyaretimiz bitiyor ve yola çıkıyoruz. Ana yoldan tırmanmaya başladık. Önümüz yokuş, solda epey yüksek kayalıklar dik bir duvar gibi. Üzerinde çam ağaçları. Hemen önümde bir kişi ağır tempoda bisiklet sürüyor.

Yokuş kısa sürede bitip tekrar inişle Çamyuva kavşağına geldik. Burada görevli arkadaşlar bisikletlileri yönlendiriyor sağa girilecek diye. Dönüşün başında kocaman bir direğe kahverengi boyalı tabela konulmuş. Tabelada Çamyuva Tatil Köyleri, sağa ok işareti ile yazılmış. Asfaltta ise sağa kırmızı renkli ok işareti ve beyaz renkli bisiklet figürü boyanmış.

Çamyuva kalabalık tatilcilerin yazlıkları ile kıyı dolmuş durumda. İç kesimlerde de belediye parklar yapmış. Parkın birinde Akdeniz’in portakalı sembol olarak küçük bir havuzun ortasına konulmuş. Portakal öyle bildiğimiz gibi değil. Ortada bir portakal, yanlarında ikiye bölünmüş portakalın yarımları konulmuş. Rengi de orijinal renk olan turuncu renge boyanmış. Yaklaşık 1.5 metre boyunda portakal heykeli. Kamera ile çektiğim yerin sağında kırmızı renkte açmış bir çiçeğin üreme organı çiçek boyunun iki katı dışarı çıkmış durumda. Parkta oturma yerleri konuşmuş ama arkalıkları yok. Yerler beton taş döşeli, yeşil alanda çimenler ve çeşit çeşit ağaçlar serpiştirilmiş. Ortalıkta kimseler yok, park bomboş.

Sulama amaçlı kullanılan kanaletten su tertemiz akıyor. Döküldüğü çukurda köpürmüş.

Akdeniz denince akla portakal gelir. Her tarafta portakal ağaçları görmek olası. Ben de henüz olgunlaşmamış yeşil portakal ağacının resmini çekiyorum.

Ana yoldan değil de ara yoldan, Çamyuva’nın içinden geçip çam ormanının o muhteşem güzelliği içinden bisikletle geçiyoruz. Bulutlar çoğalmaya başladı, güneş görünmüyor ve çam kokusu etrafa yayılmış durumda. Demek ki yağmur yağacak gibi.

Kemer’e kestirmeden, çam ormanı içinden ama biraz yokuş tırmanarak geçeceğiz. Önümde yokuş kıvrılarak yukarı doğru gideceğimi gösteriyor. Yere de sarı sprey boya ile Ha Gayret yazısı yazılmış.

Tepeye ulaştım sonunda. Grubun çoğu geçip gitmiş bile. Arkada kalanlar ise performansı düşük olanlar. Ben de resim çekmekten gerilerdeyim. Birisi de yokuşu araba ile çıkmış. Bisikleti arabanın taşıyıcısına yüklemiş. Yokuş çıkıldıktan sonra bisikletini çözmeye başladı. Yokuşun tepesinde yağmur damlaları düşmeye başladı. Durup yağmurluğumu giyiyorum. Hem çok terledim, inişte terli terli rüzgar almamak gerek.

İniş başlarken görevli arkadaşlar bizleri uyarıyor yavaş inelim diye. Hem dik yokuş hem de yağmur nedeni ile kayganlaşan yoldan ötürü. Bunlardan birisi Cem Salih Altın. Elinde bayrak, üzerinde yeşil yağmurluk, iki kolunu da yana açarak bana selam veriyor başı ile. Ne de olsa Şirin Baba’nın kardeşi. Yağan yağmur çam ağaçlarının üzerindeki tozları yıkayarak yeşil rengi belirgin hale getirmiş. Ortalık yağmur ve çam kokuyor, mis.

Küçük kayalara lacivert ve sarı renkler yan yana boyanmış. Yürüyüş rotaları kırmızı, beyaz renkte olur biliyorum. Bu lacivert, sarı renk neden boyanmış belli değil.

Yağmur iyice arttı, sicim gibi yağıyor. Cep telefonumla ıslatmadan bir poz çekiyorum çam ormanı ve sicim gibi yağan yağmuru. Ben yağan yağmur damlalarını görüyorum ama cep telefonumun kamerası o kadar keskin değil. Yokuş bitip düz yere geldiğim halde yağmur artınca hızımı iyice düşürüyorum. 5 Kilometrenin altında aheste pedallara basıyorum. Sicim gibi yağmuru içime sindire sindire ormanın bu muhteşem anını yaşıyorum. Kalem gibi düz çam ağaçlarının gövdeleri yağan yağmura uymuş. Bu an hiç bitmesin diliyorum, yağmur altında, ormanın dinginliğinde bisiklet sürmenin tadına varıyorum. Yağmuru ve ortalığa yayılan çam kokusunu düşünüyorum. Saçlarım tamamen yağmurda ıslandı, üzerimde sadece yağmurluk var. Sudan korumak için cep telefonumu ve cüzdanımı gidon çantama koydum. Bisiklet sürerken Yeni Türkü’nün şarkısını söylüyorum.

Küçücük bir bakışın
Çözer beni kolayca
Kenetlenmiş parmaklar gibi
Sımsıkı kapanmış olsun

Yaprak yaprak açtırırsın
İlk yaz nasıl açtırırsa
İlk gülünü gizem dolu
Hünerli bir dokunuşla

Hiç kimsenin yağmurun bile
Böyle küçük elleri yoktur
Bütün güllerden derin
Bir sesi var gözlerinin

Başedilmez o gergin
Kırılganlığınla senin
Her solukta sonsuzluk
Ve ölüm…

e.e. cummings / somewhere i have never travelled

Çeviren: Barış Pirhasan

Ormanın içinde yağmur yağarken bisikleti çok düşük bir hızda sürüyorum. Çam ormanı içinde Beydağları yürüyüş rotalarını gösterir tabelaları gördüm. İki tabela bir direğin tepesinde. Yönleri ormanın içine doğru giden patikayı gösteriyor. Üstekinde Çalış tepe turu 3 Km, alttakinde Kiriş 1 Km olarak belirtilmiş. Çalış tepe 13. nolu rota, Kiriş 14 nolu rota olarak yazılmış. Aslında bisikleti bırakıp patikada yürümek isterdim. Yağmurun sesi ormanın içinde kim bilir nasıl güzeldir. Yürürken ayaklarımın altında ezilen kurumuş çam yapraklarına basarken sesi duyulmaz bile. Yağmur yumuşatmıştır kuru çam yapraklarını. Çam yaprakları ve toprağa bastığında yumuşak bir halının üzerinde yürüyormuş gibi gelir. Ağaçların tepelerinden süzülen yağmur suları dalların ucunda iri damlalar halinde düşüp toprakta çıkardığı sesi dinlemek en güzel müzik sesi gibi gelir insana. Bu doğanın müziğidir. Arada serin bir rüzgar esince damlalar daha da coşar. Bir tatlı düş içindeyim ormanın içine bakarken.

Orman bitince beton binaların kapladığı, insanların yoğun yaşadığı yere geldim. Burası Kemer ilçesi. Sokaklar parke kilitli beton taş döşeli. Kaldırımda kırmızı renkli taş döşenmiş. Sokağın iki kenarına da plastik direkler dikilip arabaların park etmeleri engellenmiş. Solda bir bar görüyorum, apartmanın altında.  Bar apartmanın dışına doğru taşmış 5 metre kadar. Camekan ile çerçevelenmiş, üzerinde ise bir motor kahverengi boyalı ve yanında bateri takımı. Tabelasında yeşil kertenkele resmi var. Camekanda kocaman elektro gitar konulmuş. Bar gündüz olduğu için kapalı.

Yağmurun sesini dinlediğimden çok gerilerde kaldım, Kemer içinde grubu ararken karşıma Cem Salih Altın çıkıverdi. Yağmur dinmiş olmasına rağmen üzerinde yeşil yağmurluk duruyor. Sadece şapkasını indirmiş. Nedense karşıma hep Cem çıkıyor.  Sevimli yüzü, uzamış keçi sakalı ile kollarını yine yana açarak beni karşıladı. Sağ elinde pet su şişesi, sol elinde de bayrak var. Bana gideceğim yönü belirtiyor.

Cem’in bana gösterdiği yöne doğru gidince pazaryerinde grubu görüyorum. Çoğu çoktan yemeğini yemiş bile. Ben de zaman geçirmeden yemeğimi alıp yiyorum masanın birinde. Yemek olayı bitmek üzere olduğundan masaların çoğunu belediye görevlileri kaldırmış bile. Yemeği yedikten sonra bir süre dinleniyorum. Cem Tabanlı ile yukarı doğru gitmeyip kamp alanına doğru gidelim diye kararlaştırdık. Biraz dinlenelim tura başlamadan önce.  Nafiz ile vedalaştık ve evine doğru yola çıktı. Nafiz hep yanımızdaydı, ilgi ve alakasından dolayı teşekkürlerimi belirttim veda ederken. Ana yola çıkıp kamp alanına geldik. Cem ile birlikte denize girip duşumuzu aldıktan sonra çadırda bir süre dinleniyoruz. Bir kısmı bizim gibi erkenden gelip çadırlarını topladı. Grup geldikten sonra onlar da çadırlarını toplayıp arabalarına yükledi. Etrafta çok az çadır kaldı bizim gibi. Akşam yemeğinden sonra kalanlarla birlikte oturup çay, kahve ve sohbet ederek zaman geçirdik. Gecenin ilerleyen zamanında çadırıma gelip yatıyorum.

Bu gün yağmur beni yıkayıp pakladı ve duruladı bir güzel. Ormanın içinde arındım sanki. Yağmuru düşleyerek uykuya dalıyorum.

Bu gün yaptığım yol yaklaşık olarak 42.5 Kilometre civarı.

Aşağıda yaptığım yolun haritası

Powered by Wikiloc