Etiket arşivi: bizans

İki Garip Bir Akdeniz Köyceğiz Maceraları

7 – 8 – 9 – 10 Ekim 2017

Cumartesi – Pazar – Pazartesi – Salı ve Çarşamba

Köyceğiz maceraları 1. Gün

(Kör arkadaşlarım için betimleme yapılmıştır)

 

Nasıl iş bu
Her yanına çiçek yağmış
Erik ağacının
Işık içinde yüzüyor
Neresinden baksan
Gözlerin kamaşır

Oysa ben akşam olmuşum
Yapraklarım dökülüyor
Usul usul
Adım sonbahar

Atilla İlhan

 

Öne çıkmış görsel. Ben su kenarında, yeşillikler içinde kahve yaparken. Çay yeşillik içinde akan çay. Cezve ocağın üstünde.

Hakan için bir aparat hazırlamıştım. Bu aparat göbekten vitesli bisikletin dişlisini sökmek için. Sabah kahvaltıdan sonra ilk işim hazırlayıp 10 gündür çantamda taşıdığım aparatı nerede kullanacağımı görmek oldu. Bisikletin arka tekerini söktük, yakından bir resmini çekiyorum dişli ile birlikte. 16 tane dişi var. Bizim Hakan yokuşlarda biraz rahat etmek için dişliyi sökecek ama aparatı yok. O yüzden ben uygun bir aparat hazırladım. Göbek geniş ve kırmızı parlak bir renkle boyanmış. Dişliyi tutan somun dört tane oyuğu var. Aparatı deniyorum ama göbek deliği ölçüye uymuyor ve dar. O yüzden dişlere yerleştiremiyorum. Yani sığmıyor, deliğin genişletilmesi gerek.

Neyse göbek sökme aparat işini sonraya bıraktık. Hakan sürekli internetten bir şeyler alıyor, kargocular öylesine alışmış ki evi ezbere biliyorlar artık. İki ayrı kargo şirketi iki ayrı paket getiriyor aynı anda. Hakan kargo paketinin birini eline almış. İki kargocu da birbirlerine elini atarak poz veriyorlar. Sokakta biri minibüs, biri binek arabası var kargoculara ait. Cem de sağda kargo paketini inceliyor.

Gelen paketleri aldıktan sonra bu günün planını yapıveriyoruz bir çırpıda. Köyceğiz gölünün etrafını dolaşacağız. Bir de Sultaniye kaplıcasına gireceğiz. Fazla zaman kaybetmemek için Merve’nin arabası ile gideceğiz. Yanımıza gerekli eşyaları alıp yola çıktık. Köyceğiz gölünün sağ tarafından gidiyoruz. Göl büyük bir alanı kaplıyor. Sultaniye kaplıcaları Köyceğiz’in tam karşı kıyısında. Arabayla olunca kısa sürede Sultaniye kaplıcasına vardık. Bu tesisleri belediye işletiyor. Giriş ücretini veriyoruz, adam başı 4 Lira. Girişte kayalarda bir yarıktan su çıkıyor, yarıktaki suyun şifalı olduğunu belirtiyorlar. Su temiz ve berrak, suyun içinde hafif yeşilimsi yosunlar var.

Sultaniye kaplıcaları

Köyceğiz Gölü’nün güney batısında Ölemez Dağı’nın eteklerinde yer alan Sultaniye Kaplıcaları’nın tarihi günümüzden binlerce yıl öncesine dayanır.
M.Ö. 100 yıllarında Kaunoslular tarafından kullanıldığı bilinmektedir. Bizans döneminde ise genişletilerek konaklama tesisleri yapılmıştır.
Günümüzde Bizans döneminde yapılan tesisler Köyceğiz Gölü’nün suları altında kalmıştır. Roma döneminde kapsamlı bir hastane haline getirilmiştir. Kaynaklara göre, hastanenin girişine “Tanrılar adına buraya ölüm giremez” diye yazılmıştır. Ölemez Dağı da adını buradan almıştır.
Sultaniye kaplıcaları,  Romatizma, böbrek ve idrar yolları rahatsızlıkları, metabolizma bozuklukları, ruhsal yorgunluk, cilt ve kadın hastalıkları gibi birçok hastalığa direk tedavi olarak şifa gösterilir. Sultaniye Kaplıcaları’nın suyu kalsiyum klorür, kalsiyum sülfat, kalsiyum sülfür, bromür, radon ve radyoaktif maddeler içermektedir. Su sıcaklığı 39 derece olan Sultaniye Kaplıcaları Türkiye’nin en yüksek radyoaktiviteye sahip kaplıcasıdır (98.3). Radon değeri açısından da dünyada Endonezya’daki kaplıcadan sonra ikinci sırada yer almaktadır. Radyoaktivite yüksekliği nedeniyle rehabilite edici özelliği vardır. Burada güzellik çamuru vardır. Vücuda sürülmesiyle teni yumuşatıp, kırışıkları giderdiği söylenmektedir. Sultaniye Kaplıcası, Köyceğiz Belediyesi tarafından işletilmekte tesis bünyesinde ahşap konaklama ve insanların günlük faydalanabileceği restoranı mevcuttur.

http://www.koycegiz.gov.tr/sultaniye-kaplicalari

Arabayı park ettikten sonra havlu ve su donlarımızı yanımıza alarak soyunma kabinlerine doğru yürümeye başladık. Solda göl, kıyıya bağlı bir tekne. Sağda tesisin çardakları ve kapalı havuzun yeşil örtüsü brandadan. Üçgen demir parçalarının birleştiği yerlerde küçük yuvarlak camlar var.

Soyunma kabininde su donları giyip çamur havuzuna giriyoruz ben, Cem ve Hakan. Merve girmiyor, o yüzden cep telefonumu Merve’ye verip bizi çekmesini söylüyorum. Çamur havuzu vıcık vıcık çamurlu ve havuza bir borudan az miktarda sıcak termal su giriyor. Havuza girince çamura bulandık ilk önce. Bulaşmayan yerlerimizi elle çamuru sıvazlıyoruz. Cem kendini, Hakan da benim sırtımı çamurla sıvıyor.

Üçümüz de Merve’ye poz veriyoruz çamurlu olarak.

Havuzun çoğu yeri sulu, az bir yerinde daha katı bir çamur yığını var. Burada çamur görmüş camışlar gibi yatıyoruz Hakan ile birlikte.

Havuzdan çıkmaya çalışıyoruz. Ben çıkıyorum dışarı ama Hakan zorlanıyor çamurdan çıkarken. Çıkmasına yardım etmek için elimi uzatıyorum ama Hakan kendi çabası ile çıkmayı tercih ediyor.

Haliyle yoğun olan çamura batıp havuzun içine düşüyor Hakan.

Hakan’ı çıkarmak için ben de havuza atlıyorum. Çamurda yürümek, hareket etmek zor gerçekten.

Neyse Hakan’ı elinden tutup dışarı çıkarmaya çalışıyorum çekerek.

Hakan biraz ağır olunca havuzdan çıkarmak zor, tekrar çamura batıyoruz.

Çamura battık resmen, yuvarlanıyoruz adeta.

Sonunda ite kaka, çekerek çıkıyoruz havuzdan.

Cem de bizi takip edip çıkıyor. Ben karşıdaki duvara oturdum güneşlenmek için.

Üçümüz de çamurlu olarak duvarda oturup güneş altında kurutmaya bıraktık kendimizi. Üçümüz de Merve’ye pozlar veriyoruz elimizi çenemize dayayıp.

Kimi pozda elimizi kolumuzu uzatıyoruz yana doğru.

Hakan ortada, Cem solda, ben sağda el ele tutuşarak poz veriyoruz çamurdan heykeller gibi.

Çamur bir süre sonra üzerimizde kuruyor. Bu vücudumuza iyi gelecek. Üzerimizdeki çamurlardan arınmak için ilk önce göle atladık. Biraz yüzerek çamurları üzerimizden atıyoruz. Sonra tazyikli duş altında tüm çamurları temizledikten sonra açıktaki sıcak havuza girip bir süre duruyoruz. Havuz keyfini de bitirdik. Üzerimi kurulayıp elbiseleri giyiyorum. Göl manzaralı poz veriyorum, omuzuma havlumu atıp koluma dolamış şekilde. Eski Yunanlı soylular gibi. Burada pide yapılıyor ve karnımız da acıktı. Hemen pideleri ısmarlayıp karnımızı doyuruyoruz.

Oradan geçen birine bizi çekmesi için rica ediyorum. Dördümüz göl arkada kalacak şekilde poz vererek çekildik resmimizi. Hava kapalı, gökte bulutlar var. Cem, Hakan Ben ve Merve.

Sultaniye kaplıcalarından ayrılıp Köyceğiz gölünün denize ulaştığı kanala geldik. Doğal sit alanı ve koruma altında olduğu için kanala köprü yapılmamış. Karşıya geçmek için iki arabalık bota biniyoruz araba ile. Kanalın genişliği yaklaşık 100 metre civarı. Bot kısa sürede karşıya geçecek. Botun içinde dördümüz elçek kamera ile çekiyorum tam kanalın ortasında. Ben, Merve, Hakan ve Cem.

Daha önce, 2013 yılında bir kez karşıya küçük bir sandalla bisikletimi yükleyip geçmiştim. Bu kez tersine, araba ile geçiyorum. Dalyan içindeyiz, burası deniz kaplumbağaların yani Latincesi caretta carettaların yumurtlama yeri. Ama denizin kumsalı olan yer biraz daha uzak. Ortaca belediyesi turizm tanıtım amaçlı deniz kaplumbağasını  dev heykelini iki kaidenin üstünde yumurtlarken yapmış. Yumurtalar aşağı düşmüş ve kimi kaplumbağa  yumurtadan çıkmış halde yapılmış. Kaplumbağa etrafı kalın urgan ile çerçevelenmiş. Heykel kanala yakın, kanalın karşısında Kaunos antik kentine ait kral mezarları kayalıkların yüksek kesiminde görünüyor.

Kaplumbağa yumurtaları ve yumurtadan çıkmış deniz kaplumbağalarının bronzdan heykelleri yerde.

Kanalda irili ufaklı bir sürü tekne var. Kimi karaya bağlı, kimisi hareket halinde.

Karnımızı pide ile doyurmuştuk ama üstüne kahve içmedik. O yüzden hemen kanalın kıyısında tezgahı bir bankın üzerinde açıyorum. Bizi Hakan çekiyor bir poz. Merve, ben, önümde çantam ve Cem. Bizi de meraklı gözlerle izleyen beyaz bir köpek oturmuş bakıyor. Belki de yiyecek bekliyor bizden ama kahveden başka bir şey yok ki. Hakan biraz sanatsal çekmiş bizi. Solda pembe güller, köpek önde, biz bankta oturmuş halde çekmiş.

Kahveyi pişirip içiyoruz afiyetle. Merve bu kez çekiyor Hakan ile. Cem arkada ayakta. ve Kral mezarları karşı yamaçta.

Akşam olmadan eve gelip dinleniyoruz biraz. Sonrası yemek hazırlıkları. Cem bize güzel yemekler yapıyor, ne de olsa mutfak işinden anlıyor. Hava karardıktan sonra Hakan bize dondurma ısmarlıyor. Harika dondurmayı yiyoruz yalaya yalaya. Dondurmayı yerken sahile, göl kıyısındaki kordonda yürüyüş yapıyoruz sonbaharın ılık havasında. Kordonda restoranlar, kafeler var. Birisinin ismi ilgimi çekti; UANA yazıyordu. İlgimi neden çekti? Çünkü Kosova’da yeğenimin ismi Uana. Aslında restoranın ismi Tuana, T harfi düşmüş sanırım.

Yürümek epey yordu, eve dönüyoruz ve kahve zamanı diyerek mutfakta kahve içiyoruz dördümüz.

Gecenin ilerleyen saatine kadar sohbet ediyoruz. Uyku kapının ardına gelince herkes kendi yatağına yatıyor. Merve üst katta tek başına. Bizler alt katta. Ben Cem ile bir odada. Hakan salonda çekyatta yatıyor.

Köyceğiz maceraları 2. Gün

Sabaha kadar güzelce uyuyorum, Güneş doğmadan uyanıp balkondaki masada yerimi alıyorum. Diğerleri henüz kalkmadı. Kitabımı ve kahve takımımı alıp balkondaki masada kahvemi pişiriyorum ilk önce. Sonra arkadaşlar uyanasıya kadar biraz kitap okudum.

Bu gün hava kapalı ve yağmurlu, ne yapalım derken kahve etkinliği yapalım dedik. Hakan hemen etkinliği açtı facebokta. Kahve etkinliği Köyceğiz parkında bir çardağın altında yapacağız. Çardağın altında tezgahı kurdum ve gelecek olanları beklemeye başladık. Masanın üzerinde cezveler, kamp tüpü, şekerlik, kahve kutusu ve ben. Bisikletim KUZ arkada. Turuncu çanta da yanımda. Urim Baba’nın Kahvesi tabelamı da masanın kenarına kondurdum. Hava yağmurlu, usul usul yağıyor. Parkta yağmur kokusu var.

Kahve etkinliğini duyan iki kişi geliyor. Birisi Murat Sevig, onu Gökova bisiklet festivalinden tanıyorum. Turu düzenleyenlerden birisidir kendisi. İkincisi Ceyhun Kantoğlu. Kahve içerek muhabbet ediyoruz. Maksat muhabbet değil mi? Ben solda elçek yapıyorum telefonumla. Sağda Murat, karşıda Cem, Merve, Ceyhun ve Hakan var. Masanın üstünde kahve takımları duruyor.

Gün yağmurlu olunca daha çok dinlenerek geçiyor. Kahve etkinliği fazla sürmedi, pek gelen de olmayınca eve dönüyoruz. Az biraz şekerleme yapıyorum. Yemek filan derken yatıyoruz.

Köyceğiz maceraları 3. Gün

Dün bir şey yapmadık, akşama kadar dinlendik sayılır. Sabah erkenden uykum açılınca kalkıyorum. Balkonda her zamanki gibi kahvemi pişirip kitabımı okuyorum. Kitap ta kalın olunca oku oku bitmiyor. Aslında pek te okumaya fırsatım olmuyor şu günlerde. Köyceğiz’de biraz okuma fırsatım oldu. Ben de değerlendiriyorum zamanı. Okumalı insan. Masanın üzerinde kahve fincanı köpüklü, kitabım ve ot bürümüş Hakan’ın bahçesi.

Hakanın ot bürümüş bahçesi epey büyük bir alan. Ev bahçenin çerisinde iki katlı olsa da küçük kalıyor.

Bu gün hava çok güzel, açık ve Güneşli. Ne yapalım? Hadi Akyaka’ya doğru bisikletlerle gidip gelelim. Hakan rotayı belirledi, ilk önce ana yolda gideceğiz bir süre. Köyceğiz sınırlarından çıkıp Toparlar köyüne giriş yapıyoruz tabelalara göre.

Bu bölgede yaban hayvanları yaşıyor. Bunlardan birisi de yaban keçileri. Tabelada uyarı işareti ile birlikte yaban keçisi geçiş alanı yazmışlar.

Gökova yolunda bir yokuş var, yokuşu çıkıp iniyoruz. Yokuşu iner inmez ana yoldan ayrılıp köy yollarına saptık. Sapar sapmaz ilk köyde çay molası verdik. Ne de olsa yokuş biraz yordu. Kahvede ağaçların gölgesinde masanın etrafında çay içerken elçek ile bir resim çekiyorum. Ben, Hakan, Merve ve Cem. Masada çaylar.

Köy yolları sakin ve doğa ile iç içe yolculuk yapmanın keyfini çıkaracağız. Gökova’ya giderken yolumuzun üzerindeki köyleri ve kalan kilometreleri gösterir tabela var. Tabelalarda yazan; Portakallık 3 km, Elmalı 5 km, Yeşilova 9, Gökova 15 km.

Köy yolu dar olmasına rağmen pek araba yok. Serbest bir şekilde yol alıyoruz. Önümde Hakan ile Cem gidiyor.

İşte gördüğünüz gibi yol bomboş, kıyılarda bahçeler, meyve ağaçları ve incir ağaçları var. Köylülerin hayvanları için saman balyaları kıyıda istiflenmiş. Üzeri naylonla örtülmüş durumda

Yolda sadece biz varız, Merve önde, Hakan ve Cem arkadan geliyorlar.

Ben de yoldayım bu arada, beni Hakan çekiyor.

Köyün birinde artık kullanılmayan klasik motorlardan birini görüyorum. Kırmızı renkte, boyaları dökülmüş, neredeyse tozdan görünmeyecek kadar kaplanmış durumda sundurmanın altında öylece duruyor. Motorun arkasında traktör park etmiş, koca tekerlekleri görünüyor sadece.

Yolda giderken ilginç bir hayvana rastladık; Bukalemun. Tam da yolun ortasında, asfaltın üzerinde karşıya geçmeye çalışıyor.

Bukalemunu daha yakından çekiyorum, deri rengi kırçıllı olarak yeşil renk ağırlıklı. Siyak, beyaz renk tonları da harita gibi dağılmış durumda. Bukalemunların en önemli özelliği renk değiştirebilmesi. Bulunduğu yerin rengini kolayca alabilirler. Ayrıca iki gözü birbirinden bağımsız ayrı yönlere bakabilir. Pençeleri yandan kıskaç gibidir ve dallara kolayca tutunabilme özelliğine sahiptirler. Çok yavaş hareket ederler. Türkiye’de Ege ve Akdeniz kıyılarında yaşarlar ve ender görünürler.

Öyle yavaş hareket ediyorlar ki karşı tarafa geçmesini sabırla bekledik. Hatta yoldan geçen bir arabayı durdurup yandan geçip hayvanı koruduk. Neyse güç bela karşıya geçti. Bizler de merakla hareketlerine, yürüyüşüne bakıyoruz. Benden başka bu hayvanı ne gören, ne de ismini bilen var. Yani böyle bir hayvanın Türkiye’de olduğunu bile bilmiyorlar. Kimisi ejder dedi, Afrika’da tropikal iklimde yaşadığını sanıyorlardı. Neyse ki ben çocukluğumda mahallemizdeki dağda çok görmüştüm bukalemunları. Hayvanı tanıtıyorum bu arada. Bukalemun yavaş hareketlerle bisikletlerin yanına geldi. Hakan’ın bisikletinin ön tekerine geldi. Sanırım tırmanacak bir dal gibi görüyor iki ayrı gözle nasıl algılıyorsa.

Ön iki ayağınla jant demirinle yandan pençeleri ile sıkıca tutundu. Arka ayakları asfaltta.

Pençesi ile jant demirine nasıl tutunduğunu görebilirsiniz.

Bukalemunun bir özelliği de yürümesi. Çok yavaş hareketlerle yürüyor ve her adımını attığında ileri geri bir süre sallanıyor tüm gövdesi ile. Bu çok ilginç ve canlı izliyoruz yavaş adımlarını ve salınımlarını. Tellere, maşaya tutunarak neredeyse üste çıkacak gibi

Neyse fazla oyalanmadan hayvanı yere indirip çalılara doğru gitmesini sağladık. Toprak rengi ve sararmış otların arasında rengi ortama uyduğu için pek belirgin görülmüyor. Fark etmek gerçekten çok zor. Çok dikkatli bakınca görünüyor.

Bukalemunu doğada bırakıp yola devam ediyoruz. Daha ileride bir tane daha gördüm ama üzerinden araba geçtiği için asfalta yapışmıştı. Bukalemunlar insanların elinden kurtulamıyor kolay kolay. Yolda araba ile eziyorlar yada yakalayıp satıyor kimisi. Fiyatı da pahalı. Evde besliyorlar evcil hayvanlar gibi. Cem, Merve önümde, daha ileride Hakan bisiklet sürüyor. Etraf çam ağaçları ile örtülü durumda.

Burada da sarnıçlar var ve bir tane görüyorum. Kubbesi sararmış otlarla bürünmüş durumda. Önünde elektrik beton direği var.

Gökova köyünde öğle yemeği yiyoruz bir lokantada. Ben kuru fasulye, pilav, cacık yiyorum. Karnımız doyduktan sonra yola çıkıyoruz. Karşımıza Sakar yokuşunun dik ve kayalık yamaçları çıktı. Burada taş ocağı var, dağı yavaş yavaş yiyorlar.

İşte hayalimdeki ev, tam da tarlanın ortasında, bahçe duvarı yok. Tek katlı, kerpiç evin tek bacası, çatısı kiremitli. Yanında küçük bir depo yada atölyesi. Bakımsız olsa da sürekli yaşanılsa ev şahane olur. Evin köşesi tam doğuya doğru bakıyor. Yani dört duvar da güneşi görecek şekilde. Orman ve dağ az ileride başlıyor. Ne yakın ne uzak. Tarlanın ortasında kalın gövdeli bir dut ağacı var ama dutun dalları kesilmiş, bu yıl yeni dallar kısa olarak çıkmış.

Akyaka yoluna girdik. Burada kayalara oyulmuş mezar kalıntısı var. Bisikletler ve mezarın girişi, yanında iki sütun. Mezarın üç tarafı ve çatısı ana kayadan yontularak ayrılmış durumda.

Mezarın giriş kapısı kaya oyulup işlenmiş. Mezar dikine boydan çatlamış ve bir tane ince boru ile desteklenmiş. Ne kadar tutacaksa.

Yakınlarda bir kaya mezarı daha var. Giriş yeri dikdörtgen oyulmuş, kenarlarında süs yok. Basit bir kaya mezarı.

Başka bir kaya mezarı işlenmiş giriş yeri. Yanında bir nar ağacı yetişmiş mezarın.

Kaya mezarları ile ilgili bilgilerin yazıldığı plaka mezarların yanında direklere asılmış durumda.

Burada kocaman bir su sarnıcı bulunmakta. Duvarları ve kubbesi taşlarla örülmüş.

Dünyanın en kısa nehirlerinden birisinin kaynağındayız. Yaklaşık 4 kilometre uzunluğunda olan bu nehrin adını nedense isim bulamamışlar gibi “Kadın Azmağı” adını vermişler. Daha düzgün bir isimle anılabilirdi. Her yerde azmak var, burası “Kadın nehri” denebilirdi mesela. Su kaynağı ve akan su miktarına bakarak bir nehir gibi bana göre. Neyse Su buradan çıkıyor, koca dağın dibinde. Çıkar çıkmaz da can vermiş doğaya ve etrafı yeşil, içi başka bir yeşil, bitkilerin cümbüşünü izlemek insana dinginlik veriyor.

Nehir başladığı gibi gitmiyor, yer yer göremediğimiz kaynaklarla giderek çoğalıyor. Bir nehre dönüşüyor adeta.

İşte kaynaklardan birisi, su sodalı içilecek gibi değil ama buz gibi. Ayaklarını içine sokunca fazla duramıyorsun.

Bu güzellikte kahve içilmez mi. Zaten kahve güzel yerde içilir, içilmeli. İnsana huzur veren yerlerden birisinde bağdaş kurmuş yerde oturuyorum. Önümde cezvede kahve pişiyor. Geniş bir alana yayılmış nehrin su yüzeyine yansıyan ışıklar yeşil renkle oynaşıyor. Bu resmi öne çıkan görsel olarak seçiyorum.

Burada nehir olur da su kuşları olmaz mı, ördekler de yüzer neşeyle.

Kahveler pişti, dört kişiyiz, şanslı olan 3 kişi Merve, Cem ve Hakan da nasipleniyor. Kahve fincanımda köpüklü kahve elimde nehirle birlikte çekiyorum bir poz. Kahvemi huzurla içiyorum içime doğayı sindire sindire.

Yoldan değil de nehrin o muhteşem güzelliği ile birlikte akıyoruz sanki denize doğru toprak üstünde, nehrin kıyısında. Hakan bisikleti ile nehrin kıyısında.

Nehir giderek çoğalıyor ve derinleşiyor. Sazlıklar kıyılarını kaplamış. Derinliği, berraklığı ve tarif edilemez turkuaz tonda yeşil ve mavi rengiyle büyülüyor beni.

Akyaka’ya geldik ve denize, Gökova körfezinin dibindeyiz. Burada su donlarımızı giyip denize girmeye çalışıyoruz ama deniz çok sığ. Git git anca dizlerimize geliyor. Ayrıca su bulanık dibi görünmüyor. Yani yüzmek için elverişli değil. Hakan ve ben poz veriyoruz Merve’ye denizin içinde kollarımızı açarak. Karşıda Datça yarımadasının başlangıç dağları.

Denizde yüzemediğimize göre Azmak nehrinin deniz ile buluştuğu yere gidip orada giriyoruz buz gibi suya. Karşı kıyıda küçük tekneler bağlı. Ben ve Hakan kıyıda, suyun içindeyiz.

Kıyıdan koşarak azmak nehrine atlıyoruz balıklama. İlk önce beni çekiyor Merve. Tam zıplamışken suyun üstünde yakalıyor.

Sonra suda zıplayıp havalanıyorum bir kuş gibi ileri doğru atılıyorum.

Ve su yüzeyinde uçuyorum adeta.

Benim yaptığım gibi Hakan da zıplamaya çalışıyor.

O da su yüzeyinde ileri doğru uçuyor ve süzülerek havada bir süre gidiyor. sanki Süpermen.

Nehrin ağzı üç dört adımda derinleşip boyu geçiyor. Yüzüyorum Hakanla birlikte. Nehrin akıntısı kuvvetli, adamı alıp gidiyor denize doğru. Sürekli kulaç atıp tersine yüzmek gerek.

Kollarımızı birbirimize atıp poz veriyoruz Hakanla birlikte. Bel hizasında suyun içindeyiz. Karşıda iki katlı bir bina, çatısında Güneş panelleri var su ısıtmak için. Kenarda tekneler bağlı.

Buz gibi suda bir süre atlayıp dalıyoruz nehre. Yüzüyoruz ve vücudumuz diri bir şekilde çıkıp kurulanıyoruz havlularla. Akan su sodalı olduğu için saçlarım ipek gibi yumuşak oluyor. Buraya uyarı levhası konulmuş. “Dikkat! Burada ani derinleşme ve akıntı sebebiyle yüzmek tehlikeli ve yasaktır.” yazıyor. Bizdeki değişmez durum “Yasakçı zihniyet” her yerde olduğu gibi burada da devam ediyor. Yasak yazılacağı yerde sakıncalı dense ve yüzme bilmeyenler girmese de yüzme bilenler girebilse ne güzel olur ama illa ki “Yasak” olacak. Tabelanın iki yanında Hakan ile omuzlarımızda havlularla poz veriyoruz “Yasaklara” inat. Tabela direğine Merve’nin yeşil bisikleti dayalı.

Yasaklara uymayan başkaları daha var, ördekler ve kazlar. Onların umurunda değil yasaklar. İstedikleri biçimde yüzüyorlar. Çünkü okuma yazmaları yok. Ayrıca insanlar gibi yüzme bilmeme gibi durumları yok.  Yüzebildikleri için boğulma tehlikeleri de yok. Nehrin kıyısı tamamen sazlarla kaplı.

Üzerimizi kuruladıktan sonra giyinip yola çıkıyoruz. Gökova köyünün olduğu yerden geçip eski Marmaris yoluna girdik. Burası yeni yol yapılınca araç trafiğine kapatılmış.  Yolun kıyısındaki okaliptüs ağaçları yaklaşık 100 yıl önce dikilmiş. 1938 Yılında sıtma hastalığından kurtulmak için bataklık ağacı olan okaliptüs ağaçları dikilmiş düzlükte, ovanın olduğu yerdeki yol kıyısına. Ağaçlar 20 metreyi aşmış durumda ve yolu tamamen örtmüş. Okaliptüslü yol yaklaşık 4 kilometre kadar. Bu ağaçlar hem bataklığı kurutmuş hem de sıtma hastalığını durdurmuş. Yol trafiğe kapatılınca zemin kilitli beton taş ile kaplanmış.

Okaliptüslü yolda dördümüzü alacak şekilde elçek resmi çekiyorum.

Dönüş yolunda akşam olmak üzere, Güneş ufka yaklaştı ve gölgeler uzadı asfalta. Kendi gölgemi çekiyorum bisikleti sürerken. Ana yoldan Köyceğiz’e gidiyoruz.

Eve varıyoruz, duş yemek derken Merve’yi yolcu ediyoruz ilk önce. Bu gün günlerden Pazartesi’ydi, okulda görevi yoktu ama yarın okula gitmesi gerek. Merve’nin bisikletini yüklerken yanlışlıkla elini sıkıştırdık farkında olmadan. Neyse ki fazla önemli değildi ve acıya dayanıklı çıktı Merve. Merve’yi uğurladıktan sonra Köyceğiz’in sonbahar akşamlarını kaçırmamak için göl kıyısına şöyle bir dolaştık dondurmaları yiyerek. Gerçekten tadı nefis dondurma yapan bir yer. Dondurmanın tadı ağzımda yatıyorum.

Bu gün yaptığımız yol toplam 84 Kilometre civarı

Yaptığımız yolun haritası aşağıda.

Powered by Wikiloc

Köyceğiz Maceraları 4. Gün

Sabah her gün olduğu gibi erkenden kalkıp güne hazırlandım. Bu günkü rotamızı belirledik; Yuvarlakçay!  Ama ilk önce Hakan’ın bisikleti için getirdiğim aparatın deliğini genişletip uydurmamız gerek. Aparatı kasabanın demircisine götürdük. Orada matkap vardı, aparatın deliğini uygun ölçüde deleceğiz. Demirci matkap tezgahına aparatı delmeye çalıştı ama demiri sertleştirdiğimiz için matkap ucu kıymık bile almadı. Yani delinmiyor aparat.  Demirci dükkanı tek katlı eski bir yapı. Tabelasında Güven Demirhanesi yazıyor. Tahta kapısı ve yanında iki pencere gibi açıklık var. Burada demircinin ocakta ısıtıp hazırladığı tahra kesici aletleri asılmış. Tahra ucu kıvrık, iç tarafı keskinleştirilmiş odun, çalı, dal parçalarını kesmeye yarayan alet. Matkap tezgahında demirci ustası çalışıyor. Cem, Hakan ve ben izliyoruz ustanın yaptığı çalışmayı. Solda çarşının elbise satan dükkanı ve ipe asılmış entariler rengarenk. Bisikletim KUZ önde park halinde.

Burada halledemeyiz kararına varınca sanayi sitesine gittik. Burada torna tezgahına bağladık ama o da olmadı, delinmiyor. Aklıma bu aparatı yapan Bacanağım geldi. Bacanağı arayıp ne yapabiliriz diye fikir aldım telefon ile. Bacanağım bana değerli bilgisini söylüyor; Aparatı ısıtıp suyunu alın, sonra delin. Deldikten sonra tekrar ısıtıp suyunu verin. Hemen değirmenciye dönüp demirci ustasına aparatı ısıtması için veriyoruz. O da ocağı yakıp kömürleri ısıtıyor ilk önce. Demircinin kullandığı yakıt bildiğimiz odun kömürü. Benim bildiğim kok kömürü kullanıldığı. Odun kömürü kullananı ilk defa görüyorum. Demek ki ustanın bir bildiği var. Ocağın üstü açık yeni yanmaya başlayan odun ve kömür dumanlar saçarak tutuşmaya başladı. Ocağın başında demirci ustası. Ocak masa boyutunda yerden yukarıda yapılmış. Yanında demir maşaları, bir tarafı kırık kocaman örs. Dükkanın duvarları taş örülü. Duvar diplerinde uzun – kısa kazma – kürek sapları, demir çubuklar dizili.

Amcamın karoser atölyesi vardı. 1970’li yıllar, o zamanlar çocuktum.

Çocukluğum.

Çocukluk yıllarım aklıma geldi. Amcamın karoser atölyesine giderdim sık sık. Orada makineler, aletler, ağaç ve demir işleri vardı. Kamyonlara kasa üretiliyordu. Orada bir de sıcak demir ocağı vardı. Burada demirler ısıtılıp çekiçle şekiller verilerek kasa için demirler yapılıyordu. Yaz aylarında, okullar tatile girince çırak olarak çalıştım. Kalasları, tahtalar planya ve kalınlıkta işlenirken yardım ediyordum çırak olarak. Yongalar savrulurken ağaç kokusu, çam kokusu gelirdi burnuma. En çok sevdiğim çalışma yerlerinden birisi de demir ocağında çalışmak. Tabi bu her zaman olmazdı ama demir ocağı yanınca hemen amcamın yanına, ocağın başında bitiveriyordum. Ocak yerden 70 santim kadar yüksekte kuruluydu. Sıcağa dayanıklı ateş tuğlaları ile örülmüş ocakta kok kömürü yanardı. Daha iyi yanması için ıslatırdık kok kömürünü. Bir de daha çabuk yanması için hava üfleyen motorlu fan vardı. Daha eskilerde koca körüklerle hava üflenirmiş ocaktaki kömürlere. Ben o günleri görmedim ama demir ocağında çıraklık yaptım o yüzden şanslıyım.

Kömür yanmaya başladığında kısa sürede fan yardımı ile kömür kor haline geliyordu. Ateşin içine demir parçasını yerleştiriyordu amcam. Yüksek derece kok kömüründe ısınan demir tavlanıp kıpkırmızı, hatta sarı renge dönüyordu. Sanırım haddecilikten bildiğim kadarı ile 1200 derece kadar sıcaklığa ulaşıyordu demir. Tam da tavlanmaya hazır. Amcam demir maşa ile parçayı alıp örsün üzerine koyduktan sonra ağır çekiçle döğmeye başlıyordu kızgın demiri. Çekiçle şekil verip sık sık  çevirip döğüyordu. Ben de onu izlemekten zevk alıyordum. Ben de yardımcısı olarak elimde balyozla bekliyordum. Eğer inceltmek yada yassılaştırmak gerekse ben balyozla döğmesine yardım ediyordum. Çalışa çalışa öğreniyordum demirciliği. Amcan örsün üzerine boşa tek çekiç darbesi vuracaksa parçayı çevirecek ve ben vurmayacağım sonraki darbeyi. Bazen de iki kez boşa vurunca ben balyozla vurmayı kesiyordum. Parça soğuyunca rengi soluyordu. Soğuyan parçayı tekrar ocağa sürüp ısıtıyor ve ısınan parça kızgın olunca örsün üzerinde tekrar dövülmeye başlanıyordu. Be çekiç darbeleri ritimli olup dinlemesi bile zevk veriyordu bana. Sanki müzik yapıyorduk. Kalın, ağır demir örsten çekiç darbelerinin tınısı, sıcak demire vurulan darbe daha tok sesler çıkarıyordu, zamanla soğuyan demir parçası kızgınlığı geçince tınısı da serleşiyordu. Bir de buna balyozla eşlik edince sanki orkestrada müzik enstrümanları henüz bestelenmemiş demirci senfonisini çalıyordu.

Aşağıda yanan kömürün alevi yükselmiş ocakta. Demir maşalar ve bir tarafı kırık örs. Nasıl becermişler, nasıl kırılmış bilemiyorum. Örs çok eski olmalı.

İlk önce ocakta tavlıyoruz aparatı, suyu kaçıyor ve yumuşuyor demir. Parçanın kendi kendine soğumasını bekliyoruz bir süre. Parça soğuyunca matkap tezgahında deldik sorunsuz olarak. Delme işi başarılı olunca aparatı tekrar tavlıyoruz ocakta. Tavlanınca bu kez yağın içine atıyoruz suyunu alması için. Kızgın parça yağın içine girince bir kısım yağ yanıp dükkanı sarıyor yanık yağ kokusu. Ocakta bu işlemi yapan demirci görülüyor.

Aparatı alıp eve gidiyoruz. Denedik ama açamadık, çok sıkışmış ve fazla zarar vermeden bırakıyorum olduğu gibi. Hakan orijinal aparatı ısmarlamış internetten, halledecek kendisi. Bu gün Yuvarlak çaya gideceğiz. Zaman geçirmeden hazırlıkları yapıp gerekli malzemeleri çantaya yükledik. Yola çıkarak kısa sürede doğanın içinde tırmanmaya başladık. Tırmanma başlayınca manzarada harika olmaya başladı. Köyceğiz gölü tüm güzelliği ile kendini dağların korumasında gösteriyor mavilikler içinde.

Bisikletim KUZ yol kıyısında, hafriyatı yapılmış kayalık alan düzeltilmiş yerde park ederek yukarı doğru tırmanan Cem ve Hakan yolda bisiklet sürüyor.

Çam ormanı içinde genç ve yaşlanmış ağaçları bir arada görmek ne güzel.

Dağlar yalçın kayalıklardan dik bir halde yükselmiş ağaçların arasında.

Çıktık, çıktık, sonunda toprak yol ayrımına geldik. Ben haliyle buraları bilmiyorum ve ilk defa geldim. Hakan yolu biliyor ve nereye gideceğimizi bilmeden peşinden gidiyoruz. Haliyle neresi olursa olsun Hakan bizi güzel bir yere götüreceğine eminim. Ona güvenim sonsuz. Toprak yola saptık. Hakan beni toprak yola yeni girmişken çekiyor.

İkinci çekiminde çok yakınım kameraya. Bisikletim KUZ, kelebek gidonunda asılı kaskım. (Yokuş çıkarken çok düşük hızda hareket ettiğimden kaskı çıkarıyorum kafamdan) turuncu çantalarım bagajda takılı.

Toprak yola girdiğimizde zirveye çıkmış olduk. Ormanın içinden giden toprak yolda inişe başladık.

İnişte frenlere asılıyoruz, çünkü dönemeçli yoldayız ve çok dik. Cem önde, ben arkada, Hakan da bizi çekiyor.

Hakan bizi yuvarlak çayın yukarı kısmına, harika bir yere indirdi. Burada bizden başka kimse yok. Bisikletleri çınar ağaçlarına yaslayıp üzerimizdeki formaları çıkarıyoruz. Hakan çoktan çıkarmış bile, üstü çıplak. Cem sadece fermuarını açmış göbeği görünüyor. Üçümüzü de ön kamera ile elçek yapıyorum.

Burada bir çok göze var. Su damarı buradan yeryüzüne çıkıp yuvarlak çaya karışıyor.

Kaynak dedikleri bu olsa gerek, çünkü su kaynıyor gibi hava kabarcıkları çıkarıyor kumların içinde.

Başka bir yerde, kayanın dibinde gözeden su çıkıyor. Tam cennetlik yer, her taraftan sular fışkırıyor adeta.

Yuvarlak çay kaynağındayız, gürül gürül akıyor, saf, berrak ve tertemiz.

Buraya birileri çayın içine taşlar koyarak belli bir derinlik elde etmiş. Küçük bir bent gibi konulmuş taşlardan aşan çay köpürerek akıyor kendi yatağında.

Yuvarlak çayda çektiğim videoların görüntüsünü aşağıdaki videoda görebilirsiniz. Videoyu Cem çekiyor benim cep telefonumla.

Bu video da youtube de

Buz gibi akan suya bırakıyorum kendimi. İlk başta biraz üşüme geliyor ama sonra alışıyorsun.

Tamamen suyun içine sırt üstü yatıyorum. Temiz, saf, berrak suda arınıyorum adeta. Çayın ortasında kocaman bir kaya var, iki yanından çay akıp gidiyor.

Cem de giriyor çayın içine, onu da ben çekiyorum bir poz.

Su çok soğuk olduğu için fazla kalmadan dışarı, güneşin altına çıkıyorum. Kurulanırken Hakan da odunları yakıyor tavukları pişirmek için. Odunlar tutuşmuş, alevler çoğalıyor.

Muhteşem bir manzarayı izliyorum, çay çağlıyor kademe kademe. Kıyılarda otlar, çalılar ve çınar ağaçları. İzlemeye doyum olmuyor bu cennet köşesini.

Ateş köz haline gelince tavukları pişirip yemeye başladık. Cem et yemediği için ona göre sebze ve ot ağırlıklı salata ile karnını doyuruyor. Kendisi bir vejetaryen. Ateşin başında yarı çıplak Cem ve Hakan. üzerlerine Güneşin hüzmeleri vuruyor.

Yemeğimizi yedik, karnımız doydu. Atalarımız ne demiş; “Yemekten sonra ya kırk adım atçan yada uzanıp yatçan” Ben ikincisine uyuyorum. Hamağımı çınarların gövdesine bağlayıp geriyorum. Gölgede biraz şekerleme yapmak çok iyi geliyor. Vücudum gençleşmiş, temiz oksijen hücrelerimi yenilemiş halde nefesimi kontrollü alıp vererek hülyalara dalıyorum.

Hayallerimden birini gerçekleştirmenin gölgesinde çınar yapraklarını henüz sonbahar geldiği halde yeşil görüyorum hala. Çınar yaprakları insan eline benzer; beş parmaklı. Yapraklar ele benzeyince hafif rüzgar estiğinde sağa – sola salınmaya başlıyor. Tıpkı el sallar gibi.  Binlerce yaprak bana el sallıyor durmadan. Ayrıca gölge yapıyor dalların ucunda.

Ben şekerleme faslını bitirince Cem yerimi alıyor. Sadece benim hamağım var. O yüzden nöbetleşe hamağa uzanıyoruz.

Bu kez Hakan uzanıyor hamağa, kadehini bizim şerefimize kaldırıyor yattığı yerden.

Şekerleme olayını bitirip toparlanıyoruz, ateşi de söndürdük. Bu arada bir çoban keçi sürüsü ile yanımıza geldi. Selamlaştık, tanıştık. Düz bir betonun üzerinde kahve takımlarımı çıkarıp kahve pişirmeye başladım. Biz üç kişiydik, şanslı olan çoban dördüncü olarak kahvemin tadına bakacak. Şansa ayağı ile geldi. Betonun üzerinde Cem, ben ve çoban. Çobanın kafasında şapkası var. Sopası da önünde duruyor. Çay kayalara çarpan köpüklerle akıyor aşağı doğru. Üzerinde oturduğumuz beton su kaynağı ve buradan borularla alınıyor.

Kahveler pişti ve cezveden fincanlara boşaltırken Hakan beni çekiyor. Hava serinlediği için üzerime poları giymiştim.

Kahveleri içip sohbet ediyoruz çoban ile. Sonra vedalaşıyoruz çobanla ve yola çıkıyoruz. İndiğimiz toprak yol çok dik olduğundan kendimi zorlamadım. Yürüyerek sert olan yeri çıkıyorum. Hakan da beni çekiyor.

Çaydan epey yukardayız ve karşıma bu kırmızı, sarı karışımı yengeç çıkıyor. Beni fark eden yengeç kendini savunmak için gardını alıyor. Harika bir an, benle kapışmaya hazır bir yengeç kafa tutuyor. Haliyle kapışmaya niyetim yok. Hareketleri sevimli.

Asfalt olan yere çıkınca iniş başlıyor ve akşam Güneşinin parlak ışıkları hüzmesi altındayım.

Bulutsuz bir gökyüzünde Güneş dağların üzerinde, altında Köyceğiz gölü, dağlar net görünüyor. Önümde uzayıp giden sürülmemiş bir tarla var. Bir süre durup bu manzarayı izliyorum.

Hakan da bu anı kaçırmıyor ve yanımda Güneşi izliyor manzara eşliğinde.

Kısa sürede Köyceğiz’e geldik, evde üzerimizi değişip akşam yemeğinden sonra gün batımında Köyceğiz gölünün kıyısında dolaşmaya çıktık. Kordonda yürüyoruz sakin göllü izleyerek. Güneş biraz önce dağların ardında kaybolmuş, kızıllığı kalmış sadece gökyüzünde.

Gece olasıya kadar dolaşıyoruz kordonda, sonra eve dönüp günü değerlendiriyoruz. Epey zaman oldu evden ayrılalı, o yüzden yarın otobüs ile dönmeye karar verdik Cem ile. Biletleri hemen alıyoruz internetten ve içim rahat olarak yatıyorum.

Bu gün yaptığım yol yaklaşık olarak 27 Kilometre civarı

Aşağıda yaptığımız yolun haritası

Powered by Wikiloc

 

Köyceğiz Maceraları 5. Gün Eve dönüş

Erkenden kalkıp balkonda yerimi alıyorum kahve takımımla. Kendime şöyle güzel bir kahve pişiriyorum. Kahvemi içerken Güneşin doğuşunu izliyorum sabahın seherinde. Elimde kahve fincanı, bahçede otlar, ağaçlar ve Güneşin ilk ışıkları belirmiş. Sağda beton taş döşeli sokak. En fazla 2.5 katlı evler. O yüzden balkondan bakarken Güneşe ufkum açık gökyüzünde.

Herkes uyanınca kahvaltıyı yapıyoruz ve zaman geçirmeden dağınık olan eşyaları yükledik bisikletlere, otogara doğru pedalladık. Henüz hareket saati gelmediğinden bisikletlerin ön tekerleklerini söküp bagaj çantalarını indirdik. Otobüse bindirmeye hazırız.

Otobüs gelince sorunsuzca bagaja Cem ile el birliği ile yerleştirip koltuklarımıza oturduk. Kamil Koç firması bisikletlilere sorun çıkarmadan bir ilden başka bir ile taşıyor. Firmaya teşekkürlerimi bildiririm. Hareket saatimiz 13:00. Yaklaşık 4.5 saatlik rahat bir yolculuktan sonra İzmir garajına indik. Bisikletleri indirip ön tekerlekleri taktık. Bagaj çantalarını da yükledikten sonra dümdüz bir yoldan Alsancak çimlere geldik. Burada mola veriyoruz çimenlerde, kahve içeceğiz. Bizi burada Uluğ Cem Balkanlı karşılıyor. Cem ile ikimizi bisikletlerimiz yüklü halde bir poz çekiyor cep telefonumla.

Kahve faslından sonra bisiklet yolundan aheste aheste Güneş batmadan Göztepe iskelesine vardık. Güneş tüm kızıllığını bulutlara vererek batmaya hazırlanıyor. İskelede yolcu vapuru harekete hazır bekliyor. Bisiklet yolu maviye boyalı, kıyısında çit çalıları dikilmiş.

Eve vardım, ev yerinde duruyor ama zaman saatim durmuş, çalışmıyor. Demek ki solucanda zaman yolculuğu yaparken değişik rotalar yapmamızın nedeni buymuş. Saat çalışmayınca gonk sesi evrene yayılmadığı için rotalar saptı. İstenmeyen yollara girip çıktık, yoldan çıktık ama güzeldi yaşadıklarımız. Neyse ki fazla sapıtıp evrende kaybolmadan eve geldik. Hemen saati kurup zamanı ayarlanıyorum. Saati ayarlarken yarımlarda bir kere ve saatlerde ederi kadar gonk vurdu. Tokmağın vuruşu evrene ses dalgaları yayılmaya başlayınca uzay – zaman normale döndü. Yoksa evren kaosa sürüklenebilirdi maazallah. Eski, kurmalı duvar saatim, ahşaptan yapılmış. Camlı kapağı açık. Büyük kadranında saat 11:30 u gösteriyor. Uzun sarkacının ucunda disk ağırlık var. Üstünde süs piyonları ve çıkıntıları var. Sol tarafına nazar topu asılı kuşağınla. Saatin kapağı açık durumda.

Hayallerimdeki turlardan birini daha bitirdim. 13 Günlük bir turda güzel anları doya doya, gezerek, dostlarla bir festival ve Antalya’dan Köyceğiz’e kadar yeni dostlar edinerek hazine torbama yerleştirip yeni hikayeler oluştu. İşte o hikayeyi dilimin döndüğü kadarıyla sizlere yazdım. Biraz geç oldu ama zaman meselesi. Uzay – Zamanda solucanın ne yapacağı belli değil. Bazen hızlı geçiyor zaman, bazen de yavaş. Yani zaman göreceli. Bunu ben demiyorum, ünlü fizikçi Albert Einstein demiş.

Otogar – Üçkuyular arası yol 17 Kilometre civarı

Aşağıda haritası

Powered by Wikiloc

İki Garip Bir Akdeniz 6. Gün

3 Ekim 2017 Salı

Kumluca Sahili – Finike – Demre

(Kör arkadaşlar için betimleme yapılmıştır)

 

Ölüm birden boşalmasıdır insanın kendisinden
Gizli titreşimler uçar belki boşlukta sesinden

Güneş vurunca parıldar görünmez ayak izleri ki
Beyhude korularda eski bir yaz gezmesinden

Solgun bir gülümseme hani ay büyürken görünür
Aynalarda bırakılmış nice yüz birikintisinden

Atilla İlhan

 

Öne çıkan görsel, yamacın kıyısında giden yol, sol taraf deniz, ilerisi dalyan lagünü.

Sabah uykumu almış olarak gözlerimi açıyorum. Tüm gece karaya vuran dip dalgası bana ninni gibi geldi. Henüz güneş doğmadı. Çadırımın fermuarını açıp kum ve sakin denizi izliyorum bir süre. Akdeniz’in dinginliği hissediliyor. Bu dinginlik bana da yansıdı. Engin deniz sakin ve huzur verici. Nasıl denizin ufuk çizgisi engin ve bilinmezse yolumuz da engin ve bilinmez. Sanki kaybolduk bu enginlikte. Kaybolmalı insan. Çadırımın tentesi var sadece, Mavi yağmur geçirmez kısmını üzerine atmadım. çadırın fermuarı açık, önümde geniş bir kumsal. Kumsalda okaliptüs ağaçlarının köklerinden yeni çıkmış fidanlar yayılmaya çalışıyor. Kumsalın arkası deniz engin ve göz alabildiğine.

Sabah dinlencesini bitirip çadırdan dışarı çıkıyorum. Hava açık ve güzel. Berbat bir ayakyolunda elimi yüzümü yıkayıp iyice açıldım. Burası Kumluca sahili. Adı üstünde epey uzun bir yer tamamen deniz kıyısı ince kumla kaplı. Denizin kumlarla buluştuğu yere gelip Güneşin doğuşunu izlemeye başladım. Güneş doğudan kendini yavaş yavaş göstermeye başladı. Birkaç dakika sonra tepelerin ardında çıkıp yükseldi. Yükseldikçe ışıkları giderek parlaklaşıp ortalığı ısıtarak canlıların yeni bir güne başlamasını sağlıyor. Solda ince kumsal, aralarda iri çakıl taşları, sağda deniz. Sakin dip dalgası kıyıya ulaşınca kabarıp köpürerek kumlara seriliyor. Karşıda tepeler ve parlak ışıkları ile güneş.

Cem ile sabah kahvesini aç karnına içtikten sonra kahvaltıyı yaparak karnımızı bir güzel doyurduk. Sonrasında eşyaları toplayıp bisikletin bagajına yükledik. Yola çıkmaya hazırız. Kumsalda duşlar konulmuş ama su akmıyor. Duş tepesindeki plastik borunun ucundaki dirseğin içinde örümcek ağ örerek içeriye girecek böceklerle karnını doyuracak. Ortam doğal olmasa da örümce bir şekilde ağını örüp beslenmesi gerek. Borunun içinde kalan bir parça suya elbette bir kaç böcek düşecek tuzağına. Örümceği ve boru ağzını yakından çekiyorum.

Zaman geçirmeden yola çıktık, Buradan öte yol kaymak gibi ve emniyet şeritli duble yol. Cem önünde emniyet şeridinde gidiyor. önümüzde yeni dağlar belirdi. Kıyısından köşesinden bir şekilde geçeceğiz. Sağda yazlık evler, bir kaç ağaç dikili yazlıkların önünde.

Portakalı ile ünlü Finike kasabasına geldik. Kasabanın girişinde simgesi olan dev bir Portakal kavşaktaki yuvarlağa kondurulmuş. Turuncu portakal üzerine beyaz renkte Finike yazılmış. Portakalın etrafı çiçeklerle süslenmiş. Geri kalan yer yemyeşil çimen ekili.

Finike de fazla durmadık, yol kıyısında fırından ekmek aldık sadece. Yolda ne olur ne olmaz, yanımızda bulunsun. Finike’nin içlerine doğru giden bir yol, ortasında beton bariyerler.

Finike çıkışında bir grup bisikletçi ile karşılaştık. Dört kişi kendilerince tur yapıyorlar bagajları yüklü olarak. Birbirimize selam verip aldık, aralarından bazıları beni bisiklet camiasından tanıyordu. Haliyle ben onları tanımanın olanağı yok. Ama yolda karşılaşıp selam vermek, bir süre birlikte pedallamak güzel. Onların tur amacı farklı, bizimki farklı. O yüzden bir süre birlikte sürdükten sonra siz kendi temponuzda devam edin diyerek uğurladık arkadaşları. Yol kıyısında dört kişi bisikletlerle dönemeçten önce karşı şeritten resimlerini çekiyorum. Finike den sonra yol tek şeride düşüyor. Yolun sağı 4 -5 metrelik kayalık, solda deniz.

Deniz mavi, masmavi. Rengini pırıl pırıl gökyüzünün mavisinden alıyor. Hava sakin, rüzgarsız. Dalga yok. Maviliğin ötesinde aştığımız Adrasan yarımadasının tepeleri.

Girintili, çıkıntılı koylar çıkmaya başladı karşıma. Her ne kadar Toros dağları Akdeniz’e paralel uzansa da kıyıya doğru uzanmış girintiler de var. Bu girintiler ve çıkıntılar henüz ulaşılmamış bakir koylar. Sadece tekneler gelip koyun güzelliklerinden yararlanıyor. Kıyıları tamamen kayalık olan dar ve uzun koyda bir tekne demirlemiş öylece duruyor.

Küçük koyların yanı sıra geniş koylar da görmek olası. Bunlardan biri karşımda duruyor. Yolun solunda, deniz tarafından durup güzel görünen koyu dağlarla beraber çekiyorum.

Koyun dibine gelince beyaz kumsalı işgal edilmiş olarak gördüm. Birileri bir şekilde tesis kurmuş buraya. Gölgelik olsun diye kumsalda iki sıra demir üzerini örtülmüş. Denize doğru U biçiminde plastik bidonlarla iskele konulmuş. U’nun açık tarafı kara tarafında. Herhalde çocuklara güvenli olsun diye böyle konulmuş olabilir. Kumsala giriş ücretlimi değil mi bilemiyorum.

Gittiğimiz yol D 400 karayolu. Türkiye’yi Akdeniz’e paralel olarak boydan boya giden dört ana yollardan sonuncusu. Toplam uzunluğu 2036 Kilometre civarı. Datça yarımadasının ucundan başlıyor ta Hakkari’nin Yüksekova ilçesindeki Esendere sınır kapısına kadar devam ediyor.  Yol yer yer duble, paralı otoban şeklinde. kimi yerler tek şerit, gidiş geliş. Araçlar bu yolu pek kullanmıyor şehirler arası ulaşımda. Akdeniz’in girintili çıkıntılı sahil yolu hem hız hem de zaman kaybı yüzünde Konya tarafındaki yolu, D 300 karayolundan gidiyorlar. O yüzden pek araç ta yok yollarda. Arazi sert granit kayalıklardan oluşmuş. Kayalıklar denize kadar ve denizin içinde. Kimi yerde dik kayalıklar, kimi yerde daha alçak. Bizim gittiğimiz yol batı tarafına doğru. Kayalık sağ tarafımda. Sol tarafımda Akdeniz’in maviliği. Yol kaymak gibi, sıcak asfalt döşeli ve geliş şeridi ile demir bariyerler arasında bisiklet sürecek kadar genişlik var. Ben de Finike’den sonra kayalıkları izleyeceğime denizi, güzel koyları sakin Akdeniz rüzgarları eşliğinde pedallıyorum. Önümden gelen araçları kontrol ederek gidiyorum güzel manzara eşliğinde. Böylece hem yol almış oluyorum, hem de güzel koyları ve denizi daha yakından görmüş oluyorum. Bir taşla bir çok kuş vurmuş oluyorum böylece.

Gidonumdaki kartal tüyü, uzayıp giden dönemeçli yol, yolun sol tarafında demir bariyerler ve deniz. İleride Cem dönemeçte kaybolmadan önce.

Ters yönde gitmenin avantajlarını yaşıyorum. Küçük bir koyda iri çakıl taşları arasında siyah bir köpek durmuş bana bakarken bir resmini çekiyorum.

İşte küçük koylardan birisi, kıyıda henüz ince kum tanesine ulaşmamış çakıllar, çakılların sudaki turkuaz rengi ve derinleştikçe maviden lacivert rengine dönen deniz. 8 ila 10 metre kadar kıyısı olan alan yanları sert kayalıklardan oluşmuş. İngilizler bunlara Rock diyorlar. Akdeniz’in güçlü dalgalarına dayanıyor şimdilik. Binlerce yıl sonra sahil genişleyip çakıl taşları ince kum tanelerine dönüşecek.

Cem önde ben arkada gidiyoruz. Cem de benim gibi sol şeride geçip deniz ve koyları izliyor. Önümde iki dağın birleşip deniz kıyısında oluşturduğu koy var.

Diğer bir koy daha küçük ve dar bir alanda. Kayalıklar kademe kademe. Yol koyun dibine kadar gidip dönüyor.

Akdeniz’in uçsuz bucaksız denizi ve Adrasan yarımadasını artık iyice uzakta kalmış silueti görünüyor.

Yolu kıyıdaki arazi yapısına göre bazen yükseliyor, bazen alçalıyor. Ama genelde S biçiminde girintiye girip çıkıyoruz. Yol normalden uzun oluyor böylece. Küçük bir koyda durmuş resim çekerken bulunduğum yer biraz yüksekte. Yol koyun dibine doğru alçalıp inişe devam ediyor. Eğimi buradan rahatça fark edebiliyorum.

Arada bisikletim KUZ da kareye girmeli. Turuncu çantalarımla bana poz veriyor.

Turkuaz renkli küçük bir koy epey derinde kalmış. Yol yüksekte kaldığından koya iniş neredeyse olanaksız. Yamaç çok dik.

İleride deniz kıyısının düzleştiğini görüyorum. Arkada Toros dağlarının yükseltileri. Geniş bir alan düz.

Küçük koylardan birisi sadece kayalıklardan oluşmuş. Kum, çakıl gibi bir oluşum yok.

Denizi ve koyları izlerken bazen de yolun kıyısına atılmış atıkları görüyorum. Teneke içecek kutuları yanında birisi bira şişesi renginden belli olan bira şişesi kırık durumda. Şişenin rengi kahverengi, o yüzden bira şişesi olduğunu anlıyorum. İşte araç kullananların çevreye verdiği zarar. Araç kullanan yoz insan içip dışarıya atmanın nesini sevdiğini anlayamıyorum bir türlü.

Yoldan biraz uzakta kalmış küçük bir koy derenin çakıl taşlarını getirip denize renk kattığını şimdi daha iyi anladım. Küçük, büyük vadilerden akan dereler çakıl taşlarını sürekli denize kavuşturuyor. Denizin hırçın dalgaları da gelen bu çakıl taşlarını kendince ufaltarak zamanla kum tanelerine dönüştürecek. Koyun burnunu oluşturan kayalık küt ve iri bir görünümü var.

Daha önce uzaktan gördüğüm düzlüğe iyice yaklaştım. Burada denize yakın göl yada gölet var. Aslında burası lagün olarak belirtilmiş. Önü dar bir kumsal ile kapatılmış durumda. Bu resmi öne çıkan görsel olarak seçiyorum.

Göletin olduğu yer Beymelek köyü, gölün adı da Beymelek. Köyün tabelası sağda.

Beymelek Lagünü, Türkiye’nin Akdeniz bölgesinin batı kıyılarındaki tek doğal lagündür. Finike Körfezi’nin batısında  yer alır. Lagün, doğusundaki Gülmez Dağı antiklinalinin yapısal alçalım alnını oluşturan bir koyun, Akdeniz’le doğrudan bağlantısının kesilmesi sonucu oluşmuştur. Koyun önünün kapanarak lagüne dönüşmesinde; batısından Akdeniz’e dökülen Demre Çayı’nın alüvyonlarının hakim yön olan güney rüzgarı, gel-git ve akıntılar tarafından taşınarak koy önüne set şeklinde yığılması etkili olmuştur. Yaklaşık 40 km2 lik alanın yüzey ve yeraltı sularını toplayan lagün gölünün yüzey alanı 255 ha’dır. İçerisinde iki küçük ada yer alır. Bu bölgeye has olarak bulunan ve yetiştirilen mavi yengeç ile ünlenmiş.

Lagün önündeki kumsal tarafında köprü yapılmadığı için mecburen gölün kıyısından gidiyoruz. Gölün kıyıları sazlıklarla ve çalılarla kaplı.

Cem, yol kıyısında ölmüş mavi yengeç buluyor. Yengeci bagajının üstüne koyup lastik ile tutturuyor.

Mavi yengeç pişiren bir restorana girip fiyat araştırması yaptım. Tanesine 10 Lira deyince çok pahalı geldi doğrusu. En az üç tane yesek anca dişimizin kovuğuna sığar. O da 30 Lira edince tadına bakmaktan vaz geçtik. Sadece derin bir kabın içinde temizlenmiş mavi yengeçlerin resmini çekmekle yetindim. Ekmeği resme  banar yerim artık istediğim zaman. Yengeçlerin karın kabukları temizlenip alınmış.

Restorandan çıkıp yola devam ediyoruz. Lagünü besleyen çaylardan birisinin üzerinden geçerken çayın gölete buluştuğu yerin resmini çektim. Önümde taze püsküllerini açmış sazlar var. Çay toprak yatak içinde akıyor.

Lagündeki küçük adanın resmini çekiyorum. Ada küçük bir tepeden oluşmuş. Kıyıda ise taşlık oluşturmuş durumda.

Lagünün dibinde çaydan gelen kumlar set gibi çayın ağzını kapatmış. Uzun bir kumlu ada gibi. İleride sazlık ve çalı bitkileri var.

Lagünün besleyen çaylardan birisi. Kıyıları sazlıklarla kaplı durumda. Vadiden geniş bir alanda lagüne doğru genişleyerek kavuşuyor.

Demre’ye geldik, kasabanın girişinde yol gidiş geliş bulvar şeklinde ayrılmış. Ortası yeşil alan ve ağaçlarla süslenmiş. Alın kısmında yeşil renkli Demre harfleri demirden yapılmış kocaman.

Demre de portakal bahçesinde palmiye ağaçlarının gövdeleri hiç tıraşlanmamış. Öylece büyümüş salkım saçak.

Demre çayı üzerindeyim, geniş bir yatağı olan çay Toros dağlarına yağan yağmur sularını buradan taşkın ve deli biçiminde akıyor görünüşe göre. Şimdilik yatak kuru görünüyor. Sadece küçük bir sazlık içinde inceden akıyor.

Yol tabelasında Kaş, Muğla düz olarak, sağa doğru ise Şehir merkezi ve kahverengi boyalı Myra antik kentine doğru gidileceğini gösteriyor. En üstte D.400 kara yolunu belirtmişler.

Şehrin en önemli yeri olan Hristiyanların Noel Baba dedikleri yer olan kilise tarafına doğru gidonu çevirdik. Tabela da yazan Aziz (St.) Nikolas anıt müzesi (Museum) ok işareti sağa doğru işaret ediyor.

İki katlı bir ev tamamen beyaz badana yapılmış, İki kapısı, pencere kenarları mavi renkte boyalı. Üst kattaki pencere çıkıntı olarak dikdörtgen ve iki küçük gözden yapılmış. Duvarda mavi boyalı saksılar üstte üç, altında iki saksı iki kez tekrarlanmış olarak sabitlenmiş. Her iki kapının yanında gövdesi kocaman, mavi boyalı saksılar konulmuş. İçinde bitkiler var. Her şey mavi ve beyaz.

Müzeye geliyoruz. Gişede Aziz (St.) Nikolas anıt müzesi parlak metal harflerle yazılmış pano tahtadan yapılı. Burada 50 Lira karşılığında müze kart çıkarıyorum kendime. Nasıl olsa bir çok müze var önümde, gerekli olabilir. Aslında Cem arkadaşımız Filiz öğretmenle görüşüp müze müdürü arkadaş aracılığı ile misafir olarak içeri alıyorlar. Ama ben yine de müze kartımı çıkarıyorum. Her zaman torpil olmaz.

Bisikletleri güvenli bir yere koyup içeri giriyoruz. Noel Baba’nın kilisesini Urim Baba olarak gezeceğim.

M.S. 3. yüzyılın ikinci yarısında Patara’da doğup Myra’da piskoposluk yapmış olan Aziz Nikolaos’ın saygın dini kişiliği öldükten sonra aziz mertebesine ulaşmasını sağlamış, başta eski Rusya Çarlığı olmak üzere Avrupa’nın birçok ülkesinin en popüler azizi olmuştur. M.S. 5. yüzyılda Myra’nın (Demre) Likya eyaletinin başkenti, Myra Başpiskoposunun da Anadolu’nun ikinci büyük din otoritesi olması, Aziz Nikolaos’un ölümünden sonraki yıllarda şehrin saygınlığının artmasında büyük rol oynamıştır. Myra halkı ölümünden sonra Aziz adına önce bir anıt, sonra da büyük bir bazilika inşa ettirmiştir.

Aziz Nikolaos Kilisesi mimari üslubu ve süslemesiyle Orta Bizans Dönemi’nin en seçkin örneğidir. Bugünkü kilisenin özgün temelleri üzerinde değişik zamanlarda yapılmış birçok yapı bulunur. Böylece kilise çeşitli dönemlerde inşa edilmiş bir kompleks görünümündedir. Bu kompleks ana hatlarıyla; avluya açılan iki narteks (iç avlu), iki yan koridorun arasında yer alan kubbeli bir orta mekanla (naos), bema ve önündeki syntranonlu (koro basamakları) apsisten ibarettir.

http://dosim.kulturturizm.gov.tr/muze/9

Merdivenlerden aşağı doğru inilen bir yerden Kilisenin yapısı görünüyor. Üzeri demir direklerle sabitlenip, örtülmüş yağmur ve güneşten korunmak için. Sol tarafta istinat duvarı taştan örülü. Üzerinde çam ağacı gövdesi tamamen kurumuş. Gövde kalın ve eğri büğrü.

Aziz (St.) Nikolas , bizim bildiğimiz Noel Baba bronz heykeli karşımda. Omuzunda torbasını arkaya doğru atmış sağ eliyle tutuyor. Üzerinde Papaz elbisesi, eteğinde de dört tane çocuk ile betimlenmiş. Bildiğiniz üzere Noel Baba yıl başlarında çocuklara hediyeler dağıtarak sevindirirmiş. Böylece yeni yıla çocuklar sevinçle ve mutlu olarak girerlermiş. Babamdan bana kalan miras ta tıpkı Nolel Baba gibi çocukları sevindirmek. Elimden geldiği kadar çocukları sevindirmeye çalışırım.

Kilise şimdiki zeminin altında kalmış yapısına merdivenlerden iniyorum. Kilisenin kalın duvarları ön kısmında bulunan yarım yuvarlak çıkıntı odaları restore edilmiş. Henüz çatısı yok ama üzeri kalın branda ile korunmakta.

Kilisenin ana giriş kapısında girerken kalın duvarlar, kemerli kocaman kapıdan geçiyorum. Girişte yüksek bir seki var, burayı iki basamakla çıkıp iniliyor.

Nişlerin içine Aziz Nikolas ve yardımcılarının freskleri renkli boyalarla yapılı. Uzun etekleri ve omuzlarında uzun şalları ile betimlenmiş. Aziz olduklarını belirtmek için başları turuncu renkli bir daire içine alınmış. Yüzleri böylece daha belirgin olarak görülmesi sağlanmış. Resimde üç kişi var, ortadakinin elinde İncil kitabı, diğerleri sanki İncil kitabını kutsuyorlarmış gibi.

Başka bir nişte biraz tahrip olmuş freskler var. Nişin dibinde iki sütunlu pencere var, dışarıdan içeriye ışık giriyor.

İç avluda kenarları kalın ve yüksek duvarla çevrelenmiş. İç tarafta kemerli kapılar birbiri ardında. Zemin mermerle kaplı, sağ tarafta altı köşeli kaldırım taşı ve ortasında kalın bir sütun. Bu sütun kısa, büyük bir olasılıkla çeşme olabilir.

İç kısımları birbirine kemerli koridorlarla bağlantılı. Zemin mermer kaplı ve parıldıyor. Bu parıltılar gelen ziyaretçilerinin ayakkabılarla dolaşmaları sonucu sanki cilalanmış gibi parıldıyor.

Üzeri kemerli kapı içinde dikdörtgen kapı. Kapının kenarları ve üstü kemerden ayrı kondurulmuş.

Koridorlar kemerli geçişlerle birbirine bağlı. Yan odalara girişler de kemerli. Kemerin üst yarım yuvarlak kısmı pişmiş, ince ve uzun tuğlalardan yapılı. Bir metre kadar iki sıra mermer blok üzerinden tuğla örülmeye başlanmış. En arkada küçük bir pencereden beyaz gün ışığı içeriye vuruyor. Koridora vuran ışık zemindeki mermeri parıldatıyor.

Kemerlerin bazı yerlerinde duvar, bazı yerinde kalın sütun üzerine kondurulmuş. Tavan mermer blok taşlarla kubbe biçiminde örülerek kapatılmış.

Ayin salonu girişindeki koridorda tavan sıvanarak fresk resimleri boyanmış. Kemerler onarıldığı için resimlerin bazı yerleri yok. Salona giriş kapısından içerisini görüntülüyorum. İçeride iki sütun, arkasında amfi oturma yerleri. Üç pencereden vuran ışık salonu aydınlatıp zemini parlatmış durumda.

Önümdeki kemerli kapıdan iç kısmındaki iç içe iki kemerli nişte bir mum yanıyor.

Dilek olarak yakılan mum taşları is yapıp karartmış ince çizgi gibi.

Üç pencereden vuran ışığın aydınlattığı amfi ve iki tarafta üçer sütun. Zeminde papazın kürsüsü mermer kalın bir blok tam amfinin merkezinde.

Zemindeki mermerler, basamaklar epeyce aşınmış ve iyice parıldamış durumda. Yerli ve yabancı ziyaretçiler burayı çokça ziyaret ettikleri mermerin aşınmasından belli. Zeminde ve basamaktaki mermerler birbirine benzemiyor ve renkleri farklı.

Ortasında krem renkli, beyaz damarları olan yuvarlak bir mermer. Etrafında içten dışa doğru renkli üçgen parçalar yan yana dizilerek çember şeklinde yapılmış. Üçgen boşlukları da beyaz üçgen parçalar ile doldurulup desen tamamlanmış. En içteki üçgenler küçük sonrasında üçgen parçaları büyüyerek 7 kat olarak yapılmış. Üçgen paçalarının sayısı her katta 59. Hem renkli üçgenler hem de beyaz üçgenlerin sayısı 59. Yapan usta bir amaç uğruna yaptığı belli. Daire bitiminde 5 santimlik mermer ile çerçevelenmiş. Sonrası dikdörtgen mermer ve karo plakalarla devam edilerek buranın kutsal bir yer olarak belirtilmiş.

Zemin, mermer ve mozaik taşlarla süslenerek yapılmış. Kahverengi, krem damarlı mermer, mozaik süslemeli karo taşları. beyaz mermerler döşenmiş rengarenk.

Bakır bir levha sütun ayağına kaplanmış. ortada Dünya yer küresi, kıtalar çizilmiş. Avrupa, Asya ve Afrika. Merkezi ise Anadolu. Dünyanın etrafı kabartma olarak işlenmiş levhanın. Altta ise renkli desenlerle sanki Dünya alevler içinde yanıyor gibi.

Aziz Nikolas Kilisesi ziyaretimiz bitti. Dışarı çıkıp Demre de bir güzel karnımızı doyurduk. Acelemiz yok, yemeği yedikten sonra hemen Demre’nin çıkışında bulunan Andriake antik kentine doğru gidiyoruz. Cem önde bisikletini sürerken yol tabelasında düz olarak Kaş, Muğla. Sol tarafa ise kahverengi çerçevede Çayağzı (Andriake), altında beyaz çerçevede Yat Limanı Yazılı. Düz giden yolu D.400 olduğunu da belirtmişler. Sağ tarafta üzeri naylonla örtülü seralar var.

Biz Antik kente doğru döndük karayolundan. Küçük bir tırmanıştan sonra kazı alanına geldik. Dış kısımlardaki antik kemerli duvar yapısını görüyorum. Karşımda kayalıklı yamaç, zeminde çay yatağı sazlar ve otlarla kaplı. Sağda bir iş kamyonu park etmiş durumda.

Antik kent girişindeyiz. Kahverengi boyalı tabelada “Andriake Örenyeri Likya uygarlıkları müzesi” yazılı. Sola doğru ok işareti ile belirtilmiş nereye gideceğimizi.

Andriake, Demre kent merkezinden nehir boyunca batıya uzanan asfalt yol üzerinde 5. km.de bulunan Çayağzı mevkiinde yer alır. Kent, Myra’nın limanı ve onun oluşturduğu bir yerleşim olarak bilinir. Ancak M.Ö 200 yıllarında Andriakos (Kokarçay) nehrinin ağzında Andriake isimli bir şehrin olduğu ve M.Ö. 197’de III. Antiokhos’un Antiokheia’dan çıkarak, Ptolemaioslar’ın elinde bulunan yerleri alarak, filosuyla Andriake’ye geldiği bilinmektedir. Livius’ta ise Andriake’nin ismi güney Lykia kentleri arasında sayılmaktadır. Part Savaşını planlayıp, Asia ve Lykia’ya gelen Traian, Myra’da konakladığında Lykia’nın güneyinde güzel bir limanın planlamasının yapılması gereğini belirtmiştir. Fakat planlama ve uygulama Hadrianus’a ve onun zamanına aittir. İ.S. 18’de Germanicus ve karısı Agrippa’nın Myra ziyareti, Andriake’ye dikilen heykellerle onurlandırılır. İ.S. 60’ta ise Kudüs’te huzursuzluk çıkardığı için Roma’ya hesap vermek üzere yola çıkan Aziz Paulos’un gemi değiştirmek üzere burada mola vermiş olması, Andriake tarihinin renkli sayfaları arasındadır. Andariake antik kentinin kalıntıları büyük ölçüde limanın güneyindeki tepenin eteğine yayılmıştır. Demre yönünden ilk karşılaşılan yapı, Andriake’ye tatlı su getiren aquadükt’tur. Kemerli girişi, içte nişli duvarları ile tipik bir Roma devri yapısı olan nymphaion, kentin doğusundadır. En önemli kalıntısı, 65*32 m. boyutlarında, sekiz odalı, dikdörtgen planlı Hadrian Dönemi (İ.S. 117-138 ) ( silo, tahıl ambarı ) Granariumu’dur. Cephede girişi sağlayan sekiz kapı bulunur ve her kapı bir odaya açılmaktadır. Ön cephe duvarında kapıların üstündeki pencereler iç kısmı ışıklandırmak için yapılmıştır. Ön cephede terasın iki yanında depo ile ilgili görevli odaları yer alır. Ortasındaki büyük giriş kapısının hemen yanında Roma imparatoru Hadrian ve karısı Sabina’ya ait aynı büyüklükte iki büst bulunmaktadır. Cepheye yerleştirilmiş aralarında grifon olan Serapis ve Pluton kabartması ise, yazıtında açıklandığı üzere granarium memurunun rüyası üzerine yapılmıştır. Granarium ile liman arasındaki alanda liman caddesi, caddenin önünde de üstleri yarıya kadar açık gemi barınakları bulunmaktadır. Kentin en büyük yapısı Plakoma adı verilen Pazaryeri veya agoradır. Agora’nın güney yönü hariç, üç tarafı dükkânlarla çevrili olup ortasında sarnıç bulunmaktadır. Agora’nın önündeki yükseltide ise ev kalıntıları yer alır. Gözetleme kulesi yamacın batısındadır. Limanın kuzey kısmı büyük ölçüde Lykia türü lahitlerin bulunduğu, bu arada iki Bizans dönemi kilisesinin kalıntılarına rastlanan nekropol alanıdır.

(Kaynakça: “Andriake” Dünden Bugüne Antalya [II. Cilt], Antalya İl Kültür ve Turizm Müdürlüğü, 2012, Antalya, 194.)

Aşağıda Andriake yerini anlatan yazı resmi.

Aşağıda çay ağzı, sazlık ve yakın dönemden kalan bina yıkıntıları.

Üç sütunu sağlam, bir sütun ortadan kırık, kare yapılı, sadece bir sıra duvar çevrili tapınak. Sütunların tepesinde işli başlıklar da sağlam duruyor.

Büyük mermer bloklardan yapılmış duvarı yandan çekiyorum. Yanda yürüme yolu Arnavut kaldırım taşı ile tren raylarından sökülmüş ağaç traversler ile yol haline getirilmiş.

Girişte iki sütun ve mermer bloklardan yapılmış bina giriş kapısı. Duvarları da kalın bloklardan yapılmış.

Binanın dibinde su kanalı var.

Yıllarca antik kentin üzerinde ekip biçmiş, hayvanlarını otlatmış Hasan bizim rehberimiz. Antik kentin olduğu yer Hasan’ın ailesine aitmiş. Kazı olayları başladığında istimlak edilmiş arazi. Şimdilerde Hasan işi gücü buraya gelen ziyaretçileri gezdirmek antik kenti. Uzamış sakalı beyazlaşmaya başlamış. Başındaki geniş açık renkli bez şapka kafasında güneşin yakıcı sıcağından koruyor Hasan’ı. Küçük kareli gömleği, esmer teni güneşten yanmış, uzamış sakalı ile sanırsın ki kazı başkanı Profesör Doktor Hasan. Görünümü öyle ama tatlı ve hoş sohbetli bir adam. Antik kenti gezerken güneşin yakıcı sıcağının etkisi ile biraz yorulunca oturup dinleniyoruz. Böylece Hasan, Cem ve ben elçek resim çekiyorum kendimizi bir poz. Güneş yüzümüze yansımış, yere oturmuşuz. Arkada antik kentin taş duvarları.

Epey geniş alana yayılmış olan antik kent bir zamanlarda ihtişamlı bir yaşam sürüldüğü yapılarda kullanılan taş bloklardan belli. Düzgün yontulmuş taşlar aynı titizlikle üst üste konularak sağlam yapılar meydana getirmişler. Bu yapı tahıl ambarı olarak kullanılmış. Odaları 65 X 45 metre boyutlarında, alanı 2300 m. Onca geçen zamana rağmen çatısı hariç duvarların çoğu ayakta ve sağlam. Uzun bir binanın bej renkli taş duvarı boydan boya. Arkada tepe ağaçlarla kaplı.

Geniş taş bloklarla kaplı zemin görüyorum. Tam ortasında bir kuyu var. Kuyu kare yapılı, yanlarda iki direk. Direğin üzerinde tambur ve kolu. Bu tambura ip bağlanıp kova ile kuyudan su çekiyorlarmış eskiden. Şimdi ise ip ve kova yok, öylece yapılı duruyor.

İlk önce kuyu olduğunu sandığım yer aslında yeraltı sarnıcı. Sarnıcın içine giren merdivenlerden aşağıya iniyorum. Merdivenin boşluk olan kıyılarında tahta korkuluk var.

Zeminde gördüğüm geniş taş blokları tutan kemerli yapı görüyorum. Kemerler kalın taş bloklarda sık olarak yapılmış. Kemerler 3 metre genişliğinde, bir adam boyundan biraz fazla. Zemin yürümek için tahta kaplanmış. 7 tane kemeri iç içe çekiyorum tam ortadan.

Arka tarafımdan da bir poz çekiyorum kemerleri. Dipte sarı renkli lambanın ışığı duvara yansımış. Solda tavandan gün ışığı içeriye girip aydınlatıyor ortamı.

Işığın geldiği yeri çekiyorum tavanda. Kemerli duvarların üzerine enlemesine geniş taş bloklar konulmuş. Onun üzerine de iki kemer arasını kapatacak kadar daha geniş taş plaka ile örtüldüğünü buradan görünce anlıyorum. Tavanda gün ışığının geldiği boşluk yukarıda gördüğüm kuyunun ağzı.

Kare kolon üzerinde kemerin başlangıç noktasını çekiyorum. İki yana doğru yarım daire biçiminde taş bloklarla yapılmış. Kendi ağırlığı kolon üzerine eşit olarak dağıtılıp tavan kısmını taşıyor. Kemer taşlarının üstü normal biçimde taşlarla örülüp doldurulmuş.

Bir zamanlar bu sarnıç su ile dolu imiş. Kanallarla uzaklardan su getirilip sarnıç içine akıtılarak binlerce ton su depolanıyormuş. Bu kadar büyük sarnıç yapılması burada yapılan mureks işliklerinde bol su kullanılması. Sarnıç’ın içine giren su oluklarında birisinin resmini çekiyorum yakından.

Kuyuyu daha yakından çekiyorum. Tek parça kare bloktan kuyu ağzı yapılmış, taş blokun yüksekliği 80 santim. Tahtadan iki direk, direklerin arasına da tambur yerleştirilmiş. Tamburun mili yanlardaki iki tahtadaki deliklere yerleştirilerek tahta bir kol tamburun bir ucunda. Bu kuyu yeni yapılmış. Taştaki çekiç izleri ve tahtaların yeni görünümü kahverengiye boyanması ile belli oluyor.

Mureks, bizdeki olta balıkçıların Madya olarak adlandırdığı deniz kabuklusu elde etmek kolay. Gel gelelim bu kabuklulardan mor boya elde etme hiç te öyle kolay değil. 12.000 kabukludan sadece 1.5 ila 1.7 gram boyar elde ediliyor. Böyle zor şartlarda ve az elde edilmesi antik dönemde mor rengin altından daha kıymetli olmasını sağlamış. Mor renkli boyalı kumaşları krallar ve soylular anca alıp giyebiliyormuş eski zamanlarda. Binlerce Mureks kabuklusundan elde edilen mor boya değerli olduğu kadar kötü kokusu kumaş boyası yapılan atölyelerin şehir dışına yapılmasına neden olmuş. Bu kadar çok kırık kabuklar nereye atılacak? Tabi ki işliklerin hemen yakınına. Metrelere yüksek tepeler oluşturmuş kırık kabuklar. Yapılan kazılarda bu kabuk tepeleri de ortaya çıkmış.

Artık neredeyse birbirine kaynamış olan kabukların yakından resmini çekiyorum.

Zeytin ağaçlarının gölgeleri kabuk tepelerine vurunca Hasan ve Cem tepenin üzerine oturup gölgede serinliyorlar.

Kazısı tamamlanmış su kanalları ortaya çıkmış. Mureks deniz kabuklarının işliklerinin su gereksinimini karşılıyor. Kanal L biçiminde zeminde. Başı ve sonu yok.

Su sarnıcında iki kuyu var, Sarnıcın etrafında dükkanların kalıntıları çevrelenmiş olarak duruyor.

Binanın çatısından akan su kanallarla sarnıca doğru akacak şekilde yapılmış. Düz ve yüksek bir duvar ve dibinde su kanalı.

Sarnıcın çevresindeki dükkanların birindeki taş blokların arasında zeytin ağacı çıkmış. Zeytin ağacının gövdesi kökleriyle birlikte duvar arasında kendine yer edip bir taş bloğu çepeçevre sıkıca kavrayıp yerinden oynatarak yaşamın gücünü bize gösteriyor.

Duvardaki taş bloklar o kadar düzgün yontulmuş ki taşların birleşim yerlerindeki boşluk yok denecek kadar az. Bazı bloklarda L biçiminde oyuklar yapılmış. Büyük bir olasılıkla tahtaların girinti yerleri olarak yapılmış.

Andriake çayının alüvyonlarla kapattığı liman ve limanda kullanılan ahşap vinçler.

Vinçleri daha yakından resmediyorum cep telefonum ile. Bu vinçler antik dönemden kalma değil, yakın zamanda yapılıp kahverengi ahşap boya ile boyanmış. Dört tekerlekli, ön ve arka dingilleri birleştiren iki kirişle bağlanmış. Arka kısmı ağırlık taşları konulsun diye uzatılmış. Önde ise vinç kaldırma kolu ileri ve yukarıya doğru uzatılarak kaldırma işlemini yapıyor.

Daha büyük bir vinç yapısı var karşımda. Arkada sabit kocaman bir tambur, tamburun miline ip dolanıp vincin ucuna getirilerek yük kolayca kaldırıyorlarmış.

Kocaman bir binanın önüne geldik. burası Likya uygarlıklar müzesi. Tabela müze binasının girişinde. Tabelada Müze, Likya uygarlıklar müzesi, Lycian civilization museum yazısı yazılmış.

Müzenin içine giriyoruz. İlk göze çarpan yazılar burasının tarihini anlatan tabelalar. ANDRİAKE diye başlık atılmış. Altında yukarılarda yazdığım tarihçesi yazılı.

Antik dönemde paralı Lidyalılar bulduktan sonra gelişen para basma işi her tarafa yayılmıştı. Burada da darphane olarak adlandırdığımız bir atölyenin resim çizilerek anlatılması betimlenmiş. Darphane de üç işçi çalışıyor, üzerlerinde işçi kıyafetleri giymişler. Karşıda ocak yanıyor, bir işçi elinde küçük bir potada erimiş madeni sıcağı sıcağına kalıba döküyor. Bir işçi de para büyüklüğünde dökülen metal üzerine çekiç ile zımbalayıp paraya şekil veriyor. Diğer işçi de basılmış metal parayı elinde tutup kalite kontrol yaparak parayı kontrol ediyor. Ocağın üstünde asılı demircilikte kullanılan aletler asılı. Sıcak metalleri tutmak için uzun saplı çeşitli maşalar, yerde kovanın içinde şişler, bir demirci makası. Bir kütük, üzerinde paraya şekil verilen zımba kalıbı. Burası küçük bir atölyede bir para basılan darphane.

Mermer plakaya yazılmış yazıt. Yazı Yunanca yazılmış, üste solda üç küçük dikdörtgen oyuk var, yazının başlangıç bölümünü bozmuşlar nedense. Ortada da bir oyuk açılmış.

Antik dönemden kalma pirinçten yapılmış 3 tane değişik boyutta olta iğneleri. Demek ki o zamanlarda olta balıkçıları varmış.

İki tane parmakları olan ayak uçları heykelin birinden kopup ayrı bir yerde bulunmuş olmalı. İki ayak ta sol ayak ucu. Gövdeler kim bilir nerde.

Üç çömlek yan yana, arkamdan vuran sarı renkli ışık taş duvarı aydınlatırken yürüyen bir adamın silueti görünüyor.

Antik dönemdeki tiyatrolarda kullanılmış mask örneği. Ağız ve gözleri oyuk. Mask kireç taşından yapılmış.

Duvara asılmış afişte yazanlar;

Mureks İşlikleri

Andriake’de en ilginç mekânlardan birisi de Plakoma’nın kuzey kapısının doğusunda 6.yy.’da faaliyet gösteren Mureks adındaki kabuklu deniz yumuşakçalarından elde edilen mor kumaş boyasının üretildiği işliklerdir. Kumaş boyamakta kullanılan renk, mureks türü deniz yumuşakçalarının salgı bezinde bulunan mukusun havaya bırakılarak oksitlendirilmesi ve fırınlanması ile elde edilmektedir. Aperlai de kullanılan murekslerin kabukları denize atılmışken, Andriake’de Agoranın doğu ve batı kısımlarına yığılmıştır. Yer yer 3 metreye varan tepeler biçimindeki bu yığınlar yaklaşık 400-800 metre küp arasında deniz kabuğu içermektedir. Bu atıklar kireç harcı ile karıştırılıp mureks harcı olarak yapılarda kullanılmıştır.

Renkli kalemle çizilmiş mureks kabukları. İçleri boş olan 5 tane kabukların dış kısmı çıkıntılı sarmal olarak çevrelenmiş.

Sunak taşı, dairesel olarak çiçekler oyularak şekillendirilmiş. Kötülüklerden ve kötü ruhlardan koruyucu olarak 3 gorgon kız kardeşlerden Medusa, bakışları ile karşısındakini taşa çeviren kesik baş betimlenmiş.

Müzenin içinden dışarıya çıkınca güneşin parlak ışıkları gözlerimi kamaştırıyor ilk önce. Müze içindeki lamba ışıkları loş ortamda yumuşak geliyor gözlere. Gözler güneş ışığına alıştıktan sonra gezimize devam ediyoruz. Küçük dikdörtgen tekne, sığ sularda uzun bir sopa ile hareket ettiriliyor su üzerinde.

Küçük teknenin kullanıldığı çayın ağzındaki sığ sular aşağıda görünüyor. Bir tane de ahşaptan yapılmış yelkenli gemi gözüme çarpıyor.

Müzenin dışında gölgelik bir yere oturup dinleniyoruz biraz. Ben, Cem ve rehberimiz Hasan. Müze dört bölümden oluşmuş koca bir hangar. İçeride çok sayıda eser sergilenmiş. Hepsinin resmini çeksem de burada çok yer kaplayacağından sadece bir kaç resim koydum. İsteyen gidip yerinde ziyaret edip görebilir.

Geminin olduğu yere doğru inmeye başladım. Altımda binanın taş duvarları bölüm bölüm, sanki limanda depo olarak kullanılmış gibi.

Dikdörtgen bir blok halinde yapılmış bina, üzeri taş plakalarla kapatılmış. Bekçi kulübesi kadar bir yapı, aşağısında da gemi ve çayın ağız kısmı.

Yerde kanalların izini görüyorum. Kanalın üzeri taş plakalarla örtülmüş. Sadece bir kapak yerinden çıkarılıp alınmış.

Ahşap geminin yanına geldim sonunda. Üzerine tahta merdivenlerden çıkılıyor. Geminin kaptan kamarası tam ortasına yapılmış. Ön kısmında uzun boyunlu bir kuğunun ahşaptan oyulmuş heykeli yapılmış.

Geminin uzun ahşap yelken direği. Tepesinden aşağı doğru inen  yelken ipleri.

Güvertenin üzeri tahtalar ile kaplanmış. Direkten aşağıya doğru inen halatlar küpeştelere ve ortadaki bağlantı yerlerine bağlamışlar.

Geminin ambar kısmına iniyorum. Burada amforalar yatık durumda sıralanmış. Amforaların dipleri sivri olduğundan dik olarak kullanılmıyor. Amfora içlerinde sıvı taşıdıklarından geminin sallantısından etkilenmemeleri için tavana asılıp dökülmeleri engellenmiş oluyor.

Geminin arka kısmında yanda dümen palası konulmuş. Uzun bir kalın sırık, sudaki bölüme kürek yapılmış. Küpeşteye demir bir halka ile bağlanmış durumda. Kürek kısmında ise iple yukarıdan sarkıtılarak bağlanmış. Yelkenle giderken gemiye yön veriliyor dümen ile.

Karada kullanılan ırgat. Irgat dedikleri tabanda iki uzun kalas üzerine dört ayak konulmuş, boyu 1 metre. Ayakların bitiminde küçük bir platform, ortası delik. Aşağısında da ortası delik mil yatağı. Dikine konulmuş 30 santim kalınlığında kalın bir mil. Milin üstünde iki delik 90 derecelik açıyla delinmiş.  Bu deliklere uzun sırık geçirilmiş. Mil gövdesine tutturulan halat  sırıkları ittirilerek milin dönmesini sağlayıp halat dolanarak ağır gemileri karaya çekmeye yarayan bir alet.

Liman ambarları olarak kullanılan depoların sokağındayım. Sokağın iki tarafında depolar ve giriş kapıları.

Sararıp düşmüş okaliptüs yaprakları yerde, arasından sadece beyaz, uçları hafif pembeleşmiş bir çiçek açmış.

Antik gezimiz de bitiyor ve bu arada Merve yanımıza geldi arabası ile. Onu kapıda karşılıyoruz.  Hasret giderdikten sonra kahve takımımı çıkarıp kahve pişirmeye başladım. Merve ile Eşpedal derneğinin düzenlediği Ege turunda tanışmıştık. Yanımızda da buranın arkeoloğu Ayşe de var. Hep birlikte oturup sohbet ediyoruz kahve pişerken. Elçek ile resmimizi çekiyorum.

Kahveleri afiyetle içtikten sonra bisikletleri arabanın taşıyıcısına yükledik. Eşyaları da bagaja yerleştirdikten sonra bizlere rehberlik eden Hasan ve Ayşe ile vedalaşıyoruz. Kendilerine bize gösterdikleri yakınlıktan dolayı teşekkür ederim.  Bu arada kendisi yolda olan dengesiz arkadaşım İrfan da Kaş’ta olduğunu öğreniyorum Merve ile görüşüp bizimle gelebileceğini onayını aldıktan sonra İrfan’ı arayıp bizi Kaş’ta beklemesini, oraya geleceğimizi söyledim. Arabaya binerek Kaş’a geldik. Akşam karanlığı bastırdı bu arada. İrfan ile buluştuktan sonra akşam yemeğini bir lokantada yiyoruz. Kaş’ta bisikleti ile gezen bir bisikletçi ile karşılaştık. O da bizimle beraber yemek yedi. Hesabı ödedikten sonra dışarıda elçek bir resim çekiliyoruz hep birlikte. Resmi ismini hatırlayamadığım arkadaş bizi elçek çekerken arkasında ben, Merve, Cem ve İrfan bisikletlerle.

Arkadaşla vedalaşıp İrfan’ın bisikletini arabaya yükleyip iyice bağladık. Bir süre deniz kıyısından gecenin karanlığında ilerliyoruz denizi görmeden ama iyot kokusu ortamda var. Her zaman resimlerde gördüğüm Kaputaj kumsalını görüp denizine girmek isterdim. Ama elimde olmayan nedenlerden araba ile seyahat ettiğimden bu güzelliği sokak lambaları ışında görüyorum. Kaputaj kumsalında durup kumsalı yüksekten izliyorum. Kumsal bir işletmeye verilmiş o yüzden şezlong ve Güneş şemsiyeleri düzgün sıralanmış sahilin belli yerinde. Denizin dip dalgaları köpürerek kumsala vuruyor usulca ve 4 sıra şezlonglar sarı renkli lamba ışıkları altında kum rengi olan bej renginde. Deniz karanlık sadece kıyıya vuran beyaz köpüklü dalga görünüyor.

Kalkan köyüne kadar sahil boyunca gittikten sonra Kalkan’dan Toros dağlarına doğru tırmandık. Merve’nin Öğretmenlik yaptığı köy olan Sütleğen’e geldik. Bu gece Merve’nin evinde kalacağız. Bisikletleri ve eşyaları arabadan indirip eve yerleştik. Önce sıcak bir duş ardından sohbet, muhabbet kahve içerek zamanın nasıl geçtiğini anlamadık bile. Gecenin geç zamanında yatıyoruz.

Bu gün yaptığımız yol yaklaşık 66 Kilometre civarı.

Aşağıda yaptığımız yolun haritası Kumluca –  Demre

Powered by Wikiloc

Suyun Kaynağına Yolculuk Bakırçay 3. Gün

5 Mayıs 2017 Cuma

Bergama – Göçbeyli – Soma

( Görme engelli arkadaşlarım için betimleme yapılmıştır. )

(Resimlerin bir kısmı Vedat Karakaya ve Ferdi Kızıl’a aittir)

 

Arzusun çektiğim Beserek Dağı

Elvan elvan çiçeklerin açtı mı?

Çevre yanın güzellerin otağı,

Bizim eller yaylasına göçtü mü?

 

Güney tarafında Kurban Pınarı,

Kalktı mı Mezarlı Boyu’nun karı?

Garip öter meşeliğin kuşları,

Yavru şahin yuvasından uçtu mu?

 

Yeşil atlas giymiş dağlar süslemiş,

Mescit köyü eteğine yaslanmış,

Şeme Dağı, duman olmuş puslanmış,

Sivralan’a nuru rahmet saçtı mı?

 

Zaman gelip göçler geri dönerken,

Güzellerin yaylasından inerken,

Dilberler doldurup bade sunarken,

Veysel Şatır, hatırlara düştü mü?

Aşık Veysel Şatıroğlu

 

Öne çıkan görsel, Somalı arkadaşlarla birlikte resim çekiliyoruz. 18 kişiyiz, arkamızda pankartımız asılı.

Güzel bir uykunun ardından erkenden kalkıyorum, henüz kimse kalkmamış. Dün fazla resim çekememiştim, kamp yaptığımız tesisleri çekmeye başladım. Daha önce ABAK turlarında bir çok kez kalmıştım burada. Çadır için uygun bir yer, izin istedikten sonra kalabilirsiniz ve rahat kamp yapıp uyuyabilirsiniz. Duş olanağı her zaman olmazsa da tuvalet var ve yakın. Bisikletler birbirine kilitli yan yana duruyor. Tenis kort tel çitine pankartımız bağlı. Yeşil çimen üzerinde çadır kurulu iki tane.

Benim çadırım mavi renkte, yanımda yeşil ve lacivert renkli iki çadır. Küçük ağacın arkasında bir çadır daha var. Küçük bir alanda dört çadır rahat sığdı. Arada yürüme yolu kilitli taş ile döşeli. Diğer çadırlardan ayrı yerde bulunuyoruz. Belediyenin tesislerinin binalarının yanında elektrik panoları var. Buradan tesislere ve parkın aydınlatmasının dağıtımını yapılıyor. Bisikletim KUZ panonun önünde park edilmiş durumda. Kilitlemeye gerek duymadım, Kim ne yapacak siyah eski bisikleti. Turuncu çantalar üzerinde ve yerde sosis çanta duruyor. Akşamdan yıkadığımız çamaşırları ipe asarak kurutmaya çalışıyoruz.

Çadırımın yanındaki çadırda bizim Ferdimen yeni uyanmış hala uyur durumda gözleri kapalı olarak başını çadırdan dışarıya çıkararak günaydın diyor bana. Uzun saçları ile öylece gözleri kapalı olarak çekiyorum bir poz. Çadırının üzerinde peştemalini sermiş. Bu peştemal daha önce Denizli’de katıldığımız festivalden kalma. Bende de aynısı var, yıllardır kullanıyorum. İnce, hafif ve katlanınca az yer kaplıyor.

Lacivert çadır, üstünde mavi beyaz şeritli peştemal serili. Ferdimen sadece kafası çadırın dışarısına çıkarmış gözleri kapalı olarak.

Herkes uyanıp kahvaltısını yaparak çadırları, eşyaları toparlayıp bisikletine yükledi. Yola çıkmaya hazır olduğumuzdan hep birlikte bir resim çekilelim dedik. Antalyalı Vedat yanında tripod taşıyor. Cep telefonunu tripoda yerleştirip ayar yaparken ben de onun bu halinin resmini çekiyorum. Arkasında üç tane bisiklet yüklü durumda yola çıkmaya hazır.

Vedat zamanı ayarlayıp kameranın karşısına geçerek pankartımız ile birlikte resim çekiliyoruz. Tenis kortu arkada, beton zeminine on kişi oturmuşuz. Dört kişi de yerde çimenlere oturmuş durumda. Üstte oturanlar soldan sağa; Bahadır Özer, Mehmet Ali Akyüz, Ceyhun Altın, Musa Yıldız, Nafiz Sağdur, Şafak Omaç, Urim Babacan, Figen Gülgör, Çağdaş Lale ve Nursal Beşün. Yerde oturanlar; Cem Tabanlı, Ferdi Kızıl, Merih Balaban ve Vedat Karakaya. Aramızda sadece Hünkar Göcekli yok. Pek resimlerde görünme taraftarı değil. Önde oturan Cem Tabanlı bağdaş kuramadığı için ayaklarını öne doğru uzatmış durumda. Diğerleri bağdaş kurarak oturmuş.

Resim çekildikten sonra pankartı toplayıp çantama yerleştiriyorum. Ardından yola çıkarak günün turuna başladık. Bergama sokaklarında ilerliyoruz, sokaklar Arnavut kaldırımı döşeli. Arnavut kaldırımı Kozak yaylasında bulunan siyah beyaz noktalı granit taşlar küçük küp şeklinde kırılarak yapılıyor. Belediye de hemen hemen tüm sokakları Arnavut kaldırımı taşları ile döşemiş durumda. Bergama’nın eski ana caddesinde ilerliyoruz. Evler ve binalar iki katlı, fazla yüksek değil. Sağda direk üzerinde tabelalar tarihi yerler olan Bedesten, Arasta yazısı bir tabelada sola ok işareti. Altındaki tabelada Lonca Meclisi, Çukurhan Kahverengi zemin üzerine beyaz harflerle yazılı. En alttaki tabelada ise SGK sola ok yönü ile yerini belirtmiş. Yanında da kalın beton direkte trafo ve enerji kabloları kırmızı renkte. Karşıda Akropol tepesi görünüyor.

Bergama sokakları bazı yerlerde o kadar dar ki çatılarından diğer eve rahatlıkla atlanabilir. Geçmişte ulaşım aracı şehir içinde ve tarlaya gidip gelirken eşek kullanılırmış genellikle. At arabaları kullanılsa da sokaklar sadece bir at arabasının sığacağı kadar. Belki de at arabası bile giremez. Daha çok eşeklerle yükler taşınıp yaşamlar ona göre düzenlenirmiş. Dar sokakların dar yapılmasının bir özelliği de komşuluk değerleri. “Ev alma komşu al” der atalarımız. Mahallelerde komşuluğa çok önem verilirmiş o zamanlarda.  Erkekler sabahın köründe eşeklerine binip tarlaya çalışmaya gittikten sonra kadınlar sokağa çıkıp ilk önce evlerinin önü süpürülerek tertemiz yapılır. Ardından günlük yapacağı işleri sokağa çıkarıp yapmaya başlarlarmış. Yapılan işe göre kim zorda ise onun işini halledip diğer işleri de kolayca el birliği ile bitirirlermiş. Sokağın dar olması ve yere serilen kilimler yüzünden yürüyerek geçmek zorlaşır geçilemez durumda olur. Onun için yabancılar sokaklara girmeye cesaret edemezler sokağın halini görünce. Sokağın sıcak ortamı birbirine yakın olan evlerin pencerelerinden sohbet, dedikodu, gıybet şeklinde devam ederek günlük yaşam tarihe karışırmış.

Böyle bir sokak görünce durup geçmişte yaşananları hayal ederim. Gelip görmek, görüp yaşamak gerek tarih kokan dar sokakları.

Sokak üç metre genişliğinde, düz değil de hafif kıvrıntılı yukarıya doğru eğimli. Evler iki katlı, en önde sarı boyalı evin altı depo yada araba garajı. Sürgülü katlanır demir kapısı ve üst katta balkonu var. Bu ev sokağın başında önü açık. Diğer evler sokak darlığı yüzünden balkonları yok. İkinci ev pembe boyalı badana ile renklendirilmiş tek katlı. Karşı köşede demir kepenkli dükkan kepenkleri inik durumda boyasız sıvalı.

Bergama tarihi geçmişi ile ünlü bir yer. Bunlardan birisi de Kızıl avlu denilen Bizans dönemine ait devasa bazilika. Bazilikanın yanına gelerek bisikletleri park ediyoruz. Kızıl avlu girişinde kule bayağı yüksek boyutta ve geniş. Arkasında ise kırmızı tuğla ile yapılmış kilise kuleden daha da yüksek boyutta. Girişte bir kaç çam ağacı ve dut ağaçları ile yeşil rengini taş binalara desen oluşturmuş durumda. Burasını görmeyen arkadaşlar girip içerisini geziyorlar. Ben daha önce bir çok defa gördüğümden bisikletlerin başında bekliyorum.

Kızıl avlu ziyaretini kısa tutuyoruz, yola çıkmamız gerek. İçeridekiler çıkınca daha hazırlanmadan Şafak yola çıktı bizleri beklemeden. Grubu beklemeden yola çıkması biraz canımı sıksa da önemsemedim. Geri kalanlar da hazırlıklarını bitirip yola çıktı Şafak’ın ardından. Ben ve Ferdimen arkadan onların peşinden çıktım yola. Ana yola çıkmadan çeşme görünce boşalan şişeleri dolduruyoruz içme suyu olarak. Önümüzde çeşme var mı yok mu bilemediğimden sular he zaman dolu olmak zorunda. Çeşme taş bloklardan üzeri kemerli olarak yapılmış. Komple beyaz kireç ile badana yapılarak çirkin yazılar bir derece kapatılmış. Çeşmeden su dolduran Ferdimen ve bisikletlerimiz park etmiş durumda. Arkada bir ev ve bahçe var, bahçenin kapısı demir parmaklıklı, tamamen açık durumda.

Biraz geç çıkmamız ve çeşme başında suları doldururken geçen zamanda grup bizden epey ileride. Önümüzde göremiyorum arkadaşları. Ferdimen ile birlikte gidiyoruz Soma yönüne doğru. Önümüzdekileri göremediğimizden kendimizi kaptırmışız gidiyoruz. Ferdimen harita konusunda ve yol konusunda epey bilgili ve tecrübeli olduğundan öndekilere yetişememenin nedenini düşünürken gittiğimiz yolun yanlışlığının farkına vardı. Bana dönerek; ” Urim Baba yanlış yoldayız, önceki sapaktan sola, köy yoluna girmemiz gerek. Rota öyle gösteriyor.” diyerek beni uyardı. Hemen durduk, rota hakkında hiç bir fikrim yok, sadece Soma’da kamp atacağımızı biliyorum. Geri dönerek yol sapağına geldik. Doğru yola girip az ileride başka bir sapak çıktı karşımıza. Soldaki yol tabelada yazdığı gibi İvrindi, Balıkesir yönünü gösteriyor. Yıllar önce Keşan turundan sonra İğneada’ya kadar gidip dönerken bu yoldan gelmiştim gece vakti. Tabi gündüz görmek ile gece görmek arasında fark var. Sağ tarafta iki tabela konulmuş. Birinde Ayazkent, diğerinde Göçbeyli, Belcik yönlerini belirtmiş. Mavi boyalı zeminde beyaz yazı ile yazılmış karayolu tabelası. Bizim rotamız sağ taraftaki Göçbeyli yönü.

Bahar ayının sonu olan Mayıs ayının başlarındayız. Tarlalar sürülüp ekilerek büyümeye başlamış fidanlar. Yol kıyısında tarla ile dar alanda kalmış kırmızı gelincikler açmış boz renge canlılık getirmiş bir parça olsa da.

Biraz bastırıp öndekilere yetişiyoruz Ferdimenle birlikte. Tarlalar arasında köy yolları asfalt dökülerek ulaşım sağlanmış. Bizler de bu yollardan sakince gidiyoruz.

Göçbeyli köyüne giriş yapıyoruz. Köyün epeyce geniş caddesi, kaldırımdaki ağaçlar insanın içini ferahlatıyor. Arnavut kaldırımı taş döşeli yolda araç trafiği ve park etmiş araba yok. Kıyılardaki tek katlı köy evleri caddede dolaşan birinin ufku açık olarak rahat dolaşabilir. Aslında insanı yanıltan bir tarafı var caddenin. Geniş görünmesinin nedeni tek katlı evlerin olması. Şehirlerdeki aynı boyuttaki cadde yüksek apartmanların boğucu görüntüsü, yoğun akan trafik ve iki kıyıda park etmiş arabalar yüzünden iyice darlaşan yol görece çok dar bir cadde görünmesine neden oluyor. Caddede bir köylü kadını yürüyor, ileride motorlu ve solda park etmiş minibüsten başka kimse yok. Kıyıdaki çam ağaçlarının gövdeleri kalın, beyaz badana ile boyalı. Gölgesi caddeye tamamen vurmuş durumda.

Bizden önce giden grup kahvenin bahçesinde masalara oturmuş dinlenirken bulduk. Dut ağacı gölgesinde bir şeyler atıştırarak çay ile birlikte enerji topluyoruz. Köyün meydanına güneş vurmuş, dut ağaçları kahvenin bahçesini tamamen gölge yaparak rahatça oturmamızı sağlıyor. Bahçe yeşil çimen kaplı. Üç masayı tamamen doldurmuş durumdayız.

Bir süre dinlendikten sonra yola çıkıyoruz. Köy dağların eteklerine kurulmuş. Nehirden epey uzaktayız. Şimdi ana yola doğru gidiyoruz. Bakırçay nehrine gelince köprü yakınında durup nehre bakacağız. Yol kıyısında kimi ayakta park etmiş bisikletler, kimisinin ayağı yok yere yatırmış. Yürüyerek köprüye doğru gidiyor arkadaşlar.

Köprünün üzerinden Bakırçay’ın deniz tarafına akan yatağının resmini çekiyorum. Nehir az miktarda su akıyor, kıyıları yeşil bitkiler ve söğüt ağaçları ile kaplı. Tam altımda ki yerde bir miktar taş var. Burada çağlayan nehir suyunun rengi belli oluyor. Buradan gördüğüm kadarı ile pek temiz aktığı söylenemez. Köpükler beyaz olsa da nehir yatağı siyah rengi suyun rengini tamamen mat siyah görünmesini sağlamış.

Bu kez tam kadro 15 kişi pankartımız ile birlikte köprü başında Vedat Karakaya’nın tripodunda çekiliyoruz. Köprü başında Bakırçay yazısı var. 10 Kişi köprü korkuluk demirine yaslanmış, 5 kişi de yere oturarak pankartı tutuyorlar.

Ana yola çıkıp emniyet şeridinde bisiklet sürmeye başladık. Göçbeyli köy yolundan gittiğimizden Kınık Kasabasını pas geçmiş olduk. İzmir’in en uç ilçesi olan Kınık kasabasını göremesek te Manisa il sınırını tabela bize belirtiyor. Yol kıyısındaki karayolu tabelasında Manisa il sınırı, altında karayolu numarası 240 – 02 olarak belirtmiş. Rakamların altında ise sınırda kilometre başlangıcı olarak 00 belirtilmiş. Bu karayolu işaret ve işaretlerden anlayanlara yarıyor. Bunu neden anlattım söyleyeyim: Avrupa şehirleri bisiklet sürme yarışı yapılıyor Mayıs ayında. İzmir de bu yarışmaya katılıyor. İzmir büyükşehir belediyesi desteği ile il sınırları içinde cep telefonuna indirilen uygulama ile gittiği yolu kaydediyoruz. Böylece şehir ve il sınırları içinde ısı haritası oluşturuyoruz. Benim cep telefonumda da bu uygulama var ve yaptığım yolu kaydediyorum. Uydudan beni takip eden program tam burada Manisa il sınırına girince takibi bırakacak. (Tüm Mayıs ayı boyunca kaydettiğimiz rotalarla Avrupa birincisi olduk). Solda duble karayolu, emniyet şeridinde giden bir bisikletçi ve zeytin bahçesi sağda kalmış.

Düz yol olunca bastırmak gerekiyor. Güneş altında sıcak havanın etkisi ile ara sıra benzinlikte mola verip serinliyoruz. Benzinliğin birinde tuvalet ve ihtiyaç molası verirken biraz dinlendik.

Ana yola çıkınca hızımız arttı ve kısa sürede Soma’ya vardık. Soma linyit kömürleri madenlerinin bolluğu nedeni ile maden şehri. Şehir girişinde yolun ortasına kömür ocaklarında kullanılan kömür vagonu konulmuş. Vagon siyah renge boyalı, kısa iki rayın üzerinde duruyor. İki yanda iki şeritli yol ve apartmanlar dizelenmiş.

Şehrin merkezindeki kavşakta Soma kömür madencilerinin kömür ocağında çalışırken yapılan bronz heykelleri. Birisinin elinde kazmayı kaldırmış başının üzerinde. Diğeri yerdeki kömürleri kürekle kenara atmaya çalışırken betimlenmiş. Kara kömürün kara talihi kasabanın üzerinde her zaman. Yer altından kömür çıkarmak o kadar kolay değil. Hele şimdiki zamanda taşeron işçilik sisteminde. Gerekli çalışma koşulları olmadan yer altında iş güvenliğine dikkat etmeyen patronlar boğaz tokluğuna çalışan işçileri ezdiği gibi tehlikeli çalışma ortamında oluşan kazalar nedeni ile işçiler hayatını kaybediyor. Geçtiğimiz yıllarda 301 işçinin hayatını kaybettiği büyük iş kazasında zamanında alınmayan önlemler yüzünden bu felaketi yaşadık. Her ne kadar davası sürse de çalışma koşulları aynı ve düzeleceğini zannetmem.

Soma’da bizi Bisikletçi Bircan Karalar karşıladı. Öğretmen evinde bizleri ağırlayıp pide ile karnımızı doyurdu. Misafir severliğinden dolayı Bircan Karalar’a çok teşekkür ederim. Kendisini tanımıyorum, Şafak Omaç ile iletişime geçerek bizleri en iyi şekilde ağırladı. Orada iki Fransız bisikletçi ile birlikte pankartımız önünde topluca resim çekiliyoruz. Toplam 18 kişiyiz, önde sadece Şafak’ın bisikleti var.

Bircan Karalar yerel basını çağırmış bizler için. Soma Tv bizimle söyleşi yaptı. Şafak Omaç ve ben yaptığımız turun doğuşu, amacı ve projelerimizden bahsettik. Aşağıda söyleşinin videosu var.

Daha sonraki günlerde gazeteye haberimiz basılmış. Aşağıda gazete küpürü görünüyor. Gazetede 7 resim var ve yazılar. Soldaki resimde benimle söyleşi yapan spiker kız, sağda Fransız ile Cem Tabanlı birlikte söyleşi yaparken. Cem çevirmenlik yapıyor. Ortada iki bisikletli resmi. Solda aşağıda Şafak Omaç, ben ve spiker kız. Sağda, bisikletlere binmiş durumda grup olarak giderken çekilmiş resim. En aşağıda solda topluca çekildiğimiz resim ve sağda tek olarak içimizdeki en yüklü bisikletçi Hünkar Göcekli’ni resmi. (Gazete küpürü elime ulaşmadığından Şafak Omaç’ın sitesinden cep telefonu ile ekrandan çekim yaptım. Resim biraz kötü görünüyor.)

Yerel basın ile söyleşimiz bitince günlük alışveriş için şehir merkezine, yukarıya doğru gittik. Alışveriş dükkanından gerekli yiyecekleri aldık. Bisikletlerimiz yüklü olarak dükkanın önünde, kaldırımda park etmiş olarak duruyor. Bisikletim KUZ ve bagajı yüklü, üzerinde bir ekmek naylon torbada.

Alışveriş işini de tamamladık, kamp yapacağımız mesire alanına yaklaşık 10 kilometre giderek vardık. Burası Soma dışında, çam ağaçları ile kaplı piknik ve mesire yeri. Ayrıca Kırkağaç Gençlik ve İzcilik Merkezi olarak kullanılıyor. Kamp yerinde henüz çadırımı kurmadan önce kafamı yukarı kaldırınca çam ağacının dalları ilgimi çekti. Kara çam ağacında düzgün bir dal yok. Hepsi de kıvrımlı ve düzensiz gök yüzünü kaplıyor. Sanki mavi bir atlasa gelişi güzel dantel işlenmiş gibi. Kalın, ince dallar gelişi güzel, dağınık biçimde. Uçlarında iğne yaprakları seyrek olarak duruyor.

Kamp yapacağımız yer yoldan biraz yukarıda olsun diye arkadaşlara söyledim ama çadırlarını kurdukları için yerini değiştirmek istemediler. Çadırımı olabildiğine yoldan uzağa kurarım. Gece boyu geçen araçların motor ve egzoz gürültüleri rahat uyutmaz insanı. Ben ve bir grup biraz daha yukarıda çadırları kurduk. Pankartımızı da iplerle ağaçlara gererek insanların görmesini sağladık. Çam ağaçları altında bir kaç çadır ve pankart iple bağlı. Yer sofrasında oturup yiyecekleri ortaya dökerek beraberce yapmaya başladık.

Yemeği yedik, karnımız doydu. Yorgunluğumuzu biraz dinlenerek gidermeye çalıştık bir süre. Burası hem Soma’ya yakın hem de Kırkağaç’a yakın. İki kasabanın ortak piknik ve mesire alanı. Burada mangal kültürünü geliştirmeye geliyorlar. Ayrıca burasının başka bir özelliği de var. Kırkağaç Çam Festivali 10 gün yapılıyor. İnsanlar çadırlarını alıp burada kalıyorlar. Hıdırellez şenlikleri de burada yapılıp baharı karşılıyorlar. Yüz yıldan daha fazla her yıl Mayıs ayının ilk haftasında şenlikler yapılıyor. Dükkanlar da çadır tezgahlarda yiyecek, içecek, giyim, ayakkabı aklınıza ne gelirse satıyorlar.

Kısaca tarihçesi şöyle; 100 yıldır yapılan Çam mesiresi kış aylarından çıkıp bahar günlerinin gelmesi ile tarlalarda ziraat işlerine girmeden önce şenlikler yapılır çadırlar kurulur. Çam ağaçları neredeyse 200 yıllık ve köylülerin inanışına göre bir kuru dal dahi çamlıktan alınmıyor. Alınırsa evinde uğursuzluk meydana gelir inanışından ötürü çamlar şimdiye kadar korunagelmiştir. Yöredeki tüm köyler, Soma, Kırkağaç Çam mesiresine gelip kalmak adet olmuş.

Anlatılanlara göre; “Vakti zamanında köylü kadını kocasına tutturmuş Çam’a gidelim diye. Aile fakir, Çam mesiresine gitmek masraf demek. Zaten para yok. Kadın tutturmuş illa ki beni götür diye. Adam yok ne yapsın evdeki kazanı satıp gitmişler Çam mesiresine. O zamanlarda çadır falan yok, çam ağaçlarına bağlanan iplerin üzerine kilim atarak altında kalınıyormuş. Çam mesiresi bitip eve dönünce kadın kirlenen çamaşırları yıkamak istemiş. Bakmış kazan yok. Bunun üzerine  adam “Sattırdı kazanı oynattı kızanı” deyişini söylemiş.

Hıdırellez şenliklerinde yumurta tokuşturup salıncakta sallanırmış genç kızlar ve oğlanlar. Gelenek haline gelen salıncakta sallanmak kızların koca, erkeklerin de eş bulmak için Çam mesiresine gelip tanışarak yuva kurarlarmış. Çam mesiresinde Sarıkız efsanesi de bir zamanlar yer bulmuş. Din kaynaklı tarikatların zorlaması ile kadınlar ayrı, erkekler ayrı çadır kurarlarmış. Bunun etkileri hala sürmekte.

Hava kararınca çadır alışveriş yerlerini gezmeye başladık. Burada her şey var, ben sadece kendime ucuz 10 tanesi 50 kuruşa mandal aldım. Bir tek mandala ihtiyacım vardı. Bir de dondurma alarak gezinirken ağzımızı tatlandırdık.

Üstü naylon gerili tezgahlarda giyecek, ayakkabı, su, dondurma satan yerler elektrik lambaları ile ışıl ışıl. Yerler kilitli beton taş döşeli ve gezinen insanlar.

Her türlü yiyecek bulmak olası, yer fıstığı satan bir tezgahtan biraz yer fıstığı alıyoruz çadırda yemek için. Karşıda parlak ışıkları ile dondurma tezgahı.

Bir süre dolanıyoruz alışveriş yerinde. Fazla geç olmadan çadırları olduğu yere gelerek yer fıstığı ile bira içerek sohbete daldık. Geç saate kadar insanların gürültüleri devam etti. Ortalık sakinleşince çadırlara girip yattık tatlı düşlerle.

Bu gün yaptığımız yol yaklaşık olarak 67 Kilometre civarı.

Aşağıda yaptığımız yolun haritası

Powered by Wikiloc

5. Antalya Kemer Bisiklet Festivali 2. Gün

1 Ekim 2016 Cumartesi

Tekirova – Çıralı -Olimpos – Tekirova

( Kör arkadaşlarım için resimlerde betimleme yapılmıştır )

 

Beşikler vermişim Nuh’a
Salıncaklar, hamaklar,
Havva Ana’n dünkü çocuk sayılır,
Anadoluyum ben,
Tanıyor musun?

Ahmed Arif

 

Öne çıkan görsel, çayın denize dökülen ağzı. kıyılar sazlık ve çam ormanı, suyun sol tarafında taş lahit var.

Çam ağaçları altında uyumak sabahın erken saatlerinde uyanmaya neden oluyor. Neden derseniz ağaçlar da gece boyu fotosentez olayını bırakıp bizler gibi oksijen ayıp karbondioksit vermeye başlıyorlar. Sabaha karşı gün ağarmaya başlar başlamaz ilk ışık yapraklara düşünce durum değişiyor. Tekrar karbondioksit alıp temiz oksijen vermeye başlıyorlar. Yani fotosentez dediğimiz olay başlıyor. İşte bu olay başlangıcında aldığımız oksijen bize hayat veriyor ve vücudumuz erkenden uyanıyor temiz havada. Kısa sürede ciğerlerin aldığı ilk oksijenler hücreleri harekete geçirip canlanmamıza neden oluyor. Tabi atalarımızın dediği gibi her ağacın altında uyunmaz. Örneğin ceviz ağacının altında uyumak tehlikeli biz canlılar için. Çünkü ceviz ağacının yapısı gereği sülfür gazı salgılar. Bu gaz da havadan ağır olduğu için dibe çöker ve canlılara zarar verir. Çam ağaçları altında böyle bir tehlike yok şimdilik.

Erkenden uyanmak güzel, kahve içmek daha da güzel deyip çadırımın olduğu yerde çardağın tahta basamaklarında kahvemi pişiriyorum. Kahve ocağı, cezve, dört fincan kahve dolu. Arkada çadırım ve Bisikletim KUZ turuncu çantaları ile.

Mavi çadırımın yanında kahve kutum ve şeker dolu şişem. Alt basamakta fincan kutusu, turuncu ocak kutusu ve dört tane içi kahve dolu fincan. Onun altındaki basamakta tüplü ocağım ve cezve. Sağdaki tahta direkte Urim Baba’nın Kahvesi tabelam asılı. Ortada çam ağacının kalın gövdesi.

Pişen kahveyi çadır komşularımla paylaşıyorum.

Kahvemi içerken gözüme ilişen saksağan kuşunun uçarak gelip okaliptüs ağacının tepesine konması. Güneşin ışıkları ağacın ve saksağan kuşunun üzerine vuruyor. Ben de digital zoom yaparak pek net olmasa da resmini çekiyorum.

Kahvaltı olayını bitirdikten sonra hazırlanıp bu günkü tur için yola çıkmak için toplandık. Bu sabah sanki daha kalabalığız gibi. Kamp kapısında yola kadar bisikletli dolu. Karşıda Güneş vurmuş tahtalı dağı, solda çam ağaçları ve sağda gelen bisikletçilerin arabaları park etmiş durumda.

Başlama işareti verildikten sonra yola çıkıyoruz. İlk önce Tekirova içinden yukarıya, ana yola çıkıp sola doğru döndük. Döner dönmez de yokuş başladı. Çam ağaçlı manzarada ana yolda gidiyoruz düşük vitesle. Önümde bisikletliler gidiyor. Yolun iki tarafında sollama işaretti bitti anlamına gelen tabela var. Beyaz daire içinde sağdan sola doğru yanlamasına siyah şerit. Bisikletliler de performansına göre sollama yapıyorlar.

Yokuş bitmek bilmiyor, yolun sağından birer ikişer sıralı bisiklet konvoyu uzamış yukarıya doğru. Yolun duvar gibi yamacında orman genel müdürlüğünün yaptığı OGM ALO 177 yazısı. Bu orman yangınları için telefon numarası. Herhangi bir orman yangını görürseniz cep telefonunda ücretsiz 177’yi arayarak en kısa sürede haber verin.

Çam ağaçları sivri kayalıkların her tarafındı sarmış durumda. Kayaların çatlaklarını kökleriyle daha da yarıp kendilerine yaşama alanı sağlıyor çam ağaçları.

Sağımda bir dere yatağı görünüyor, akmasa da dibinde genç çınar fidanları fışkırmış büyümekte.

Çıkmaya devam ediyoruz tek sıra uzun bir kuyruk gibi yukarıya doğru. Karşıda dağların tepeleri görünüyor.

Biraz sert olan yokuş zorlasa da ağır ağır çıkıyorum. Sonunda mola yerine varmak üzereyim. Asfaltta sola ok işareti ve mola yazısı az ileride mola verdiklerini belirtiyor. Zaten solda olduklarını görebiliyorum bisikletçileri.

Aralarına karışmada toplaşmış bir çok bisikletçiyi uzaktan mola yerinde resmini çekiyorum.

Meyve suyu, soda ve su ile ısınan bedenimizi bir an olsun serinletiyoruz. Su içerek su kaybını tamamladık. Soda içerek kaybettiğimiz mineralleri yerine koyduktan sonra meyve suyu ile biraz vitamin takviyesi ve çikolatalı gofret ile enerji depoladık. Artık bizi kimse tutamaz. Kimisinin enerjisi bitmemiş ki çalan müzik eşliğinde oyun oynuyor göbek atarak.

Tekirova dan beri bizi takip eden tarçın renkli bir köpek dili bir karış dışarıda “Ben ne yapıyorum bunların arasında, ne işim var koşturup duruyorum. Dilim damağım kurudu, zor nefes alıyorum, dilim bir karış dışarıda” diyerek içinden geçiriyor sanki. Bir arkadaşımız da köpeğe su vermeye çalışıyor.

Mola yerinde topluca resmimizi çekiyorlar, içlerinde var mıyım yok muyum belli değil. Kendimi göremedim.

Mola bitiminde tekrar yokuşa dinlenmiş olarak çıkmaya başladık. Önümde bisikletçiler. Bir süre daha yokuş çıkmak bizleri susatacağını bilen görevliler tam yerinde su molası için sağda durmuşlar. Asfaltta yine ok işareti bu kez sağa yönü. Okun üstünde su yazısı ve altta bisiklet resmi.

Yokuş bitmek bilmiyor, yolu kontrol ederek en sola geçip yokuşu çıkan bisikletçilerin resmini çekiyorum. Yolun sağı – solu çam ağaçları ile adeta duvar gibi.

20161001_095345_HDR

Resmi çektiğim yerin altında odun yığını görüyorum. Birer metrelik kesilmiş odunların gövdeleri kimi kızıl, kimi gri renkte. İki ağaç türü kesilip karışık olarak yığın yapılmış. Renk dağılımı bir yağlı boya tablosu gibi.

Sonunda yokuş bitti ve zirvedeyiz. Buradan çıralı tarafına ineceğiz. Buralara ilk defa geldiğimden yeni yerleri görmenin heyecanı içerisindeyim. Burada bir süre soluklanıp nefesimin normale dönmesini bekledim.  Sağ tarafı gösteren kahverengi boyalı tabelada ; Çıralı 7 Yanartaş (Chimaera) yazıyor.

Çıktığımız yolun yorgunluğunu pedal çevirmeden dinlenerek aşağı iniyoruz. İnerken keskin dönemeçler var, o yüzden dikkatli inmek gerek. Yola bisiklet resmi ve kocaman harflerle KESKİN VİRAJ yazısı bizleri uyarıyor.

Başka bir dönemeçte ise yine bisiklet resmi, altında İVANA SERT VİRAJ yazısı ile gönderme yapmışlar.

Yol ile beraber aşağıya giden küçük bir derenin yatağında kocaman çınar ağaçları ve gölgesinde dinlenen inekler.

Yol kıyısında restaurant olan bir yerde bisikletçiler durmuş çay içiyorlar. Beni de çaya davet edince durup içiyorum ısmarladıkları çayı. Burada gözleme de yapılıyor, pankart asmışlar. İşletmenin yanında bir çok bisiklet park etmiş durumda.

20161001_103332_HDR

Denizden topladığı süt beyaz renkli deniz salyangoz kabuklarını ipe dizip soldan sağa ve bir ip aşağıya sarkıtılmış dizi olarak.

Çayı yapan buranın yörükleri, semaver de odun ateşinde iki demlikte pişirilen çayın tadı nefis. Semaverin yanında kocaman bir çoban köpeği kafasını bana çevirmiş dişlerini göstererek poz veriyor. Sanki “yalnız yakalarsam gösteririm” edası ile. Semaver iri bir kütüğün üzerinde duruyor. Yanlarında da birer küçük kütük var.

Güneşin ışıltılarını parıldayarak akan çayın yansıması ve suyun berraklığı göz kamaştırıyor. Çam ağaçlarının yaprakları arasında süzülüp gelen ışın demetleri bir perde gibi su yüzeyine doğru gelmiş.

Vadi aşağıya doğru alçalmakta, iki yamacı da çam ağaçları kaplamış. Yol dar bir yerde vadinin dibinde. Bisikletim KUZ yol kıyısında sadece solda turuncu çanta ile duruyor.

20161001_105534_HDR

Çayın yatağı bazı yerlerde genişlemiş, karşıdaki kıyıda olan evlere ulaşmak için dar, tahtalardan yapılmış köprü benzeri bir şey yola bağlanmış. Kuvvetli bir yağmurda köprüyü azgın sular alıp götürür bence.

Bazı yerlerde kayalıklar yerden fışkırmış çayın kenarında. Çay zaten kayalıklara bir şey yapamadığından yanından kendine yol açıp denize doğru akmakta.

Deniz kıyısına indik ve bisikletleri yol kıyılarına park ederek öğlen molası yapmaya başladık. Yemek dağıtılmaya henüz başlanmadı o yüzden ter kokusunu atmak gerek. Su donumu ve havlu’mu alarak denize girip çıkıyorum çar çabuk. Oh dünya varmış, yıkanmak gibisi yok, gözeneklerim açılıyor ve fazla oksijen almaya başladım.

Deniz kıyısında toprak yol, iki kıyısında da bisikletler park etmiş. Solda deniz, sağda yemek yiyeceğimiz yer. Ağaçlar ve karşıda kocaman bir dağ kütlesi.

Yemek dağıtılmaya başladı, sıraya girip yemek almayı bekliyoruz. Yemek dağıtan biri aşçı, diğerleri gönüllü dağıtıcılar ellerinde kepçe, önünde yemek kapları sırayla dağıtıyor kuyruktakilere. Sırada bekleyenler, kimisi denizden çıkmış üzerinde bir şey giymeden kuyrukta. Dağıtılan yer üstü kapalı bir yer.

Yemekten sonra bir kahve gider diyerek kahve takımını çıkarıp kahve pişirdim. Şanslı olanlar yanımda masada olanlar. Kızı ile beraber katılan kadın da yanımda kahvesini afiyetle içiyor. Elimizde fincanlar resim çeken Fatih Özdemir’e poz veriyoruz. Arkamızda dut ağacı, gölgesinde oturmuşuz.

İçtiği kahvenin hatırını ve hakkını ödemek için Fatih Özdemir hafif sola dönük sadece başımı çekiyor yakından. Elimde fincan ağzıma götürürken. Başımda buff, üzerimde festival forması mavi beyaz ağırlıklı renklerden yapılmış.

Yemek dinlencesi bitip harekete geçtik. İleride Olimpos antik kentinde toplanacağız. Bisikletleri park ettiğimiz yer toprak ve bisikletlerin toprakta bıraktığı tekerlek izleri görülmeye değer. Yüzlerce tekerlek izi, her biri ayrı desende.

Yol fazla değil sahilde bitiyor ve çakıl kayalıklara kadar. Bizler de elimizde bisikletler çakıl taşlarında ittirerek ilerlemeye çalışıyoruz. Çakıllı yer bitiminde sarp kayalıklar duvar gibi set oluşturmuş.

Ben kıyıya yakın yerden gidiyorum, kimisi kayalıklara yakın yerden gidiyor. Aralıklı dört bisikletçi elinde bisiklet gitmeye çalışıyor çakıllı zeminde. Kayalıkların üstü sivri direk gibi kaya kütleleri güzel bir siluet oluşturmuş. Kayalıkların üstü çalı ve çam ağaçları sarıp sarmalamış.

Ardıma şöyle bir dönüp bakınca yüzlerce bisikletçi iki konvoy halinde, biri dağa yakın, biri denize. Tahtalı dağının muhteşem zirvesi buradan da görünüyor.

Olimpos antik kentinin deniz tarafındaki giriş yerine geldik. Burada çayın azmağı geniş bir alanda tatlı su birikintisi oluşturmuş. Suyun kıyısında, sağ taraftan elde bisikletlerle yürümeye devam ediyoruz. Gölet geniş bir alanı kaplamış ve karşıda yalçın kayalıklı dağlar.

Su olunca ördekler eksik olmaz. Tam da ördeklerin sevdiği yer. Dört tane ördek suda yüzüyor bize meraklı bakışlar atarak.

Taşlı topraklı patikada bisikletler elde yürüyoruz. Ağaçlar ve çalılar yürüdüğümüz patikayı gölge içinde bırakmış. Güneşte fazla yanmadan gölgede gitmek güzel.

Suyun ortasında antik dönemden kalma duvar kalıntısı heykel gibi duruyor. Bir zamanlar burada köprü iki yakayı birbirine bağlıyormuş ama sadece ortada bir duvar olarak kalmış. Sazlıklar su kenarında uzamış göğe doğru.

Çayın karşı yakasında beş gözü kalmış kemerli bir bina kalıntısı çam ormanının bitiminde. Su birikintilerine güneş ışıkları vurup parıldıyor.

Olimpos antik kentinin denize bakan tarafı dar bir boğaz. Azmakta burada denize kavuşuyor. Azmağın kıyılarında sazlıklar ve çam ağaçlarının su yüzeyine yansıması insanı dinlendiriyor. Bu resmi öne çıkan görsel olarak seçiyorum.

İlk olarak antik kente ulaşan bisikletliler diğerlerinin gelmesini bekliyor çam ağaçlarının gölgesinde.

Ben de bu durumdan faydalanıp antik kentin yıkıntılarını resim çekmeye başladım. İlk olarak büyük bir yapının kalıntılarını çekiyorum. Çepeçevre duvarlarla çevrilmiş, içinde iki kat yüksekliğinde tek duvar kalmış. Duvar yıkılmasın diye çelik demirlerle bağlanmış.

Yüksek duvarlı yapının iç kısmı çeşitli odalar, nişli, kemerli kalıntılar ve geniş bir avlusu. Sanırım burası bir kilise yada manastır yapısına benziyor.

Taş duvar yıkıntıları.

Yıkıntılar içinde sağlam bir kapı başka bir yere çıkıyor. Kapı çerçevesi kalın taş bloklardan yapılmış.

Kimi yapının duvarları sağlam ve düzgün taşlar yontularak yapılmış. Günümüze karar sadece tek bir duvar olarak kalmış. Duvarın ortasında kocaman bir kapı sağlam dikmeleri ve kirişi ile dikkati çekiyor.

Kapının yakınına gelerek alttan resmini çekiyorum. Kirişi işlemeli ince işçilikle süslenmiş. Kolon kıyıları da işlemeli. Duvar taşları düzgün yontulup örülerek muhteşem bir yapının parçası olmuş.

Duvarın arka görünümü sade, işlenmemiş. Ortada kapı var.

Başka bir yıkıntı, arasında iki çam ağacı çıkmış. İki tane birer buçuk metre yüksekliğinde taş blok ve bir metre yüksekliğinde taş duvar örülü. Bu duvarı sanırım ortalığı toparlamak için arkeologlar örmüş olmalı. Az ilerde bisikletliler elde gidiyorlar.

Kemer gözlü bir duvarın yanındayım. Kemer içinde tahta kalaslarla içeriden desteklenmiş yıkılmasın diye. İki tane kemerli kapı var.

Binanın giriş kapısı da tahta destekli kemeri tutuyor. İçeride duvar yıkıntıları.

Güneşin parlak ışık hüzmesi bir demet gibi dal ve yapraklardan süzülerek önümde yere süzülmüş. Taş duvar kıyısında bisikletleri park etmişler. Az ileride bir grup bisikletçi toplanmış. Ben de onların yanına gidiyorum ışık hüzmesi altında.

Edebiyatçı sevgili Gözde Emine bizlere Olimpos antik kenti ile ilgili tarihi bilgi veriyor. Gözde Emine elindeki notları okuyup anlatıyor geçmişi. Yanında da fotoğrafçı Ömer resim çekiyor.

Antalya’nın güney sahillerinde Phaselis’ten sonra ikinci önemli liman kenti Olympos’tur. Şehir adını, 16. km. kuzeyindeki Torosların batı uzantılarından biri olan 2375 m. yüksekliğe sahip Tahtalı Dağından alır. Beydağları-OIympos Milli Parkı sınırları içinde yer alan şehre ulaşım, Antalya – Kumluca karayolundan güneye ayrılan iki sapaktan da mümkün olup, gerek plajı gerekse ormanlık alanları ile Antalya’nın beğenilen günübirlik tatil alanlarından biridir. Kesin kuruluş tarihi bilinmemekle birlikte İ.Ö.167-168 yıllarında basılan Likya Birlik sikkelerinde adı geçen Olympos, Likya Birliği’nde üç oy hakkına sahip 6 şehirden biridir. Birlik’te Likya’nın doğusunu temsil etmiştir. Kentin günümüze ulaşmış kalıntılarının çoğu orman içinde ağaç ve çalılarla örtülü olup, Helenistik, Roma Bizans dönemlerine aittir.
Olympos Limanı tarihte korsan yatağı olarak bilinir. Kilikyalı korsanların başı Zeniketes şehri üs olarak kullanmış, bu sayede “Mitras Kültü” de şehre yerleşmiştir ki bu doğu kökenli yaratıcı Işık Tanrısı kültüdür. Şehirdeki korsan egemenliği İ.Ö. 67’ye dek sürmüş, İ.S. 43’te kesin Roma egemenliği, yeni parlak bir dönemin de başlangıcı olmuştur. Onarılan veya yeniden inşa edilen birçok yapı, demirci Tanrı Hephaistos (Vulcano) adına yapılan kutlamalar, İmparator Hadrianus’un (İ.S. 130) ziyareti, şehir tarihinin Roma dönemine ait renkli sayfalarıdır. Erken Hiristiyanlık döneminde önemini koruyan şehrin Piskoposu Methodius, adından en çok bahsedilen kişidir. Olympos, 4. yy.dan itibaren yeniden korsan hücumlarına uğramışsa da 5. yy.da Efes ve İstanbul konsüllerine katıldığı yazılı kayıtlardan anlaşılmaktadır. Geç Hıristiyanlık döneminde önemini yitirmeye başlayan Olympos, 11. ve 12. yy.da Venedikli ve Cenevizli tüccarların ticari merkezi olmuş, ancak bu aktivite 15. yy.daki Osmanlı deniz üstünlüğüyle son bulmuştur. Olympos’un günümüze kadar ulaşmış kalıntıları genellikle doğudan batıya doğru hızla denize akan bir ırmağın ağzında ve her iki yakasında yer alır. Antik dönemde kenti ikiye bölen nehir yatağı bir kanal içine alınarak her iki yakası da iskele olarak kullanılmış ve köprü ile birbirine bağlanmıştır. Bugün köprünün bir ayağı yerinde durmaktadır. Güney kıyıda, Hellenistik dönemin çokgen örgülü duvarı ile yanındaki Roma ve Bizans onarımlarını işaret eden bölümü görülmektedir. Nehir ağzına yakın bir yerde küçük ve dik akropolde geç dönemlerden kalan yapı kalıntıları yer alır. Irmağın güney kıyısındaki Hellenistik temelli ve Roma onarımlı küçük tiyatro oldukça harap olup, girişin bir yanı iyi korunmuş durumdadır. Şehrin görülebilir diğer önemli yapısı ise ırmak ağzının 150 m. batısında yer alan tapınak kapısıdır. İon düzeninde küçük bir tapınağa ait olduğu mimari parçalardan, Roma imparatoru Marcus Aurellius (İ.S. 172-173) adına yapıldığı da kapı önündeki heykel kaidesinden anlaşılmaktadır.

Kalıntılar arasında en ilginci Antalya Müzesince yürütülen kazılarla gün ışığına çıkarılmış olan “Kaptan Eudomus’un lahdidir”. Nehir ağzının hemen yanında kayalığın oyuğunda yer alan lahit hem duygu dolu şiirsel ithaf yazıtında kaptanın adını vermesi, hem de uzun kenarındaki gemi kabartmasında gemisinin şeklini vermesi açısından da büyük önem göstermektedir.

Olympos’un doğusunda, sahilden 300 m ilerde Caretta’ların yumurta bıraktığı muhteşem kumsalı ve pek çok bitkinin yaşadığı sahil kumulları ile ünlü, Çıralı yerleşimi yer alır. Kentin birkaç kilometre güneybatısındaki Çakaltepe olarak anılan yükseltinin güney yamacından devamlı olarak alev çıkar. Özellikle geceleri çok etkileyici olan bu doğa olayı metan gazının asırlardır aynı noktadan yeryüzüne ulaşmasından başka bir şey değildir. Bu doğa olayı Likya’da yaşayan ve soluğundan ateş püskürdüğüne inanılan Khimaira canavarı ile özdeşleşmiş ve bu sayede Olympos, Bellerophontes efsanesine ev sahipliği yapmıştır. Zamanla demirci Tanrı Hephaistos’un kült merkezi, Roma ve Bizans dönemlerinde de dini merkez olarak kullanılan alanda yer yer orijinal blokları görülebilen kutsal yol ile alevlerin etrafındaki bir takım yapıların temellerini görmek mümkündür, iç duvarları yer yer freskolarla süslü Bizans Kilisesi ise alandaki en anıtsal kalıntı dır.

http://www.antalyamuzesi.gov.tr/tr/olympos-orenyeri

Ağaçların gölgesinde yere oturarak Edebiyatçı sevgili Gözde Emine’nin yukarıda yazılanları anlatırken Ömer de beni bisikletim KUZ ile birlikte çekiyor. Sarı mataram, lacivert nazar boncuğum gidon boğazında bağlı. Sarı – siyah kaskım gidonda asılı olarak duruyor. Kaskım da yapışık düz olarak bakınca 099, ters olarak bakarsan 660 olarak görünen rakam var. Alt demir boruda da ismim yazılı URİM BABA’CAN diye. Ön tekerleğin arkasında ben oturuyorum.

Sanırım kaçak yapılmış bir bina, üç katlı. İçinde kimse yok ve sarmaşıklar binayı sarıp yok etmek üzereler.

Olimpos antik kentine ulaşan çayın yatağı dağlara gidiyor. Bu resim yola çıktıktan sonra yol kavşağından çekiyorum. Çay yatağı çam ormanı ortasından geçiyor. Karşıda dağların tepeleri.

Sert yokuşlar başladı, ana yol yukarılarda bir yerlerde. Kimisi bu sert yokuşlarda bisikleti elinde yürüyerek çıkıyor. Dört kişi bisiklet sürerken bir kişi yürüyor. Yol sağa doğru kıvrılarak çıkıyor çam ormanı içinde.

Oh sonunda yokuş bitti diye seviniyorum, sağa dönen yol bunu gösteriyor.

Sağa dönünce yokuşun devam ettiğini görüyorum ve hayal kırıklığına uğrasam da çam ormanında bisiklet sürmenin getirdiği moralle çıkmaya devam. Belki son yokuştur, belli mi olur.

Üzerimden geçen yüksek gerilim tellerinden anlıyorum ki son yokuşu çıkmak üzereyim. Buradan öyle görünüyor. Karşıda Tahtalı dağı güneşin son ışıklarını tepesine toplamış.

Yolda bir çeşme görüyorum ama çeşmede su yok, o yüzden sularımı tazeleyemedim.  Çeşmenin duvarına grafiticiler pembe, mavi yeşil ve kenarları siyah boya ile şekiller çizmiş anlamını bilmediğim.

Sonunda yokuşun başındayım ve durup dinleniyorum biraz. Burada sıkma meyve suyu dağıtıyorlar buz gibi. Meyve suyu içimi biraz ferahlatıyor. Denize doğru şöyle bir bakıyorum da epey yükseğe çıkmışız. Dağlar tepeler aşağıda kalmış, denizin küçük bir kısmını gösteriyor bana. Güneşin son ışıkları tepelerin üstlerine vurmuş.

Üzerim terli, hemen rüzgarlığımı giyiyorum. İnişimiz uzun sürecek ve soğuk almamak gerek. Tahtalı dağının olduğu yerin hizasına kadar gideceğiz. Bu da epey yol demek. Aşağıya giden yol görünüyor. Bir bisikletçi de kırmızı rüzgarlığını giymiş harekete hazır.

İnişimiz çabuk oldu ve kamp alanına kısa sürede vardık. Hemen su donumu giyip denizde bir süre yüzdükten sonra duşumu alıp temiz olan giysileri giyiyorum. Akşamları biraz serin oluyor o yüzden uzun kollu olanlar üzerimde. Yemek yendikten sonra sahnenin önünde toplanıp gösterileri izleyeceğiz. Sahneye Afrika dan gelen dans grubu akrobasi hareketler yapmaya başladı. Kadın ve erkekler hoplayıp zıplayıp perendelerle birbirlerinin üzerine çıkıyorlar. Sahneye vuran ışıklar pembe elbise giymiş göstericilerin üzerine vurmuş. Elbisedeki pullar da ışıldayıp yansımalar yapıyor.

Aralarına da Başkan Şirin Baba da katılıyor. Onlar kadar hareket yapamasa da şirinliği yeter. Sarı tişörtü pembe giyinmiş göstericiler arasında sırıtıyor. Şirin baba bikinili zenci kadının yanında bizi selamlıyor.

Göstericiler beş kadın, beş erkek. Erkekler altta kadınlar üstte figür yapıyorlar. Ortadaki erkek dik durup omuzlarında bir kadın ellerini açmış yukarıya doğru. Yanlarındakiler bacaklarını açmış iki yana doğru, kadınlar omuzunda. En sondaki kadınlar erkeklerin bacaklarında duruyor. Geniş bir piramit oluşturdular. Arkada da az ışık alan ağaçların kocaman gövdeleri ve dalları siluet olarak fon oluşturmuş.

Gösteri bittikten sonra bu festivali yapan kişileri tek tek sahneye davet ediliyorlar alkışlarla. 20 kusur kişi aynı anda sahneyi dolduruyorlar. Hepsinin üzerinde sarı tişört ve boyunlarında tanıtım kartı asılı. En güzel festivallerden birini yapıyorlar ve içeriği zengin. Günlük rotalar hepsi birbirinde ayrı ve güzel, mesafelerde gidilebilecek uzunlukta. Fazla zorlanmadık, ayrıca deniz keyfini de doyasıya yaptık. Sanki tatile gelmiş gibi ağırladılar. Yemekler doyurucu ve güzel, aç kalmadık yani. Yorulduğumuz yerde enerji takviyesi, su molaları gerektiği yerde verildi. Yollarda yönlendirmeler ve dikkat edin keskin dönemeç uyarılarını hep gülümseyerek yaptılar. Kısacası çok güzel bir organizasyonu başarı ile yapıyorlar. Çoğu yıllardır tanıdığım arkadaşlarım. Beni davet edip misafir olarak ağırladıkları için hepsine ayrı ayrı çok teşekkür ederim. İyi ki varsınız dostlarım. Perşembe Akşamı Bisikletçileri Antalya ve Antalya Bisiklet Festivali.

Yatma zamanı gelip de yatmamak olur mu deyip dinlenmek üzere çadırıma çekiliyorum. Organların dinlenmeye ihtiyacı olmazsa muhabbetler bırakılmaz. Bu gün gördüğüm güzellikleri düşüme taşıyarak uykuya dalıyorum.

Bu gün yaptığımız yol yaklaşık olarak 52 Kilometre civarı.

Aşağıda yaptığımız yolun haritası

Powered by Wikiloc

Antalya Manavgat – Mersin Bisiklet Festivali 9. Gün

9 Ekim 2015 Cuma

9. Gün

Mersin Bisiklet festivali 2. Gün

Adam Kayalar – Cennet Cehennem ve Narlıkuyu Astım Mağarası

(Kör arkadaşlar için betimleme yapılmıştır)

 

İstese de kalamazdı vakti gelince

Geyik sesleri yankılanınca yamaçlarda

Yürek burkulması ve hüzün ve keder

Aralıksız doldururdu acıların bohçasını

Dudaklarında öpüşlerin gül esmerliği

İçinde kıpırdanıp durur ufuk çizgisi

Ay bile soğuktur o zaman

Bir buz parçasıdır

Çaresiz çıkılacaktır o yolculuklara

Ki bir ömrün karşılığıdır serüvenler

Ahmet Telli

 

Öne çıkan görsel, Astım mağarasında damlalarla oluşmuş ilginç şekiller, ruhları andırıyor.

Pırıl pırıp bir güne daha merhaba dedim. Bu sabah ufukta güneş yine bulutların arasından çıkıyor ama bulutlar ufuk çizgisine yakın ve çok uzaktalar. Her sabah olduğu gibi kahvemi yudumlarken güneş doğuyor. Benim gibi erkenciler de var kahveyi seven. Birisi Gültekin Yıldız, Manavgat festival komitesinden. Geçtiğimiz günlerde beraber pedallamıştım. Diğeri de henüz yeni tanıştığım Halk sağlığı uzmanı, çevreci Doktor Umur Gürsoy. Facebooktan arkadaşız ama yeni tanıştık ve daha önceden yıllarca tanışıyormuş gibi samimi bir dost olduk. Fikirlerimiz ve zevklerimiz uyuşuyor. Beraber güneşin doğuşunu izliyoruz Gültekin Yıldız, Dr. Umur Gürsoy ve ben. Bu sabah ufukta alçak bir bulut tabakası var. O yüzden güneşi bu sabah ta denizin üzerinde göremedim.

İki tarafta birer ucu olan dalgakıran, ağzı geniş çıkışı olan bir gemilerin ve kayıkların sığınma limanı. Deniz hafif çalkantılı.

Güneşin doğuşu belli bir süre, kahve keyfi bitiyor. Sıra geldi festival havalarına. Herkes hazır olunca keyifle tura başladık. Bir süre ana yoldan gittik, elbette sıkıcı ana yolda gitmek ama mecburen trafik gürültüsünde gitmek zorundayız. İlk durağımız Ayaş ta bulunan antik kent Kanlı Divane kalesi. Daha eski adıyla Elaiussa kalıntıları. Ana yola yakın olduğu için giriş yapıp geziyoruz antik kenti

Toprak bir yol, yolun solunda taş bina. Binanın giriş kapısı üç kalın mermer blok. Kapının içine kocaman taşla kapatılmış. Ama soyguncular kapının sol yan tarafı ve üst kısmı tavana kadar taşlar sökmüşler. Bu bina mezar anıt olarak yapılmış. Mezar soyguncuları talan etmiş tarih boyunca ve hala talan edilmekte. Taş mezar anıtın yanında normal boyutta taş mezar lahit. Yolun sonu, ufukta apartmanlar görünüyor.

Antik kentin girişi Nekropol, yani mezar lahitleri karşımıza çıkıyor.

Bozulmamış dev bir mezar bina. Yüksekliği 6 metre civarı, taş bloklar gayet düzgün yontulup örülmüş. Giriş kapısı geniş ve yüksek kemerli. Çatısı ise üçgen alın işlemeli taş kirişlerle kaplanmış. Çatının anlı üçgen taş blok. Toprak yolda bir bisikletçi kadraja girmiş.

Kanlıdivane (Eski Yunanca: Κανυτελής;, günümüzde Mersin’in Erdemli ilçesinde yer alan antik kent. MÖ 3. yüzyılda kurulan ve MS 4. yüzyılda adı Neapolis olarak değişen kentin Elaiussa Sebaste’nin sur dışında yer alan uzantısı olduğu tahmin edilmektedir.

19. yüzyıl ortalarında Fransız gezgin Victor Langlois tarafından keşfedilen kent, 1970’li yıllarda yapılan kazılarla ortaya çıkarılmıştır. Yöredeki ilk arkeolojik araştırmaları ise Semavi Eyice gerçekleştirmiştir.

Kent, doğal bir çökük olan 30 metre derinliğindeki geniş bir obruk etrafında kurulmuştur. Semavi Eyice’ye göre Kanlıdivane isminin kökeni hakkında iki ihtimal vardır. İlk ihtimal isimdeki “kanlı” kısmının kentin antik ismi olan Kanitellis’ten ya da obruğun içinde yağmur sularıyla toprak rengine bulanan kabartmaların kırmızıya çalan renginden, “divane” kısmının ise burada dağınık olarak yaşayan Türkmen topluluklarının zaman zaman divan adı verdikleri toplantılarından gelebileceğidir. İkinci ihtimal ise Roma döneminde suçluların obruğa atılıp vahşi hayvanlara yem edildiği için kente Kanlıdivane denildiğidir.

Kanlıdivane, akustiği çok iyi olduğu için günümüzde konserlere ev sahipliği yapmaktadır

Tarihçe Olba Krallığı’nın kutsal yerleşim yeri olan kentin tarihi MÖ 3. yüzyıla kadar gitmektedir. İlk kez Helenistik Dönem’de yerleşim gören kent Roma ve Geç antik dönemlerde en yoğun dönemini yaşamış ve MS 4. yüzyılda en parlak dönemini yaşamıştır. Ayrıca obruğun içerisinde yer alan merdivenler ve mağaralardan obruk içerisinin de yerleşim yeri olarak kullanıldığı anlaşılmaktadır. Merdivenlerle inilen obruğun büyüklüğünden ötürü tanrısal olduğu düşünülmüş ve kent tarihi boyunca dinsel bir merkez olmuştur. Son olarak ise Bizans İmparatoru II. Theodosius burada kutsal bir Hristiyanlık merkezi kurmuştur.

Kentte gerçekleştirilen yüzey araştırmalarında tespit edilen 15 atölye ile presler, pres yatakları, vida ağırlıkları, pres ağırlık taşları, kırma tekneleri ve kırma taşları gibi üretim araçları kentin özellikle geç antik dönemde önemli bir zeytinyağı üretimi merkezi olduğunu ortaya çıkarmıştır.

https://tr.wikipedia.org/index.php?q=aHR0cHM6Ly90ci53aWtpcGVkaWEub3JnL3dpa2kvS2FubMSxZGl2YW5l

Antik kent girişine geldim. Kentin binalarının duvarları yıkık dökük. Tam karşımda kemerli bir duvar tek göz olarak kalmış.

Aynı yerin biraz yukarıdan görüntüsü. Solda harabelerden çıkan taş bloklar sıralanmış. Diğer tarafta yıkık duvarlar.

Amfi tiyatro seyirci oturma yerleri. Neredeyse tamamen kırılıp oturulamaz halde. Solda iki demir boru ve üç sıra dikenli tel çekilmiş, teller sarkıyor. Tiyatronun üstünde evler görünüyor.

Tiyatro sahnesi, taş duvar sahnenin önünde. Arka kısmında küçük kemerli, üzeri düz sahne altını oluşturmuş.

Seyircilerin inip çıktığı merdivenler.

Tiyatronun üst yandan görünüşü. Seyirci oturma yerleri yarım yuvarlak kademe kademe basamak şeklinde.

Kimi yere beton dökülmüş, beton tarihi dokuyu bozmuş durumda.

Tek kemerli duvarlı yapının tiyatrodan üstten görünümü. Bu yapı kilise kalıntıları. Sadece kıyıdaki duvarlar ve zemin taşlarının bir kısmı duruyor.

Tiyatrodan manzara güzel. Aşağıda ambulans ve belediyenin bize verdiği minibüs ve kamyonet. Yolda bizi takip ediyor. Yol L biçiminde yıkıntıların arasında.

Tiyatro seyirci bölümünün üst kısmında kanal diz boyunda. Oturma yerleri taşlık ve kırık dökük.

Tiyatronun en tepesinden aşağıdaki sahne görüntüsü. Seyirci bölümünün sağ tarafı beton, merdiven şeklinde çirkin bir şekilde.

Amfi tiyatronun en üst basamağında meyvesi olgunlaşmaya başlamış kaynana dili. Meyvesine de dikenli incir denmekte. Tadı nefis bir meyve ama dikkat etmek gerek, soyarken ellerinize dikenler batabilir. Ben de tadına bakıyorum bir kaç dikenli incirin.

Üst basamaklarda ayrıca üstü kapalı tüneller de var.

Tiyatronun yan tarafında kazıları tam olarak tamamlanmamış mozaikler görünüyor. Mozaikler Bizans dönemine ait.

Mozaikler.

Mozaikler, kazı bitmemiş hala devam ediyor. Mozaiklerin desenleri ilginç. 10 cm genişliğinde kenarları siyah mozaik taş, ortadaki mozaik taşlar beyaz renkte. Mozaikler hasır örgüsü gibi alt üst şeklinde çapraz desen yapılmış. Kıyıda 10 cm siyah mozaik taş şerit desenleri çerçevelemiş.

Değişik motifler dikkatimi çekiyor. İki sıra siyah mozaik taş altıgen arı peteği gibi döşenmiş. Ortası beyaz mozaik taş döşeli.

Her köşesi ayrı bir yapı, Resmen tarihin içindeyim. Gruptan  ayrı tek başıma tarihte yolculuk yapıyorum sanki. Tiyatro sahnesinin altı dar ve derin bir yer. Çıkış tarafı kemerli dar girişli taş duvar örülmüş.

Taş döşeli antik yol. Kıyılarda yuvarlak kırık sütunlar sıralanmış. Yol tek basamaklı kademe kademe yükseliyor. Basamaklar geniş.

Temelleri üstünde bir kaç sıra kalmış kalıntılar burada güçlü bir medeniyetin yaşadığını gösteriyor.

Düzgün bir duvarın alt kısmında duvarın yıkılmasıyla yerde taş bloklar sıralanmış yatıyor. Arada bir tane sütun kalıntısı var.

İlla da sanat çalışmaları yapılmış süs olarak. Kiriş bir blok taş, kabartma aslan başı.

Bizans dönemine ait bazilika kalıntıları.

Antik kent ziyaretimiz bitti, tekrar yola koyulduk. Bir süre daha ana yoldayız ama fazla sürmüyor. Sağa toprak yola saptık, önümüz yokuş. İşaretlemeler de yapılmış festivali düzenleyenler.

Solda 2 metre yüksekliğinde taş duvarda sprey yeşil boya ile bisiklet resmi yapılmış. Yanında da Merbisder yazısı.

Yokuş başlayınca haliyle hızımız düşüyor. Önümde bir grup bisikletçi tırmanıyor.

Karşımıza yine antik bir kent çıkıyor. Korykos antik kenti. Önümde kırık taş yığını, sol tarafta taş bina kalıntısı. Bir göz penceresi var binanın duvarında. tam ortada anıt gibi dikdörtgen bir sütun tek başına kalmış. Etrafta zeytin ağaçları.

Kalenin sur duvarları olan bir yapı kalıntıları. Arazi kayalık ve çalı çırpıdan oluşmuş.

Korykos Antik kenti

Hitit dönemiyle başlayıp, Helenistik, Roma, Bizans ve Ermeni dönemleriyle devam eden tarihsel süreç içinde Korykos, Akdeniz’deki önemli liman kentlerinden biri olmuştur. Helenistik dönemde başlayan kentleşme ile içinde bulunduğu coğrafyanın avantajı kullanılarak güvenli bir şehir yaratılmış ve bölgede başka bir örneği bulunmayan deniz ve kara kalesinden oluşan ikili bir savunma sistemi oluşturulmuştur. Stratejik konumu nedeniyle zamanla önem kazanan limanı sayesinde Roma döneminde 500 yıl boyunca zeytin üretiminde ve zeytinyağı ve şarap ticaretinde öne çıkan bir kent konumuna gelmiştir. Bugün ise Dağlık Kilikya’nın en iyi korunmuş antik kentlerinden biridir.
Korikos şehri, İ.Ö. 4.yy’larda, şimdi limon bahçelerinin bulunduğu yerde, Yunanistan’dan gelenler tarafından bir ticaret kolonisi olarak kurulmuş. Herodot ise,  şehri Gorgos adında Kıbrıslı bir prensin kurduğunu yazar. Korikos, adını, o çağlarda bu yörede çok bulunan zagferan (safran) çiçeğinden almış ve zagferanın, Yunanca karşılığı korikosmuş. Korikos halkı daha fazla, “ticaret, yolcu ve habercilerin tanrısı Merkür”e (Yunanlılar’daki Hermes) taptıkları için “Merkür Şehri” de denmiştir. Korykos’ta Yapılı İn’de, ötekisi ise Çatıören’de iki tane Hermes tapınağı vardır. Hermes’in işareti Kerykeion (kanatlı pabuç)tur ve  çevredeki yıkıntıda bu sembol görülebilir.. Tapınakların kapısının üstünde ve yanında da Kerykeion (kanatlı babuç) bulunmaktadır.
Alana yayılmış 14 adet kilise bölgedeki mimari üsluplardan etkilenmiş olmalarının yanı sıra kendilerine özgü yerel bir karakter taşımaları; surların 10 km kuzeyinde yer alan ve yönetici sınıfın anıt mezarları niteliğindeki Adamkayalar ise dönemin günlük yaşantısına ışık tutan 11 adet rölyefi nedeniyle Korykos’u benzer nitelikli diğer antik kentlerden ayıran en önemli unsurlardır.
Taş bir binanın önünde çalılar, binanın duvarları yer yer yıkılmış. İki kemerli pencere görüntüsü arkadaki duvarda da aynı kemerli pencere görünüyor.

Kız  kalesi buradan zar zor görünmekte.

Büyük bir olasılıkla hazine arazisini çevirip bir ev ve cennet gibi bir bahçe yapmış vatandaşın biri.

Binanın bahçesinde mor begonvil çiçek açmış. Evin damı toprak yol ile aynı seviyede. Arkada dik kayalıklar görünüyor.

Yükseldikçe Kızkalesi daha iyi görünmekte. Taşlık arazi, iki ev, deniz kıyısına yakın yerlerde apartman blokları.

Yakın zamanda yol kıyısındaki çalılık yanmış. Yanık dal parçaları siyah, uçları kömürleşmiş. Yandıktan sonra taze otlar bitişmiş, yeşillik ayrı bir renk katıp diğer yerlerden ayrı bir görünüm kazandırmış. Ölüm ve yaşam ardı ardına gelmiş.

Yanık yerdeki yeşil otlar, solda az bir yol görüntüsü ve bisikletçiler bunun farkında olmadan bisiklet sürmeye çalışıyor.

Tepeye çıktık, yol düzleşti. Etraf tipik Akdeniz bitki örtüsü, maki bitki örtüsüne sahip. Ağaç neredeyse hiç yok, sert granit kayalar ağaç yetişmesine fırsat vermiyor sanki.

Adamkayalar tabelasını gördük, neredeyse vardık sayılır nasıl olsa tabelayı gördük.

Önümüzde derin bir kanyon görüntüsü varmış hissine kapılıyorum dik kayaları görünce.

Bisikletleri düzlük bir yere park ediyoruz.

Adamkayalar kabartmalarını anlatan yazı.

Adam kayalar kanyonun aşağılarında, yol yok. Patika gibi bir yerden dik kayaların arasından gitmek gerek.

Yağmur sularının biriktirildiği sarnıçlar. Bu oyuklar doğal olarak oluşmuş, insanlar da bu doğal oyukları biraz oyarak kullanabilecekleri duruma getirip su deposu olarak kullanmışlar yıllar boyu.

Bunu en iyi şekilde karşıdaki kayalıklardaki açıkta kalmış oyuklardan anlayabiliriz. Kayaların oluşumu sırasında yer yer duruma göre boşluklar kalmış. Kimisi tepede, kimisi tabanda görebiliriz. Bir de göremediğimiz boşluklar da var onları bilemeyiz nerede olduklarını.

Henüz aşağıya inmedim, uçurumun kıyısında manzara eşliğinde resim çekilenler var. Ben de onları çekiyorum.

Ben de derin kanyon manzaralı resim çekiliyorum Devrim ile. Resim çekilirken de dikkat etmek gerek yoksa aşağı düştün mü parçan kalmaz.

İnmeye başladım aşağı doğru, kayalar dik. Çıkıntılara tutunarak dikkatlice inmek gerek. Bazı yerler merdiven gibi basamak çıkıntıları yontulmuş ama her yerde yok. Ulaşılması güç bir yer ama merak insanları keçi gibi kayalarda sekerek gitmesini sağlıyor.

İndikçe irili ufaklı oyuklar, mağaralar görüyorum.

Dik kayalıkların alt bölümünde içeriye doğru girintiler oluşmuş.

Kanyonun yukarı kısmı, tabanı görünmüyor bile. Gerçi derenin etrafını ağaçlar kaplamış. Çayın ismi Karyağdı deresi olarak geçiyor. Diğer bir adlandırma da Şeytan deresi halk tarafından isimlendirmiştir.

Kanyonun aşağısı ise derin ve dik kayalıklarından oluşmuş. Burada bağırınca ses karşı kayalıklara çarpıp geri dönerek tekrar kayalara çarptıkça yankılanıyor. Kendi sesimi tekrar tekrar dinlemek harika bir olay. Bu olaya Yankı, diğer bir deyişle Yunanca EKO diyoruz. Mitolojide bunun hikayesi de var;

Baş tanrı Zeus çapkın birisi. Evli olmasına rağmen karısı Hera dan gizli kaçamaklar yapmaktan geri kalmazmış. Karısı Hera’yı oyalamak için çok geveze birisi olan nehir perisi Echo’yu gönderir. Echo da Hera’yı lafa tutarak oyalarmış saatlerce. Günlerden bir gün Zeus nehir perileri Nympalarla gönül eğlendirmeye gitmek için Echo’yu görevlendirir. Echo da Hera’nın yanına giderek konuşmaya başlamış. Echo o karar çok konuşmuş ki Hera sıkılıp ve bunda bir iş olduğunu anlamış. Çaktırmadan adamlarına Zeus’un nerede olduğunu bulmalarını söylemiş. Gelen haberler hiç te iyi değil. Hera Echo’nun kendini Zeus’un gönderdiğini anlayınca Echo’yu cezalandırır. Tekrar konuşamaması için karşısındaki ne konuşursa konuşsun aynısını tekrar etsin. Böylece Echo bu ceza ile gevezelik yapamamış. Günlerden bir gün Echo ormanda dolaşırken kendini beğenmiş Narcissus karşısına çıkıp güzel yüzünü görünce o anda aşık olmuş Narcissus’a. Ama aşkını söyleyememiş bir türlü. Hera’nın verdiği ceza yüzünden konuşamadığından öylece hayran aşık olarak Narcissus’a bakmaktaymış. Narcissus her kelimesini tekrar eden bu kıza kendini beğenmişliğinden yüz vermemiş. Aşkını söyleyememesi ve karşılık alamaması yüzünden Echo günden güne eriyip gitmiş. Zeus bunu görünce Echo’ya vefa borcu dolayısı ile acıyıp kayalara dönüştürmüş. Kim bağırırsa bağırsın kayalıklar sesleri tekrar eder olmuş. Sonrasında kendini beğenmiş Narcissus cezasız kalmaması için kendi yüzünü suda yansımasını göstermiş. Kendi yüzünü Gören Narcissus kendine aşık olunca o da kendine aşkından eriyip gitmiş. Aşk tanrıçası Afrodit buna dayanamayıp Narcissus’u Nergiz çiçeğine dönüştürerek ölümsüzleştirmiş. Böylece Mimas dağındaki nehirde bağıran bir kişi kayalıklardan yankılanan sesini dinlemeye başlamış. Nergiz çiçeği de bu yankılanan sesleri kendine aşık olan Echo dan geldiğini dinleyerek bu güne gelmiş.

Kayalık yüksek duvarlı kanyonun aşağıya bakan kısmı. Bir parça deniz görünüyor.

Yine yerde bir sarnıç oyuğu görüyorum. İçi derin ve karanlık.

Sonunda ine ine Adamkayalar denilen yere geldik. Buraya bu ismi vereni merak ediyorum. Adamkayalar nerden aklına gelmiş kim bilir. Kısaca tarihçesi şöyle;

Kızkalesi’nden Silifke’nin Hüseyinler Köyü’ne giden asfalt yolun 5. Km. sinde batıya ayrılan 2 Km. lik taşlık yolun sonunda Şeytan Deresi vadisine varılır.
Bu vadinin dik yamacında, kayaların yüzünde 9 niş içerisinde M.S II. yüzyıldan kalma 11 erkek, 4 kadın, iki çocuk ve bir dağ keçisi kabartması vardır. Bazı nişlerin alınlığında Roma kartalı kabartması görülür.
Stilistik incelemeler, kabartmaların M.Ö 4. yüzyıldan Roma’ya kadar uzanan zaman dilimi içinde yapılmış olduklarını göstermektedir. Kabartma sırasının ortasında 5 basamaktan oluşan oturma kademelerine sahip niş şeklinde bir sunak bulunmaktadır. Soldaki figür, bir elindeki testiden diğer elindeki kaseye sıvı dökerken betimlenmiştir. Bu tasvir anma törenleri için yapılmış olan bu mekanda, antik dönem gelenekleri arasında bulunan sıvı sunusunun yapıldığına işaret eden önemli bir ipucudur.

Adamkayalar hakkında fazla yazılı bir eser olmadığından isimlerden başka bir bilgi yok.

Kabartmada yere döşeli bir şilteye yan yatmış birisi kolunu dirsekten bir yastığa dayamış olarak durmuş vaziyette.. Yüzü kırılarak tahrip edilmiş adamın.

Bir eli önde ayakta durmuş adam kabartması. Kabartmanın kenarları dikdörtgen sütun, üzeri üçgen çıkıntı ile tamamlanmış. Bütün kabartmalar aynı biçimde.

Başka bir kabartmada döşeğe uzanmış bir kadın ve kucağında bebeği. Yanında da bir adam ayakta dinelmiş duruyor.

Böyle bir kaç yazıdan başka bilgi yok. Belki de mezar soyguncularının yere batasıca zengin olma hırsı yüzünden önemli bilgileri yazan yazıtlar tahrip edilerek yok olmuş olabilir.

Kayalara kazılmış yazıt Yunanca.

Yazıların devamı.

Bir çok oyuk, mağara etrafta görünmekte.

Kimi yerde oyuklar yontularak kaya mezarları yapılmış.

Yukarısı görünmüyor bile, kayalar dikine kesilmiş gibi.

Bir mağara daha.

Belli bir kısım oyulmuş, belli ki bir zamanlar buraya gelenler kalmış buralarda.

Bir süre etrafı seyredip görülecek bir yer kalmayınca dönüş için tırmanmaya başladık. Dik yamaçlarda keçi boynuzu ağaçları görüyorum. Üzerinde bir kaç keçi boynuzu kalmış. Bir tanesini koparıp yiyorum, bu bana yukarıya çıkasıya kadar enerji verir.

Yukarı çıktıkça kayalık kanyon manzarası değişiyor. Keçi boynuzu ağacının budanmış gövdesi sol tarafta.

Acele etmeden çıkıyoruz, arada dinlenmek için oturup mola vermek iyi oluyor. Atalay Yumul ve Umur Gürsoy ile dinlenirken sohbet ediyorum.

Üçümüzü elçek ile çekiyorum bir poz.

Tepeye çıktım sonunda, çıkanları da resim çekerek hoş geldiniz diyerek karşılamak güzel.

Hala gelenler var.

Herkes geldikten sonra yola çıktık. Bundan sonra iniş ama toprak yoldan ve taş ocaklarının arasından oluyor. İnerken dikkatli olmamız konusunda uyarıldık. Kaya kütlesi var önümde, aşağısı uzayıp giden toprak yol ve deniz kenarında binalar. Kıyıya yakın Kızkalesi küçücük görünmekte. Deniz mavi uçsuz bucaksız, havada bulut yok. Pırıl pırıl bir gökyüzü.

Yolda gördüğüm en güzel izlerden birisi iki tekerleğin izleri. Bir tane de aynı, yüzlercesi de. Her bisikletin lastiği de değişik iz bırakmış. Kimisi dağ bisiklet lastiği, kimisi yol bisiklet lastiği, kimi düz, kimi traktör lastiği gibi.

Toprak yolda tozlaşmış toprakta bisiklet lastik izleri.

Yol toprak ve taşlı, eğim de fazla olunca fren tutmuyor. İki tarafı kayalık bir geçitten inen yol. Bisikletim KUZ ve inen iki bisikletçi biraz aşağıda.

Bazı yerlerde inmek için tecrübeli olmak gerek. Tecrübeli olmayanlar bisikletinden inmek zorunda kalıyor. Kayaların yanında açılmış yol ve çok dik. Çoğu elde iniyor yürüyerek. Kayalık geçit devam ediyor.

Kayalar öyle bir şekil almış ki neredeyse kemer olmuş doğal olarak.

İnenleri çekiyorum aşağıdan, ben böyle yerlere alışık olduğumdan kolayca ve dikkatlice indim.

Bisikletim KUZ kadro üçgeninden inen iki kişinin resmini çekiyorum. Kadronun alt borusunda URİMBABA’CAN yazısı ve önde maşa borusunun anlında KUZ yazısı var. Suluk sarı renkte üstte bir kısmı görünüyor. Diğer suluğum ise 1.5 Litrelik pet şişe. Şişe kahverengi çuvalın içinde. Çuval güneş ışınlarından koruyor, aynı zamanda ıslatırsan sıcak havalarda su bir süre serin olarak kalıyor. Bu şişe kahve için daha çok kullanıyorum ve yedek suyum.

Dik inişler bitti, daha az eğimli yolda gidiyoruz. Neredeyse kanyonun tabanına inmiş durumdayız.

Düzlüğe ve asfalt yola gelince öğle yemeğini yiyoruz hep birlikte. Yemekten sonra kıyıya gelerek Kız kalesine bakmak için kumsala geldik. Kıyı geniş kumsal, denize giriyor kimisi. Kum yatağı ve güneşlikler görüyorum deniz kıyısında.

Mahallenin adını aldığı ve Deniz Kalesi olarak da anılan Kızkalesi, Mahalle sahilindeki küçük bir adacığın üzerinde kurulmuştur. Kıyıya uzaklığı bulunduğunuz yere göre değişmekle birlikte ortalama 600 m. kadardır. Burada bulunan bir yazıttan 1199 yılında I. Leon tarafından yaptırılmış olduğunu öğreniyoruz. 1361’de Kıbrıs Krallığı tarafından zapt edilmiştir. Strabon , Roma Dönemi’nde korsanların burasını barınak olarak kullandıklarından bahsetmektedir. Bu kalede Bizans ve Ermeniler tarafından karadaki kale kadar önemsenmiştir.

Hikayesi ;

Vaktiyle bir kral varmış. Çok sevdiği tek kızının geleceğini öğrenmek için bir falcıya danışmış. Kızının yılan tarafından sokularak öleceğini öğrenince , Prenses için bu kaleyi yaptırmış. Böylece onun can güvencesini sağladığını zanneden kral, bir gün kızına bir sepet üzüm göndermiş. Ne var ki sepette gizlenen yılan kızı sokarak öldürmüş. Nedense Kız kalesi yada kız kulesi yapılarda hepsinin aynı hikayesi olması ilginç. Hepsinde kızını koruyan kralların yaptırdığı korunaklı yerler ve hazin son olarak ta üzüm sepetinde gelen yılan tarafından sokulması. Gerçek midir yoksa başka bir hikaye bulamadıklarından duydukları benzer hikayeleri kendilerine mal etmişler mi bilinmez.

Geniş ve uzun bir kumsal, mavi deniz ve kara ile bağlantısı olmayan Kızkalesi’nin surları. Kumsalda bir kaç güneş şemsiyesi ve az sayıda insan var.

Buranın kumsalı epey geniş, yaz tatillerinde iğne atsan yere düşmez. Yaz sezonu bittiği için pek kimse yok. Gerçi turist te yok ortalarda.

Sıra geldi ünlü Cennet Cehennem ve Astım mağaralarına. Buraya gelmek için bir süre ana yolda pedal bastık. 2 Kilometre yolumuz ve 140 metre yüksekliğe çıkacağız.

Kahverengi tabelalarda Cennet – Cehennem, diğerinde Narlıkuyu Astım Mağarası, üçüncüsü daha küçük bir tabela Mancınıkkale yazısı var.

Tırmanmaya başladık, tırmanırken de yol kıyısında Yürük Kadınlarının sattığı kaynana dili meyvesinin tadına da baktık. Uzun olmayan pazarlıkların ardından 1 Lira olan fiyatı 50 Kuruşa indirip sürümden kazanmasını sağladık. Kalabalık olunca satış çok olur. Kadınlar alışmış olacak meyveleri soyarken ellerine dikenleri batmıyor. Meyveler de buzdolabında soğutulmuş mayhoş tadı ile serin bir tat bıraktı damağımızda.

Kaynana dili dikenli yaprağı ve yaprağın uçlarında dikenli incir meyveleri 5 tane, pembeleşmiş. İplere bağlanmış keçi boynuzları da aşağılara kadar sarkıtılmış. Kaynana dili yaprağı arkasında ise bisikletiyle yeni gelen Devrim ve Doktor Umur bizleri görünce duruyorlar.

Devrim bizi çekiyor, Yörük kadını ile elinde dikenli incir tepside poz veriyoruz. Önde bisikletler. Yörük kadını tezgahını koyu yeşil yapraklı keçiboynuzu ağacı altına kurmuş. Tezgahta bal, keçiboynuzu reçeli, zeytinyağı, zeytin tanesi ve dikenli incir satıyor.

Meyve yerken zaman geçmiş farkında olmadan. Cennet Cehennem mağaralarını dolaşmaya fırsatım olamayacağından girmekten vaz geçtim. Bir dahaki sefere bıraktım. Benim niyetim Astım mağarasını görmek. Onun yerine dışarıda bulunan Antik ve Roma kalıntılarının resimlerini çekmeye başladım.

Zeus tapınağının sadece bir duvarı ayakta kalmış öylece duruyor.

Duvarın olduğu yer Zeus tapınağı, sonradan kiliseye dönüştürülmüş.

Yakınında ise daha eski döneme ait Kral yada ünlü komutanlara ait olduğu anlaşılan saraydaki Poligonal ( Beşgen ) taş duvarı gördüm. Taşlar özel yontularak beşgen bicimde kıyıları düz biçimde örülmüş. Böyle duvarlar zenginliğin sanata yansıması olarak karşımıza çıkar.

Binanın diğer duvarı az yandan görünüşü.

 

Poligonal yani beşgen kenarlı taşların dizilişi yakından çekilmiş resmi. Kimisi altıgen. Her taşın boyutu farklı ve kenar ölçüleri de birbirini tutmuyor. Büyük bir olasılıkla duvarı ören usta her duvar taşını koyduktan sonra duruma göre yeni taşı ona göre yontup örmeye devam ediyor. Nakış işler gibi. Bu duvarda taşların üzeri siyah renk kaplanmış. Taşların orijinal rendi krem.

Duvarda bulunan taş bloklar sağ tarafta, ortadaki taş 15 cm kadar içeride üst ve alt taşa göre. Duvarın ucu olduğu için resimde geri kalan arazi görünümü. Ağaçlar, çalılar ve sararmış otlarla kaplı.

Harabenin ortasında 100 yıldan fazla olduğunu sandığım çitlembik ağacı gövdesi. Harabenin giriş kapısı 4 sıra blok taş kalın ve geniş tak parçalardan üst üste. Dikdörtgen kesitli blok taşların dış kısmında yana doğru çıkıntı bırakılarak pervaz olarak yontulmuş. Bu bloklardan sonra poligonal taş duvar başlamış. Duvar 5 metre sonra bitiyor, gerisi yok ve asfalt yol yapılmış.

Zeus tapınağı ve tapınağın kiliseye dönüştürme hakkında pek bilgi yok. Paperon antik kenti kalıntıları olarak Zeus tapınağı görülmektedir. Arkeolojik çalışma yapılmadığı anlaşılmaktadır. Kısa bir bilgi koca bir tabela için fazlaca yer tutmadığını resimde görebilirsiniz.

Tabelada yazanlar : Türkiye logosu kırmızı laleli.

“Zeus tapınağı ve kilise

Genç Helenistik çağdan kalma, dor nizamındaki bu Zeus tapınağı 5. Yy’da kiliseye çevrilmiştir. Kuzey duvarının dar yüzüne Helenistik ve Roma Dönemlerinde hizmet etmiş 130 Din adamının isimleri yazılıdır.”

Cennet mağarası nedense pek ilgimi çekmemişti, beni çeken 300 metre yakındaki Astım mağarası. Astım mağarasının olduğu yere kısa sürede vardık.

Astım Mağarası

Narlıkuyu Kasabası, Hasanaliler Mahallesinde Cennet-Cehennem Çöküklerinin kuzey-batısındadır. İçine helezonik bir merdivenle inilen mağaranın oluşumu 3. jeolojik döneme kadar uzanır. Birbirine bağlantılı, 20 metre derinliği, toplam uzunluğu 200 metreyi bulan galeriler silis minerallerinin birikmesiyle oluşmuş çok ilginç şekilli dev sarkıt ve dikitlerle süslüdür. Mağara nem oranı yazın % 85, kışın % 95′ e kadar ulaşmaktadır.

Dik inen merdiven ve kenardaki kayalık resmi.

Mağaranın girişi dar bir kuyu ağzı gibi, döner merdivenlerden 20 metre civarı iniş yapılıyor. İnmeye başladıktan sonra havadaki nemden ötürü nefes alışım rahatlıyor. Astım olmasam da havası iyi geldi.

Merdivenlerin sonu, altta ışık genişleyen kısmı aydınlatıyor.

Tabana ulaştıktan sonra yatay olarak iniş ve çıkışlarla mağara devam ediyor.

Mağara tavanı kimi yerde yüksek kimi yerde iyice alçak durumda.

Binlerce yıldan beri yağmur suları mağaranın tavanından süzülürken damlalar sarkıtları oluşturmuş. Damladığı yer de ise dikitler. Zamanla sarkıtlar ve dikitler birleşerek sütun oluşturmuş durumda.

Sarkıtlar tavandan aşağı doğru sarkmış.

Mağara uzayıp gidiyor lambaların loş ışığı altında.

Sarkıtlar, her biri değişik.

Sarkıtlar.

Daha kalın sarkıtlar, neredeyse yere değecekler.

Bazı yerlerde sarkıt uçları kırılıp alınmış nedense. Bunu anlamak zor benim için. Güzellikten, estetikten, sanat yoksunu dar kafalı beyinler bir parça kırılıp alınsa bir şey olmaz deyip kırıp dökmüşler binlerce yılda oluşmuş doğal sanat eserini.

Sarkıtlar değişik boyutta.

Nereye baksam ayrı bir eser karşımda. Onun için bol bol resim çekiyorum. Telefonumun hafızası hepsini almaya yeter de artar bile.

Kimi yerler dar bir geçit olarak kalmış doğal yapı olarak. Geçidin ucunda Devrim eğilerek bana poz veriyor.

Hayranlıkla izliyorum her sarkıtı. Kimi yerler yosun tutup yeşillenmiş. O da içerisini aydınlatan lambaların ışığından oluşan bir durum. Işık olunca yosunlar damlayan suyun içinde kendine yaşam formu oluşturarak yer bulmuş.

Sarkıtların altında oluşan dikitlerin şekli değişmeye başladı birden bire. Sanki kafatası görünümünde, hayaleti andırır biçimde.

Bir bakıma insan gövdesi gibi öylece taşlaşmış.

Hani Cennet Cehennem çukurları vardı az önce bahsettiğim. Bu çukurları oluşturan yer altı nehri sanki Astım mağarası ile bir bağlantısı var gibi. Cennet Cehennem çukurları zamanla tavanı çöküp oluşmuş. Astım mağarası ise daha küçük boyutta olduğundan tavan sağlam durumda. Neyse bunların bağlantılarını mitolojik boyutlara taşıyacağım.

Yunan mitlerinden bildiğimiz kadarı ile Cennet Cehennem ve Astım mağaralarının içinden geçen Styx nehri bu dünya ile ölüler dünyasını ayıran bir nehir. Hadesin ülkesinin başladığı yer olarak ta bilinir. Hermes ölen kişiyi buraya getirerek nehrin kayıkçısı Charoon yada Kharoon’a teslim eder. İnsanlar öldükten sonra ağızlarına bir metelik bırakırlar. Kharon’a ölmüş kişi bu parayı verip kayıkla karşıya geçermiş. İyi olan kişiler Cennete giriş yaparlar. Eğer kötü kişiler yada ölmemiş kişiler girmeye kalkarlarsa 3 başlı köpek Cerberus engel olur içeri salmazmış. Yer altı ülkesi, ölülerin tanrısı Hades buralara hükmeder. Ölüler ülkesi üç kısımdan oluşur. Birinci kısım Cennet yani Elysium. İyi insanları Styx nehrinin kayıkçısı Kharon kayıkla Cennete getirip bırakırmış. Cennet obruğu Az ilerde 300 metre ötede. İkinci kısım İçinde bulunduğumuz Astım mağarası Asphodel. Buraya da ne iyi nede kötü insanları Kharon getirir bırakırmış. Üçüncü kısım ise Cehennem Tartarus. Cehennem obruğu şimdiki, haliyle girilip çıkılamayan yer. Kayıkçı Kharon kötü, katil insanlar ve tanrıları buraya getirip atarak sonsuza dek hapsedermiş.

Birbirleri ile bağlantılı yer altı mağaraları Styx nehri sağlıyor. Cennet ve Cehennem mağaralarını görmedim, sadece uzaktan resimlerini çektim. Astım mağarası daha cazibeli olduğunu söylemişlerdi. İyi ki buraya gelip gördüm.

Asphodel denilen yere getirilen ne iyi ne kötü insanların ruhları sanki taşlaşmış zamanla damlayan damlaların altında. Hapsolmuş ruhlar çığlık atıyormuş gibi korkunç görünümündeler. Bu resmi öne çıkan görsel olarak seçiyorum.

Bir çok yerde aynı oluşumlar meydana gelmiş. Buradakiler de gri renkte kayıp ruhları temsil ediyor sanki.

Kimi sarkıtlar yaprak gibi oluşmuş aşağıya kadar.

Mağara duvarlarında oluşmuş sarkıtlar.

Her tarafta farklı renkte ve şekilde sarkıtlar oluşmuş.

Mağaralar zincirinde birbirine dar geçitler ile bağlanmış. Yer altında 20 metre dikine aşağı indikten sonra hafif engebeli 200 metre uzunluğunda bir yerde o kadar sarkıt ve dikit oluşmuş ki insan hayret etmeden kendini alamıyor.

Binlerce yılda her damlada bir miktar erimiş kireç mineralleri oluşturmuş. 20 metre kalınlıkta bu kadar kireçtaşı mineralleri ne kadar daha sarkıt oluşturacak acaba? Düşünmeden edemedim. Yağan yağmur suları sızarak bulunduğumuz mağaraya gelirken tavanın üst katmanlarında erittiği kireç mineralleri yukarılarda boşluklar oluşturduğu kesin. Belki ileriki zamanlarda eriyen kireç boşlukları o hale gelecek ki Cennet Cehennem obrukları gibi çökebilir. Kim bilir?

Bazı yerde yeni oluşmuş sarkıtlar incecik.

Bunlar da değişik renkte ve ince sarkıtlar.

Sarkıt ve dikit birleşmiş, kalın bir sütun oluşmuş.

Sanki salonlardan oluşmuş kırk odalı bir evde gibi odalar birbirine geçitlerle bağlanmış.

Bu geniş odalarda kayıp ruhlar taşlaşmış damlaların altında öylece ne kadar ceza aldığını bilmeden. Bu ruhlar dünyada hiç bir şey yapmamış ne iyi ne de kötü. Basit yaşamış insanlar buraya hapsedilmiş tekrar dünyaya geleceği günü beklemek zorunda. Kimseye iyilik yapmamış, zalimlere karşı gelmeden boyun eğmiş. Güçlülerin zorbalıklarına karşı sessiz kalmış kayıp ruhlar. Belki bir daha dünyaya gelirse cesaretle zorbalığa isyan edip dünyayı yaşanabilir kılar. Kayıp ruhlar için ikinci bir şans gerek.

Kireç taşları ruhları öyle yakalamış ki taşlaşmış halden çıkması olanaksız gibi.

Köşeye sıkıştırılmış ruhlar.

Duvarda sarkıtlar.

Yeşil renkli ve beyaz kristal sarkıtlar.

Kayıp ruhları kurtarmaya çalışan biri. Güzel şarkılar söyleyerek belki ikinci bir şans olabilir kayıp ruhlar için. Devrim bize kollarını iki yana açarak bir şarkı seslendiriyor güzel sesiyle.

O da ne mağara adamı çıkageldi eski çağlardan. Yoksa Herakles bizi Hades ülkesinden almaya mı geldi. Yarı tanrı Herakles bizi kurtarmak için mağaranın tavanını omuzları ile kaldırarak geçit açıyor. Hades buna kızsa da bir şey diyemiyor. Herakles’in öfkesinden çekinmek gerek.  Hades biliyor ki bir süreliğine Atlas’tan Dünyayı omuzlarında taşıdığına şahit olmuştur. Herakles bize geçit açınca İlk önce Mersin bisiklet derneğinin başkanı Zerrin Aslantaş’ı kurtarıyor. Zerrin Aslantaş çıktıktan sonra teker teker geçitten geçiyoruz.

Ben yarı çıplak uzun saçlarımla mağaranın üst tavan taşını kollarımı iki yana açarak omuzlamış durumdayım. Zerrin de kollarını öne doğru hafifçe uzatmış çömelmiş haliyle.

Nihayetinde hepimiz sağ salim kurtuluyoruz. Halk kahramanı Herakles’e minnet borcumuzu el sallayıp teşekkür ederek karşılık verdik. Artık yer yüzüne çıkabiliriz.

Arkamızda ince sarkıtlar fon oluşturmuş. Merdivende 9 kişi aşağıdan yukarı sıralanıp kolları yana açarak sevincimizi belirtiyoruz. Merdivenin metal korkuluğu da görüntüde.

Kayıp ruhlar ülkesi Asphodel den kurtuluyoruz ve merdivenlerden yukarı çıkıyoruz.

Astım mağarası gerçekten çok güzeldi ve iyi ki buraya gelip doyasıya binlerce yılda oluşup meydana gelmiş bu güzellikleri gördüm. İçeride sanki çok uzun zaman geçirmiş gibiyim. Zaman durdu sanki içeride. Belki de Hades bizi binlerce yıl hapsetti yer altı dünyasında kayıp ruhlar olarak. Herakles gelip bize ikinci bir şans verdi ve dünyaya geri döndük. Masmavi gökyüzü ve pırıl pırıl Güneş ikinci şaşımızda bizi ilk önce karşılıyor. İkinci şansımızda iyi şeyler yapmalı, dünyayı zalimlerden kurtarıp yaşanabilir kılmalı.

Solda ağaç dalları ve karşıda uçsuz bucaksız Akdeniz. Kızkalesi kıyıya yakın demirlemiş bir gemi gibi. Ağaçlar ve binalar alt kısımda.

Mor çiçek açmış bir bitkinin ardında manzara resmi. Elektrik direği ve sarkan telleri, zeytin ağaçları ve denize yakın yerlerde binalar. Bahçenin sonunda demir parmaklık, aşağısı yol ve diğer zeytinliğin kıyısında parmaklık var.

Dışarıda köylüler yeşil zeytin toplamış çekiç zeytin kuruyorlardı. Bizlerden de iki kişi oturup kırmaya çalışıyor tahta tokmakla. Çiçekli pazen mintanı, donu ve baş örtüsü ile yaşlı nene elinde tokmakla tahtanın üzerinde yeşil zeytinleri kırmakta.

Bizler de çekiç ile zeytinleri kırarak bir nebze olsun ilk iyiliğimizi yapıyoruz. Yaptığımız iyilik karşılıksız olmalı ikinci yaşamımızda.

Zeytini kırdığımız çekiç odundan yapılmış. Yargıçların çekicine benziyor.

Elimde çekiç çömelmişim, dikdörtgen bir suntanın üzerinde yeşil zeytinler. Beyaz plastik kasa, içinde yeşil zeytin, dibinde az kalmış.

Yaşlı kadın ve oğlu tezgahlarını kurmuş önlerinde yere serdikleri naylon örtü üzerinde zeytin kasaları, yeşil zeytinler. Kırdıkları zeytinleri 5 Litrelik plastik su şişesine dolduruyor. Arkada sıralanmış su şişeleri zeytin dolu.

Çekiç zeytin kuran köylülere bir süre yardım ettikten sonra Cennet Cehennem mağarasının olduğu yere geldik.

Cennet Mağarası

Bir yeraltı deresinin yolaçtığı kimyasal erozyonla tavanın çökmesi sonucu meydana gelmiş büyük bir çukurdur. Elips biçimindeki ağız kısmı çapları 250 m. ve 110 m. olup derinliği 70 metredir. Çökük tabanının güney ucunda 200 m. uzunluğunda ve en derin noktası 135 m. olan büyük bir mağara girişi ve bu mağaranın ağzında küçük bir kilise vardır.

Kilisenin giriş kapısı üzerindeki 4 satırlık kitabede, bu kilisenin V. yüzyılda Paulus adında dindar bir kişi tarafından Meryem Ana’ya ithafen yaptırılmış olduğu yazılmaktadır. Cennet çöküğünün içine her biri oldukça geniş 452 basamaklı taş bir merdivenle inilir. Kiliseye 300. basamakta varılır. Kiliseden sonraki mağaranın bitim noktasında mitolojik bir yeraltı deresinin sesi duyulur.

Cehennem Mağarası

Cennet mağarasının az yukarısında Yaklaşık 110 m derinliğine sahip olan cehennem çukuru, Cennet Obruğu’nun oluşumuna yol açan bir karstik yeraltı akarsuyunun, yine açmış olduğu bir yeraltı mağara sistemi tavanını aşındırıp, çökmesi süreci sonucunda oluşmuştur. Obruğun tabanından, batıdaki Cennet Obruğu’nun altına yönelen bir yeraltı akarsuyu geçmektedir. Cehennem çukuru kenarları iç bükey olduğu için ve Cennet çöküğüne göre daha dar ve dik olmasından dolayı tabanına inmek mümkün değildir, özel dağcı ipi veya esnek merdivenle inilip çıkılabilir.

Mitolojide baş tanrı Zeus yüz başlı Typhon ile savaşırken Zeus yenilir. Typhon Zeus’u kolları ile hareketsiz bırakıp sinirlerini keserek alır. Kestiği bu sinirlerini bir ayı postuna  koyduktan sonra Cehennem çukuruna kardeşi Delphyne’ye veriyor.  Sinirleri olmayan Zeus hareketsiz kalınca diğer tanrılar endişeye kapılmış. Durum kötü olunca Hermes ve Pan Korykeion daki Cehennem mağarasına gelerek  Zeusu’u kurtarmaya çalışır. Pan flüt çalarak Delphyne’yi oyalarken Hermes göz açıp kapanasıya kadar hızlıca ayı postundaki sinirleri çalarak Zeus’a dikiyor. Böylece Zeus hareket etmeye başlar normal olarak. Daha sonra Typhon’u yenerek Etna yanardağına gömer.

Cennet çukurunun resmi, 50 metre boyunda dik kayalıklar derin bir çukurun duvarı. Dibi ve bulunduğum taraf çalı çırpı yeşillik.

Cennet obruğuna iniş merdivenleri. Burayı henüz görmedim, ileriye bırakıyorum buranın gezmesini. Öyle değil midir?

“En güzel yer henüz görmediğimiz yerdir!” Ben de en güzeli sonraya bırakıyorum.

Diğer arkadaşların olduğu yere geldik. Çoğunluğu Cennet mağarasını gezdi.

Daha önce gördüğüm Zeus tapınağının duvarı. Duvarın dibine kadar asfalt dökülerek yol yapılmış. Kaldırım yok, ileride bisikletliler toplanmış bizleri bekliyor hareket için.

Hareket verildi, iniş çabuk oldu. Güneş batıya devrilmiş, gölgeler uzamaya başlamış bile.

Kendi gölgemi bisikletimle beraber hareket halinde çekiyorum.

Narlıkuyu ya inince burada mola vereceğimizi söylediler 45 dakika civarı. Aldığımız duyumlara göre 2 koy ötede güzel bir deniz bizi bekliyormuş. Bir kaç kişi deniz sevdalısı olarak mola yerinde durmayıp gidiyoruz denize girmek için.

Küçük bir koy, önümde restoranların çatısı. Deniz ve karşı kıyı yakın, kıyıda prefabrik restoranlar parsellemiş. İki katlı bir kaç ev ve ağaçlar küçük tepeyi kaplamış.

İşte Cennet koylardan birisi, soyunma kabinleri de var. Hemen mayoları, şortları giyip Akdeniz’in pek serin olmayan sularında günün yorgunluğunu atıyorum kulaçları atarak. İkinci şansımızda suda arınmalı yeni hayatımızda değil mi? Aklanıp paklanıyorum.

Burası daha küçük bir koy ve daha çok kayalık bir burun görüntüsü. Ağaçlar çalı boyutunda, makilik.

Dönüş yolunda Kız kalesi yakınında Kara kalesinin surlarını görüyorum. Burası aynı zamanda denize girilen geniş bir kumsal.

Denizde aklanıp paklandıktan sonra kamp alanına dönüyoruz hep birlikte. Akşam yemeğini sohbet, muhabbet ile birlikte yapıyoruz. Dostum Feyyaz da bizi görmeye geleceğinden yerimizi bildiriyorum. Yanında da bir kaç kitap getirecek. Dostlarıma hediye vereceğim. Feyyaz geliyor kitapları ile birlikte. Kamp alanına gelirken Devrim ile karşılaşınca Devrim Feyyazı tanıyor, Feyyaz da Devrim’i. Karşılaştıklarında Devrim “Siz Feyyaz olmalısınız” deyince Feyyaz da “Tek yol Devrim” diyerek karşılık veriyor. Dostlar buluşunca çadırların olduğu yerde piknik odun masasında oturup sohbete başladık. Her zaman olduğu gibi kahve pişirmeye başladım. Feyyaz da kitaplarını imzalayıp veriyor. Bir tanesi de Devrim için. Devrim de  Ürgüp ten aldığı şarabı bu akşam bize açıyor. Şarap ta nefis, kahve fincanlarında içiyoruz. Devrim Feyyaz için bir türkü okuyor Karadeniz yöresinden güzel sesi ile.

Samistal Yaylasinun
Samistal Yaylasinun

Neden Erimez Karı
Neden Erimez Karı

Ben,Sevdum Alamadum
Sevdumda Alamadum
Böyledur Dünya Halı
Böyledur Dünya Halı

Ben,Sevdum Alamadum
Sevdumda Alamadum
Böyledur Dünya Halı
Böyledur Dünya Halı

Yüksek Dağların Karı
Yüksek Dağların Karı
Erimeden Akarmi?
Erimeden Akarmi?

Ben Yürekten Yanmışum
Yüreğimden Yanmışum
Ateş Beni Yakarmı?
Ben Yürekten Yanmışım
Yüreğimden Yanmışım
Ateş Beni Yakarmı?

Çamlihemşin Deresi
Pazar Hemşin Deresi
Yine Öyle Akarmi?
Yine Öyle Akarmi?

Akşamdan Doğan Aya
Akşamdan Doğan Aya
Nazlı Yarum Bakar mi?

Akşamdan Doğan Aya
Akşamdan Doğan Aya
Nazlı Yarum Bakar mi?

Yaşar Kurt

Devrim’e bu güzel türküyü seslendirdiği için teşekkür ediyoruz. Feyyaz bizimle vedalaşıp Mersin’e dönüyor. Biz de bisikletin manifestosunu yazan Aydan Çelik söyleşisine katılmak için yemek yediğimiz yere gelip dinlemeye başladık. Söyleşi sonunda yazdığı kitabı Bir Tur Versene imzalamaya başladı. Ben Manavgat ta alıp imzalatmıştım. Söyleşiden sonra Mersin üniversitesinden öğrencilerin yayınladığı radyo için söyleşi yaptık birer turcu olarak. Söyleşiyi radyodan dinleme şansım olmadı.

Söyleşi yapan Aydan Çelik ve ismini hatırlayamadığım birisi katlanır masa ardına oturmuş bizlere anlatıyor bir şeyler.

Bu gün çok hareketli, çok yer, ve uzun bir günü yaşadık. Artık dinlenme zamanı diyerek çadırıma geçip mutlu bir insan olarak yaşadıklarımı, ikinci hayatımı düşünerek tatlı bir uykuya daldım.

Bu gün yaptığım yol 44 Kilometre civarı.

Yaptığımız yolun haritası aşağıda

Powered by Wikiloc