Etiket arşivi: toros

Bisiklet Römorku KIYTIRIK

 Kıytırık

)Kör arkadaşlar için betimleme yapılmıştır)

 

Bisiklet ve donanımları hakkında merak edilen ve sıkça karşılaştığım sorulardan birisini yazmaya çalışacağım. Edindiğim tecrübelere dayanarak deneyimlerin sonucu bisiklet römorku hakkında bilgiler vereceğim. Yararlı olacağını düşünüyorum;

Römorkum kıytırık.

İnsanın kısmeti ayağına gelirmiş.

İzmir de az biraz ılıman ve kısa soğuk günlerinde, Ocak ayında, öğleden sonra bisikletimle Bornova yönünden eve dönüş yapıyordum. Araç trafiğinden kurtulmuş, Alsancak’ta bisiklet yoluna atmıştım kendimi. Bisiklet yoluna çıkınca aheste aheste kürek çeker gibi pedala basıyordum. Böyle giderken arkamdan gelen bir bisikletli yanıma gelerek; “Merhaba Urim Baba” diye selam verdi. Ben de karşılık olarak; “Merhaba” dedim. İşin gerçeği bana ismimle selam veren kişiyi tanımıyorum. Bu isimleri aklımda tutamama hastalığım yine bana yapacağını yaptı. İsmi bir türlü aklıma gelmediği gibi nerden tanıdığımı da hatırlamıyorum. Neyse sohbet ederek yan yana bisiklet sürüyoruz. O da gideceğim yöne doğru gidiyor. Nasılsın, ne yapıyorsun gibi sözcüklerle başlayan muhabbet birden turlar hakkında konuşmaya geldi. Sonradan öğrendiğim adının Burak olduğunu, kendisinin gemilerde kaptanlık yaptığını anlatıp yaptığı bisiklet turundan bahsetti. Balkanlarda tur yaparak üç, dört gün önce geldiğinden bahsedince ilgimi çekti birden bire. Ne de olsa Balkanlıyız değil mi? Burak ta Balkanlı, Sırbistan’ın Yenipazar bölgesinden. Kosova’ya yakın sayılır. Burak balkanları römorkla dolaşmış. “Zor olmadı mı?” diye sordum. O da “İlk bir kaç gün römork biraz çekiyor kendisine, biraz zorladı ama sonradan bacakların alışıyor ve normal yoluma devam ettim tur boyunca” dedi. İlginçti anlattıkları. Sonra bana “Römorku satıyorum” deyince kısmet ayağıma geldi diyerek ” Ne kadara satıyorsun?”  2015 Yılına göre;  “400 liraya satıyorum” deyince hiç düşünmeden “Ben alırım, yarın getir bir göreyim” dedim. Tam da aradığım bir şey römork, gereksinimim vardı düşündüğüm bir proje için. Ama o proje hayata geçmedi.

Ertesi gün sözleştiğimiz gibi Üçkuyular da buluştuk. Bizim çay ocağında çayları içerken römorku inceledim. Römork tek tekerlekli, bisikletin arka teker miline kendi özel aparatına kolayca takılıyor. Çantası da kocaman ve fermuarlı. Topeak markası yazıyor çantanın üzerinde. Çaylar içildikten sonra pazarlık yapmadan 400 Lirayı verip römorku alıp eve götürdüm. Burak aparatlarını, yedek lastiğini ve kendi yaptığı mil demirlerini vermişti. İçim rahat olarak aldığım römorku tavan arasına kaldırdım hemen. Çünkü memlekete gidiyordum bir kaç gün sonra. Memleketim Kosova, Prizren şehrinde yaklaşık 2 ay gibi kaldıktan sonra eve geldim. Gelir gelmez de iki gün sonra kendi yaptığımız Az Bilinen Antik Kentler Bisiklet Turu’nun keşfine gidecektik iki günlük. Römorku tavan arasından indirip bisikletin arka tekerine aparatı bağladım ilk önce. Sonra römorku da taktım ama o da ne bağlantı maşası tekerlek lastiğine değiyordu. Yola da çıkmam gerekti. Bağlantı maşasını yatırıp çekiçle biraz takoz altında yanaştırıp lastikten az uzaklaştırdım. Fazla zaman geçirmeden yola çıktım. Hedef şimdilik Alsancak izban istasyonu. İzbana binip Aliağa’ya trenle gideceğiz. Arkadaşlarla Aliağa’da buluşacağız.

Alsancak iskele önündeki belediyenin koyduğu İzmir yazan yazı önündeyim. Arkada yürüyüş yolu ve çimler. Bir tane ağaç, henüz kış olduğundan yapraklar çıkmamış. İzmir yazısının önünde bisikletim KUZ ve takılı römork.

140320158828

Römork ile yapacağım ilk tur olacaktı. İki gün olarak planladığımız turda daha ilk gün Aliağa’dan Çandarlı’ya kadar sorunsuz geldim. Çandarlı’dan sonra deniz kıyısında yokuşlar başladı. Yokuşta biraz zorlanınca sağ dizime bir ağrı girdi ve artarak devam etti yol boyunca. Benim sol ayağım sağ ayağıma göre daha kuvvetli. Yani top oynarken sol ayağımla vururum her zaman. Kısaca solağım ayakta. Sağ ayağım daha zayıf olunca zorlanmada sağ dizim ağrımaya başladı. Ertesi gün de ağrı devam etti ve eve döndüm. Sağ dizime sıcak su ile masaj yaptım bir süre. Ertesi gün dinlendim. Sonraki gün Çanakkale’ye doğru pedallayacağım. İlk önce kararsızdım, römorkla mı yoksa römorku takmadan mı gideyim diye. Dizimin ağrısı da devam ediyordu. Sonunda kararımı verdim ve römorku takıp yola devam ettim. Ya gideceğim yada ağrı çok kötü duruma gelirse otobüse atlar geri dönerim. İki gün sorna ağrı geçmeye başladı bisiklet sürerken. Üçüncü gün ağrı tamamen bitmek üzere olduğundan dizimde sorun olmadan Çanakkale, Gelibolu’ya vardım. Sağ ayağımdaki diz bağları tamamen güçlenip sol ayağımla eşitlenmişti. Buna sevindim. Elbette ilk günlerde zorluk çektim ama sonra insan alışıyor ve normal olarak yola devam ettim.

Çanakkale yolunda Asoss civarı küçük bir gölet. İki kişi oturmuş gölet kıyısına, bisikletim KUZ ve kıytırık sağda.

20150318_122242

Artık römorkuma alışmıştım ve hayallerimden biri olan Akdeniz  turuna çıkmaya karar verdim. Bu turda iki festival ve Antalya – Mersin olarak planlamıştım. Bu turda bana eşlik eden Ferdimen ile yola çıktığım ilk gün Konak Saat kulesinin önünde bisikletim ve römorkum sığacak şekilde resim çekiyorum anı olarak. Bakalım bu uzun turda römork bana nasıl davranacak.

20150519_091757

Römork tüm eşyamı alıyor, çadır, uyku tulumu, mat, branda, takım taklavat, yedek malzeme, tencere, tava, ocak, yiyecek, içecek ne varsa hepsi sığıyor. Bana fazlasıyla yer kalıyor. Çanta 100 Litrelik bir hacmi var. Her olasılığa karşı bagaj çantalarını da takıyorum ne olur ne olmaz diye. Yedek malzemeler, takımlar bir çantaya. Diğer çantaya kahve takımları ve ocak. Ayrıca yolda pratik olarak kullanacağım eşyalar da çantalara yerleştiriyorum. Böylece kamp kurarken ve toplarken daha kısa zamanda toparlanıp römorka yerleştirerek zamandan kazanıyorum. Uzun tur yaptığım için bir sürü eşya var yanımda. Konserve ve makarna da dahil. Bir de en önemli eşyalardan birisi güneş paneli. Günlerin çoğu açık ve güneşli. Güneş olunca da telefonu, bataryayı gün boyu yolda giderken şarj ediyorum pratik olarak. Gece de telefonu bataryadan şarj ediyorum ve şarj sorunu ortadan kalkmış oldu. Ayrıca ön tekerleğimde dinamo var. Gerektiğinde ya da güneşin olmadığı bulutlu havalarda ve gece dinamodan şarj olayını halledebilirim. Güneş panelim küçük boyutta; 5 Watt gücünde. Bana yetiyor şarj için. Güneş panelini römorkun üzerine lastikli kancalarla sabitledikten sonra güneş sürekli paneli görüyor. Römorkun arkasında araçların kolayca beni farketmeleri için iki yanda bayrak direği var. Soldakinde sarı, sağdakinde turuncu renkte üçgen bayrak takılı.

20150520_094907

Yolda bir at ile karşılaşıyorum, rengi siyaha yakın. At arabası olur ya benim atımın da arabası var. Bisikletimle çekiyorum at arabası gibi.

20150521_105038

Yolumuz sürekli çıkış ve inişlerle dolu. Akdeniz’e paralel uzanan Toros dağlarını üç kez aşmak zorunda kaldım. Bu bel ilk kez aşılan yer. Rakımı da 1560 metre yazıyor tabelasında. Adı ise; Ali Beli. Daha önce bu kadar yüksekliğe çıkmamıştım. Şimdi römorkumla çıktım. Demek ki dağlar römorkla da aşılırmış. Bunu deneyimledim bu turda.

20150601_125000

Ermenek girişinde bir benzin istasyonunda mola verdik. Elbette kendi kas gücümle gittiğimden yakıt almadım. Yakıtımız su ve yiyecek olunca petrol ürünlerine gerek yok. Ayrıca doğaya da zararlı egzoz gazı da salmıyoruz. Saldığımız doğal gaz, o da kendi üretimim. Buraya kadar da römoküm bana eşlik etti ve sorunsuz yola devam ediyorum.

IMG_0054

Bazı yerler çok dik ve toprak olunca fazla zorlamamak için bisikletten inip yürüyerek ittiriyorum. Böyle yerlerde bacaklar çekmiyor.

IMG_0438

Toros dağlarını ikinci kez aşmaya çalışırken uzun tırmanış daha bitmeden, akşam üzeri artık pilim bitiyor ve kendimi asfalta uzanmış olarak sere serpe yatıyorum. Römorkum ve bisikletim masum, sakin beni bekliyor. Ama tükenmişliği yaşadım. Bunun nedeni aynakoldaki dişli ve arka tekerlekteki en büyük dişli satısı. Aynakolda 24 diş, arka kasette 14 dişli, demek ki böyle uzun yokuşlarda yetmiyor ve aşırı zorluyor. Bunu İzmir’e dönünce değerlendirip dişli oranlarını değiştirmem gerek. Açıkçası römork epey zorladı bu dişli oranlarında.

Bu tur yaklaşık olarak 1750 Kilometre tuttu. Bir çok dağ, tepe, çıkış iniş karşıma çıktı. Bazen ittire kaktıra gittim ama hedefime vardım. Römork için edindiğim tecrübelerden birisi de tek tekerlekle çok dengeli yol almam. Savrulma gibi durum yok ve komple ağırlığım artınca Toroslardan Karaman tarafına inerken uzun inişte Kilometre sayacında 71.5 Km/h okudum. Bu benim yaptığım hız rekoru ve ip gibi indim bu hızda. Ama tavsiye etmem, küçük bir hata kötü sonuçlar doğurabilir. İnişte önüm açık, düz ve ilerisini görebiliyordum. Araçlar da yoktu, yoksa bu kadar hızlı gitmenin anlamı yok.

Yol yukarıya doğru eğimli devam ediyor, ben sereserpe kollarımı iki yana açmış duruda yatıyorum. Arkamda kıytırık, sarı, turuncu bayrakları ile. Etrafta çam ağaçları ile kaplı orman.

20150609_193030

Römorkuma bir isim gerekti, hangi adla anacaktım diye ararken sosyal medyada, facebook ta kendiliğinden ortaya çıktı. İlk başlarda arkadaşlarımdan birisi kendi yaptığı römorka isim arıyordu. Ben de yorum olarak “kıytırık” diye yazdım. Bana göre güzel bir isimdi. Neyse isim arayan kişi bana ters olarak bir ifade kullandığı için pek yapmadığım bir şeyi yaptım; arkadaşlıktan sildim. İsmi nedir diye de çoktan unuttum gitti. Sonrasında ben kendi römorkuma neden bu ismi kullanmayayım dedim. Böylece römorkumun ismi “kıytırık” oldu. Kıytırık ismi bence römork tırtıla benziyor. Tırtılın daha değişiği ve görünümü kırık, dökük gibi görünmesi kıytırık ismi çok yakıştı.

Bu arada son turumda Toros dağlarında römorkum kıytırıkla zorlanmıştım. Bunu dişli oranlarını ayarlamakla halletmeye çalıştım. Ön aynakol dişli sayısını düşürdüm; 22 dişli aynakol ile yeniledim. Arka tekerlekteki kaset dişli sayısını 9 olarak değiştirdim. En büyük dişli de 36 dişli. Toplam 4 diş kazanmış oldum. Böylece komponetleri komple değiştirdim. Bu değişiklikleri test etmek için Büyük Taarruz bisiklet turuna çıktım. Evden çıkarken bir poz çekiliyorum, bisikletim KUZ ve kıytırık ile. Arkamda kemerli taş örülü bahçe kapısı, üzerinde kanatlarını açmış kartal heykeli ve iki katlı evimiz. Bahçemde limon ağacı. Kıytırıktaki iki bayrağa ilave olarak başka bir fiber çubuk bağladım. Bu çubuk daha uzun, ucunda Türk bayrağı takılı.

20150905_073535

Böylece yenilenmiş komponetli dişlilerle Bornova çıkışındaki Belkahve yokuşuna sardım. Büyük Taarruz zamanında Yunan ordusunu İzmir’e kadar kovalayan Türk ordusunun başkomutanı Mustafa Kemal 8 Eylül de Belkahvede Mola verip kahvesini içmiştir. 9 Eylül İzmir’in kurtuluş gününde ordusu ile İzmir’i düşman işgalinde kurtararak Türkiye topraklarını kurtarmıştır. Büyük Taarruz zamanında yapılan yolu takip eden güzergahta arkadaşlarım tur yapıyor. Bu tura son 4 gününe katılacağım. Yurt dışında olduğumdan 26 Ağustosta başlayan tura yetişemedim. Yokuşu çıkarken hiç zorlanmadım desem yeridir. Römork ile rahatça Belkahve’ye kadar çıktım. Bisikletim KUZ, kıytırık ve arkada park haline gelmiş büyük Atatürk heykeli Bizi bekliyor. 8 Eylülde buraya geleceğim ve kahvemi içeceğim o günleri yad ederken.

20150905_100932

Artık yeni komponetlerin yardımıyla bisiklet turlarına kıytırık ta yanımda. Az Bilinen Antik Kentler Bisiklet Turu, ardından kendi yaptığımız Suyun Kaynağına Yolculuk Küçük Menderes Nehri Temiz Aksın turunda da kıytırık yanımda. Suyun kaynağına yolculuk başlangıcında Küçük Menderes nehrinin deltasında sembolik olarak bir avuç toprak alırken römorkum kıytırık bu değerli yükü taşımaya hazır.

su1-1-f-004

Römorkla bisiklet hiç sürmemiş olan arkadaşım Gürel de bisikletimi ve kıytırığı sürdü ve hoşuna gitti. Uzun araç sürmenin zevkini yaşadı.

20160428_151712_HDR

Bazen ovanın ortasında çok sert rüzgarlar esiyor ilkbahar da. Ne kadar sert eserse essin yine de yol almakta güçlük çekmiyorum. Bayraklarım sanki kıytırıktan uçacakmış gibi. Fiber çubukları yatırsa da bisiklet sürmeye devam.

su1-2-f-009

Uzun turlar olsa da kıytırıkla seyahat etmek zevkli bir o kadar da pratik benim için. Tur dönüşü kendi kahvemi kendim pişirip beleşe içmek gibisi yok. Bisikletim KUZ, kıytırık ve ben mutluyuz çimenlerin üzerinde Alsancak ta.

su1-5-f-006

Başka bir proje için aldığım kıytırık daha çok Urim Baba’nın kahvesinde işe yaradı. Kahve içmeyi sevdiğimden turlarda çantamda taşıdığım kahve takımlarını canımın istediği yerde, en güzel manzarada, bisiklet festivallerinde sürekli kahve pişirmek bana zevk verdi. Hayallerimden birisi olarak arkadaşlarım bir kahve aç önerilerine karşılık olarak Urim Baba’nın kahvesini açtım. Kahvem için uygun yer arayıp İzmir’in en güzel yerinde buldum İnciraltı Kent ormanı, Çakalburnu  mevkinde kocaman olmuş bir ılgın ağacının altında kahve yapmaya başladım. Kahvenin çatısı yok, duvarları da yok. Yani açık alanda kahve yapıyorum. Bisikletçi dostlarım sayesinde her hafta Cumartesi günleri öğleden sonra kahvemi açıyorum.

Bahçemde kullanmak için kendi yaptığım çivisiz tabure ve sehpamı kıytırığa yüklüyorum. Dört tabure ve bir sehpa kıytırığa rahatlıkla sığıyor. Cumartesi günleri bisikletim ve yüklü taburelerimle kıytırıkla beraber İnciraltı kent ormanına giderken.

13606875_1028912963895824_9112198734016286725_n

Urim Baba’nın kahvesini yaptığım yere gelince kıytırıktaki tabureleri ve sehpayı çıkarıp tezgahımı kuruyorum. Kahve fincanlarım, cezvelerim ve ocağım. Çekirdek kahve dolu kavanoz, su şişem, ocağın rüzgarlık koruyucusu hepsi yerini alıyor. Denizin kıyısında maviliği, iyot kokusu, çoğunlukla esen rüzgarı ile açık havada, duvarı ve çatısı olmayan bir mekanda kahveler beleş. Maksat muhabbet olsun diye zevkle pişiriyorum. Kıytırık tüm malzemelerimi taşıyor.

DSCN6744

İlk yaptığım kahve etkinliği yağmurlu bir günde şemsiyenin altında gerçekleşti. Beş kişinin katıldığı bu ilk Urim Baba’nın kahvesine kıytırık iş görmüştü. Biraz ıslansak ta sorun yoktu ve güzel bir etkilnikle kahve olayına başladım. 6 kişi taburelere oturmuş, sehpa önümde. Yağmur yağıyor ve şemsiyeler açılmış durumda.

82

Bazen rüzgar diniyor ve flütümü çıkarıp üflemeye çalışıyorum. KUZ ve kıytırık ses etmeden beni dinliyor pek çalamasam da.

20180113_124643_HDR

Deniz kıyısı bazen sert rüzgarların esmesine neden oluyor. Böyle durumlarda yanıma getirdiğim büyük şemsiyeyi rüzgar koruyucusu olarak ta kullanıyorum.

20160206_121655_HDR

Taburelerim ve sehpa kıytırığa yükleyince biraz havaleli oluyor. Yani boyutu yüksek. Yeni tasarladığım katlanır tabureleri yaptım. Tam da dokuz tane tabure kıytırığa rahatça sığıyor. Önde dokuz tabure, sehpa, üzerinde kahve takımları, KUZ ve kıytırık. Arkada denizin mavisi ve ılgın ağacı. Urim Baba’nın Kahvesi böyle bir yer.

DSCN7916

Kıytırık ve ben Türk bayrakları rüzgarda dalgalanırken Urim Baba’nın kahvesinde akşam olmak üzere. Güneş ufka bir yumruk kadar yaklaşınca takımları, tabure ve sehpayı kıytırığa sırasıyla yerleştiriyorum.

IMG-20180819-WA0004

Artık katlanın taburelerim ve sehpam kıytırığın çantasına rahatça sığdığından fazla yükseklik olmuyor. Ormanın içinde, ağaçların arasında KUZ ve kıytırık ile eve dönerken çekilen bir poz.

67792334_10220464657387859_2983969584488382464_o

Gelelim kıytırık parçalarına; Ana gövde ve bağlantı maşası alüminyumdan yapılmış. Gövde çantasız olarak çok hafif. Çantanın oturduğu taban sert plastik levha ile kaplı. Altta şase, üstte arka tekerlekten öne doğru boydan boya çevrelenmiş üst kısım. Alt ve üst ikişer destek kaynatılmış. Önde mafsallı maşa bisikletin arkasına bağlantı elemanı. Arkada iki bayrak çubuğu takılı.

IMG_20200509_151021

Ön mafsallı maşa yakından çekilmiş resmi. Arka tekerlekte bulunan makaralara kolayca takılabilen kilitli, yaylı aparat iki yanda sarı renkte. Sarı renkli plastik boruları geriye çekilince altta boruda oyuk var. Bu oyuk bisikletin arka tekerlek milinde duran makaralı parçaya oturtup yaylı plastik boruyu bırakınca oyuğu tamamen kapatarak kilitlemiş oluyor.

IMG_20200509_151034

Tekerlek ise 16 inçlik janttan oluşmuş, göbek mili mandallı. Üstünde çamurluk var. Çamurluğun üstünde kırmızı renkli ışığı olan aydınlatma kondurulmuş.

IMG_20200509_151106

Römorkun çantasının içi çok geniş, bir el arabasından fazlaca yeri var. Sanırım 120 Litre civarında hacmi var.

IMG_20200510_135810

Fermuarı kapatıp kıvırdıktan sonra ön ve arkada kilitli plastik mandallarına takıldıktan sonra su alma olanağı yok gibi. Yağmurlu havalarda eşyalar ıslanmıyor.

IMG_20200510_135918

Bisikletin arka tekerlek miline takılan taşıma ve bağlantı aparatı yakından çekimi. Parmaklarımın ucunda olan parça orijinali. Benim sonradan kendi yaptığım parça biraz daha uzun. 28 inçlik tekerlekte bağlantı maşası tekerleğe sürtmesi engellenmiş oluyor.

IMG_20200510_135357

Bağlantı maşasının ucunda taylı kilitleme mekanizması sarı renkte. Yaylı olan mekanizmayı geri çekince borudaki oyuk meydana çıkıyor. Tekerlekteki mile bağlı olan aparatın ucundaki plastik makaraya oturtuluyor.

IMG_20200510_135617

Sonra sarı mekanizmayı bırakınca alttan borudaki yarığı kapatıp kilitliyor. Çıkması olanaksız ve güvenle römork bisikleti takip ediyor.

IMG_20200510_135635

Böylece hayatıma giren kıytırık bir römork değil. O bisikletim KUZ’un yoldaşı, benim de yardımcım. Akşam güneşinin ufka yaklaştığı anda duvara yansıyan gölgesini ölümsüzleştirmek gerek diye düşünüyorum. Bisikletim KUZ, arkasından kıytırık takip ediyor. KUZ’un  üstünde de ben. Üçümüzün de taş örülü duvara yansıyan gölgemiz.

20150319_173541

Şimdi gelelim römorkun tek tekerlek mi? yoksa çift tekerlek mi? sorusuna. Bence deneyimlerde, turlarda gördüğüm kadarı ile tek tekerlek daha uygun. Çift tekerlekli römork takılı olarak sürdün mü? deseniz henüz  sürmedim. Sürsem de fark etmez. Neden diye sorarsanız çift tekerlekli bisiklet yere daha çok basıyor ve sürtünme tek tekere göre iki kat fazla. Ağırlık ta o kadar artıyor. Sonra bir yerden bir yere aktarırken daha fazla sorun olacağı kanaatindeyim. Tek tekerlekli römorkta kaldırıma çıkarken pek rahat çıkabiliyorum. Ayrıca otobüs bagajına daha rahat sığıyor. Ben sürerken ilk başlarda zorlanmama rağmen bir kaç günde alışıp normal olarak yola devam ettim. Hızlı giderken de dengeli gittiğini test ettim sayılır. Sonra kamp kurarken, toplarken daha pratik oluyor. bazen çadırı öylesine katlayıp çantasına koyuyorum, nasıl olsa yerim çok.

Bir de yolda tanıştığım, dost olduğum, hikayelerini dinlediğim, gezip gördüğüm yerleri hazine torbama atıyorum. Hazine torbam çok geniş, sizlere yeri ve zamanı gelince anlatıyorum hazine torbamdaki hikayeleri. Römorkum kıytırığın çantası büyük dolmak bilmiyor

İki Garip Bir Akdeniz 8. Gün

5 Ekim 2017 Perşembe

Sütleğen – Kalkan – Patara

(Kör arkadaşlarım için betimleme yapılmıştır)

 

Hacet yok hatırlatmasına seni hatıraların
Uzak uzak yıldızlarla çevrilmiş kainatın
Karanlık boşluklarında akıp giderken zaman

Atilla İlhan

 

Öne çıkan görsel, Bir kaçı pembeleşmiş üzüm salkımı parmaklarımın ucunda.

Bir günlük dinlenme iyi gelmiş olmalı ki güzel bir uykunun ardından güneş doğmadan uyanıp yol hazırlıklarına başladık. Yolcu yolunda gerek, fazla gevşeyip yayılmak yok. Zaten bunun aksini gösterdik bile. Kahvaltıdan önce bisikletlerimiz yola çıkmaya hazır. Bu arada çayı da demledik, hazırlıklar bitince hep birlikte kahvaltı yapıyoruz muhabbetle. Merve’ye teşekkürlerimizi bildiriyoruz kahvaltıyı yaparken. Bisikletler yola çıkmaya hazır, o halde vedalaşmanın zamanı. Nedense pek resim çekilmedik, Cem bizi bir poz çekiyor evin dışında. Ben, İrfan ve Merve birlikte çekildik ilk önce. Solda kavak ağaçlarına Güneşin ilk ışıkları vurmuş yaprakları parlak yeşile bürünmüş durumda.

Merve ile ikimiz çekiliyoruz bir poz.

Resim çekilme işi bitti, artık vedalaşma zamanı. Bizim dengesiz İrfan Elmalı yönüne doğru, Antalya tarafına gidecek.  İrfan Merve ile vedalaşırken bir poz çekiyorum. Cem de onlara bakıyor ayağında tokyo terlik ile. Merve de pembe tokyo terliği giymiş ayağına.

Cem de İrfan ile vedalaşırken bir poz çekiyorum.

En son olarak İrfan ile ben vedalaşıyorum ve birlikte poz veriyoruz Cem’e.

Vedalaşma bitince İrfan bisikleti yüklü olarak yola çıkarken bir poz daha çekiyorum. İrfanın ardından Cem el sallayıp uğurluyor Merve ile birlikte.

Yol kıyısından resim çektiğimden İrfan yanıma gelip duruyor. Birbirimize iyi dileklerimizi belirtiyoruz karşılıklı olarak.

Ve İrfan asfalt yola bisikleti ile çıkıp bizden uzaklaşıyor. Uğurlar ola sorumsuz, İzmir de buluşuruz artık. Ağaç dallarından süzülen Güneş ışıkları İrfana ve yola vuruyor hüzmeleri ile.

Merve bizi de uğurlayıp iyi yolculuk dileklerini belirtip yola çıkıyoruz Cem ile birlikte. Cem yolda giderken bir poz çekip bende peşinden yola çıktım.

Yaklaşık 1365 metre yükseklikten deniz seviyesine ineceğiz. Neredeyse hiç pedal çevirmeden ineceğimizi hissediyorum. İlk hedef Kalkan. Sağımda çam ormanları Toros dağlarını tamamen kaplamış gibi. Durup resmini çekiyorum bir poz, aşağıdaki vadi ve karşı yamaçları.

Öyle yokuş aşağı gidiyoruz diye kendimizi bırakmıyoruz. Arada durup hem çevreyi izliyoruz hem de bisikletlerle Cem kareye giriyor bir poz. Benim çantalarım turuncu renkte, matım dışarıda rulo halinde lastikle bağlı. Cem’in çantaları siyah renkte. Çam ormanı içinde aşağıya doğru giden yol.

Toros dağlarının uzayıp giden dağ silsilesi bir çam denizi gibi. Daha arkada ise Torosları yüksek tepeleri ağaçsız çıplak kayalıklar Güneşte parlıyor. Buraların çıplak oluşu rakımın 2000 metrelerin üzerinde olmasından kaynaklanıyor.

Kısa bir su molasında, yol kıyısında, hemen çam ormanının başladığı yerde çevreyi ağır metalle zehirleyen pilleri gözüme ilişti. Dış metal kısmı paslanmaya başlamış, demek uzun zaman önce atılmış. Büyük bir olasılıkla avcıların kullandığı el fenerlerinin orta boy pilleri. Pillerin içindeki kimyasallar toprağa zehir saçmaya sadece dış kısmının paslanıp çürümesine bağlı. Bir de pillerin içindeki madde genleşip çatlaklar açarak sızıntı yapabilir. Avcılar bu konuda duyarsız, çevreyi düşündüklerini zannetmiyorum. Zaten avlanmaları bir kere vahşet boyutlarında. Zavallı av hayvanları kaçacak yerleri yok, insanlara karşı savunma da yapamıyorlar. Ava yaklaşmadan uzaktan nişan alıp yağlı kurşunlarla yaşamlarını yitiriyorlar. Zaten av hayvanlarının nesilleri tükenmekte bilinçsiz avcıların yüzünden. Av olmayan hayvanlar da tehlikede. Avcı av bulamayınca önüne gelen hayvana vahşice ateş ederek öldürme amaçlarını tatmin ediyorlar. Bir de avlandıkları çevreyi pil atıkları ile zehirliyorlar ya o daha da tehlikeli. Neyse yerdeki altı pili toplayıp çantama yerleştirdim. Atık  pil toplayan yere bırakacağım.

Kurumuş çam yaprakları üzerinde altı tane pil.

Yol kıyısında buralarda çeşme olduğunu gösterir mavi tabela görüyorum. Tabelada çeşmeden su  damlayan resmi var. Mavi çerçeve, beyaz zeminde siyah çeşme.

Araziyi bilmediğimden, gece karanlığında, üstelik araba ila bu yolları geçerken anlamıyorsun. Araba ile sürekli çıktığımı hatırlıyorum. Oysa durum ve yollar öyle değil. Hep ineceğimizi zannederken karşıma bir yokuş çıkıyor. Yaklaşık 5 Kilometre civarı. Neyse yapacak bir şey yok, düşük viteste, ağır ağır tırmanmaya başladık. Cem benden ileride gidiyor. Etraf çam ağaçları ile kaplı, sağ taraf yamaç. Sol yamacın devamı uçurum.

Ağır aksak olsa da sonunda zirveye vardık.  Burası Belpınarı geçidi. Rakım 1080 metre. Tabelada öyle yazıyor. Tabela ile birlikte KUZ ve Cem’in bisikleti ile birlikte çekiyorum bir poz.

Zirveye çıktık, biraz mola verelim bakalım. Zaten bizler için piknik alanı bile yapmışlar. Burada çeşmede elimizi yüzümüz yıkıyoruz bir güzel. Terden arınmak gerek kısmi olsa da. Eh madem piknik yeri o zaman kahveyi de burada içelim dedik Cem ile. Henüz karnımız aç değil. Piknik alanını duvarla çevrelemişler. İç kısımdan yolu ve harekete hazır bisikletlerimizi çekiyorum. Bisikletlerin başında Cem duruyor. Elektrik demir direk, telefon direği ağaç ve bayrak direği. Türk bayrağı hafif esen rüzgarda dalgalanıyor. Arkada çam ormanları yüksek dağlara doğru uzanıp gidiyor.

Kendimizi salıyoruz aşağıya doğru. Karşımıza küçük bir gölet çıktı. Henüz yağışlar başlamadığı için su seviyesi epey düşmüş durumda. Taşlarla örülü göletin bent duvarı vadiyi boydan boya kaplamış. Benden tarafta ise bendin zarar görmesi durumunda paket haline getirilmiş taş bloklar sıralanmış.

Biraz daha iniyoruz ve bahçeler görünüyor. Bahçelerin duvar boyuna asmalar dikilmiş. Tam da üzüm zamanı olmasa da asmalarda üzümler henüz toplanmamış. Bizim gibi yolcular için cennet sayılır asmadan üzüm koparmak. Asmada salkım salkım üzümler ye beni diyor.

Ben de kendime yetecek kadar 1 salkım koparıp yemeye başladım. Tadı nefis, zamanı biraz geçmiş olan üzümlerin şeker oranı iyice çoğalmış durumda. Üzüm salkımını yemeye başlamadan önce elime alıp yukarı doğru kaldırarak resmini çekiyorum. Sonrası malum sadece çöpü kalıyor ve onu doğaya bırakıyorum. Bu resmi öne çıkan görsel olarak seçiyorum.

Üzümün ağzıma bıraktığı tat ile kendimi yüksek dağların dibinden salıyorum. Kendi rüzgarımla beraber iniyorum yokuş aşağı. Cem önde gidiyor, karşıda yüksek, heybetli  ve bol kayalıklı bir dağ var.

Uzaktan pek fark edemedim, dağın dibine gelince fark ettim ki yamacın başlangıcında delikler var. Bu delikler insan yapımı, pencere gibi üst üste açılmış. Belki de eskiden yerleşim yeri olabilir. İnsanlar bu taş odalarda yaşamışlardır. Cep telefonumun optik olmayan digital zoom ile daha yakından bir poz çekiyorum. Yamaçtaki kayalar düz duvar gibi yüksek, sanki apartman daireleri gibi üst üste üç, dört pencere görünüyor. Yan yana geniş bir alana yayılmış delikler.

Yer yer zeytin bahçeleri ve zeytin ağaçlarını dikenlerin evleri karşıma çıkıyor. İşin ilginç yanı evin etrafında iri kaya parçaları var, evlerden büyük kütlede. Birinin ortası oyulmuş. Solda yüksek kayalıklı bir dağ var.

Küçük bir ova var altımda, burası düz bir alan. Benim olduğum tarafta yeşillikler içinde küçük bir köy saklanmış. Köyün ardı tarlalar dağların dibine kadar gidiyor. Ovanın ve köyün etrafı dağlarla çevrili. Sadece tam karşımda alçak bir yer görünüyor. Yolun da oraya doğru gittiğini buradan görebiliyorum. Yol yeni yapılmış gibi sanki ve yukarı doğru.

Neysek ki uzaktan gördüğüm yol henüz ulaşıma açılmamış. Normal yol sağdan düz gidiyor. Sadece diğer yola göre daha az eğimli yukarı çıkıyor. Yukarı ağır tempoda çıkarken yeni ağaçlar dikilmiş bir bahçe görünce duruyorum. Sınırına servi fidanları, önde taş duvar olarak yuvarlak örülmüş kuyu. Yanlarda iki dut ağacı ve arkada yamaca dikilmiş zeytin fidanları.

Kısa süren bir tırmanıştan sonra zirveye çıktık. Burasının rakımı 840 metre. Tabelada yazılana göre adı Yumrutepe geçidi.

Artık çıktığımız son geçit olsa gerek yolun kıyısına geldiğimde Akdeniz den gelen iyot kokusu burnuma geldi. Yolun aşağısında dolambaçlı yolun vadiye kıvrılarak indiğini görüyorum. Yol bir süre düz giderek vadinin derinliklerinde kayboluyor.

Sonunda D – 400 karayoluna vardık. Tabelalarda belirttiği gibi  sol tarafı Kaş – Antalya yönünü, sağ taraf ise Elmalı yönünü gösteriyor. Bizim yolumuz ikisi de değil. Üçüncü yol olan Fethiye yolu ama burada göstermiyor.

Gideceğimiz yolu gösterir tabela karşımda sağ tarafı gösteriyor; Kalkan.

Bu kavşakta ayrıca Likya Yolu olarak belirtilmiş tabelalar da var. Sola doğru Sarıbelen 3 KM, Sağı ise Bezirgan 4 KM olarak belirtilmiş. Bu yol Fethiye’den Antalya’ya yaklaşık olarak 500 Kilometre civarında olan yürüyüş yolu. Haliyle biz bisikletle yolculuk yaptığımızdan Likya Yolu uygun değil. Likya Yolu bazen karayoluna iniyor, çoğunluğu patikalardan ve dağ yollarında gidiyor. Belki bir gün bu yolu yürüyebilirim, belli mi olur.

Yüksek bir yamacın kıyısından kocaman bir kütle 10 – 15 metre civarında göçmüş. Bu göçme üzerindeki çam ağaçları ile beraber olmuş.

Ve deniz göründü çam ağaçları arasından. Alabildiğine mavi, bir o kadar  da engin. Ufuk çizgisi karışmış, görünmüyor mavilikler; gökyüzü ve deniz birleşmiş sevdalı. Bulunduğum yer denizden epey yüksek ve hala uzak. Ama iyot kokusunu hissedebiliyorum. Çam ağaçları arasından gördüğüm uçsuz bucaksız Akdeniz’e açılmaya çalışan adalar.

Solumuzda Akdeniz, inişe devam ediyoruz. Denize girinti, çıkıntı çok. Ufak tefek adalar da görünmekte.

Akdeniz’e açılmak isteyen adalara iyice yaklaştık. Karaya yakın olanı en büyüğü ve uzun, ardında daha küçük bir ada. Sol tarafta ise mini minnacık bir ada.

Kalkan’a geldiğimizi tabela gösteriyor. Resmini çekiyorum tabelanın, arkasında hız sınırı uyarısı 50 Km olarak belirten başka bir tabela geliyor.

Akdeniz’in tipik bitki örtüsü olan makiler çoğunlukta olmak üzere aralarda insan eli ile dikilmiş zeytin ağaçları da var. Bu zeytin ağaçlarının sahibinin evi de taş bir bina. Taş binanın resmini çektiğimde görüntüyü bozan etmenler bir elektrik direği demirden. Üzerinde trafo ve dağıtım yapan elektrik telleri. Buna yetmezmiş gibi telefon direkleri ve telleri de eklersen resmi karmaşık bir hale getiriyor.

Etrafa bakınca pek su kaynağı ve çeşme göremedim. Sert kayalar suyun yer altına girmesine izin vermiyor anlaşılan. Bu yüzden su sarnıcı yapılmış yağmur suları heba olmasın diye. Solda su sarnıcının geniş kubbesi görüntüde. Neredeyse yol seviyesinde ama içinde derin bir çukur olmalı. Kalkan kasabasının su ihtiyacı bu sarnıçlardan karşılanıyor olmalı. Cem yolun sağından gidiyor az ileride.

Öğle yemeğini Kalkan da yiyoruz çantalarımızdaki kumanyalarla. Yemeğimizi yediğimiz yer küçük yeşil çimenlik bir alan ve ağaçların gölgesi. Burada kahvemizi içip bir süre dinleniyoruz. Ardından yolcu yolunda gerek diyerek yola koyulduk. Yolculuğumuz deniz manzaralı ama süper lüks bir konforumuz yok. Kendi gücümüzle, pek çoğu kimsenin görmediği, hissetmediği manzaralar önümüzde yavaşça ilerliyoruz yol boyu. Belki de bu kadar yavaş gitmemiz ömrümüzü biraz olsun uzatır kaplumbağalar gibi. Ne kadar yavaş hareket edersen o kadar uzun yaşarsın hızlı hareket eden araçlarla seyahat edenlere kıyasla. Biz daha çok yaşayıp görüyoruz tane tane. Bisikletin getirdiği bir şey bu.

Kalkan civarı denizden epey yükseklerde ve arazi yalçın, sarp ve denize dik. Yol yukarılardan gidiyor. Bir süre böyle gittikten sonra birden bire karşımıza düzlük bir alana kurulmuş seralar göründü. Yukarıdan izliyorum seraları. Daha çok naylon örtülerle kaplanmış beyazlıklar. Her sera belli bir alanda, aralarda dar boşluklar ve tüm ovayı kaplamış durumda. Karşıda bir dağ daha ilerde daha büyük bir dağ ve bulunduğum yer arasına sıkışmış ova.

Daha önce karşıdan gördüğüm soldaki dağın etrafını döndükten sonra daha geniş ve büyük seralık ovaya geldik. Dağın ardında Patara antik kenti ve kumsalı var. Kahverengi tabelada Patara 3 Km Sola ok işareti ile belirtilmiş. Tabela orta refüjde kalın bir direğin üstünde.

Biz de Patara’ya doğru yola devam ettik ve Patara da olduğumuzu belirtir tabela göründü. Burası Patara’ya girişteki dar bir vadi. Girerken solda küçük bir alanda okaliptüs ağaçları olan yeri gözüme kestirdim. Buraya kamp atabiliriz diye aklımın bir köşesine kaydettim. Cem önde ben arkada gidiyoruz vadi boyunca. Bakalım karşımıza ne çıkacak.

Patara (Likçe: 𐊓𐊗𐊗𐊀𐊕𐊀, Pttara; Yunanca: Πάταρα), Antalya’nın Kaş ilçesinin Kalkan beldesi yakınlarındaki bir antik kenttir. Bir Likya kentidir ve Likya Birliğinin başkentliğini yapmıştır. Likya birliğinin üç oy hakkına sahip altı kentinden biridir. Likya birliği toplantıları kentte bulunan birliğin meclis binasında yapılmaktaydı.

Hititçe’de Patar, Likya dilinde Pttara olarak anılan kentin MÖ 8. yüzyıl’dan bu yana var olduğu yapılan kazılar sonucu ele geçen somut verilerle anlaşılmıştır. İskender’in kuşattığı kentler arasında yer aldığı bilinir. Patara, Roma döneminde de çok önemli bir kent olmuş ve Likya-Pamphilya eyaletlerinin başkentliğini yapmıştır. Patara limanı, hububat deposu ve sevki açısından önem taşımıştır, Doğu Akdenizde bulunan 3 önemli hububat deposundan biri (Granarium) Patara’da bulunmaktadır. Bizans döneminde de gelişmesini sürdüren kent, hristiyanlarca önemli sayılmıştır. Noel Baba olarak bilinen Saint Nicholas’ın da Patara’lı olduğu söylenir.

400 metre genişliğinde ve 1600 metre derinliğindeki Patara limanının kumla dolmaya başlaması ve teknelerin yanaşmakta güçlük çekmeleri, Patara’nın giderek önemini yitirmesine neden olur. Rüzgarın savurduğu kumlar zamanla limanı doldurur ve kenti büyük ölçüde örter. Bugün kentte görülebilecek kalıntıların bir bölümü, kumlar altından iyi korunmuş vaziyette ortaya çıkarılmıştır.

Gelemiş köyünden 2 km sonra yol kenarında Patara’daki kalıntıların en görkemlilerinden Roma Zafer Takı görülür (Metius Modestus). Zafer takı, MS 1. yüzyıl sonlarında yaptırılmıştır. Tepeye doğru görülebilecek kalıntılar arasında Bizans bazilikası ve kutsal alanlar bulunmaktadır. Tiyatro tepenin yamacındadır. Tiyatronun yaslandığı tepede büyük bir sarnıç ile bir anıt mezar bulunmaktadır. Eski liman şimdi sulak alan durumundadır.

Ayakta kalan en eski demokratik meclis binası bu şehirdedir. 2010’da TBMM tarafından restore edilmiştir.

Alıntı https://tr.wikipedia.org/wiki/Patara

Patara antik kenti Antalya – Fethiye arasında, Ksanthos vadisinin güneybatı ucunda deniz kıyısında yer alır. Tanrı Apollon’un doğduğu yer ve Apollon kehanet merkezi olarak bilinen Patara, Lykia’nın en önemli ve en eski kentlerindendir.
Patara’nın tarihsel varlığına ilişkin ilk verileri Apollon kehanetiyle ilgili olarak tarihçiler Herodotos ve Hekataios’tan öğrenmekteyiz. Pers komutanı Harpagos yönetiminde ordunun İ.Ö. 540 yıllarındaki Lykia seferini anlatan ilk bilgiler Herodotos’a aittir.
Önceleri kent hakkında 6. yüzyıl öncesi hakkında yeterli tarihsel ve arkeolojik bilgi bulunmamaktayken, 1988 yılından beri kesintisiz yürütülen Patara kazılarında, Tepecik’te Tunç Çağı buluntularıyla bir arada ele geçen Protogeometrik çömlek parçaları, İ.Ö. 11. ve 10. yüzyıla tarihlenerek daha erken dönemler hakkında bilgi sahibi olmamız sağlanmıştır. Ayrıca Tepecik Sarnıcı içinden çıkan iki adet terrakotta heykelciğin Geç Tunç Çağ ya da Erken Demir Çağ içlerinden olması da sürekli bir yerleşimin izlerini işaret etmektedir.
Patara’nın en önemli yapılarından biriside Erken Roma Dönemi’nde yapılan Yol Kılavuz Anıtı’dır (Miliarium Lyciae). Bunun yanı sıra Patara Nekropolü ve mezar mimarisi kentin önemine koşut olacak denli çeşitli ve zengindir. Klasik bir Lykia kentine göre az sayıda da olsa, erken dönemi simgeleyen mezar bulunmaktadır. Buna karşın özellikle Hellenistik ve Roma Dönemi’ne ait çok sayıda farklı mezar mimarisi de Patara’ya özgüdür. Faklı tipte anıt mezarları yansıtan yapılar genelde limanın çevresinde yer almaktadır. Kentin mimarisine genel olarak bakıldığında da hem dönemsel hem de mimari açıdan oldukça geniş ve gelişmiş bir düzeyde olduğu görülmektedir.

Alıntı https://antalya.ktb.gov.tr/TR-112747/patara.html

Patara tabelası, yol ve yeşil ağaçlar. Cem önde gidiyor.

Karşıma ilk olarak antik bir kalıntı kazı alanı çıktı. Tel örgülerle koruma altına alınmış. Burası yeni keşfedilmiş bir alan. Toprak kazısından, tel örgü çiti ve direklerin renginden dolayı yeni olduğu kesin. Burada kemer biçiminde yarım bir duvar göze çarpıyor. Sanki bir tünelin kalıntıları. Dört sıra blok taşlardan kemer oluşturacak biçimde örülmüş. Başka bir şey yok ortalıkta. Derinliği 2 metre civarı. İşin ilginç yanı daha önce antik kente giden asfalt yolun altında olması. Nasıl bulunmuş bilmiyorum ama bastığımız yerin altında neler var belli değil. Geçmişte yaşanmış, yapılmış eserler toprak kazılmadan ortaya çıkmıyor. Kim bilir hangi hazinelerin üstünde yaşıyoruz. Altın, bina, ölmüşlerin kemikleri daha neler.

Kazı alanı 15 metreye 9 metre bir alan tel örgü ile kapatılmış. 2 Metre bir çukurda solda kemer taş blokları bir yerde bitmiş. Sağda da kemerin devamı olan duvar. Duvarın üstünde bir hayvan başı olan blok taş. En solda asfalt yol, bir kısmı kazılmış Kemer asfaltın 15 santim altında olduğunu gösteriyor.  Yolun solunda düz kayalık ve daha ileride buradan çıktığı belli olan taş blok parçaları dizilmiş durumda.

Burası antik kenti girişi, antik mezar yapıları karşılıyor bizi. Yolun altına doğru taş bloklarla yapılmış geniş bir mezar. Üstü uzun taş bloklarla kapatılmış. Bunların üstüne başka bir yerden getirilen lahit kapağını da üzerine bırakılmış öylece. Solda pembe salkım çiçek açmış bir ağaç. Lahittin arkasında yeni binalar. Burada Gelemiş köyü var.

Kentin girişinde mezarlıklar olur ve çeşitli biçimde ölülerini gömmüşlerdir. Bunlardan birisi de  dik yamaca oyulmuş mezar tipleri. İçerisi bir oda gibi oyularak genişletilerek ölüleri buraya koyuyorlarmış. İnanışlara göre ölmüşlerle beraber çeşitli değerli eşya, para gibi şeylerle gömülmesi olağan. Bu Öteki dünyada parasız pulsuz kalmasın diye yapılmasına karşı yaşayan insanlar öteki dünyada işine yaramayacağı bildiği bu değerli eşyaları ve paraları ta o zamanlarda soyup soğana çevirirlermiş mezarları. Ulaşılması zor ve gizli gömülenler hariç, onların hazineleri hala yattıkları yerde gömülü duruyorlar. Gözünü define ile bürümüş mezar soyguncuları kaçak kazılar yapıp mezarları talan etmeye devam ediyorlar hala.

Böyle bir çok oyulmuş mezarları yamaç boyu görüyorum. Cem bisikletiyle yolun solunda durmuş bu delik mezarlara bakıyor.

Mezar binası yapıldığı düzgün taş bloklara bakılırsa zengin birine ait olmalı. Binanın üstü kemerli yapı ile kapatılmış. Arkada  Gelemiş köyünün evleri görülüyor.

Daha önce antik kentin limanının kalıntıları olan lagünleri görüyorum. Etrafı sazlıklarla kaplı iki tane gölet var. Buraya kadar daha önce deniz varmış, kumlar deniz ile liman bağlantısını kesince bu lagünler kalmış geriye.

Roma döneminde 4. yada 5. yüzyılda yapılmış Kaynak kilisesinin kalıntılarını görüyorum. Bu kilise çeşitli zamanlarda depremlerle yıkılmış yeniden yapılarak 13. yüzyıla kadar kullanılmış. Türklerin gelişi ile terkedilmiş.

Bu kentte seramik fırınları olduğunu belirtir tabela konulmuş.

Tarihçesinde pek yazmasa da seramikleri ile ünlü olduğunu gördüğüm seramik atölyesinden anlıyorum. Atölyenin üzeri örtülmüş durumda. Hem kazı çalışmaları ince bir titizlikle devam ediyor hem de yağmur, güneş gibi etkenlerden atölyeyi korumakta. Atölyenin etrafı kalın taş duvarla çevrelenmiş. Sadece bir tane fırın sağlam duruyor. Fırın dar bir kemer biçiminde, arkaya doğru 1.5 metre kadar yapılmış.

Her ne kadar antik kent alanı olsa da burada yaşayan köylüler geçim derdinde. Toprak olan yerlerde zeytin ağaçları, meyve ağaçları ve tarlalar var.

Henüz antik kente varmadık, hala mezarlık, yani akropol alanındayız. Neyse ki devasa üç kemerli zafer takı az ilerde görüntüye girdi. Antik kentin girişi orası olmalı. Lahit mezarlar, yıkıntıları ve zafer takı tel çitlerle koruma altına alınmış.

Zafer takının dibine geldim. Zamanında önemli kent olması nedeni ile azametli ve muhteşem zafer takı inşa edilmiş Romanın ilk dönemlerinde. Zenginliğin, ihtişamın ve gücün simgesi. Güçlü orduya sahip olan Roma ordusu savaştan dönerken kazandığı zaferi bu takın altından geçerek kutluyorlardı. Tak üç gözden kemerli biçimde kalın duvarlı taş bloklardan yapılmış. Taş bloklar kusursuz işçilikle yontularak düzgün bir görünüm kazanmış yapı. Yanlarda birer, orta ayaklarda ikişer blok çıkıntı var. Orta ayakların üzerinde birer içe doğru dikdörtgen niş ve orta kemerin üzerinde odası olan bir pencere ile tamamlanmış. Sanırım bu odada kral ve komutanlar oturup takın altından geçen askerleri selamlıyorlardı.

Yol boyu etrafta büyük bir yapının kalıntıları görüyorum ama yakınına gitmeyi gerek görmedim. Uzaktan resmini çekiyorum sadece.

Geriye dönüp arkamda kalmış olan zafer takını çekiyorum. Karşıda küçük bir tepe ve Arnavut kaldırımı döşeli yol vadiye doğru gidiyor. Resimde sadece zafer takı yapı olarak görünmekte.

Antik kent kalıntıları bitiyor ve yolun iki tarafına dikilmiş okaliptüs ağaçlarının gölgesi altında gidiyoruz bir süre. Güneş tepede yaprakların arasından bana ışıltılarını gösterse de yol tamamen gölge. Cem ileride bisikletinle gidiyor.

Yol bitiyor ve kumluk alan başladı. Patara’nın meşhur kumlarındayız. Kumluk alandayız ama denize epey bir yol var. Denize insanların ulaşması için tren yollarından sökülen travers kalasları döşenerek yol yapılmış. Biz de bisikletten inmeden gidebildiğimiz karar denize doğru gideceğiz. Cem önde ben arkada okaliptüs, çam, zakkum ve ılgın ağaçları arasında traversli yoldan gidiyoruz.

Traversli yol bitiyor ve kumsal başladı. Bisikletleri yolun bitiminde park ediyoruz. Daha fazla gidebilmenin olanağı yok kumsalda. Kumlar alabildiğine çok ve ince. Kumların üzerinde ayak izleri var. Bir kaç çalı türünde ağaç kendine yaşam alanı oluşturmuş kumsalda. Küçük bir kum tepesi de oluşmuş rüzgarın etkisiyle.

Deniz sezonu bitmesine rağmen tek tük insanlar var kumsalda. Güneş şemsiyeleri denize yakın yerde açılmış durumda. Solda yiyecek içecek ve tuvaletlerin olduğu bir yapı görünüyor. Yapı ağaçlardan yapılmış ve yüksek değil. Öyle kalıcı değil, baraka türü bir şey.

Rüzgar sürekli estiğinden kumları bir o yana bir bu yana sürekli taşıyor. Kum çok ince, rüzgarda sürüklenmesi kolay. O yüzden insanların ayak izlerini çarçabuk siliyor bir süre sonra. Kuma yazı yazılmaz derler ya atalarımız aynen öyle. Yazarsın, bir süre sonra yazdıklarından eser kalmaz. Neredeyse silinmek üzere olan ayak izleri arasında sanırım serçenin biraz önce burada zıplayıp ayak izlerini bırakmış olduğunu görüyorum. Her ne kadar serçeler yazı yazamasa da ayak izleri bir süreliğine kumların üzerine bırakmış. Silinmeden önce resmini çekerek izleri kayıt altına aldım.

Kumsalın 18 Kilometre uzunluğunda olduğunu öğreniyorum. Büyük bir uzunluk ve geniş bir alan. Geldiğim yolu düşünürsem epey içerilere kadar bir alan kumsal. Geçmişte buradaki kumlar güçlü fırtınaların sayesinde Patara antik kentini tamamen kumlar altında bırakmış. Az insan olması nedeni ile kumların bir kısmı düz, ayak izleri bir taraftan bir tarafa yalnız gittiğini gösteriyor. Aslında buraya fırtına sonrası gelmek var. Kumların düzgün halini görmek isterdim insanların izi olmadan.

Hala denize ulaşamadım, yorgunluğu almak için biraz deniz sefası yapmak gerek. Bisikletleri park ettikten sonra çantalardan yanımıza sadece su donunu ve havluları alıyoruz.

Eşyaları koruma için teker teker denize giriyoruz Cem ile. Deniz sefamızı ve dinlenmemizi yapıyoruz bir süre. Deniz dalgalıydı, yüzebilmek için biraz açılmak gerekti deniz sığ olduğundan. Bu arada kamp yerini önceden gördüğümüzden orada yapmamız daha iyi olur düşüncesinde birleştik Cem ile. Deniz sefamız bitince giyinip bisikletlere binerek geri dönüyoruz geldiğimiz yoldan. Gelirken yakından bakamadığımız yerleri yakından görmek için antik kentte durduk. İlk gezeceğim yer amfi tiyatro, tiyatronu dış kısmındayım. Yüksek duvarlarla düzgün taş bloklarla yapılmış tiyatro binası bir dağın dibinde, yamaç başlangıcında yapılmış.

Tiyatronun içinde seyirci oturma bölümünün bir parçasını çekiyorum.

Zeminde oturma yerlerinin başladığı yerde kabartma taş blokta çeşitli figürler işlenmiş. Savaş kıyafeti ve bir kılıç figürü.

Tiyatrodan çıkıp yakınında olan meclis binasına doğru yöneldim. Dış yapısı tamamen düz taş bloklardan yapılmış. Biraz restore gördüğü anlaşılıyor ama çoğu orijinal durumda. Onun nedeni de limanı kumla dolduğundan kentin önemi bitince terk edilmiş kent. Kent boş ve bakımsız kalınca zamanla kumlar örterek kalıntılar dış etkenlerden ve depremlerden fazla zarar görmeden günümüze kadar ulaşmış.

Likya baş kenti oluşu nedeni ile önemli toplantılara ev sahipliği yapıldığından binanın dışında alınan kararları taş bloklara kazıyıp ilan ederek ölümsüzleştirmişler. Meclisin girişi ahşap kapıdan yapılmış.

Giriş kapısının bir kanadı açık. Kapı girişinin kenarları süslemeli taş bloklardan yapılmış.

Binanın dışında, az ileride kemerli bir yapı yapılmış.

Meclis binasına giriyorum, içeride mükemmel işçilikle yontulmuş düzgün taş bloklar ile duvarlar, basamaklar, kapı kenarları yapılmış

Giriş kapısının iç kısmı kemerli bir tünel ile üstü örtülerek yanında basamaklarla yukarı doğru çıkılıyor.

Meclis toplantısında senatörleri oturduğu yerlerin bazıları yeni mermerlerle değiştirilmiş. Eski olanların çoğu kırık dökük. Zemin ise olduğu gibi ortaya çıkanlar görünsün diye cam plakalarla kaplanmış. Üzerinde insanlar rahatça gezip dolaşsınlar diye kalın ve kırılmaz camlardan yapılmış.

Tiyatronun dış kısmı, devamında taş duvar yüksek ve kocaman devam ediyor.

Sütunlu yol, iki tarafında sütunlar dikili, bir kaçı tam diğer kalanı bulunan parçalarla yarım yamalak tamamlanmış. Zemin mermer taş bloklarla kaplı. Zenginliğin ve ihtişamın göstergesi. Sütunlu yol yaklaşık 100 metre kadar var.

Gezeceğimizi gezdik, deniz sefamızı da yaptık, göreceğimizi gördük ve akşam olmak üzere. Daha önce gözüme kestirdiğimiz yere doğru gitmeye başladık. Güneş ufukta yatık duruma gelince gölgem yamaca vuruyor bisikletimle beraber. Ben de bu görüntüyü cep telefonumla çekiyorum bir poz. Köyün bakkalından akşam için 5 litrelik su alıp bagaja bağladım. Suyumuz bitmek üzere ve yemek, çay ardından sabah için su gerekli.

Kamp yapacağımız yere geldik, Güneş battı ve akşam olmak üzere. İlk önce çadırları kurup yerleşiyoruz. Ardından aydınlatmalarımızla akşam yemeğini yapıp yiyoruz Cem ile. Yemeğin üstüne birer kahve iyi gider doğrusu. 1350 Metreden 0 metreye indik ama tüm gün boyu sürdü. Bu gün yaşadıklarımızı anımsayarak çaylarımızı içerken konuştuk gecenin karanlığında. Kamp yeri küçük bir park alanı, okaliptüs ağaçları dikilmiş. Park etrafı çit çalıları ile çevrelenmiş. İki tane de oturma bankı kurularak insanların dinlenmesi için güzel bir yer haline gelmiş. Bir eksiği çeşme olmaması. Bizim için de iyi oldu. Çit çalıları ardında bizleri pek göremiyor arabalarla geçenler.

Bir süre sohbet edip fazla geç olmadan çadırlara girip yatıyoruz. Uykuyu kaçırmamak gerek değil mi? Zaten tatlı yorgunlukla uyku hemen geliyor.

Bu gün yaptığımız yol yaklaşık 66 Kilometre civarı

Aşağıda yaptığımız yolun haritası

Powered by Wikiloc

İki Garip Bir Akdeniz 7. Gün

4 Ekim 2017 Çarşamba

Sütleğen köyü

(Kör arkadaşlarım için betimleme yapılmıştır)

 

Beni koyup koyup gitme, n’olursun
Durduğun yerde dur
Kendini martılarla bir tutma
Senin kanatların yok
Düşersin yorulursun
Beni koyup koyup gitme, n’olursun

Bir deniz kıyısında otur
Gemiler sensiz gitsin bırak
Herkes gibi yaşasana sen
İşine gücüne baksana

Atilla İlhan

 

Öne çıkan görsel, üç bisiklet park etmiş, arkada kavak ağaçları ve dağlar.

Evde yatmanın rahatlığı ve aldığımız sıcak duşun etkisi ile güzel bir uyku uyuduktan sonra sabahın erken saatinde uyanıyorum. Elimi yüzümü yıkadıktan sonra ilk işim kahvemi içmek. Cezvenin içine kahvemi hazırlayıp ocağa sürüyorum pişmesi için. Aylardır okuyup bitiremediğim kitabımı da masanın üzerine, kahve takımlarının yanında yerini alıyor.

Mutfak masasının üzerinde; Ocağın üzerinde cezve, içinde köpürmeye başlamış kahve. Yanında kahve kutusu, üzerinde kahve kaşığı. Pirinçten kahve değirmeni ve Dünya dinleri ansiklopedisi adlı kitabım. (Kitabın aylarca bitmemesinin nedeni az zaman ayırmam ve 1250 sayfa oluşu.)

Bu gün Merve’nin misafiriyiz. Hazır misafir olmuşken fırsatı kaçırmayıp bu gün dinlenme günü ilan ettik. Hem dinleneceğiz hem de köy yaşantısını göreceğiz yakından. Sabah herkes uyandıktan sonra kahvaltımızı yapıyoruz birlikte. Merve okulda öğretmen olduğu için kendisini kapıda uğurluyoruz. Belki de ilk defa işe giderken uğurlanıyor. Merve okula gittikten sonra kirli çamaşırlarımızı toparlayıp yıkayalım dedik. Hazır çamaşır makinesi bulmuşuz. Hep poşet çamaşır makinesinde yıkayacak değiliz ya. Ben pek makinada çamaşır yıkamaktan anlamam. Çamaşır makinesi ile hep eşim ilgilendiği için ben pek anlamam programlardan. Sadece makine bozulursa tamir edebilirim. Cem ve İrfan müzmin bekarlar olarak bu işten anlıyorlar. Kirli çamaşırları makinenin içine atıp deterjanını çekmecenin bir gözüne döktüler. Kısa programı ayarlayıp çalıştırdılar. Makine su alıp yıkamaya başladı. Cem de makinenin başına çömelerek tamburun içindeki çamaşırları izlemeye başladı.

İrfan da yanına geldi, bir de ben bakayım ne oluyor diye. Bakmadan önce gözlüklerinin camlarını sildi. Ne de olsa kör, pek görmüyor.

İrfan makinenin önüne çömelip bakmaya başladı çamaşırlara. İşin ilginç yanı o kadar deterjan döktük ama bir gram köpürme yok. Acaba köpüksüz deterjan mı icat etmişler de haberimiz yok. İrfan ile Cem hayret ediyor bu işe. Mutlaka köpürmesi gerek. Hay Allah bunda bir iş var. Neyse ki kısa programda yıkama olduğundan çabuk bitti. Aldıkları ortak karar deterjanı yanlış göze koydukları oldu. Bu kez diğer göze deterjanı koydular ve makineyi çalıştırıp izlemeye başladık. İlk önce su aldı ve ardından dönmeye başladı. Bir kaç kez sağa sola döndükten sonra köpükler oluşmaya başlayınca  sevindik hep birlikte. Yaşasın bu işi de becerdik. Bizden bir şey kaçmaz.

Çamaşır yıkama işini iki kez yaptıktan sonra bahçedeki tele asıp kurumaya bıraktık. Bisikletlerin üzerindeki çantaları boşaltıp köyü dolaşmaya çıktık. Burası Sütleğen köyü. Toros dağlarının tepelerinde çam ormanlarının içinde dağınık yerleşmiş şirin bir köy. Buraları 1350 metre denizden yüksekliği. Köyün geçimi; Tarım, hayvancılık ve orman işletmeciliği. Ayrıca bu köyde bölge yatılı ortaokulu bulunmaktadır. Merve de bu okulda Fen derslerine giriyor. Köy ormanın dibinde, çam ve köknar ağaçları arasında orman yolu toprak olarak tepelere doğru gidiyor.

Köyün evleri dağınık, herkes kendine göre yer belirleyip yapmış. Bahçeleri de çam ormanıyla karışık durumda. Meyve ağaçları, ceviz ve dere yatağında bol su ile çabuk büyüyen kavak ağaçları manzarayı oluşturuyor. Sadece bir birkaç binanın çatısı görünüyor.

Yolun kıyısında üç bisiklet duruyor. Arkasında kavak ağaçları ve köyün pek görünmeyen evleri. Sonbahara girmemize karşın kavak ağaçları henüz sararıp dökülmemiş. Rakım yüksek olsa da Akdeniz sıcakları Toros dağlarındaki Sütleğen köyüne kadar ulaşıyor. Bu resmi öne çıkan görsel olarak seçiyorum.

Bulunduğumuz yerden aşağıdaki derin vadiler görünüyor.

Köy manzarası çekiyorum bir poz daha. Tek tük evlerin yanı sıra çokça kavak ağacı göze çarpıyor. Kavak ağacı bir insanla aynı zamanda büyüyüp gelişiyor. O yüzden ailede bir çocuk dünyaya geldi mi hemen yeterli sayıda kavak ağacı dikiliyor. Kavak ağaçları suyu görünce çocuk büyüyüp evlenesiye kadar boyu göğe eriyor ve gövdesi kalınlaşıyor. Evlenme zamanı gelince ağaç kesilip satılıyor ve elde edilen para ile düğün masrafları çıkmış oluyor. Tarımla, hayvancılıkla zar zor geçinen kimi köylüler için aileyi bir yükten kolayca kurtuluyor.

Yamaçta, kayalıkların dibinde tek katlı taş ev çok şirin görünüyor. Yoldan az yukarıda olan ev düzgün yontulmuş taşlarla yapılmış. Yan cephesine bir pencere, çatısında bacası ile hayallerimdeki evi temsil ediyor adeta. Önündeki kocaman ağaç evle yaşıt olabilir. Böyle bir evim olmasını isterdim.

Köylüler ilkel evlerde ilkel yaşamlarını gösteren bir manzaranın resmini çekiyorum. Evin arka kısmında dışarıya çıkıntı olarak yapılmış tuvalet ilgimi çekti. 1 Metreye 2 Metre kadar bir yer ondülin çatı tenekesi ile kaplanmış. Çıkıntının altına ağaç desteklerle gelişi güzey konularak ayakta tutmaya çalışılmış. Tam bir köylü müyendizliği harikası. Duvarda bağlı tahta bir merdiven, bahçede de içi oyulmuş kocaman bir taş. Burada eskilerde buğdayları kırarak bulgur yapıyorlardı. İçi, yaprak, çer çöp dolmaya başlamış kullanılmadığı için.

Merve’nin oturduğu evin önüne geldik. Ev 2.5 katlı, orta katta iki gömme balkon geniş. Çatının bir bölümünde iki oda yapılarak kiremitle kaplanmış. Çatı katında kocaman bir Türk bayrağı duvara boyalı. Sıcak su için çatıya güneş panelleri konulmuş. Merve zemin katta kiracı olarak oturuyor. Üstü kapalı sundurma araba garajı olarak kullanılıyor. Avluda duvar yok, geniş bir alan. Evin yanında çit telle kapatılmış bahçede sebze yetiştiriliyor. Hayvanlar bahçeyi talan etmesin diye çitle kapatılmış. Yoksa köyde evlerin bahçe duvarları yok genellikle. Sağda bir ağaç, arkadaki evli kapatmış tamamen.

Merve’nin görev yaptığı okula geldik. Okulun geniş bir avlusu var, okul zemini yüksek üç katlı. Altta bodrum katının küçük pencereleri görünüyor. Binaya giriş geniş merdivenlerden ve engelli çocuklar için rampalı yol yapılmış. Binanın solunda penceresiz bir alanda Atatürk maskı konulmuş üst katlara doğru. İki bayrak direği, birinde Türk bayrağı asılı. Yerde Atatürk mozolesi, üzerinde büstü. Alında siyah mermere Türk, öğün, çalış, güven yazılı, en alta da Atatürk’ün imzası. Bu okulun adı ; “Sütleğen Yatılı Bölge Ortaokulu” Bisikletlerimizi merdivenin yanına park ettik.

Okulun içine giriyoruz, geniş koridorda ilk göze çarpan camekan dolapta sergilenen kupalar. Okul çeşitli dallarda sayısız kupa kazanmış. Beş ünite yan yana, boyu tavana kadar, cam kapaklı ve bölmeli olarak yapılmış. İçinde değişik şekilde onlarca kupa var. Solda Atatürk resmi, elinde silindir şapkası ve frak giyinmiş olarak duvara asılmış. Yanında da çerçevelenmiş Atatürk’ün genciğe hitabesi yazısı.

Okul müdürü Sadettin Aktaş karşılıyor bizi. Öğretmenlerin çay ocağına davet ediyor ve çayları ısmarlıyor görevliye.  Çayları içerken okul görevlilerinden birisi elinde sazı ile çıkageliyor. Okul müdürü Sadettin bey türkü dostu ve türkü söylemesini çok seviyor. Tanışma faslı ve nerden gelip nereye gidiyorsunuz sözleriyle sohbetimiz başladı. Kendimizi ve yaptığımız tur hakkında kısaca söz ettik. Saz ustası elinde sazı ile karşımıza oturdu masanın kenarına.

Çay salonunda masalara oturmuş durumda  çayları içerken Sadettin bey basılı kağıtta türkü sözleri elinde bizlere türküleri söylemeye başladı. Masanın etrafında müdür bey çay ocağının bankosunun yanında, ben ve Cem oturuyoruz. Saz ustası solda. Bankonun iç tarafında çay ocaksısı da oturmuş türküleri dinliyor. Müdür beye ben de eşlik ediyorum bildiğim kadarı ile. Duvarda Atatürk resmi asılı. Çay ocağında askıda ceketler asılı. Tezgahta elektrikli semaver.

Müdür beyin elinde üç kağıt var, bize üç türkü söyledi saz eşliğinde. Türkülerden birincisinin sözleri aşağıda;

Ne Ağlarsın Benim Zülfü Siyahım

Ne ağlarsın benim zülfü siyahım

Bu da gelir bu da geçer ağlama

Göklere erişti figanım ahım

Bu da gelir bu da geçer ağlama

 

Bir gülün çevresi dikendir hardır

Bülbül har elinde ah ile zardır

Ne de olsa kışın sonu bahardır

Bu da gelir bu da geçer ağlama

 

Daimi’yem her can ermez bu sırra

Gerçek kamil olan yeter bu sırra

(Gerçek aşık erer o nura)

Yusuf sabır ile vardı Mısır’a

Bu da gelir bu da geçer ağlama

İkinci türkü sözleri ;

Orhan Ölmez – Açma Zülüflerin

açma zülüflerin yar, yar, yellere karşı

senin zülfün benim, benim telim değil mi?

Bülbül figan eder güllere karşı

o yar benim gülüm gülüm gülüm değil mi?

 

sallama saçlarını yar, yar, sen de kurursun.

azrail misali yar yar canım alırsın

etme bu cefayı yar yar kanlım olursun

bu kul senin kulun değil mi?

Üçüncü türkü sözleri ;

Nem Kaldı (Parsel Parsel)

Parsel parsel eylemişler dünyayı

Bir dikili taştan gayrı nem kaldı

Dost elinden ayağımı kestiler

Bir akılsız baştan gayrı nem kaldı

 

Padişah değilem cıksem otursam

Saraylar kursam da asker yetirsem

Hediyem yoktur ki dosta götürsem

İki damla yaştan gayrı nem kaldı

 

Mahsuni Şerif’im çıksam dağlara

Rast gelsem de avcı vurmuş marala

Doldur tüfeğini beni yarala

Bir yaralı döşten gayrı nem kaldı

Aşık Mahzuni Şerif

Afşin

Çaylar içildi, türküler söylendi, muhabbetler edildi derken öğlen oldu, acıktık. Öğle yemeği için okulun yemekhanesine davet etti müdür bey. Merve de aramıza katıldı. Yemekhane binası ayrı yerde, birlikte gittik. Öğle tatili zili çaldığı için yüzlerce çocuk yemekhaneye hücum etti bir anda. Öğrenciler yemeğini alıp oturduktan sonra bizler arkalarından sıraya girip tabldot yemeğimizi aldık. Öğretmenlerin oturduğu masaya oturup yemeklerimizi yiyoruz. Yemekhane geniş bir salon, öğrenciler masaları doldurmuş büyük bir gürültü çıkararak yemek yiyor. Tavanda iki sıra karpuz lambaları sarkıyor.

Yemekten sonra ders zili çalıyor. Öğrenciler ve öğretmenler dersliklere girip derse başlayınca biz de eve gidip biraz şekerleme yapalım dedik. Akşama kadar dinlendik bir güzel. Akşam üzeri kurumuş olan çamaşırları toplayıp çantalardaki yerlerine yerleştirdik. Akşama ne yapalım diye aramızda konuşup karar verdikten sonra Cem marifetli elleri ile bize yemek hazırlamaya başladı. Bu işi zevkle, severek yapması pişireceği yemeği lezzetli kılıyor şimdiden. Yemeği yaparken onu izliyorum sadece. Mutfak tezgahında Cem elinde bıçak salatalıkları soyarken biraz bulanık çekiyorum. Bankoda lavabo, çeşmesi ve sıvı deterjan kutuları renkli duruyor.

Akşam olup Gün biterken Merve okuldan geliyor. Evde birilerinin olması ve iş dönüşü kapıyı açmamız onu uzun süredir yaşamadığı bu olay nedeni ile heyecanlandırıyor. Her seferinde anahtarla kapıyı açıp içeri giriyor ne yazık ki. Neyse bu gün kapıyı biz açıp hoş geldin diyerek içeriye aldık. Yoğun geçen derste öğrencilere ders anlatmak, yaramazlıklarını ve gürültülerini susturmaya çalışmak her ne kadar yorsa da bizleri görünce hepsi geçiyor ve gülümsemesi eksik olmuyor yüzünde. Her zaman misafiri olmuyor ki. Yaz sıcağında Eşpedal derneğinin düzenlediği Ege Turunda Merve ile tanışıp dost olmuştuk. Aradan kısa süre geçmesine rağmen yaşadığımız güzel anları anmadan edemiyoruz ve anılarımızda canlı duruyor.

Akşam yemeğini birlikte yiyoruz. Yemekten sonra kahveler her zaman olduğu gibi ben yapıyorum. Hava kararıp akşam yemeği zamanı biraz geçe, tam da çay zamanında Merve’nin yukarıda oturan ev sahipleri çay içmeye yanımıza geliyorlar. Kamile teyze ve kocası Ali İhsan Kocabaş ile tanışıyoruz. Köy canlı bu konuda. Yabancı biri geldi mi hemen haberleri oluyor. Hele hele misafir olarak kaldıklarında, bir de bekar bir kızın evinde üç erkek gelirse merak daha da çoğalıyor. Bizleri tanımak için çay içme bahanesi yeter. Biz de kendimizi tanıtıyoruz meraklı ev sahibine. Çayı demleyip muhabbet eşliğinde içiyoruz. Köylülerde hikaye çok dinlemek gerek. Ali İhsanın oğlu evli ve torunları olmamış. Bir tane oğlu var sadece ve oğlunun çocuğu hiç olmayacak. Biraz hüzünlü hikayeyi Ali İhsan anlatıyor bize. Oğlu genç delikanlı iken yaz aylarında motorla gidiyor deniz kıyısına. Deniz yaklaşık 45 Kilometre aşağıda. Oğlan akşama kadar yüzüyor ve ıslak donla motora atladığı gibi köye geliyor. Motor hızlı girerken yarattığı rüzgar ıslak donu kurutuyor ama üzerinde iken. Oğlan farkında olmadan yumurtalıklarını üşütüp hasta ediyor ve işlevselliğini yitiriyor. Bir daha yumurtalık çalışmıyor. Bunu evlenesiye kadar bilmiyor, evlenip çocuk sahibi olmayınca anlıyorlar gerçeği.

Bu hüzünlü hikaye beni etkiledi ve üzüldük bu olaya. Artık çocukları olmayınca evlatlık almayı düşünüyorlar, yapacak bir şey yok. Sohbetimizden ev sahibi bizleri tanıyor ve merak edilecek bir şey olmadığını anlıyor. Gönül rahatlığı ile başından geçen bu olayı bizlere anlattı. Gecenin geç saatlerine kadar oturup sohbetler ederek zaman nasıl geçti anlamadık bile.

İki Garip Bir Akdeniz 6. Gün

3 Ekim 2017 Salı

Kumluca Sahili – Finike – Demre

(Kör arkadaşlar için betimleme yapılmıştır)

 

Ölüm birden boşalmasıdır insanın kendisinden
Gizli titreşimler uçar belki boşlukta sesinden

Güneş vurunca parıldar görünmez ayak izleri ki
Beyhude korularda eski bir yaz gezmesinden

Solgun bir gülümseme hani ay büyürken görünür
Aynalarda bırakılmış nice yüz birikintisinden

Atilla İlhan

 

Öne çıkan görsel, yamacın kıyısında giden yol, sol taraf deniz, ilerisi dalyan lagünü.

Sabah uykumu almış olarak gözlerimi açıyorum. Tüm gece karaya vuran dip dalgası bana ninni gibi geldi. Henüz güneş doğmadı. Çadırımın fermuarını açıp kum ve sakin denizi izliyorum bir süre. Akdeniz’in dinginliği hissediliyor. Bu dinginlik bana da yansıdı. Engin deniz sakin ve huzur verici. Nasıl denizin ufuk çizgisi engin ve bilinmezse yolumuz da engin ve bilinmez. Sanki kaybolduk bu enginlikte. Kaybolmalı insan. Çadırımın tentesi var sadece, Mavi yağmur geçirmez kısmını üzerine atmadım. çadırın fermuarı açık, önümde geniş bir kumsal. Kumsalda okaliptüs ağaçlarının köklerinden yeni çıkmış fidanlar yayılmaya çalışıyor. Kumsalın arkası deniz engin ve göz alabildiğine.

Sabah dinlencesini bitirip çadırdan dışarı çıkıyorum. Hava açık ve güzel. Berbat bir ayakyolunda elimi yüzümü yıkayıp iyice açıldım. Burası Kumluca sahili. Adı üstünde epey uzun bir yer tamamen deniz kıyısı ince kumla kaplı. Denizin kumlarla buluştuğu yere gelip Güneşin doğuşunu izlemeye başladım. Güneş doğudan kendini yavaş yavaş göstermeye başladı. Birkaç dakika sonra tepelerin ardında çıkıp yükseldi. Yükseldikçe ışıkları giderek parlaklaşıp ortalığı ısıtarak canlıların yeni bir güne başlamasını sağlıyor. Solda ince kumsal, aralarda iri çakıl taşları, sağda deniz. Sakin dip dalgası kıyıya ulaşınca kabarıp köpürerek kumlara seriliyor. Karşıda tepeler ve parlak ışıkları ile güneş.

Cem ile sabah kahvesini aç karnına içtikten sonra kahvaltıyı yaparak karnımızı bir güzel doyurduk. Sonrasında eşyaları toplayıp bisikletin bagajına yükledik. Yola çıkmaya hazırız. Kumsalda duşlar konulmuş ama su akmıyor. Duş tepesindeki plastik borunun ucundaki dirseğin içinde örümcek ağ örerek içeriye girecek böceklerle karnını doyuracak. Ortam doğal olmasa da örümce bir şekilde ağını örüp beslenmesi gerek. Borunun içinde kalan bir parça suya elbette bir kaç böcek düşecek tuzağına. Örümceği ve boru ağzını yakından çekiyorum.

Zaman geçirmeden yola çıktık, Buradan öte yol kaymak gibi ve emniyet şeritli duble yol. Cem önünde emniyet şeridinde gidiyor. önümüzde yeni dağlar belirdi. Kıyısından köşesinden bir şekilde geçeceğiz. Sağda yazlık evler, bir kaç ağaç dikili yazlıkların önünde.

Portakalı ile ünlü Finike kasabasına geldik. Kasabanın girişinde simgesi olan dev bir Portakal kavşaktaki yuvarlağa kondurulmuş. Turuncu portakal üzerine beyaz renkte Finike yazılmış. Portakalın etrafı çiçeklerle süslenmiş. Geri kalan yer yemyeşil çimen ekili.

Finike de fazla durmadık, yol kıyısında fırından ekmek aldık sadece. Yolda ne olur ne olmaz, yanımızda bulunsun. Finike’nin içlerine doğru giden bir yol, ortasında beton bariyerler.

Finike çıkışında bir grup bisikletçi ile karşılaştık. Dört kişi kendilerince tur yapıyorlar bagajları yüklü olarak. Birbirimize selam verip aldık, aralarından bazıları beni bisiklet camiasından tanıyordu. Haliyle ben onları tanımanın olanağı yok. Ama yolda karşılaşıp selam vermek, bir süre birlikte pedallamak güzel. Onların tur amacı farklı, bizimki farklı. O yüzden bir süre birlikte sürdükten sonra siz kendi temponuzda devam edin diyerek uğurladık arkadaşları. Yol kıyısında dört kişi bisikletlerle dönemeçten önce karşı şeritten resimlerini çekiyorum. Finike den sonra yol tek şeride düşüyor. Yolun sağı 4 -5 metrelik kayalık, solda deniz.

Deniz mavi, masmavi. Rengini pırıl pırıl gökyüzünün mavisinden alıyor. Hava sakin, rüzgarsız. Dalga yok. Maviliğin ötesinde aştığımız Adrasan yarımadasının tepeleri.

Girintili, çıkıntılı koylar çıkmaya başladı karşıma. Her ne kadar Toros dağları Akdeniz’e paralel uzansa da kıyıya doğru uzanmış girintiler de var. Bu girintiler ve çıkıntılar henüz ulaşılmamış bakir koylar. Sadece tekneler gelip koyun güzelliklerinden yararlanıyor. Kıyıları tamamen kayalık olan dar ve uzun koyda bir tekne demirlemiş öylece duruyor.

Küçük koyların yanı sıra geniş koylar da görmek olası. Bunlardan biri karşımda duruyor. Yolun solunda, deniz tarafından durup güzel görünen koyu dağlarla beraber çekiyorum.

Koyun dibine gelince beyaz kumsalı işgal edilmiş olarak gördüm. Birileri bir şekilde tesis kurmuş buraya. Gölgelik olsun diye kumsalda iki sıra demir üzerini örtülmüş. Denize doğru U biçiminde plastik bidonlarla iskele konulmuş. U’nun açık tarafı kara tarafında. Herhalde çocuklara güvenli olsun diye böyle konulmuş olabilir. Kumsala giriş ücretlimi değil mi bilemiyorum.

Gittiğimiz yol D 400 karayolu. Türkiye’yi Akdeniz’e paralel olarak boydan boya giden dört ana yollardan sonuncusu. Toplam uzunluğu 2036 Kilometre civarı. Datça yarımadasının ucundan başlıyor ta Hakkari’nin Yüksekova ilçesindeki Esendere sınır kapısına kadar devam ediyor.  Yol yer yer duble, paralı otoban şeklinde. kimi yerler tek şerit, gidiş geliş. Araçlar bu yolu pek kullanmıyor şehirler arası ulaşımda. Akdeniz’in girintili çıkıntılı sahil yolu hem hız hem de zaman kaybı yüzünde Konya tarafındaki yolu, D 300 karayolundan gidiyorlar. O yüzden pek araç ta yok yollarda. Arazi sert granit kayalıklardan oluşmuş. Kayalıklar denize kadar ve denizin içinde. Kimi yerde dik kayalıklar, kimi yerde daha alçak. Bizim gittiğimiz yol batı tarafına doğru. Kayalık sağ tarafımda. Sol tarafımda Akdeniz’in maviliği. Yol kaymak gibi, sıcak asfalt döşeli ve geliş şeridi ile demir bariyerler arasında bisiklet sürecek kadar genişlik var. Ben de Finike’den sonra kayalıkları izleyeceğime denizi, güzel koyları sakin Akdeniz rüzgarları eşliğinde pedallıyorum. Önümden gelen araçları kontrol ederek gidiyorum güzel manzara eşliğinde. Böylece hem yol almış oluyorum, hem de güzel koyları ve denizi daha yakından görmüş oluyorum. Bir taşla bir çok kuş vurmuş oluyorum böylece.

Gidonumdaki kartal tüyü, uzayıp giden dönemeçli yol, yolun sol tarafında demir bariyerler ve deniz. İleride Cem dönemeçte kaybolmadan önce.

Ters yönde gitmenin avantajlarını yaşıyorum. Küçük bir koyda iri çakıl taşları arasında siyah bir köpek durmuş bana bakarken bir resmini çekiyorum.

İşte küçük koylardan birisi, kıyıda henüz ince kum tanesine ulaşmamış çakıllar, çakılların sudaki turkuaz rengi ve derinleştikçe maviden lacivert rengine dönen deniz. 8 ila 10 metre kadar kıyısı olan alan yanları sert kayalıklardan oluşmuş. İngilizler bunlara Rock diyorlar. Akdeniz’in güçlü dalgalarına dayanıyor şimdilik. Binlerce yıl sonra sahil genişleyip çakıl taşları ince kum tanelerine dönüşecek.

Cem önde ben arkada gidiyoruz. Cem de benim gibi sol şeride geçip deniz ve koyları izliyor. Önümde iki dağın birleşip deniz kıyısında oluşturduğu koy var.

Diğer bir koy daha küçük ve dar bir alanda. Kayalıklar kademe kademe. Yol koyun dibine kadar gidip dönüyor.

Akdeniz’in uçsuz bucaksız denizi ve Adrasan yarımadasını artık iyice uzakta kalmış silueti görünüyor.

Yolu kıyıdaki arazi yapısına göre bazen yükseliyor, bazen alçalıyor. Ama genelde S biçiminde girintiye girip çıkıyoruz. Yol normalden uzun oluyor böylece. Küçük bir koyda durmuş resim çekerken bulunduğum yer biraz yüksekte. Yol koyun dibine doğru alçalıp inişe devam ediyor. Eğimi buradan rahatça fark edebiliyorum.

Arada bisikletim KUZ da kareye girmeli. Turuncu çantalarımla bana poz veriyor.

Turkuaz renkli küçük bir koy epey derinde kalmış. Yol yüksekte kaldığından koya iniş neredeyse olanaksız. Yamaç çok dik.

İleride deniz kıyısının düzleştiğini görüyorum. Arkada Toros dağlarının yükseltileri. Geniş bir alan düz.

Küçük koylardan birisi sadece kayalıklardan oluşmuş. Kum, çakıl gibi bir oluşum yok.

Denizi ve koyları izlerken bazen de yolun kıyısına atılmış atıkları görüyorum. Teneke içecek kutuları yanında birisi bira şişesi renginden belli olan bira şişesi kırık durumda. Şişenin rengi kahverengi, o yüzden bira şişesi olduğunu anlıyorum. İşte araç kullananların çevreye verdiği zarar. Araç kullanan yoz insan içip dışarıya atmanın nesini sevdiğini anlayamıyorum bir türlü.

Yoldan biraz uzakta kalmış küçük bir koy derenin çakıl taşlarını getirip denize renk kattığını şimdi daha iyi anladım. Küçük, büyük vadilerden akan dereler çakıl taşlarını sürekli denize kavuşturuyor. Denizin hırçın dalgaları da gelen bu çakıl taşlarını kendince ufaltarak zamanla kum tanelerine dönüştürecek. Koyun burnunu oluşturan kayalık küt ve iri bir görünümü var.

Daha önce uzaktan gördüğüm düzlüğe iyice yaklaştım. Burada denize yakın göl yada gölet var. Aslında burası lagün olarak belirtilmiş. Önü dar bir kumsal ile kapatılmış durumda. Bu resmi öne çıkan görsel olarak seçiyorum.

Göletin olduğu yer Beymelek köyü, gölün adı da Beymelek. Köyün tabelası sağda.

Beymelek Lagünü, Türkiye’nin Akdeniz bölgesinin batı kıyılarındaki tek doğal lagündür. Finike Körfezi’nin batısında  yer alır. Lagün, doğusundaki Gülmez Dağı antiklinalinin yapısal alçalım alnını oluşturan bir koyun, Akdeniz’le doğrudan bağlantısının kesilmesi sonucu oluşmuştur. Koyun önünün kapanarak lagüne dönüşmesinde; batısından Akdeniz’e dökülen Demre Çayı’nın alüvyonlarının hakim yön olan güney rüzgarı, gel-git ve akıntılar tarafından taşınarak koy önüne set şeklinde yığılması etkili olmuştur. Yaklaşık 40 km2 lik alanın yüzey ve yeraltı sularını toplayan lagün gölünün yüzey alanı 255 ha’dır. İçerisinde iki küçük ada yer alır. Bu bölgeye has olarak bulunan ve yetiştirilen mavi yengeç ile ünlenmiş.

Lagün önündeki kumsal tarafında köprü yapılmadığı için mecburen gölün kıyısından gidiyoruz. Gölün kıyıları sazlıklarla ve çalılarla kaplı.

Cem, yol kıyısında ölmüş mavi yengeç buluyor. Yengeci bagajının üstüne koyup lastik ile tutturuyor.

Mavi yengeç pişiren bir restorana girip fiyat araştırması yaptım. Tanesine 10 Lira deyince çok pahalı geldi doğrusu. En az üç tane yesek anca dişimizin kovuğuna sığar. O da 30 Lira edince tadına bakmaktan vaz geçtik. Sadece derin bir kabın içinde temizlenmiş mavi yengeçlerin resmini çekmekle yetindim. Ekmeği resme  banar yerim artık istediğim zaman. Yengeçlerin karın kabukları temizlenip alınmış.

Restorandan çıkıp yola devam ediyoruz. Lagünü besleyen çaylardan birisinin üzerinden geçerken çayın gölete buluştuğu yerin resmini çektim. Önümde taze püsküllerini açmış sazlar var. Çay toprak yatak içinde akıyor.

Lagündeki küçük adanın resmini çekiyorum. Ada küçük bir tepeden oluşmuş. Kıyıda ise taşlık oluşturmuş durumda.

Lagünün dibinde çaydan gelen kumlar set gibi çayın ağzını kapatmış. Uzun bir kumlu ada gibi. İleride sazlık ve çalı bitkileri var.

Lagünün besleyen çaylardan birisi. Kıyıları sazlıklarla kaplı durumda. Vadiden geniş bir alanda lagüne doğru genişleyerek kavuşuyor.

Demre’ye geldik, kasabanın girişinde yol gidiş geliş bulvar şeklinde ayrılmış. Ortası yeşil alan ve ağaçlarla süslenmiş. Alın kısmında yeşil renkli Demre harfleri demirden yapılmış kocaman.

Demre de portakal bahçesinde palmiye ağaçlarının gövdeleri hiç tıraşlanmamış. Öylece büyümüş salkım saçak.

Demre çayı üzerindeyim, geniş bir yatağı olan çay Toros dağlarına yağan yağmur sularını buradan taşkın ve deli biçiminde akıyor görünüşe göre. Şimdilik yatak kuru görünüyor. Sadece küçük bir sazlık içinde inceden akıyor.

Yol tabelasında Kaş, Muğla düz olarak, sağa doğru ise Şehir merkezi ve kahverengi boyalı Myra antik kentine doğru gidileceğini gösteriyor. En üstte D.400 kara yolunu belirtmişler.

Şehrin en önemli yeri olan Hristiyanların Noel Baba dedikleri yer olan kilise tarafına doğru gidonu çevirdik. Tabela da yazan Aziz (St.) Nikolas anıt müzesi (Museum) ok işareti sağa doğru işaret ediyor.

İki katlı bir ev tamamen beyaz badana yapılmış, İki kapısı, pencere kenarları mavi renkte boyalı. Üst kattaki pencere çıkıntı olarak dikdörtgen ve iki küçük gözden yapılmış. Duvarda mavi boyalı saksılar üstte üç, altında iki saksı iki kez tekrarlanmış olarak sabitlenmiş. Her iki kapının yanında gövdesi kocaman, mavi boyalı saksılar konulmuş. İçinde bitkiler var. Her şey mavi ve beyaz.

Müzeye geliyoruz. Gişede Aziz (St.) Nikolas anıt müzesi parlak metal harflerle yazılmış pano tahtadan yapılı. Burada 50 Lira karşılığında müze kart çıkarıyorum kendime. Nasıl olsa bir çok müze var önümde, gerekli olabilir. Aslında Cem arkadaşımız Filiz öğretmenle görüşüp müze müdürü arkadaş aracılığı ile misafir olarak içeri alıyorlar. Ama ben yine de müze kartımı çıkarıyorum. Her zaman torpil olmaz.

Bisikletleri güvenli bir yere koyup içeri giriyoruz. Noel Baba’nın kilisesini Urim Baba olarak gezeceğim.

M.S. 3. yüzyılın ikinci yarısında Patara’da doğup Myra’da piskoposluk yapmış olan Aziz Nikolaos’ın saygın dini kişiliği öldükten sonra aziz mertebesine ulaşmasını sağlamış, başta eski Rusya Çarlığı olmak üzere Avrupa’nın birçok ülkesinin en popüler azizi olmuştur. M.S. 5. yüzyılda Myra’nın (Demre) Likya eyaletinin başkenti, Myra Başpiskoposunun da Anadolu’nun ikinci büyük din otoritesi olması, Aziz Nikolaos’un ölümünden sonraki yıllarda şehrin saygınlığının artmasında büyük rol oynamıştır. Myra halkı ölümünden sonra Aziz adına önce bir anıt, sonra da büyük bir bazilika inşa ettirmiştir.

Aziz Nikolaos Kilisesi mimari üslubu ve süslemesiyle Orta Bizans Dönemi’nin en seçkin örneğidir. Bugünkü kilisenin özgün temelleri üzerinde değişik zamanlarda yapılmış birçok yapı bulunur. Böylece kilise çeşitli dönemlerde inşa edilmiş bir kompleks görünümündedir. Bu kompleks ana hatlarıyla; avluya açılan iki narteks (iç avlu), iki yan koridorun arasında yer alan kubbeli bir orta mekanla (naos), bema ve önündeki syntranonlu (koro basamakları) apsisten ibarettir.

http://dosim.kulturturizm.gov.tr/muze/9

Merdivenlerden aşağı doğru inilen bir yerden Kilisenin yapısı görünüyor. Üzeri demir direklerle sabitlenip, örtülmüş yağmur ve güneşten korunmak için. Sol tarafta istinat duvarı taştan örülü. Üzerinde çam ağacı gövdesi tamamen kurumuş. Gövde kalın ve eğri büğrü.

Aziz (St.) Nikolas , bizim bildiğimiz Noel Baba bronz heykeli karşımda. Omuzunda torbasını arkaya doğru atmış sağ eliyle tutuyor. Üzerinde Papaz elbisesi, eteğinde de dört tane çocuk ile betimlenmiş. Bildiğiniz üzere Noel Baba yıl başlarında çocuklara hediyeler dağıtarak sevindirirmiş. Böylece yeni yıla çocuklar sevinçle ve mutlu olarak girerlermiş. Babamdan bana kalan miras ta tıpkı Nolel Baba gibi çocukları sevindirmek. Elimden geldiği kadar çocukları sevindirmeye çalışırım.

Kilise şimdiki zeminin altında kalmış yapısına merdivenlerden iniyorum. Kilisenin kalın duvarları ön kısmında bulunan yarım yuvarlak çıkıntı odaları restore edilmiş. Henüz çatısı yok ama üzeri kalın branda ile korunmakta.

Kilisenin ana giriş kapısında girerken kalın duvarlar, kemerli kocaman kapıdan geçiyorum. Girişte yüksek bir seki var, burayı iki basamakla çıkıp iniliyor.

Nişlerin içine Aziz Nikolas ve yardımcılarının freskleri renkli boyalarla yapılı. Uzun etekleri ve omuzlarında uzun şalları ile betimlenmiş. Aziz olduklarını belirtmek için başları turuncu renkli bir daire içine alınmış. Yüzleri böylece daha belirgin olarak görülmesi sağlanmış. Resimde üç kişi var, ortadakinin elinde İncil kitabı, diğerleri sanki İncil kitabını kutsuyorlarmış gibi.

Başka bir nişte biraz tahrip olmuş freskler var. Nişin dibinde iki sütunlu pencere var, dışarıdan içeriye ışık giriyor.

İç avluda kenarları kalın ve yüksek duvarla çevrelenmiş. İç tarafta kemerli kapılar birbiri ardında. Zemin mermerle kaplı, sağ tarafta altı köşeli kaldırım taşı ve ortasında kalın bir sütun. Bu sütun kısa, büyük bir olasılıkla çeşme olabilir.

İç kısımları birbirine kemerli koridorlarla bağlantılı. Zemin mermer kaplı ve parıldıyor. Bu parıltılar gelen ziyaretçilerinin ayakkabılarla dolaşmaları sonucu sanki cilalanmış gibi parıldıyor.

Üzeri kemerli kapı içinde dikdörtgen kapı. Kapının kenarları ve üstü kemerden ayrı kondurulmuş.

Koridorlar kemerli geçişlerle birbirine bağlı. Yan odalara girişler de kemerli. Kemerin üst yarım yuvarlak kısmı pişmiş, ince ve uzun tuğlalardan yapılı. Bir metre kadar iki sıra mermer blok üzerinden tuğla örülmeye başlanmış. En arkada küçük bir pencereden beyaz gün ışığı içeriye vuruyor. Koridora vuran ışık zemindeki mermeri parıldatıyor.

Kemerlerin bazı yerlerinde duvar, bazı yerinde kalın sütun üzerine kondurulmuş. Tavan mermer blok taşlarla kubbe biçiminde örülerek kapatılmış.

Ayin salonu girişindeki koridorda tavan sıvanarak fresk resimleri boyanmış. Kemerler onarıldığı için resimlerin bazı yerleri yok. Salona giriş kapısından içerisini görüntülüyorum. İçeride iki sütun, arkasında amfi oturma yerleri. Üç pencereden vuran ışık salonu aydınlatıp zemini parlatmış durumda.

Önümdeki kemerli kapıdan iç kısmındaki iç içe iki kemerli nişte bir mum yanıyor.

Dilek olarak yakılan mum taşları is yapıp karartmış ince çizgi gibi.

Üç pencereden vuran ışığın aydınlattığı amfi ve iki tarafta üçer sütun. Zeminde papazın kürsüsü mermer kalın bir blok tam amfinin merkezinde.

Zemindeki mermerler, basamaklar epeyce aşınmış ve iyice parıldamış durumda. Yerli ve yabancı ziyaretçiler burayı çokça ziyaret ettikleri mermerin aşınmasından belli. Zeminde ve basamaktaki mermerler birbirine benzemiyor ve renkleri farklı.

Ortasında krem renkli, beyaz damarları olan yuvarlak bir mermer. Etrafında içten dışa doğru renkli üçgen parçalar yan yana dizilerek çember şeklinde yapılmış. Üçgen boşlukları da beyaz üçgen parçalar ile doldurulup desen tamamlanmış. En içteki üçgenler küçük sonrasında üçgen parçaları büyüyerek 7 kat olarak yapılmış. Üçgen paçalarının sayısı her katta 59. Hem renkli üçgenler hem de beyaz üçgenlerin sayısı 59. Yapan usta bir amaç uğruna yaptığı belli. Daire bitiminde 5 santimlik mermer ile çerçevelenmiş. Sonrası dikdörtgen mermer ve karo plakalarla devam edilerek buranın kutsal bir yer olarak belirtilmiş.

Zemin, mermer ve mozaik taşlarla süslenerek yapılmış. Kahverengi, krem damarlı mermer, mozaik süslemeli karo taşları. beyaz mermerler döşenmiş rengarenk.

Bakır bir levha sütun ayağına kaplanmış. ortada Dünya yer küresi, kıtalar çizilmiş. Avrupa, Asya ve Afrika. Merkezi ise Anadolu. Dünyanın etrafı kabartma olarak işlenmiş levhanın. Altta ise renkli desenlerle sanki Dünya alevler içinde yanıyor gibi.

Aziz Nikolas Kilisesi ziyaretimiz bitti. Dışarı çıkıp Demre de bir güzel karnımızı doyurduk. Acelemiz yok, yemeği yedikten sonra hemen Demre’nin çıkışında bulunan Andriake antik kentine doğru gidiyoruz. Cem önde bisikletini sürerken yol tabelasında düz olarak Kaş, Muğla. Sol tarafa ise kahverengi çerçevede Çayağzı (Andriake), altında beyaz çerçevede Yat Limanı Yazılı. Düz giden yolu D.400 olduğunu da belirtmişler. Sağ tarafta üzeri naylonla örtülü seralar var.

Biz Antik kente doğru döndük karayolundan. Küçük bir tırmanıştan sonra kazı alanına geldik. Dış kısımlardaki antik kemerli duvar yapısını görüyorum. Karşımda kayalıklı yamaç, zeminde çay yatağı sazlar ve otlarla kaplı. Sağda bir iş kamyonu park etmiş durumda.

Antik kent girişindeyiz. Kahverengi boyalı tabelada “Andriake Örenyeri Likya uygarlıkları müzesi” yazılı. Sola doğru ok işareti ile belirtilmiş nereye gideceğimizi.

Andriake, Demre kent merkezinden nehir boyunca batıya uzanan asfalt yol üzerinde 5. km.de bulunan Çayağzı mevkiinde yer alır. Kent, Myra’nın limanı ve onun oluşturduğu bir yerleşim olarak bilinir. Ancak M.Ö 200 yıllarında Andriakos (Kokarçay) nehrinin ağzında Andriake isimli bir şehrin olduğu ve M.Ö. 197’de III. Antiokhos’un Antiokheia’dan çıkarak, Ptolemaioslar’ın elinde bulunan yerleri alarak, filosuyla Andriake’ye geldiği bilinmektedir. Livius’ta ise Andriake’nin ismi güney Lykia kentleri arasında sayılmaktadır. Part Savaşını planlayıp, Asia ve Lykia’ya gelen Traian, Myra’da konakladığında Lykia’nın güneyinde güzel bir limanın planlamasının yapılması gereğini belirtmiştir. Fakat planlama ve uygulama Hadrianus’a ve onun zamanına aittir. İ.S. 18’de Germanicus ve karısı Agrippa’nın Myra ziyareti, Andriake’ye dikilen heykellerle onurlandırılır. İ.S. 60’ta ise Kudüs’te huzursuzluk çıkardığı için Roma’ya hesap vermek üzere yola çıkan Aziz Paulos’un gemi değiştirmek üzere burada mola vermiş olması, Andriake tarihinin renkli sayfaları arasındadır. Andariake antik kentinin kalıntıları büyük ölçüde limanın güneyindeki tepenin eteğine yayılmıştır. Demre yönünden ilk karşılaşılan yapı, Andriake’ye tatlı su getiren aquadükt’tur. Kemerli girişi, içte nişli duvarları ile tipik bir Roma devri yapısı olan nymphaion, kentin doğusundadır. En önemli kalıntısı, 65*32 m. boyutlarında, sekiz odalı, dikdörtgen planlı Hadrian Dönemi (İ.S. 117-138 ) ( silo, tahıl ambarı ) Granariumu’dur. Cephede girişi sağlayan sekiz kapı bulunur ve her kapı bir odaya açılmaktadır. Ön cephe duvarında kapıların üstündeki pencereler iç kısmı ışıklandırmak için yapılmıştır. Ön cephede terasın iki yanında depo ile ilgili görevli odaları yer alır. Ortasındaki büyük giriş kapısının hemen yanında Roma imparatoru Hadrian ve karısı Sabina’ya ait aynı büyüklükte iki büst bulunmaktadır. Cepheye yerleştirilmiş aralarında grifon olan Serapis ve Pluton kabartması ise, yazıtında açıklandığı üzere granarium memurunun rüyası üzerine yapılmıştır. Granarium ile liman arasındaki alanda liman caddesi, caddenin önünde de üstleri yarıya kadar açık gemi barınakları bulunmaktadır. Kentin en büyük yapısı Plakoma adı verilen Pazaryeri veya agoradır. Agora’nın güney yönü hariç, üç tarafı dükkânlarla çevrili olup ortasında sarnıç bulunmaktadır. Agora’nın önündeki yükseltide ise ev kalıntıları yer alır. Gözetleme kulesi yamacın batısındadır. Limanın kuzey kısmı büyük ölçüde Lykia türü lahitlerin bulunduğu, bu arada iki Bizans dönemi kilisesinin kalıntılarına rastlanan nekropol alanıdır.

(Kaynakça: “Andriake” Dünden Bugüne Antalya [II. Cilt], Antalya İl Kültür ve Turizm Müdürlüğü, 2012, Antalya, 194.)

Aşağıda Andriake yerini anlatan yazı resmi.

Aşağıda çay ağzı, sazlık ve yakın dönemden kalan bina yıkıntıları.

Üç sütunu sağlam, bir sütun ortadan kırık, kare yapılı, sadece bir sıra duvar çevrili tapınak. Sütunların tepesinde işli başlıklar da sağlam duruyor.

Büyük mermer bloklardan yapılmış duvarı yandan çekiyorum. Yanda yürüme yolu Arnavut kaldırım taşı ile tren raylarından sökülmüş ağaç traversler ile yol haline getirilmiş.

Girişte iki sütun ve mermer bloklardan yapılmış bina giriş kapısı. Duvarları da kalın bloklardan yapılmış.

Binanın dibinde su kanalı var.

Yıllarca antik kentin üzerinde ekip biçmiş, hayvanlarını otlatmış Hasan bizim rehberimiz. Antik kentin olduğu yer Hasan’ın ailesine aitmiş. Kazı olayları başladığında istimlak edilmiş arazi. Şimdilerde Hasan işi gücü buraya gelen ziyaretçileri gezdirmek antik kenti. Uzamış sakalı beyazlaşmaya başlamış. Başındaki geniş açık renkli bez şapka kafasında güneşin yakıcı sıcağından koruyor Hasan’ı. Küçük kareli gömleği, esmer teni güneşten yanmış, uzamış sakalı ile sanırsın ki kazı başkanı Profesör Doktor Hasan. Görünümü öyle ama tatlı ve hoş sohbetli bir adam. Antik kenti gezerken güneşin yakıcı sıcağının etkisi ile biraz yorulunca oturup dinleniyoruz. Böylece Hasan, Cem ve ben elçek resim çekiyorum kendimizi bir poz. Güneş yüzümüze yansımış, yere oturmuşuz. Arkada antik kentin taş duvarları.

Epey geniş alana yayılmış olan antik kent bir zamanlarda ihtişamlı bir yaşam sürüldüğü yapılarda kullanılan taş bloklardan belli. Düzgün yontulmuş taşlar aynı titizlikle üst üste konularak sağlam yapılar meydana getirmişler. Bu yapı tahıl ambarı olarak kullanılmış. Odaları 65 X 45 metre boyutlarında, alanı 2300 m. Onca geçen zamana rağmen çatısı hariç duvarların çoğu ayakta ve sağlam. Uzun bir binanın bej renkli taş duvarı boydan boya. Arkada tepe ağaçlarla kaplı.

Geniş taş bloklarla kaplı zemin görüyorum. Tam ortasında bir kuyu var. Kuyu kare yapılı, yanlarda iki direk. Direğin üzerinde tambur ve kolu. Bu tambura ip bağlanıp kova ile kuyudan su çekiyorlarmış eskiden. Şimdi ise ip ve kova yok, öylece yapılı duruyor.

İlk önce kuyu olduğunu sandığım yer aslında yeraltı sarnıcı. Sarnıcın içine giren merdivenlerden aşağıya iniyorum. Merdivenin boşluk olan kıyılarında tahta korkuluk var.

Zeminde gördüğüm geniş taş blokları tutan kemerli yapı görüyorum. Kemerler kalın taş bloklarda sık olarak yapılmış. Kemerler 3 metre genişliğinde, bir adam boyundan biraz fazla. Zemin yürümek için tahta kaplanmış. 7 tane kemeri iç içe çekiyorum tam ortadan.

Arka tarafımdan da bir poz çekiyorum kemerleri. Dipte sarı renkli lambanın ışığı duvara yansımış. Solda tavandan gün ışığı içeriye girip aydınlatıyor ortamı.

Işığın geldiği yeri çekiyorum tavanda. Kemerli duvarların üzerine enlemesine geniş taş bloklar konulmuş. Onun üzerine de iki kemer arasını kapatacak kadar daha geniş taş plaka ile örtüldüğünü buradan görünce anlıyorum. Tavanda gün ışığının geldiği boşluk yukarıda gördüğüm kuyunun ağzı.

Kare kolon üzerinde kemerin başlangıç noktasını çekiyorum. İki yana doğru yarım daire biçiminde taş bloklarla yapılmış. Kendi ağırlığı kolon üzerine eşit olarak dağıtılıp tavan kısmını taşıyor. Kemer taşlarının üstü normal biçimde taşlarla örülüp doldurulmuş.

Bir zamanlar bu sarnıç su ile dolu imiş. Kanallarla uzaklardan su getirilip sarnıç içine akıtılarak binlerce ton su depolanıyormuş. Bu kadar büyük sarnıç yapılması burada yapılan mureks işliklerinde bol su kullanılması. Sarnıç’ın içine giren su oluklarında birisinin resmini çekiyorum yakından.

Kuyuyu daha yakından çekiyorum. Tek parça kare bloktan kuyu ağzı yapılmış, taş blokun yüksekliği 80 santim. Tahtadan iki direk, direklerin arasına da tambur yerleştirilmiş. Tamburun mili yanlardaki iki tahtadaki deliklere yerleştirilerek tahta bir kol tamburun bir ucunda. Bu kuyu yeni yapılmış. Taştaki çekiç izleri ve tahtaların yeni görünümü kahverengiye boyanması ile belli oluyor.

Mureks, bizdeki olta balıkçıların Madya olarak adlandırdığı deniz kabuklusu elde etmek kolay. Gel gelelim bu kabuklulardan mor boya elde etme hiç te öyle kolay değil. 12.000 kabukludan sadece 1.5 ila 1.7 gram boyar elde ediliyor. Böyle zor şartlarda ve az elde edilmesi antik dönemde mor rengin altından daha kıymetli olmasını sağlamış. Mor renkli boyalı kumaşları krallar ve soylular anca alıp giyebiliyormuş eski zamanlarda. Binlerce Mureks kabuklusundan elde edilen mor boya değerli olduğu kadar kötü kokusu kumaş boyası yapılan atölyelerin şehir dışına yapılmasına neden olmuş. Bu kadar çok kırık kabuklar nereye atılacak? Tabi ki işliklerin hemen yakınına. Metrelere yüksek tepeler oluşturmuş kırık kabuklar. Yapılan kazılarda bu kabuk tepeleri de ortaya çıkmış.

Artık neredeyse birbirine kaynamış olan kabukların yakından resmini çekiyorum.

Zeytin ağaçlarının gölgeleri kabuk tepelerine vurunca Hasan ve Cem tepenin üzerine oturup gölgede serinliyorlar.

Kazısı tamamlanmış su kanalları ortaya çıkmış. Mureks deniz kabuklarının işliklerinin su gereksinimini karşılıyor. Kanal L biçiminde zeminde. Başı ve sonu yok.

Su sarnıcında iki kuyu var, Sarnıcın etrafında dükkanların kalıntıları çevrelenmiş olarak duruyor.

Binanın çatısından akan su kanallarla sarnıca doğru akacak şekilde yapılmış. Düz ve yüksek bir duvar ve dibinde su kanalı.

Sarnıcın çevresindeki dükkanların birindeki taş blokların arasında zeytin ağacı çıkmış. Zeytin ağacının gövdesi kökleriyle birlikte duvar arasında kendine yer edip bir taş bloğu çepeçevre sıkıca kavrayıp yerinden oynatarak yaşamın gücünü bize gösteriyor.

Duvardaki taş bloklar o kadar düzgün yontulmuş ki taşların birleşim yerlerindeki boşluk yok denecek kadar az. Bazı bloklarda L biçiminde oyuklar yapılmış. Büyük bir olasılıkla tahtaların girinti yerleri olarak yapılmış.

Andriake çayının alüvyonlarla kapattığı liman ve limanda kullanılan ahşap vinçler.

Vinçleri daha yakından resmediyorum cep telefonum ile. Bu vinçler antik dönemden kalma değil, yakın zamanda yapılıp kahverengi ahşap boya ile boyanmış. Dört tekerlekli, ön ve arka dingilleri birleştiren iki kirişle bağlanmış. Arka kısmı ağırlık taşları konulsun diye uzatılmış. Önde ise vinç kaldırma kolu ileri ve yukarıya doğru uzatılarak kaldırma işlemini yapıyor.

Daha büyük bir vinç yapısı var karşımda. Arkada sabit kocaman bir tambur, tamburun miline ip dolanıp vincin ucuna getirilerek yük kolayca kaldırıyorlarmış.

Kocaman bir binanın önüne geldik. burası Likya uygarlıklar müzesi. Tabela müze binasının girişinde. Tabelada Müze, Likya uygarlıklar müzesi, Lycian civilization museum yazısı yazılmış.

Müzenin içine giriyoruz. İlk göze çarpan yazılar burasının tarihini anlatan tabelalar. ANDRİAKE diye başlık atılmış. Altında yukarılarda yazdığım tarihçesi yazılı.

Antik dönemde paralı Lidyalılar bulduktan sonra gelişen para basma işi her tarafa yayılmıştı. Burada da darphane olarak adlandırdığımız bir atölyenin resim çizilerek anlatılması betimlenmiş. Darphane de üç işçi çalışıyor, üzerlerinde işçi kıyafetleri giymişler. Karşıda ocak yanıyor, bir işçi elinde küçük bir potada erimiş madeni sıcağı sıcağına kalıba döküyor. Bir işçi de para büyüklüğünde dökülen metal üzerine çekiç ile zımbalayıp paraya şekil veriyor. Diğer işçi de basılmış metal parayı elinde tutup kalite kontrol yaparak parayı kontrol ediyor. Ocağın üstünde asılı demircilikte kullanılan aletler asılı. Sıcak metalleri tutmak için uzun saplı çeşitli maşalar, yerde kovanın içinde şişler, bir demirci makası. Bir kütük, üzerinde paraya şekil verilen zımba kalıbı. Burası küçük bir atölyede bir para basılan darphane.

Mermer plakaya yazılmış yazıt. Yazı Yunanca yazılmış, üste solda üç küçük dikdörtgen oyuk var, yazının başlangıç bölümünü bozmuşlar nedense. Ortada da bir oyuk açılmış.

Antik dönemden kalma pirinçten yapılmış 3 tane değişik boyutta olta iğneleri. Demek ki o zamanlarda olta balıkçıları varmış.

İki tane parmakları olan ayak uçları heykelin birinden kopup ayrı bir yerde bulunmuş olmalı. İki ayak ta sol ayak ucu. Gövdeler kim bilir nerde.

Üç çömlek yan yana, arkamdan vuran sarı renkli ışık taş duvarı aydınlatırken yürüyen bir adamın silueti görünüyor.

Antik dönemdeki tiyatrolarda kullanılmış mask örneği. Ağız ve gözleri oyuk. Mask kireç taşından yapılmış.

Duvara asılmış afişte yazanlar;

Mureks İşlikleri

Andriake’de en ilginç mekânlardan birisi de Plakoma’nın kuzey kapısının doğusunda 6.yy.’da faaliyet gösteren Mureks adındaki kabuklu deniz yumuşakçalarından elde edilen mor kumaş boyasının üretildiği işliklerdir. Kumaş boyamakta kullanılan renk, mureks türü deniz yumuşakçalarının salgı bezinde bulunan mukusun havaya bırakılarak oksitlendirilmesi ve fırınlanması ile elde edilmektedir. Aperlai de kullanılan murekslerin kabukları denize atılmışken, Andriake’de Agoranın doğu ve batı kısımlarına yığılmıştır. Yer yer 3 metreye varan tepeler biçimindeki bu yığınlar yaklaşık 400-800 metre küp arasında deniz kabuğu içermektedir. Bu atıklar kireç harcı ile karıştırılıp mureks harcı olarak yapılarda kullanılmıştır.

Renkli kalemle çizilmiş mureks kabukları. İçleri boş olan 5 tane kabukların dış kısmı çıkıntılı sarmal olarak çevrelenmiş.

Sunak taşı, dairesel olarak çiçekler oyularak şekillendirilmiş. Kötülüklerden ve kötü ruhlardan koruyucu olarak 3 gorgon kız kardeşlerden Medusa, bakışları ile karşısındakini taşa çeviren kesik baş betimlenmiş.

Müzenin içinden dışarıya çıkınca güneşin parlak ışıkları gözlerimi kamaştırıyor ilk önce. Müze içindeki lamba ışıkları loş ortamda yumuşak geliyor gözlere. Gözler güneş ışığına alıştıktan sonra gezimize devam ediyoruz. Küçük dikdörtgen tekne, sığ sularda uzun bir sopa ile hareket ettiriliyor su üzerinde.

Küçük teknenin kullanıldığı çayın ağzındaki sığ sular aşağıda görünüyor. Bir tane de ahşaptan yapılmış yelkenli gemi gözüme çarpıyor.

Müzenin dışında gölgelik bir yere oturup dinleniyoruz biraz. Ben, Cem ve rehberimiz Hasan. Müze dört bölümden oluşmuş koca bir hangar. İçeride çok sayıda eser sergilenmiş. Hepsinin resmini çeksem de burada çok yer kaplayacağından sadece bir kaç resim koydum. İsteyen gidip yerinde ziyaret edip görebilir.

Geminin olduğu yere doğru inmeye başladım. Altımda binanın taş duvarları bölüm bölüm, sanki limanda depo olarak kullanılmış gibi.

Dikdörtgen bir blok halinde yapılmış bina, üzeri taş plakalarla kapatılmış. Bekçi kulübesi kadar bir yapı, aşağısında da gemi ve çayın ağız kısmı.

Yerde kanalların izini görüyorum. Kanalın üzeri taş plakalarla örtülmüş. Sadece bir kapak yerinden çıkarılıp alınmış.

Ahşap geminin yanına geldim sonunda. Üzerine tahta merdivenlerden çıkılıyor. Geminin kaptan kamarası tam ortasına yapılmış. Ön kısmında uzun boyunlu bir kuğunun ahşaptan oyulmuş heykeli yapılmış.

Geminin uzun ahşap yelken direği. Tepesinden aşağı doğru inen  yelken ipleri.

Güvertenin üzeri tahtalar ile kaplanmış. Direkten aşağıya doğru inen halatlar küpeştelere ve ortadaki bağlantı yerlerine bağlamışlar.

Geminin ambar kısmına iniyorum. Burada amforalar yatık durumda sıralanmış. Amforaların dipleri sivri olduğundan dik olarak kullanılmıyor. Amfora içlerinde sıvı taşıdıklarından geminin sallantısından etkilenmemeleri için tavana asılıp dökülmeleri engellenmiş oluyor.

Geminin arka kısmında yanda dümen palası konulmuş. Uzun bir kalın sırık, sudaki bölüme kürek yapılmış. Küpeşteye demir bir halka ile bağlanmış durumda. Kürek kısmında ise iple yukarıdan sarkıtılarak bağlanmış. Yelkenle giderken gemiye yön veriliyor dümen ile.

Karada kullanılan ırgat. Irgat dedikleri tabanda iki uzun kalas üzerine dört ayak konulmuş, boyu 1 metre. Ayakların bitiminde küçük bir platform, ortası delik. Aşağısında da ortası delik mil yatağı. Dikine konulmuş 30 santim kalınlığında kalın bir mil. Milin üstünde iki delik 90 derecelik açıyla delinmiş.  Bu deliklere uzun sırık geçirilmiş. Mil gövdesine tutturulan halat  sırıkları ittirilerek milin dönmesini sağlayıp halat dolanarak ağır gemileri karaya çekmeye yarayan bir alet.

Liman ambarları olarak kullanılan depoların sokağındayım. Sokağın iki tarafında depolar ve giriş kapıları.

Sararıp düşmüş okaliptüs yaprakları yerde, arasından sadece beyaz, uçları hafif pembeleşmiş bir çiçek açmış.

Antik gezimiz de bitiyor ve bu arada Merve yanımıza geldi arabası ile. Onu kapıda karşılıyoruz.  Hasret giderdikten sonra kahve takımımı çıkarıp kahve pişirmeye başladım. Merve ile Eşpedal derneğinin düzenlediği Ege turunda tanışmıştık. Yanımızda da buranın arkeoloğu Ayşe de var. Hep birlikte oturup sohbet ediyoruz kahve pişerken. Elçek ile resmimizi çekiyorum.

Kahveleri afiyetle içtikten sonra bisikletleri arabanın taşıyıcısına yükledik. Eşyaları da bagaja yerleştirdikten sonra bizlere rehberlik eden Hasan ve Ayşe ile vedalaşıyoruz. Kendilerine bize gösterdikleri yakınlıktan dolayı teşekkür ederim.  Bu arada kendisi yolda olan dengesiz arkadaşım İrfan da Kaş’ta olduğunu öğreniyorum Merve ile görüşüp bizimle gelebileceğini onayını aldıktan sonra İrfan’ı arayıp bizi Kaş’ta beklemesini, oraya geleceğimizi söyledim. Arabaya binerek Kaş’a geldik. Akşam karanlığı bastırdı bu arada. İrfan ile buluştuktan sonra akşam yemeğini bir lokantada yiyoruz. Kaş’ta bisikleti ile gezen bir bisikletçi ile karşılaştık. O da bizimle beraber yemek yedi. Hesabı ödedikten sonra dışarıda elçek bir resim çekiliyoruz hep birlikte. Resmi ismini hatırlayamadığım arkadaş bizi elçek çekerken arkasında ben, Merve, Cem ve İrfan bisikletlerle.

Arkadaşla vedalaşıp İrfan’ın bisikletini arabaya yükleyip iyice bağladık. Bir süre deniz kıyısından gecenin karanlığında ilerliyoruz denizi görmeden ama iyot kokusu ortamda var. Her zaman resimlerde gördüğüm Kaputaj kumsalını görüp denizine girmek isterdim. Ama elimde olmayan nedenlerden araba ile seyahat ettiğimden bu güzelliği sokak lambaları ışında görüyorum. Kaputaj kumsalında durup kumsalı yüksekten izliyorum. Kumsal bir işletmeye verilmiş o yüzden şezlong ve Güneş şemsiyeleri düzgün sıralanmış sahilin belli yerinde. Denizin dip dalgaları köpürerek kumsala vuruyor usulca ve 4 sıra şezlonglar sarı renkli lamba ışıkları altında kum rengi olan bej renginde. Deniz karanlık sadece kıyıya vuran beyaz köpüklü dalga görünüyor.

Kalkan köyüne kadar sahil boyunca gittikten sonra Kalkan’dan Toros dağlarına doğru tırmandık. Merve’nin Öğretmenlik yaptığı köy olan Sütleğen’e geldik. Bu gece Merve’nin evinde kalacağız. Bisikletleri ve eşyaları arabadan indirip eve yerleştik. Önce sıcak bir duş ardından sohbet, muhabbet kahve içerek zamanın nasıl geçtiğini anlamadık bile. Gecenin geç zamanında yatıyoruz.

Bu gün yaptığımız yol yaklaşık 66 Kilometre civarı.

Aşağıda yaptığımız yolun haritası Kumluca –  Demre

Powered by Wikiloc

Antalya Manavgat – Mersin Bisiklet Festivali 3. Gün

3 Ekim 2015 Cumartesi

3. Gün

Manavgat – Aspendos – Manavgat

(Kör arkadaşlar için betimleme yapılmıştır)

 

maviyi soruyordun, gözlerimden yüzüme yayılan maviyi mi

bir renk değildir mavi huydur bende

ve benim yetinmezliğimdir

ve herkesin yetinmezliğidir belki

denecektir ki bir süre

ve denenecektir

bir akşamüstünü düşünmek bir akşamüstünü düşünmekten başka nedir ki.

 

gelecekten utanarak dönen bir sevinçliyim

ya sizler

ey sırasını beklemeden gelen akşamüstleri.

 

Edip Cansever

 

Öne çıkan görsel, sabahın serinliği, henüz Güneş doğmamış, alaca karanlıkta Toros dağları. Önden arkaya doğru üç sıra dağ.

Sabahın seheri Güneş doğmadan önce Toros dağlarından denize ulaşırken Dünyaya ve bana hayat veriyor. Akdeniz’in en güzel sabahlarından biri daha başlamak üzere. Güneşin doğuşunu izlemek üzere çadırımdan uykumu almış olarak çıkıp hazırlıklarımı yapıyorum. Sabahın hazırlığı ve Güneşin doğuşu kahve ile kutlanmalı. Alacakaranlıkta henüz aydınlanmış gökyüzü Toros sıra dağlarının uzayıp giden tepeleri üç sıra, kademeli olarak siluetleri gayet net biçimde görüyorum. Dün bu sıra dağların ikincisinin ardına gitmiştik.

Güneş henüz doğmamış, alaca karanlık. Önde Manavgat çayı, ardında sıra dağlar üç kademe art arda. Sıradağlar siluet halinde ufuk çizgisinde çizgileri belli oluyor. Bu resmi öne çıkan görsel olarak seçiyorum.

Cezvemi ocağa sürüyorum pişsin diye, Güneş kızıl ışınlarını birazdan ufukta dağların ardında gösterecek. Manavgat çayı dingin su yüzeyinde sakin ama alttan aktığı belli olmasa da biliyorum aktığını. Ağaçların yansıması durgun sularda görünüyor.

İlk ışıkları dağların doruklarını aşmaya başladı.

Ve Güneş görünmeye başladı.

Saniyeler geçtikçe yükselmeye başladı. Işınlar içimi ferahlatıyor kahvemi yudumlarken. Sabah kahvesinin tadı güneş doğarken bir başka oluyor. Güneşin doğuşu bana bir müjdeli haber gelmesine neden oluyor. Festival başkanı Ceyhun yanıma gelerek müjdeyi verdi. Devrim aramıza katılmasına karar vermişler. Bu haber güne daha da mutlu başlamama neden oldu. Esma’nın çabaları sonucunu gösterdi. Devrim tek başına bisiklet sürerek Manavgat’a gelecek.

Güneş tamamen kendini gösterdi, yansıması Manavgat çayında.

Dedim ya bu gün başka bir güzel ve çevremdeki nesnele daha değişik geliyor. Kamp alanında bulunan heykeller bile gözüme göründü. Daha önce gözüme ilişmemişti. Heykellerin tarihi bir önemi yok, yeni yapılmış ama güzel bir çalışmanın ürünü.

İki dikdörtgen sütun, sanki üstteki kemeri yıkılmış gibi yapılmamış. Arkasında, içinde dikdörtgen mermere sadece başlar yontulmuş. Öndeki sütunda yazılar var.

Uzun kuyruk her sabah olduğu gibi kahvaltıda sıramızı beklememize neden oluyor. Kahvaltıyı yaptıktan sonra herkes bisikletlerini hazırlayıp kamp çıkışında beklemeye başladı.

Herkes hazır olunca hareket ediyoruz. Bisikletliler yola çıktı.

Yolun karşı tarafından geçen bisikletlilerin resmini çekiyorum.

Arkadan gelenleri de çekiyorum.

Epey kalabalığız, üç yüz kusur kişi var. Arkalarından çekiyorum.

Denize paralel şehrin mahallelerinden gidiyoruz ve ilk molayı veriyoruz. Yerde yeşil sprey bola ile bisiklet, Mola yazısı ve ok işareti çizilmiş. Gideceğimiz yönü belirtiyor. Ok sağa gidin diyor. Burada mola vereceğiz.

Mola yerinde sedirler, minderler, yer sofraları var. Pek turist olmadığından ortalık bize kaldı. Molayı çay içerek değerlendirip dinleniyoruz.

Yer minderinde  bağdaş kurarak oturuyorum. Tahta çitlerle oturma yerleri birbirinden ayrı bölmelerle ayrılmış birbirinden. Önümde kare bir masa, köşede sehpa, üzerinde eski bakır sürahi.

Molanın ardından köy yollarından sakin bir şekilde gidiyoruz. Bir kişi yolda bisiklet sürüyor. Çam ormanı içindeyiz.

Ardımda yol sola kıvrılarak hafif inişli. Kıyılarda tarlalar var. Bir grup bisikletli bana doğru geliyor.

Gelen grup önümden geçip gidiyorlar.

Daha önceki Büyük Taarruz bisiklet turunda bulduğum plastik dinozor oyuncağını bisikletimin gidonunda aylarca taşıdım. Babası ile birlikte katılan bu minik çocuğa dinozor oyuncağımı veriyorum hareket halindeyken. Çocuk, ilk önce şaşırdı ama elimden oyuncağı alıp seviniyor. Babası teşekkür edip sevincini belli ederek yoluna devam ediyor.

Babası ile bisiklete binen çocuk. Önde kadro demirine oturak yapılmış.

Önümden sürekli bisikletliler geçip gidiyor.

Aynı yerdeyim sürekli resim çekiyorum bisikletçiler geçtikçe.

Bisikletin bir güzelliği varsa o da çevrende gördüğümüz yeşillikler olsa gerek. Bu fırsatı değerlendirmek için de sürüyor olabiliriz.

Ekilmemiş tarla yeşil ot bürümüş. Sağda kargılardan oluşmuş saz kümesi. Hafif bir bayır, ağaçlar ve çalı ile kaplanmış durumda.

Az önce resim çektiklerim benden uzaklaşmış gidiyorlar.

Kırsal alan bitti, çam ormanları başladı.

Ağaçlar bazı yerde tünel olmuş, en sevdiğim görsellerden biri. Geçmeden önce resmini çekiyorum.

Yol kıyısındaki sazlıkların arasında bir geçit gözüme ilişiyor. O da bir köpeğin sazlıkların arasına girince fark edebiliyorum. Arkasında olasılıkla bir tarla var.

Akdeniz iklimi biraz sıcak bu aralar, su molası vermek gerek. Yerde beyaz boyanmış çeşme ve SU yazılmış.

Yolumuzun üzerinde köyler var, köylüler yaz boyu yetiştirdikleri ürünleri toplamış. Bu ürünlerden birisi de darı. Güneşte kurutup yemlik olarak kış aylarında hayvanlarına verecek. Büyük bir naylon yere serilmiş. Üzerinde sarı renkte darılar yapraklarından sıyrılıp kurumaya bırakılmış. Kenarda koçan yaprakların yığını. Ümit köylü ile poz veriyor bana.

Köyün içinde giderken arka tekerleğim oturuyor birden bire. Aylardır lastiğim ilk defa patlıyor. Daha doğrusu lastikleri taktığımdan beri ikinci defadır patlıyor. Çantaları çıkarıp bisikleti ters çeviriyorum. Lastiği söküp dış lastiği kontrol ediyorum, bir cisim batıp çıkmış. Yedek iç lastik ile değiştirip pompa ile şişirmeye başladım.

Lastik tamiri bittikten sonra yola çıkıp öndekilere yetişmek için basıyorum pedallara. Daha çok ana yolda olduğumuzdan Aspendos yol ayrımına vardım bile. Aspendos’a gelmeden önce Köprüçay üzerindeki taş köprüye geliyoruz.

Ümit köprüden öteye bakarken ardımdan çekmiş uzun saçlarım omuzlardan aşağı sarkmış durumda.

Köprüçay sakin sakin akıyor, uzun bir yoldan gelmiş. Yorgun ve dingin, Denizlerden buharlaşıp buluta karıştıktan sonra yağmur olarak yağacak. Çağlaya çağlaya kayaları, dağları aşıp gelmek o kadar kolay değil. Aradan uzun zaman geçmiş, belli ki denize kavuşmadan önce tekrar sakinliğine bürünmüş.

Köprü girişinde çay durgunluğunu yitirmiş taşların üzerinde çağlamakta.

Dingin sular son defa kayalarda çağlayıp şöyle bir silkindikten sonra tekrar sakince akmaya devam ediyor.

Bisikletim KUZ ise her zaman olduğu gibi sakince beni bekliyor köprünün üstünde.

Aspendos harabelerini gezmeden önce yemek yemeli diyerek yemeğimizi bir an önce almak için kuyruğa dahil oluyorum. Resimde gördüğünüz gibi menüde balık var.

Yerde balık resmi çizilmiş beyaz boyanmış. Ok işareti kırmızı dikdörtgen içinde siyah çizilmiş.

Eline fıs fıs boya tüpü olunca Ant bis Festival logosunu çizmişler yere. Fena olmamış yani. Bisiklete binmiş çizgi figür, deniz ve güneş.

Yol boyunca beni yalnız bırakmayan Ümit ile beraberim. Ümit’i bisikleti ile çekiyorum.

Yemekten sonra zamanımız olduğundan hemen şortlarımı giyip köprüçayın serin sularında yıkanıyorum. Kurulandıktan sonra giyinip Aspendos antik tiyatroyu bir dolaşıyorum. İlkbahar sonunda gelip görmüştüm Ferdimen ile birlikte. Giriş kapısı yüksek kemerli yapılmış. Onun üstünde küçük kemerli pencereler.

Kemerli tünelden geçiliyor tiyatronun içine. Çoğu yer onarılmış, yeni olduğu belli. Tünelin ucu aydınlık, içinde insanlar girip çıkıyor.

Tünelin ucundayım, dışarısı aydınlık. Güneş dik vurduğundan ışık bol.

Aspendos tiyatrosunun orijinal mavi renkte çizimi ve yanında tiyatro hakkında bilgi yazılmış.

Tiyatronun oturma düzen çizimi.

Tiyatronun oturma yerlerinin bir bölümü. Meydanda insanlar etrafa hayranlıkla bakıyor. Seyirci oturma yerleri orijinal mermer ile yenilenip restore edilmiş. Eski mermerlerin rengi solmuş, yıpranmış. Yenileri ise rengi çok açık, renk uyumu sağlamıyor.

İçeri giriş tünelinin ağzı, mermer bloklardan yapılmış.

Seyircilerin inip çıkılması için basamaklar yapılmış.

Seyirci oturma yerlerinin tepeden aşağı bakışı. Sahne ve meydan.

Eski ve yeni merdiven mermerleri. Renkler o kadar farklı ki. Ama aynı mermer, biri yeni, biri eski, hem de çok. Sadece yüzeylerinde zaman farkı var.

Festivale katılanlar toplanıp bir hatıra resmi çekiliyor, ben de kareye alıyorum hepsini bir arada. Gerçi sayı olarak eksik ama ne yapalım idare edeceğiz.

Daha uzaktan çekiyorum merdivendekileri.

Bu kez daha da uzaktan kemerli tünelin içinden çekiyorum bir poz. En üstte sütunlu kemerli revaklar sundurma olarak yarım daire biçiminde. Oturma yerlerinde onarılan yerler alacalı renkte.

Sonra ben de aralarına karışıp resim çekiliyoruz. Yandakileri çekiyorum.

Resimden resim çekiyorum tiyatronun yukarıdan çekilmiş halini.

Dönüşte taş köprüden değil de normal yoldan inip yeni köprüden taş köprüyü çekiyorum uzaktan.

Geri dönüşümüz serbest olarak ana yoldan kamp alanına gideceğiz. Bu arada Devrim’i arıyorum yolda olduğunu söylüyor. Dikkatli gelmesini söyledim. Kız tek başına ilk defa şehirlerarası yol yapıyor. Ana yol olunca fazla mola vermeye gerek yok deyip Manavgat’a kadar bir çırpıda geldim. İlk sapaktan Sorgun Titreyen göl yönüne saptım.

Artık gölgeler iyice uzamaya başladı. Asfalta düşen uzun gölgemin resmini çektim.

Yok kıyısında mazgallar hem derin hem de yönü bisiklet tekerleğini içine alacak şekilde konulmuş. Belediyenin bisikletten haberi olmadığı kesin. Bisikletim KUZ’un ön tekerleği mazgalın içinde.

Turistlerin ilgisini en çok deve çekiyor olmalı ki para kazanmanın en iyi yolu. Otellerin bile devesi var. Ne demeli…

Her zaman olduğu gibi Güneşin batışını kaçırmıyorum. Güneşin parlak ışıkları ağaçların tepesinde olunca alt kısım karanlık çıkıyor. Gökyüzü aydınlık açık mavi renkte.

Kamp alanına geldikten sonra hemen çeşmedeki hortumdan duşumu alıp ter kokusundan sıyrılıyorum. Yemek sonrası Antalya Bisiklet Festival komitesi bizler için ta Afrika dan gösteri ekibi getirtmiş. Çeşitli akrobasi hareketleri çevik hareketlerle bizlere sunuyorlar. Birisi yere paralel sırt üstü duruyor, diğeri ters yönde aynı pozisyonda alttakinin dik duran ellerinde omuzları. Onun üstünde yine ters ve elleri ile birine daha destek olmuş. Hepsinin üstünde amuda kalkmış biri elleri ile altındaki kişin ellerinin üzerinde değişik kule yaptılar.

En kuvvetli olanı  ayakta, iki kişi de üst üste omuzları üzerinde dik duruyor.

Yeni bir gösteri daha başladı, yere biraz büyükçe sandalye konuldu. Üstünde iki ayakları kıyıda yan yatırılmış arkalığa dayanmış olarak ikinci sandalye konuldu. Üzerinde de biri elleri üstünde amuda kalkmış.

Sonra yan yatık olan sandalyeye dört ayağı dik oturtuluyor. Adam bir kat daha yukarı çıkmış oldu.

Üstüne tersine başka bir sandalye daha konuyor. Her seferinde kule üzerindeki adam ile yükseliyor.

Bir sandalye daha ikinci sandalye gibi yan yerleştiriliyor.

En son üzerine tabure yerleştirildikten sonra kulenin tepesinde amuda kalkmış biri.

Yeni bir gösteriye başlandı, Limbo dansı. Sopanın altından müzik eşliğinde geçme dansı. Sopa alevler içinde, en hareketli olan altından geçerek gösterisini sunuyor. Her geçişten sonra sopa giderek alçalıyor.

Baldırları üzerinde biri ayakları üzerinde başka birini dizlerinden tutarak destek almış. Onun üzerinde elleri üzerinde amuda kalkmış birini tutuyor. En altta en güçlüleri, en üste ise minyon tipi, zayıf kadın var.

İki kişi ayaklarını açmış, bacakları biraz kıvrık karşılıklı durmuş. Dizlerinin üstünde ayakları ile iki kişi yine karşılıklı. En alttaki elleri ile dizlerinden tutarak destek almış bir durumda.. Üstteki iki kişinin elleri üzerinde kadın amuda kalkarak kuleyi oluşturmuş.

İki kişi sırt üstü yerde ayakları ile birisi ayaklarını başka birinin sırtına destek olmuş. Ayakları açık olarak yere basıyor. Ellerinin üzerinde amuda kalkmış. Ayakları açık olanın dizlerine ellerini dayamış amuda kalkmış birisi. Buna da ikinci yerde sırt üstü yatan ayaklarının üzerinde omuzlarını dayamış. Yerde sırt üstü yatanları elleri dik birer kişi amuda kalmış. İlginç bir yapı oluşturdular.

Aynı pozisyonu daha az kişi ile yapıyorlar.

Öyle hareketliler ki birbirleri üzerinde atlayıp zıplıyorlar

Öncekilere benzer başka bir pozisyon yapıyorlar.

Birbirine ters düz destek yaparak amuda kalkıyorlar.

Üç katlı bir kule oluşturdular bu kez.

En kuvvetli olanın beline dört kişi ayakları ile sarılıp yana doğru açıldılar.

7 Kişilik grubun nefes kesen gösterisi bitiyor. Gösteri sonunda bizleri selamlıyorlar alkışlar arasında.

Gösteriler bitince Devrim telefonla beni arayıp Manavgat’a geldiğini haber verdi, onu karşılamaya gidiyorum. Karşıladıktan sonra birlikte kamp alanına gelip çadırını kurmasına yardım ediyorum En son Salda gölü festivalinde görüşmüştük. Yerleşme bittikten sonra bisikletçi, karikatürcü, yazar aynı zamanda bisikletin manifestosunu yazmış olan Aydan Çelik ile oturup kahve pişiriyorum.

Yanımda şanslı olan üç kişi kahvemi içebiliyor. Esma, Devrim ve Aydan Çelik.

Aramıza beşinci olarak Işıl girmeye çalışıyor. Neyse ona da kahve pişiriyorum ama sağa sola gidip gelmekten doğru dürüst kahvesini içemiyor.

Aydan Çelik bana kitabını imzalıyor sağ olsun. Kahveyi hak etti nasıl olsa. Torpil geçmek gerek.

Kahve ile beraber güzel sohbetler yapıyoruz çadırların önünde. Herkes kendi hikayesini anlatıyor. Ben de kahve pişiriyorum sürekli. Kahve bol nasıl olsa. Durum kahve pişirilmesi olunca bana neden bir kahve dükkanı açmıyorsun diyorlar. Ben de dükkanla, müşterilerle uğraşamam, böyle daha iyi kahve yapıyorum diye dileklerini geçiştiriyorum.

Bunu söylerken de kafama gerçekten bir mekan, kahve pişirebileceğim bir yer düşünmeye başladım. Kahve para ile satılmayacak, dükkan kirası, vergi gibi ıvır zıvırla uğraşmadan bir yer. Bakalım İzmir’e dönünce iyice düşünüp hayata geçirmeliyim bu fikri. Hele bir döneyim de öyle düşünürüm.

Sahilde akşam ateşi yine yanıyor, ateş başını sevenler toplaşıyoruz. Türkücü dostumuz Nevzat sazı ile bizlere türküler çalıyor. Biz de ona eşlik ediyoruz. Devrim de güzel sesi ile muhteşem türküler söylüyor yıldızların altında. Türkülere ateşin yalımları çıtırtıları ile türkülerini fısıldıyor.

Zamanın nasıl geçtiğini anlayamadık bile. Hiç birimiz sohbetin bitmesini istemiyor ama sabah yeni bir tur başlıyor ve uyumak gerek.

Bu gün yaptığım yol yaklaşık olarak 86 Kilometre civarı.

Powered by Wikiloc