Etiket arşivi: tokyo

İki Garip Bir Akdeniz 5. Gün

2 Ekim 2017 Pazartesi

Tekirova – Adrasan – Kumluca Sahil

(Kör arkadaşlar için betimleme yapılmıştır)

 

Artık hiç olmasa da sonbahar penceresinde o
Camların buğulanması her akşam nefesinden

Kimsesiz bahçelerde besbelli yalnız dolaştığı

Rüzgârsız akşamüstleri yaprakların ürpermesinden

Duyulur ardında bıraktığı hayallerin gürültüsü
Sinsi bir deprem gibi camları titretmesinden

Atilla İlhan

 

Öne çıkan görsel, güneş yolun ucunda, çamların ardında batarken.

Bu gece daha rahat uyudum. Kamptakilerin çoğu gitmiş ve ortalık sessizliğe bürünmüştü. O yüzden fazla gürültü olmadı gece boyu. Uyandığımda etraf sessiz, bizim gibi bir kaç çadır haricinde kimse yoktu. Elimi yüzümü yıkayıp zaman geçirmeden çadırı topluyorum. 4 Gündür çadır sabit olarak durduğundan altı ıslanmıştı. Kuruması için ipe asıyorum hem çadırı hem de altına serdiğim brandayı. Yerde kırmızı şeritli yol kalmış, bisikletim KUZ, yanında topladığım eşyalar, Cem’in bisikleti solda, KUZ sağda, yerde eşyalarım ve ipe asılmış çadır ve branda.

Bizim gibi festivali düzenleyen Antalyalı Perşembe akşamı bisikletçileri ekibi de bu gece buradaydı. Hep birlikte kahvaltıyı yaptık, ardından veda kahvesini içtik. Beni festivale davet ettikleri için hepsine ayrı ayrı teşekkür ediyorum. Birlikte olmasak ta güzel bir kaç gün yaşadık. Onlar görevleri icabı festivale katılanları yönlendirip, yeme, içme, yol, konaklama, eğlence işleri ile uğraştıkları için pek bir arada olma fırsatı olmamıştı. Bu eksikliği kahvaltıda ve kahve içerken sohbet ederek giderdik sayılır. Festival ekibi gayet başarılı bir şekilde sorunsuz olarak bitirmenin yorgunluğu ve sonrasında rahatlamanın etkisi yüzlerine yansımış. Hepsi de arkadaşım, birlikte bir çok yerde beraber bisiklet sürdük. Akdeniz’in sıcakkanlılığı hepsinin içinde. Bizler de bunun etkisini festivalde yaşadık. Güleç yüzleri hiç eksik olmadı. Teşekkürler, iyi ki sizin gibi dostlarım var.

Cem ile uzun bir yolculuğumuz var. Buradan İzmir’e kadar bisikletle gitme planımızı gerçekleştireceğiz. İkimizin bisikletleri yüklü durumda. Antalyalı arkadaşlarla vedalaşıp birlikte hatıra resmi çekiliyoruz. Önde iki bisiklet yüklü  ve 11 kişi ve solda resmi çeken kişinin parmağının bir kısmı.

Bisiklete başladığım ilk zamanlarda işim olmamasına rağmen katıldığım festivallerden hep eve dönme telaşı yaşamıştım. Festivalden sonra yola devam eden arkadaşları imrenmişimdir her zaman. Şimdi ise festival sonrası tura devam etmenin sevincini yaşıyorum. Bu heyecanla kamp alanından arkadaşla vedalaşıp yola çıktık. Henüz Tekirova içine olduğumuzdan yolluk olarak marketten alış verişi yapıyoruz Cem ile. Gerekli olanları alıp paylaşarak çantalara yerleştirdik. Ara sokaklarda ilerlerken karşıma bir ağaç çıktı. Bu ağacı sarmaşıklar öyle bir sarmıştı ki aklıma Yunan mitolojisindeki yarı tanrı Herakles geldi.

Herakles’in o muhteşem gücü olmasına rağmen ölümüne bir şey yapamaması, sonu bu ağaç gibi hüzün ve acıyla bitmesi beni çok etkilemişti. Olay mitlerde şöyle yazar;

Herakles’in kıskanç karısı Deianeira kocasının metresi İole ile aldatmasına karşın Nessos’un kendisine aşk iksiri diye verdiği iksiri kullanmaya karar verir. Herakles Zeus için adadığı kurban kesme törenlerinde giyeceği kazağı alması için elçisini gönderir. Deianeira Aşk iksiri diye bildiği şeyi yün ile kazağa sürer. Ardından bir sandığa kilitleyip elçiye bunu açmamasını ve güneş görmemesi için sıkı sıkıya tembih eder ve gönderir. Elçi yoldayken iksiri bulaştırdığı yünü güneş altında bir kayanın üzerine koyar. Güneş ışığı altında olan yün parçası kayayı eritip toz haline getirmişti çoktan. Bunu gören Deianeira iksir konusunda aldatıldığını anlar ve pişman olur. Arkasından haberci gönderse de Herakles kazağı çoktan giymiş ve sunağa döktüğü şarabı alevlendirdikten sonra ışığı gören zehirli iksir etkisini göstermeye başlar. Kazak ışık altında Herakles’in vücuduna yapışıp etlerini eritmeye başlar. İş işten geçmiş acı ve ıstırap içinde ölür Herakles. Bilmeyerek yaptığı şeyden dolayı Deianeira intihar eder. Zeus oğlunu tanrılar katına alıp ölümsüzleştirir.

Çam ağacını kaplayan sarmaşık aynı Herakles’in giydiği kazağa benzettim. Tüm gövdeyi kaplamış durumda ve çam ağacını yavaş yavaş yok ediyor.

Çiçeklerle bezenmiş Tekirova girişindeki kavşağa geldik. Pembe çiçekler açmış begonvil, ana yola çıkan Cem. Kumluca, Finike, Muğla tabelası solu işaret etmiş. Sağı ise Kemer, Antalya olarak belirtilmiş. Biz Kumluca tarafına doğru gideceğiz. Cem de o yöne doğru yönelmiş.

Ana yola çıkınca yokuş başladı, ağır tempoda daha önce çıktığımız yeri tekrar çıkmaya başladık. Yalnız bu kez yüklü olarak. Yarıkpınar dinlenme yerine geldik. Burada daha önce durmadığımdan çeşmeden sularımı tazeliyorum. Çeşme mermer kaplı, çatısının solunda Yarıkpınar içme suyudur. Sağında da araç yıkamak yasaktır yazısı yazılmış büyük harflerle. Aynasında çeşmeyi yaptıranın ismi; Gülüzar ve Münir Solumaz hayratı yazılı.

Burada araçlar mola veriyor, çeşmede su akıyor bedava. Dinlenme tesisleri çınar ağaçları altında gölgelik yerde. Burayı Orman bakanlığı yaptırmış. İki oduna tabelasını yerleştirerek burasının Beydağları sahil milli parkı Yarıkpınar mola noktası olarak yazıp belirtmişler.

Yola yeni çıktığımızdan burada mola vermiyoruz. Sadece suları çeşmeden doldurdum. Ardından yokuşu tırmanmaya devam ederken yerde gördüğüm arabalar tarafından ezilmiş bir yengeç görünce duruyorum. Yakınlarda akan bir çay olmalı. Bu cesur yengeç macera aramak için çaydan uzaklaşıp asfalta çıkınca beklenmedik son ile hayatı bitiyor. Macera arayan cesur yengeci saygı ile selamlayıp elimle yerden alarak çalılıkların içine doğaya karışması için bırakıyorum.

Çay boyu yukarı çıkıyoruz, daha önce mola verdiğimiz yerde duruyorum. Burada da küçük bir çeşme var. Bisikletim KUZ ile birlikte resmini çekiyorum çeşmenin. Çınar ağaçları arkada ve yürüyüş rotalarını belirten tabela direği solda.

İkinci mola yerine geldik. Yerde sağa ok işareti, bisiklet figürü ve Mola yazısını asfaltta görünce biraz dinlenmek için duruyorum. Cem benden önde olduğu için burada durup bisikletini park etmiş.

Bu dinlenme yerinde mavi boyalı bir tabela var. Yapıştırma harfler güneşin etkisi ile kalkıp bozulmaya başlamış. Tabelada yazan; Beycik köyü ( 6 km ) 6 Rakamı yerinden kalkmış, sadece güneşten dolayı izi kalmış. Tahtalı ( Olimpos ) dağı ( 2366 m ) Laodikeia, Likya yolu, Üç oluk yaylası. Altta yemek, yatak, kahve, market ve antik olduğunu belirtir işaretler yapılmış her biri ayrı kare içinde.

Burada çeşme var ama suyu akmıyor. Havuzunun duvarında bisiklet figürü yapılmış. Etrafta geçen günde su molası verdiğimizde dağıtılan plastik su şişelerini görüp üzülüyorum. Bisikletçi olsak ta bazı arkadaşlar nedense doğayı sevmiyorlar. Bu şişeleri atanlar eğer tekrar buraya gelseler gördükleri manzara karşısında ne diyeceklerini biliyorum. “İnsanlar niye bu şişeleri buraya atmış?” diye söyleneceklerini gayet iyi biliyorum. Kendi pisliklerini tanımazlar ve ukalalık yapmaktan da çekinmezler. Su şişeleri sararmış çınar yaprakları üzerinde. Yapraklar bir yıla kalmaz çürüyüp gider de plastik şişeler ne kadar zamanda yok olacak? Kim bilir?

Ağır tempo olsa da tırmanışı bitirip zirveye vardık. Ana yol düz devam ediyor Kumluca’ya doğru. Biz Çıralı’ya doğru gideceğiz ama buradan değil az ileriden sola sapacağız. Gerçi Kumluca tarafına doğru gitmemiz gerek ama sahilden gideceğimizden bu yolu tercih ettik. Hem sahilde Adrasan var görülmesi gereken yer. Tabelada düz olarak Kumluca, Muğla yönü belirtilmiş. Sağa ise Çıralı, Yanartaş (Chimaera) kahverengi olarak tarihi yer olduğunu belirtmiş. Bu yol karayollarının D 400 olarak numaralandırdığı yol olarak belirtilmiş.

Sola gireceğimiz az ilerdeki kavşağa geldik Tabelada kahverengi olarak Olimpos 11 (Antik kenti) yazan yerden sola sapıyoruz.

Buradan sıkı bir iniş yapacağız 7 Kilometre civarı. 394 metrelik yüksekteyiz. Altımızda dağlar ve Akdeniz lacivert olarak görünüyor manzarada.

İniş başlar başlamaz daha önce ana yola çıkmak için kestirme dediğimiz toprak yolu görünce durup resmini çektim. Kestirme diye saptığımız yol çok dik, ellerimizle kan ter içinde çıkmıştık bir zamanlar. Aslında böyle kestirme yol diye bir kaç kez girmiştim ama çok zorluklar yaşamıştım çıkarken. Atalarımızın dediği “Bildiğin yol en kestirme yoldur” sözü kulağıma küpe olmasını diliyorum burayı görünce. (Gerçi zorlukları, bilinmeyenleri keşfetme arzusu beni yine böyle yollara sokacağına eminim. Huy değişmez.) Yolun üstünde tek katlı bir ev var. Ardında kayalıklı dağlar.

İnişte gözlemecide duruyoruz. Çay içeceğiz ama önceden pazarlık yapıyoruz yörüklerle çay kaç para diye. Daha önce bisikletçilere verdikleri fiyatta anlaşıp oturduk. Bir tane de gözleme yap dedik peynirli, otlu. Cem ile yarı yarıya bölüşeceğiz. Bisikletim KUZ önde park etmiş, arkada bölümlü oturma yerleri. Minderler, yastıklar yörük işi. Cem minderlere oturmuş ayakkabılarını çıkarıyor. Solda bir adam heykeli, üzerine uzun kollu kareli mintan giydirilmiş. Yörük evi gözleme pankartı asılmış. Pankartta burada gözleme yemiş ünlülerin resimleri basılı.

Minderlere oturup semaverde odun ateşinde demlenen çayları içiyoruz afiyetle. Elçek resim çekiyorum Cem ile beraber. Tepside iki çay duruyor. Arkada bisikletim KUZ ve semaver. Semaverin üzerinde iki mavi renkli emaye çaydanlık var.

Yorgunluğumuzu çay , atıştırmalık bir şeyler ve bir gözlemeyi ikiye bölerek giderdikten sonra kendimizi yokuşun inen kısmında bırakıyoruz aşağıya doğru. Neredeyse hiç pedal çevirmedik desem yeridir. Düzlüğe inince karşıma evini sürekli taşıyan kaplumbağa çıktı. Yolun karşı tarafına doğru seyahat ediyor. Yeni yerler görecek, oradaki otların tadına bakacak. Hiç acelesi yok, karnını doyurmak için her taraf yiyecek dolu. Öyle bizim gibi marketten alış veriş yapmasına gerek yok. Dünyanın en yavaş hayvanı en uzun yaşayan hayvanı olmasını insanlar bir türlü kavrayamadan hızlı biçimde yaşıyorlar. Her şey bir an önce olsun, hemen varayım. Tokyo da kahvaltı, öğlen Paris te ıstakoz yemeğine yetişmeli. Akşam da New York ta baloya katılmak gibi hızlı yaşamaya çalışmak ömrü kısaltır. O kadar hızlı yaşarlar ki! Ömürlerinin nasıl bittiğini anlamadan ölüp gider. Kaplumbağanın öyle bir derdi olmadığı için acele etmeden hedefine varır. Nerde akşam orda sabah yaşayıp gider. Tıpkı bizim şu an yaptığımız tur gibi. Evimiz bagajda yolculuk yapıyoruz. Nerde akşam orda sabah yapa yapa gideceğiz.

Kaplumbağa emin adımlarla asfaltta karşı tarafa doğru gidiyor.

Düzlüğe çabucak indik sayılır, sürekli yokuş inersen böyle olur. Olimpos antik kentine doğru giden kavşaktayız. Burada Yamaç köyü var. Kavşağın köşesinde de camisi çam ağaçları içinde kalmış. Burada caminin tuvaletinde ihtiyaçlarımızı karşıladık. Caminin avlusu çok geniş, taş duvar örülmüş çepeçevre. Minare görünüyor ama binasını çamlar örtmüş pek görünmüyor. Tuvalet binası küçük, sarı boyalı. Avluda çocukların oyun parkında kaydırak, salıncak gibi renkli aletler var.

Yola çıkıyoruz kavşaktan, hedefimiz Adrasan. Tabela yönü gösteriyor. 7 Kilometre yolumuz kaldığını yazıyor. Sağ tarafa ise Kumluca ve Yazır tarafına gidileceğini oklarla belirtilmiş. Cem bisikleti ile yolda tek başına giderken bir kare çekiyorum. Etraf çam ormanı.

Yolun sağında bir çiftlik görüyorum. Çiftlik bildiğiniz gibi değil. Amerikan özentisi yaşatılmaya çalışılmış. İçeride sundurmanın altında Amerikan arabaları, tır çekicileri ve bir pervaneli uçak. Uçak sarı boyalı. Çiftlik sahibi özentili olmasına karşı meraklı olmalı.

Yol eğimi pek yok, düz devam ediyor. Yakın zamanda yolun sol tarafında yangın çam ağaçlarını yakıp geçmiş. Sağdaki çamlar yeşil rengi ve soldaki ağaçların kapkara rengi birbirine uymuyor. Orman yangınlarının çoğu insan eliyle çıktığı kesin. Kimi bilmeyerek, kimi de bilerek ormanı yakıyor. Manzara üzücü. Cem önümdeki manzarada bisiklet sürerken.

Kavşağın birine geldik. İki tabela zıt yönü gösteriyor. Sol tarafta Olimpos 10, sağ tarafta Adrasan yazılı tabelalar kahverengi boyalı. Arkada sararmış otların olduğu yamaç. Solda tel çitle ayrılmış zeytin ağaçları.

Adrasan içinde bisiklet sürüyoruz. Karşımda koca bir dağ var. Buralarda kıyılar engebeli ve dağlık. Köyün tek katlı evleri bahçelerindeki meyve ağaçları ile daha şirin görünüyor.

Meşhur Adrasan sahiline geldik. Burası doğal bir liman gibi. Tekneler kıyıya kadar getirilip demir atmışlar kıçtankara biçiminde. Kumsalda şezlong ve şemsiyeler düzgün, sıralı konulmuş. Koyun karşı tarafındaki burun kısmı çam ormanı ile kaplı. Kumu çok güzel görünüyor, denizi de öyle. Burası bulunduğumun yerin sağ tarafı.

Koyun sol tarafını da çekiyorum bir poz. Burada da tekneler kıyıda bağlı, kumsalda şemsiye ve bir kaç şezlong duruyor. Koy küçük, dip tarafı kumsal. Kenarlar kayalık ve dağlık. Sol taraftaki dağ sivri ve yüksek.

Adrasan bu güzel denizin tadına bakmak gerek diyerek su donumu giyip denize dalıyorum. Etrafta kimseler yok. Sadece ben denizdeyim. Bir süre yüzüp çıkarak kurulandıktan sonra öğle yemeğini yiyoruz. Taksi durağının çardağında taksicilerle muhabbet edip kahve içtik. Bizleri bisikletli görünce nerden nereye? Nasıl? Bisikletle mi? Bu kadar yolu bir milyar versen hayatta gitmem! Lastiğiniz patlamıyor mu? Nerde kalıyorsunuz? Çadırda mı? Yok artık gibi soru cevap şeklinde oluyor. Muhabbet meraklı ve hararetli olunca çay ısmarlıyorlar bize. Cem ve ben sıkılmadan her soruya gerekli cevabı verdik. Çaylar bitince artık yola çıkmamız gerektiğini, bize izin deyip yola çıktık. Akdeniz’in narenciyeden sonra en çok yetişen narları meşhur. Her bahçede bir iki nar ağacı görmemiz mümkün. Ekim ayında olmamızdan dolayı tam da olgunlaşmış meyveleri insanı cezbediyor. Narın kırmızı rengi közleşmiş ateşin kor rengine benziyor. Hani derler ya “Nar gibi kızarmış” diye işte tam da öyle narlar. Bahçeni kenarında nar ağaçları, üzeri nar dolu ve olgunlaşmış. Aynı zamanda kocaman nar meyveleri ağırlıktan dolayı dalların altlarına ağaç destek koymuşlar. İncecik dallar koca narları taşıyacak güçte değil.

En sevdiğim evlerden birisi olan bahçe duvarı olmayan ev. İki de nar ağacı dikilmiş. Üzerinde kızarmış narlar al beni diyor. Daha önce iki nar koparmıştım bahçenin birinden, onlar hala çantamda duruyor.

Adrasan köyünün merkezinden geçiyoruz. Köyün meydanında Atatürk heykeli var. İki direkte Türk bayrağı dalgalanıyor. İleride Cem yol tabelalarına bakıyor nereye doğru gideceğiz diye.

Demin Cem’in olduğu yerdeki tabelaların önündeyim. Köşede, elektrik direğinin dibine konan tabelada düz ok işareti ile Karaöz, Mavikent, Beykonak yönlerine giden yolu gösteriyor.

Yola girer girmez bizi takip etmeye başlayan tarçın renginde bir köpek önümde gidiyor. Köyün çıkışında yokuş başladı, önümde azametli dağ bize geçit vermiş ama ne kadar belli değil. Yokuşun sonunda belli olacak. Solda çoğu yerini ağaçlar kaplamış bir ev var.

Yokuşu çıkmaya devam ediyoruz, köydeki inşaatların molozları yol kıyısına dökmüş kamyonun birisi. İnsanların vurdumduymazlığının bir örneği. Benden öte olsun da nerede olursa olsun. Gören, duyan, karışan da yok. Ceza yazan olmuyor, çünkü tenha yol. Görmesinler diye ortada kimseler olmadığından rahatça molozları döküyorlar. Dökende vicdan olmayınca elden ne gelir ki. Güzel çam ormanının manzarasını çirkinleştirmiş moloz yığını.

Yokuşta Cem önde, köpek onu takip ediyor koşturarak.

Yokuş devam ettiği için arada durup resim çekiyorum, hem dinleniyorum hem de etrafı, manzarayı izliyorum. Epe yükselmişiz, bulunduğum yerden Adrasan köyünü kuş bakışı izliyorum. Karşıda Toros dağlarının tüm heybeti göğe yükselmiş.

Yokuş nereye kadar devam ediyor bilmiyorum. Çık çık bitmiyor, Yeşilköy sapağında durup tabelasını çekiyorum. Yukarıya doğru bakınca yokuşun az kaldığını tahmin ediyorum.

Artık yokuşun sonuna geldiğimi önümde başka yükselti olmadığını görünce anladım. Son yokuştayım, Cem önümde tıngır mıngır çıkıyor. Yokuşlarda Cem’in avantajı var bana göre. Onda kilitli pedal var, bir ayağı ile pedala basarken diğer ayağı ile çekerek daha verimli bisikleti kullanıyor. Yokuşta bu fark ediliyor. Bende ise burunluk var ve yarım pedal güç verebiliyorum.

Az ileride gördüğüm beyaz toprağın içinde kırmızı toprağın olduğu yerde durup inceliyorum. İki farklı toprak yapısı acaba nasıl bir araya geldi? İlginç!

Yolda değişik manzaralar görmek olası. Bu manzara kötü olabilir, hep iyi olacak değil ya. Dünyada yaşıyoruz ve üzerinde milyarlarca insan var. Bu insanların bir kısmının yarattığı pislik karşımda duruyor. Yol kenarına atılan bu çöpler doğaya karışasıya kadar çok uzun zaman geçecek. Bir insan ömründen daha çok. Çok yazık!

Yaklaşık 5 Kilometre bir tırmanış yaptık. Tarçın rengindeki köpek te bizi takip etti tepeye kadar. O kadar kovalamamıza rağmen peşimizi bırakmadı. Bir ara nerden bulduysa keçi ayağı bulup ağzıyla taşıdı bir süre. Sonra keçi ayağını bıraktı bir yerlerde ya da sakladı daha sonra yemek için. Tepeyi çıkıp inişe başladığımızda hızımız arttı, köpek takibi bırakmış olmalı. Yetişmesi olanaksız bizim hızımıza. Güneş bu arada ufka iyice yaklaştı. Durup batmasını bekliyorum bir kaç dakika. Cem önde, bulunduğum yerden az yüksek tepelerin üzerinde Güneş son ışıklarını çam ağaçlarının arasından bana sunuyor. Bu resmi öne çıkan görsel olarak seçiyorum.

Adrasan yarımadasının diğer tarafına geçtik, deniz kendini gösteriyor. Yarımadanın burnuna doğru dağ kütlesinin yalçın kıyıları güzel girinti – çıkıntı ve sivri tepeli küçük bir ada yüksekten güzel görünüyor. Önümde dikenli sararmış otlar, arkasında yeşil ağaçlar da manzaramda.

Zayıf saplı, narin görünümünde sarı çiçeklerin boyu epey uzun. Önceden açıp kurumaya durmuş çiçeklerle beraber yeni açmış sarı çiçeklerin rengi görülmeye değer. Ben de olduğu gibi resmediyorum.

Yol asfalt olsa da tam bir orman yolundayız sanki. Koca çam ağaçları, çalılarla kaplı dipleri ve çam ağaçlarından düşen iğne yapraklar yerde kahverengi halı  oluşturmuş durumda. Yolun üzeri çam dalları ile çatı olmuş, Cem de durup yanlamasına bana poz veriyor bu güzel tablonun içinde. Bu yoldan pek araç geçmiyor, sakin yolda rahat sürüş yapıyoruz. Güneş çoktan battı, hedefimiz Kumluca sahili.

Çam ormanı içinde giden yolun bir bölümünde sazlık görüyorum. Bu demektir ki yakınlarda sıcak su kaynağı var. Orman yoluna ayrı bir güzellik katmış sazlar. Yolun iki tarafında var.

Deniz seviyesinde bisiklet sürüyoruz, kıyıda piknik alanında iki çadır kurulmuş. Aslında burada kamp atılabilir, piknik masaları, deniz kıyısında. Alan düz, tuvalet ve çeşme var. Denize küçük bir çıkıntı yapmış olan yerde kocaman bir kaya kütlesi toparlak olarak duruyor. Henüz aydınlık olduğundan gidebildiğimiz kadar gidip Kumluca sahilinde kamp atacağız.

Güneş battı, yerine yolumuzu aydınlatacak olan ay çıktı. Karşıdaki yarımadanın dağlarının üzerinde ay parlıyor. Henüz hava kararmadığı için gökyüzü mavi hala. Denizin maviliği biraz daha koyu gökyüzünden.

Deniz kıyısında dönemeçli yoldan gidiyoruz. Henüz ortalık aydınlık.

Güzel koylar görüyorum çam ağaçlarının denize ulaştığı yerde. Alaca karanlıkta görebiliyorum denizi.

Orman yolu tam alacakaranlık zamanında bir poz çekiyorum. Çam ağaçları solgun görünmeye başladı. Tam da beyaz iplikle siyah ipliğin ayırt edilemeyeceği andayız.

Bisikleti KUZ ile Ay bir arada resim çekeyim dedim. Ay parlak olduğu için görünüyor ama KUZ kararmış ayırt edilmiyor.

Kameranın flaşını açıp çekiyorum bir poz. Ay yine aynı parlaklığında. KUZ olduğu gibi aydınlandı. Turuncu çantalarım, kadronun siyah rengi, beyaz yazılı URİMBABA’CAN yazısı, kelebek gidonum kahverengi sargı ile sarılı. Gidon çantam ve aydınlatma lambasının yanında duran tüy. Flaşın patlaması ile arka tekerleğimde bulunan şerit fosfor çok parlak görünüyor çember şeklinde. Koyu lacivert gökyüzü ile flaşın aydınlattığı bisikletim uyum içinde.

Hava iyice karardı, aydınlatma lambaları ışığında gecenin serinliğinde yol alıyoruz. Kampı Cem’in bildiği Kumluca sahilinde, ağaçların olduğu yerde kuracağız. Kumluca seraları bol bir yer, seraların arasından ilerlerken Cem paniklemeye başladı. Acaba doğru yolda mıyız diye. Karşıdan gelen bir dolmuşta yazan Kumluca yazısı yüzünden bana ters yöne gidiyoruz deyince ben de haritayı açıp gideceğimiz yolu gösterdim. Doğru yoldayız diye de sakin olmasını, yola devam etmesini söyledim. Ama Cem ısrarla daha önce araba ile geçtiğinden hatırladığı biçimde yolu göremeyince hayır, yol böyle değildi, yok Kumluca’dan aşağı düz bir yol vardı diye saçmalamaya başladı. Bir insan panikledi mi sakinleşmesi zorlaşıyor. Haritada konumumuzu gösterip yolu da, gideceğimiz yönü de gösterdim zar zor ikna oldu. Kumluca dan inen yola çıkıp bir süre düz yolda giderek piknik alanı olarak kullanılan ağaçlı yere gelince durduk. Cem panik halini atlatmıştı şükür. Daha önce arabayla geçtiği yerlerden ilk defa kendi gücü ile ve bisikletle seyahat etmesi kafasının karışmasına neden oldu. Neyse ki fazla uzatmadı da normale döndü ana yola çıkınca.

Okaliptüs ağaçlarından oluşan piknik alanına girip kendimize uygun bir yerde kampı attık. Çadırları kurup yerleştikten sonra akşam yemeği için hazırlıklara başladık. Neşesi yerine gelen Cem aşçı olarak yemek yapma görevini başarıyla yerine getirdi. Yemek yapmaktan zevk alıyor ve güzel yemekler de yapıyor. Bana yemek düşüyor sadece. Bulaşıkları da ben yıkıyorum. Kumların üzerinde serdiğimiz brandanın üzerinde oturmuş Cem yemek yaparken elçek resim çekiyorum. Cem’in önünde ocakta tencere var, elinde kaşıkla yemeği karıştırıyor.

Akşam saat 21:00 gibi kamp attığımızdan epey acıkmışız. Bir çırpıda yemeği yedik, ardından kahve ve çay ile keyfimizi sürdük. Buraya Kumluca demelerinin nedeni yaklaşık 12 kilometre kadar bir sahil ve tamamen kumlu olması. Çadırları da ılgın ağaçlarının dibinde, kumların üzerine kurduk. Buraya gelmek, çadır kurmak, yemek yapmak, kahve, çay derken zaman epey ilerledi. Zaten yorgunuz, o yüzden fazla geç olmadan çadıra giriyorum. Çadırın içinden dışarıdaki Aydede’yi çekiyorum, Aydede her yerde.

Güzel bir günün sonunda tatlı bir yorgunlukla çadırın içinde yatıp uykuya daldım.
Bu gün yaptığımız yol yaklaşık 72 Kilometre civarı.

Aşağıda yaptığımız yolun haritası

Powered by Wikiloc

Eşpedal EGE Turu 4. Gün

9 Ağustos 2017 Çarşamba

Ayvalık – Altınova – Nebiler şelalesi – Dikili

( Kör arkadaşlar için betimleme yapılmıştır. )

 

Seviyorum seni
ekmeği tuza banıp yer gibi
Geceleyin ateşler içinde uyanarak
ağzımı dayayıp musluğa su içer gibi
Ağır posta paketini
neyin nesi belirsiz

Nazım Hikmet RAN

 

Öne çıkan görsel, Çağlayanın en üstünden aşağısı. Köpürerek dökülen sular, aşağıdaki havuza dökülüyor. Kıyılarda ağaçlar ve tahta köprüde yürüyen insanlar.

Sabahın seherinde uyanmanın tadını daha çok gezenler bilir. Gün ağarınca uykunu almış olarak gözlerini açarsın. Senden önce uyanmış olan kuşlar günlük yiyecek telaşına başlamadan önce cıvıl cıvıl öterler. Kuş sesleri ile uyanmak ne güzel. Bu anları yaşamak daha da güzel. Ömrüne ömür katarsın. Yada güzel bir güne doğa ile beraber yaşamanın sevinci içinde olur.

Her sabah olduğu gibi kahvemi pişirip güne başlıyorum. Çadır kurmayınca fazla dağınıklık olmuyor. O yüzden çarçabuk eşyaları toplayıp çantama yerleştirdim. Hamak ise dörde katladıktan sonra yumak gibi yapıp çantaya öyle koyuyorum. Sabah kahvaltısını hep birlikte yapıyoruz. Diğer arkadaşların toplanmasına yardım ederek yola çıkmak için hazırlıkları yaptık. Herkes hazır olunca yola çıktık. Bir süre yazlık apartmanların arasından gidiyoruz. O kadar çok evi bir araya getirmek için artık çok katlı apartmanlar çoğalmaya başladı. Herkes yazlık sahibi olmak istiyor ama nereye sığacak insanlar. Yeni apartmanlar yapıldıkça enerji ihtiyacı için trafo binaları da yapılıyor. Aslında bu yazlıklar ölü yatırım dedikleri şey. Yaz aylarında sadece bir kaç hafta, belki de birkaç gün gelip kalıyor, sonrada ev boş olarak yıl boyu duruyor.

Yolda bisiklet süren Eşpedal grubu emniyet şeridinde tek sıra, düzeni bozmadan gidiyor. Yolun sağında trafo binası, binaya gelen, giden yüksek gerilim ve alçak gerilim telleri direklerin üzerinde. Sol taraf çam ormanı, henüz arsız emlakçılar, inşaatçılar yok etmemiş durumda. İleride şehre dönmüş yazlık apartman daireleri. Cadde geniş, solda kapalı otobüs durağı.

Yol kıyısında duruyoruz, durmamızın nedeni çeşme olmayan yerde marketten su ihtiyacını karşılamak. Plastik pet şişelerde su alıyoruz yedek olarak.

Tarlanın birinde kahverengi bir at duruyordu. Ben de resmini çekiyorum. Güneş ışınları kahverengini daha da parlak görülmesini sağlamış. Tarlanın bitiminde çam ormanı tepeye kadar gidiyor.

Çanakkale – İzmir karayoluna çıktık. Sağdan emniyet şeridinden gidiyoruz güvenli bir biçimde. Hava iyice sıcaklamaya başladı. Yolun sağındaki çizginin hemen yanında karayolu ekiplerince 30 santimlik çentikler açılmış. Hangi sivri zekalının aklına geldiyse hiç iyi yapmamış bizler için. Üzerinde gitmenin olanağı yok, bisikleti ve süren kişiyi çok sarsıyor üzerinde gidilirse. Bu çentikler emniyet şeridini daraltmakla kalmamış sola gidip gelmek bile eziyet.

Karayolunda giden bisikletçileri arkadan çekiyorum. Geçtiğimiz yer tuzla havuzlarının olduğu yer. Sol tarafta tuzla havuzları, sağda da deniz. Yol tam ortasından dar bir yerden geçiyor. Elektrik direkleri ve yol kıyısında bariyerler.

Grubun en arkasında tek başına bisikletim KUZ ile birlikte yol alırken Hakan benim resmimi çekiyor. Bagajımda turuncu çantalar güneşin altında yaldır yaldır parlamakta.

Ben en arkada süpürücü olarak geldiğimden öndekiler benden ileride. Lastik patlağı ile uğraştığımdan epey geride kaldım gruptan. Kavşakta beni bekleyenler sola girmemi işaret ettiler. Yolun hemen girişinde Atilla, Mürşit, Baattin beni bekliyorlardı. Bunlar yokuşu çıkmayalım, grubu burada ağacın altında gölgede bekleyelim dediler. Bu sıcakta çıkmanın anlamı yok diye karar vermişler. Ben de onlara uydum ve çantamda hazır olan hamağı çıkarıp iki ağaca bağlayıp içine uzandım. Ohh dünya varmış uzanıp yatmak, hele bir de gölgelikte hamakta yatmanın keyfini çıkarıyorum bir süre. Yattığım yerden ayak uçlarımı, hamağın bağlı olduğu ip ağaca takılı. İpin ucunda karabina var. O yüzden düğüm atmadan ağacın gövdesine ipi dolayıp karabinayı takıyorum. Takması, sökmesi saniyeler alıyor. Solda bisikletim KUZ, turuncu çantalarımla birlikte.

Baattin ve Mürşit matı yere serip uzanmışlar kafa kafaya verip. İkisi de sırt üstü yatmış, bacak bacak üstüne atmış durumda. İkisi birbirine ters yönde.

Hamakta bir süre dinleniyorum uzanıp. Beni de Mürşit çekiyor hamakta uzanmış olarak cep telefonumla. Hamak mavi renkte, arkadaşım huysuz ihtiyar Şerif Kılavuz kendisi diktirip bana hediye etmişti. Sağ olsun bana çok faydası oldu bu hamağın. Yorulduğun zaman iki ağaca kısa bir sürede bağlayıp uzanarak dinleniyorsun. Hamağın yapımı çok basit. Astarlık kumaş alıp uçlarından sağlam dikişle uçkurluk yaptırıyorsun bir terziye. Sonra yeteri uzunlukta ip geçirip ucuna da küçük bir karabina bağladıktan sonra hamak kullanılmaya hazır. Hem de çok ucuza çıkıyor.

Fıstık çam ağaçları altıda, yol kenarı, ağaçları gölgeliğinde bisikletlerimiz ve hamakta uzanıp sallanan ben.

Bir süre dinlendikten sonra hadi kahve yap ta içelim dedi arkadaşlar. Hemen kalkıp hamağı toplayıp çantama yerleştirdim. Kahve takımları çıkarıp bir güzel kahve içiyoruz. Çam ağaçlarından düşen kozalaklardan çam fıstıklarını çıkarıp taşla kırarak içindeki çam fıstığını yiyorum bir kaç tane. Tadı fıstık gibi derler ya işte öyle bir tadı vardı. Bir süre sonra telefonla arkadaşlardan birini arıyorum ne zaman döneceksiniz diye. Aldığım cevap akşama kadar buradayız olunca o zaman burada beklemenin anlamı yok diyerek yola çıktık. Yaklaşık olarak 5 kilometrelik bir tırmanıştan sonra Aşıklar Şelalesine dönen yola geldik. Yol kıyısındaki bahçe duvarından dışarıya taşmış üzümlerden de birer salkım koparıp tadına baktık. Tam da üzümlerin pişme zamanı.

Yol ayrımındayız, sola doğru toprak yola girdik. Tabela konulmuş yol kıyısına. Tabelada şelalenin resmi var. Aşıklar Şelalesi 1 Km yazılıp ok işareti ile yönünü belirtmişler.

Girdiğimiz toprak yolun etrafı ve ilerisi tek tük ağaçlardan açık bir arazi olduğunu görüyorum. Şelale neresi acaba diye düşünmeden edemedim.

Neyse 1 Kilometre toprak yolda gidip şelalenin girişine geldik. Burası özel işletmeye devredilmiş. Girişi ücretli ama bizden para almadılar. Ya da öndekiler verdi bilemiyorum. Buraya gelenlerin hepsi arabası ile geliyor o yüzden arabalar park etmiş girişte. Biz bisikletlerle içeri girip arkadaşların bisikletlerini park ettiği yere park ediyoruz. Akan bir şelale ve havuzu olduğunu öğrenince hemen su donumu giyip peştemalimi alarak doğru şelaleye tahta merdivenlerle indim. Sıcağın bunaltıcı etkisinden kurtulmak için hemen şelalenin altında oluşmuş doğal havuza giriyorum. Benden önce suya girmiş arkadaşlara ellerimle su atarken Hakan uzaktan resmimizi çekmiş.

Serinlemek güzeldir, insanın vücudunu dinlendiriyor. Şelalenin dibine akan suyun altına giriyorum. Yükseklerden dökülen suyun altında olmak gibisi yok. Hızla dökülen su her tarafımı masaj yapmaya başladı. Bir süre kendime doğal su masajı yapıyorum. Köpürerek akan sular üzerimden geçip gidiyor. Burada durmak epey zor, tutunacak yer yok.

Kayalıktan havuza atlamadan önce Hakan’a beni çekmesini söylüyorum. Ben kayanın üzerinde duruyorum, yanımda da birisi kayanın üzerine yatmış.

İleriye doğru balıklama atlıyorum ama kameraya doğru olunca az görüntü oluşmuş resimde. Hakan beni havada yakalamış.

Biraz suda eğlendikten sonra işletmede pide yaptırıp öğle yemeğini bir bira ile pekiştiriyorum. Yukarılarda başka şelale olduğunu söylediklerinde hadi oraya gidelim bakalım deyip yol başına geldim. Yanımda büyük Şevket ve ortanca Şevket var. Burada ağaçtan tabelalara gidilecek yerlerin isimleri yazılmış. Sağa ok işareti ile Şelale tabelası en üstte. Altta üç tabela da sol yönüne ok işareti ile Mağara, Zindan ve Ece Şelalesi yazılmış.

Dere boyu, patikadan yürümeye başladık, Patika yeşilliklerin içinden yukarıya doğru devam ediyor. Zakkum bitkileri arasından delik deşik olmuş asırlık zeytin ağacının gövdesi dikkatimi çekiyor.

Patika öyle bir yerden geçiyor ki her tarafımı ağaçlar kaplıyor. Bitki yaprakları tünelinden geçiyorum. Güneş seyrek görünüyor, bazı yerlerde tamamen gölge altında. Bitkilerin çoğunluğu zakkum, söğüt ve çınar ağaçları.

Zakkum ağacı uzun ömürlü bir bitki değil, o yüzden fazla uzayıp gövdeleri kalınlaşmaz. Akdeniz bitki örtüsü grubuna giren zakkum maki olarak adlandıran çalı tipindedir. 800 metre yüksekliğe kadar yaşam alanı bulur kendisine. 800 metreden yukarılarda göremezsiniz. Kökten yeni filizlerle ortama yayılır. Zakkum ağaçları dere yatağına iyice yayılmış. Yaz aylarında az ve sakin akan dere kış aylarında yağan yağmur suları dereyi coşturup taşkın biçimde akarken zakkum ağacının gövdelerini de tıraşlıyor. Taşkında sıyrılıp giden yaprakları, dalları normal zamanlarda yeniden filiz vererek dereye inat yaşamını sürdürmeye çalışıyor.

Çoğu çıplak zakkum gövdelerinde dalların yanından yeni filiz vermiş.

Patika bizi kaya kütlesine getirdi. Burada 2 metre yüksekliğinde geniş bir mağara. Su bu mağaradan çıkıyor. Mağaranın girişinde çınar ağacı var. Burası “Ağlayan mağara, Zindan” adı verilmiş.

Etraf çınar ağaçları ile kaplı, asırlık çınar ağaçlarının gövdeleri sarmaşık bitkisi kaplamış durumda. İki çınar ağacının birisini sarmaşık sarmış diğerinde sarmaşık yok.

Mağaranın ağzına geliyorum. Tavanı kaya kütlesinden oluşmuş. Üstten akan suların tortusu kaya yüzeylerinde kaplamış çoğu yeri. Bazı yerlerde çalı gövdeleri kayanın çıkıntılarına yapışıp yukarı doğru yükseliyor. Mağara 15 metre genişliğinde, 10 metre civarı derinliğinde görünüyor. Tavan kaya, zemin kum kaplı. Su derinlikten gelip dışarıya akıyor.

Mağaranı ağzına gelip elimle tavandaki kayaları tutarken poz veriyorum. Büyük Şevket beni cep telefonumla çekiyor. Üzerinde kısa pantolon var sadece, uzun saçlarım ile mağara adamına döndüm.

Mağaranın tavanında tutunacak çıkıntı bakıyorum.

Sağlam kaya çıkıntısına tutunup ayaklarımı da tavandaki kaya çıkıntılarına bastım. Tam mağara adamı yada yarasa gibiyim tavana asılı durumda.

Bu kez benim yerime büyük Şevket geçip aynı pozu veriyor. Üzerinde bisikletçi forma ve taytı var, ayağında sandaletleri ile tavanda asılı durumda bir poz çekiyorum.

Mağaradaki su nerden geliyor belli değil. Mağaranın üstünde dere akmıyor, etraftaki bitkilerden pek görünmüyor. Dere yatağı kuru, patikadan devam ediyoruz zakkum çalıları arasından.

Bazı yerler çınar ağaçları baskın gelince altında başka bitki yetişmemiş. Patika tamamen gölgede, çınar ağaçlarının yaprakları üstte güneşi tamamen kapatmış. Şevket patikada yürürken üstünde çınar yapraklarına güneş ışıkları vurmuş, aydınlık içinde.

Hani derler ya suyun kaynağı nerede, işte suyun kaynağı asırlık bir çınar ağacının dibinde. Küçük bir kaynaktan su kaynıyor. Tam da pınar dedikleri yer. Su pınarı kurumuş çınar yaprakları ile kaplı. Çınar ağacını dibinden yeni bir dal fışkırmış, büyümekte.

Derenin meydana getirdiği küçük bir kanyonda ilerliyoruz patikada. Üst taraflarda kayalıklar sivri bir şekilde yükselmiş. Dere sakince akıyor.

Sonunda Ece şelalesine geldik. 5 – 6 Metre yükseklikten akan şelale dar kayaların arasından köpürerek aşağı dökülüyor. Döküldükten sonra sert zemin kayalıkları arasından küçük havuzları doldurup kademe kademe akıyor. Burası geniş bir alan ve açıklıkta güneş aydınlatmış ortalığı.

Geldiğimiz yerin resmini çekiyorum. Bulunduğum yer sert kaya kütlesi hiç bir bitkinin barınmasına izin vermemiş. 20 Metre ileride kaya kütlesi bitince toprak ve çınar ağaçları kendine yer bulmuş. Kayalarda küçük havuzlarda sular birikerek akıyor aşağıya doğru sakince.

Şelalenin dibine geliyorum, tamamen şelaleyi dikine kareye sığdırdım. Dar bir yerden su köpürerek aşağıdaki havuza akıyor. Havuz derin ve geniş, içinde yüzenler var. Şelalenin üstündeki kayalıklarda birisi oturmuş güneşleniyor. Bir kişi de şelalenin dibinde, suyun içinde durmuş.

Ortanca Şevket Yiğit şelalenin tepesine çıkıp çivileme atladı, ben de videosunu çektim. Videosu aşağıda.

Geri dönüşe geçtik. Derenin yer altına, kayaların arasına girdiği yeri görüyorum. Dere bir süre kayaların altından gidip mağaradan çıkıyor. Ağaç dalları arasından karanlık deliğin ağzı.

Derenin aktığı yönde inişte patikadan, gölgelik yerlerden gidiyoruz. Ağustos sıcağı olsa da gölgenin serinliği bizi bunaltmıyor. Gölgelik yapan cılız çalılar ama boyları uzun.

Devasa bir kaya kütlesi şimdiye kadar akan derenin aşındırmasına dayanmış. Sert kaya yapısı sadece suyun aktığı bir kanal boyutunda yarık olarak var. Dere bu yarıkta toplanıp kayanın ucuna kadar sakince akıyor. Burası şelalenin üst kısmı. Kayanın ucundan aşağı dökülüyor.

Kayanın ucuna gelen dere birden bire boşlukta buluyor kendisini. Yaklaşık 10 metre civarı bir yükseklikten köpürerek aşağıdaki doğal havuza düşüyor. Kayanın ucuna dikkatlice gelip aşağısını çekiyorum bir poz. Aşağıda geniş bir havuz, tahta yürüme yolu karşıdan karşıya bağlanmış. Kenarlarda ağaçların dalları. Bir kaç kişi tahta köprüde karınca gibi görünüyor bulunduğum yerden. Dikine kesitli kaya kütlesi akan su kaya çıkıntılarına çarptıkça dağılıp köpürmesine neden oluyor. Bu resmi öne çıkan görsel olarak seçiyorum.

Yukarıdan aşağı inip havuzun kenarından çağlayanı olduğu gibi çekiyorum. Etrafta insan yok, kayalardan köpürerek akan su havuza kavuşuyor. Kenarlarda ağaçlar çıkıp kendine yaşam alanı oluşturmuşlar. Suyun aktığı yerler ise yosunlar kayalara tutunup yaşamlarını sürdürüyor.

Nebiler şelalesi yada Aşıklar şelalesinin hikayesi de şöyle;

Bir rivayete göre, peri padişahının kızı Sümeyra, civar köylerden Yörük Ali’ye gönlünü kaptırır. Yörük Ali de Sümeyra’ya. Ne var ki peri padişahı kızını bir ölümlüye vermek istemez ve bu aşka izin vermez. İki aşık çaresiz kalır. Nebiler vadisindeki koca çınarın altında her gün gizlice buluşur, hasret giderirler. Sonra da birbirilerine sarılır saatlerce ağlaşırlar. Bunu öğrenen peri padişahı bu aşka son vermek için askerleri ile birlikte aşıkların peşine düşer. Amacı Yörük Ali’yi öldürmektir. Tam onları yakalamak üzereyken koca çınar yarılır ve aşıkları içine alır. Bu mucize karşısında peri padişahı insafa gelir. Ancak aşıklar aşklarının sonsuza kadar sürmesi için tanrıya dua ederler. Tanrı da onları kayalıklardan akan bir şelaleye çevirir. Aşkları sonsuza kadar sürer. Kızını sonsuza kadar kaybeden peri padişahı şelalenin yukarısındaki mağaraya çekilir, gözyaşları döker. Ağlama seslerini duyan çevre sakinleri mağaraya “Ağlayan Mağara” adını verir.

Havuz denen yere inmek için tahtadan basamaklar yapılmış. Basamaklar çınar ağaçlarının altında kalmış çoğu yer. Basamaklar epey dik, dikkatli inmek gerek. O yüzden korkuluk yapılmış kıyısına tutunmak için.

Ağaçlar o kadar sık ki güneşi görmek neredeyse olanaksız. Ağaçların dallarının üzerini gördüğüm yerden güneş kendini gösterebiliyor. Ağaçların altı ise koyu karanlık.

Artık hareket etmenin zamanı, yola çıkmaya hazırlanıyoruz. Etrafta biraz yükseklerde kayalık küçük tepeler var. Sanki kayalar kabarmış arazide.

Hazırlıklarımızı bitirdik, yola çıkmak için harekete geçmek gerek. Nereye gideceğiz, Dünyada gidilecek o kadar çok yer var ki, saymak olanaksız. Ama bizler için kolaylık yapılmış. Dar tahta oklar yapılıp Dünyanın çeşitli kentlerine olan uzaklıklar  ok yönü ile belirtilmiş.

Bunlar sırası ile yukarıdan aşağı;

LONDON 3223 KM

KAHİRE 3850 KM

VENEDİK 1894 KM

CAPE TOWN 14.556 KM

TOKYO 9297 KM

MOSKOW 2495 KM

Bunların hepsi tahta bir direğe çakılmış, üstten alta doğru biri sağa biri sola gösterecek yönde konulmuş. Şimdi insan karar veremiyor ne tarafa gideceğini. Biz Kahire, Cape Town, Tokyo yönüne doğru gideceğiz. Oraları biraz uzak, yola çıkmışken biraz bisiklet sürelim değil mi?

Herkes hazır olunca yola çıkıp kendimizi bayırdan aşağıya bırakıyoruz. Aşağısı bahçeler, ağaçlar, tarlalar deniz kıyısındaki evlere kadar gidiyor. Evlerin bitiminde deniz güneş ışıklarının parıltısını yansıtıyor.

Kısa sürede ovaya, deniz seviyesine indik. Akşam üzeri tam ana yoldan Dikili tarafına geçtik bir de ne görelim bizim baytar Serkan arabası ile karşımıza çıktı. Ayvalık ta görev yapıyor, evi Dikilide, arabası ile gidip geliyor her gün. Yolda olunca insanlar, hele bisikletçi olunca mutlaka denk geliyor. Baytar Serkan’ın resmini çekiyorum minik arabası ile.

Dikili ilçesine giriş yapıyoruz. Sağda ilçenin mezarlığı, durup bir Fatiha okuyorum ölmüşlerin ruhuna. Mezarlık kalın gövdeli çam ağaçları ile kaplı ve sık dikilmesi sonucu boyları iyice uzamış durumda. Yolun sağında tabelada Dikili Nüfus : 41300 yazısı var. Az ilerdeki tabelada yolun çift yola dönüşeceğini, soldaki yola girilmez işareti konulmuş.

Dikili caddelerinde Eşpedal Eşpedal diye bağırarak geldiğimizi belirttik. Akşam üzeri kalabalığı bizlere meraklı gözlerle baktığını görüyorum. İlk defa bu kadar çok tandem bisikletini bir arada görünce alkışlamadan edemiyorlar. Şehri boydan boya geçip diğer çıkışındaki belediye tesislerine geldik. Burada akşam yemeğini yiyoruz hep birlikte. Dikili belediyesinin ikramı, yemek için görevlilere ve garsonlara teşekkürlerimizi sunuyoruz. Yemek yenilen yerden güneşin batışını izliyorum, henüz ufka yaklaşmadan hemen kıyıya inip resim çekmek için konumumu aldım.

Tam kıyıda, denize çıkıntı yapılan yerde heykeltıraş tarafından yapılan kocaman mermer bir blok var. Mermer blok 2 X 4 metre civarında. İçi canavar taşı ile oyulup şekillendirilmiş. Dibinden veya yakınından bir şeye benzetemiyorsun ama gün batımında Güneş ufka yaklaşınca durum değişiyor. Mermerden biraz geride, 20 metre civarı bir yerden bakınca Güneşin batarken kızıla boyadığı gök yüzü mermer bloktaki şekil kendini belli etmeye başlıyor.

Her akşam birbirine söz verip Güneşin batımında kıyıda buluşan sevgili iki gencin silueti ortaya çıkıyor. İşte sanat bu, sanatçı bunu düşünüp her akşam buluşan sevgilileri ölümsüzleştirmiş.

Denize doğru çıkıntı yapan taş duvar ucunda mermer blok. Mermerin içi oyulmuş, uzun boylu bir adam ve daha kısa kadın. Kadın ile adam sarılmış, arkası dönük Güneşin batışını izliyorlar. Adamın başı hafifçe kadına doğru eğilmiş durumda. İki sevgilinin ortasında Güneş karşıdaki Midilli adasının tepelerinin üzerinde.

Kameramın dijital zomunu kullanıp daha yakından çekiyorum bir poz. Mermer bloğun dibinde güneşten kaçan birisi nerede olduğunu bilmeden katlanır sandalyesinde oturmuş. Batan güneşten kaçar gibi mermer blokun gölgesine sığınmış. Yanında katlanır masa ve bir sandalye daha var. Birbirine sarılan iki sevgiliden habersiz otura dursun ben güneşin batışını sakince izliyorum.

Güneş Midilli adasının tepesinde kaybolmaya başlarken bir resim daha çekiyorum. Güneşin yarısı batmış durumda.

Güneşin batışını izledikten sonra arkadaşların yanına geldim. Onlar da kalmak üzereydiler. Hazır olunca hep birlikte çadırları kuracağımız yere geldik. Burası Dikili belediyesinin Engelsiz plaj olarak yaptığı yerdeyiz. Kocaman bir tabelada; Dikili belediyesi amblemi ortada en üstte. Sağda engelli tekerlekli sandalyeye binmiş figürü. Solda Güneş içinde aynı figür, Güneş, deniz ve engelli figürü. Bunlar tabelanın beyaz tarafında. Kırmızı tarafta, yani altta Engelsiz plaj Bu plaj Dikili belediyesi tarafından engelli vatandaşlarımızın denize kolay ulaşımı amacıyla düzenlenmiştir. Altında ise İngilizce olarak; Accessible beach This beach has organized by Dikili municipality so that disablet people can Access to the sea easily.

Çadır kuracağımız yer beton taş döşeli alan. Burası kumlu ve ıslaklık var. Çadır kurmak için kendimize yer bulmaya çalışıyoruz. Bisikletlerden henüz yükleri indirmedik. Kimisi ayakta, kimisi kaldırıma oturmuş.

Kumsalda çadır kurmanın olanağı yok, her tarafımız kum içinde kalır. Gece karanlığında kumsal ve filesi takılı voleybol sahası.

Plastik şezlonglarda uyku tulumu içinde uyuyabiliriz. Kumların üzerinde üç tane şezlong.

Çadır kurabileceğimiz uygun bir yer yok. Park lambalarının kuvvetli ışığı, gelip geçenleri kalabalığı ve yakınlarda çalan müziğin gürültüsü nedeni ile burada kalınamayacağına karar verdik. Toplanıp neler yapacağımıza karar vermeye çalışırken ben yemek yediğimiz yerin altında çimenlik deniz kıyısında kalalım önerisini getirdim. Hem fazla gürültü, patırtı yok orada. Daha önce ABAK turunda hep orada kaldık. Ayakta grup olarak karar alıyoruz; burada kesinlikle kalmayacağız. Hakan belediye görevlisini arayıp burada kalamayacağımızı, bize başka bir yer göstermelerini söylüyor. Onlar da burasını tarif ediyor. Engelliler aramızda olması nedeni ile engelli plajı sizin için uygun deyince Hakan burada kalmayacağımızı sert bir dille belirtti telefondaki kişiye. Gerçekten de kalınabilecek bir yer değil.

Aldığımız karar doğrultusunda benim önerdiğim yere gelip çadırları kurduk yeşil çimenlerin üzerine. Herkes çadırlarına yerleşti. Belediyenin yaptığı bu davranıştan ötürü burada bir gece kalıp yarın Çandarlı’ya doğru gideceğiz. Plan Dikilide 2 gece konaklamaktı. Buraya gelip çadırı kurup yerleşesiye kadar gece epey ilerledi. Bir süre sohbet ederek zaman geçirip fazla geç olmadan çadırlara girip yattık.

Bu gün yaptığımız yol yaklaşık olarak 51 Kilometre civarı.

Aşağıda yaptığımız yolun haritası

Powered by Wikiloc