Etiket arşivi: çam

5. Antalya Kemer Bisiklet Festivali 2. Gün

1 Ekim 2016 Cumartesi

Tekirova – Çıralı -Olimpos – Tekirova

( Kör arkadaşlarım için resimlerde betimleme yapılmıştır )

 

Beşikler vermişim Nuh’a
Salıncaklar, hamaklar,
Havva Ana’n dünkü çocuk sayılır,
Anadoluyum ben,
Tanıyor musun?

Ahmed Arif

 

Öne çıkan görsel, çayın denize dökülen ağzı. kıyılar sazlık ve çam ormanı, suyun sol tarafında taş lahit var.

Çam ağaçları altında uyumak sabahın erken saatlerinde uyanmaya neden oluyor. Neden derseniz ağaçlar da gece boyu fotosentez olayını bırakıp bizler gibi oksijen ayıp karbondioksit vermeye başlıyorlar. Sabaha karşı gün ağarmaya başlar başlamaz ilk ışık yapraklara düşünce durum değişiyor. Tekrar karbondioksit alıp temiz oksijen vermeye başlıyorlar. Yani fotosentez dediğimiz olay başlıyor. İşte bu olay başlangıcında aldığımız oksijen bize hayat veriyor ve vücudumuz erkenden uyanıyor temiz havada. Kısa sürede ciğerlerin aldığı ilk oksijenler hücreleri harekete geçirip canlanmamıza neden oluyor. Tabi atalarımızın dediği gibi her ağacın altında uyunmaz. Örneğin ceviz ağacının altında uyumak tehlikeli biz canlılar için. Çünkü ceviz ağacının yapısı gereği sülfür gazı salgılar. Bu gaz da havadan ağır olduğu için dibe çöker ve canlılara zarar verir. Çam ağaçları altında böyle bir tehlike yok şimdilik.

Erkenden uyanmak güzel, kahve içmek daha da güzel deyip çadırımın olduğu yerde çardağın tahta basamaklarında kahvemi pişiriyorum. Kahve ocağı, cezve, dört fincan kahve dolu. Arkada çadırım ve Bisikletim KUZ turuncu çantaları ile.

Mavi çadırımın yanında kahve kutum ve şeker dolu şişem. Alt basamakta fincan kutusu, turuncu ocak kutusu ve dört tane içi kahve dolu fincan. Onun altındaki basamakta tüplü ocağım ve cezve. Sağdaki tahta direkte Urim Baba’nın Kahvesi tabelam asılı. Ortada çam ağacının kalın gövdesi.

Pişen kahveyi çadır komşularımla paylaşıyorum.

Kahvemi içerken gözüme ilişen saksağan kuşunun uçarak gelip okaliptüs ağacının tepesine konması. Güneşin ışıkları ağacın ve saksağan kuşunun üzerine vuruyor. Ben de digital zoom yaparak pek net olmasa da resmini çekiyorum.

Kahvaltı olayını bitirdikten sonra hazırlanıp bu günkü tur için yola çıkmak için toplandık. Bu sabah sanki daha kalabalığız gibi. Kamp kapısında yola kadar bisikletli dolu. Karşıda Güneş vurmuş tahtalı dağı, solda çam ağaçları ve sağda gelen bisikletçilerin arabaları park etmiş durumda.

Başlama işareti verildikten sonra yola çıkıyoruz. İlk önce Tekirova içinden yukarıya, ana yola çıkıp sola doğru döndük. Döner dönmez de yokuş başladı. Çam ağaçlı manzarada ana yolda gidiyoruz düşük vitesle. Önümde bisikletliler gidiyor. Yolun iki tarafında sollama işaretti bitti anlamına gelen tabela var. Beyaz daire içinde sağdan sola doğru yanlamasına siyah şerit. Bisikletliler de performansına göre sollama yapıyorlar.

Yokuş bitmek bilmiyor, yolun sağından birer ikişer sıralı bisiklet konvoyu uzamış yukarıya doğru. Yolun duvar gibi yamacında orman genel müdürlüğünün yaptığı OGM ALO 177 yazısı. Bu orman yangınları için telefon numarası. Herhangi bir orman yangını görürseniz cep telefonunda ücretsiz 177’yi arayarak en kısa sürede haber verin.

Çam ağaçları sivri kayalıkların her tarafındı sarmış durumda. Kayaların çatlaklarını kökleriyle daha da yarıp kendilerine yaşama alanı sağlıyor çam ağaçları.

Sağımda bir dere yatağı görünüyor, akmasa da dibinde genç çınar fidanları fışkırmış büyümekte.

Çıkmaya devam ediyoruz tek sıra uzun bir kuyruk gibi yukarıya doğru. Karşıda dağların tepeleri görünüyor.

Biraz sert olan yokuş zorlasa da ağır ağır çıkıyorum. Sonunda mola yerine varmak üzereyim. Asfaltta sola ok işareti ve mola yazısı az ileride mola verdiklerini belirtiyor. Zaten solda olduklarını görebiliyorum bisikletçileri.

Aralarına karışmada toplaşmış bir çok bisikletçiyi uzaktan mola yerinde resmini çekiyorum.

Meyve suyu, soda ve su ile ısınan bedenimizi bir an olsun serinletiyoruz. Su içerek su kaybını tamamladık. Soda içerek kaybettiğimiz mineralleri yerine koyduktan sonra meyve suyu ile biraz vitamin takviyesi ve çikolatalı gofret ile enerji depoladık. Artık bizi kimse tutamaz. Kimisinin enerjisi bitmemiş ki çalan müzik eşliğinde oyun oynuyor göbek atarak.

Tekirova dan beri bizi takip eden tarçın renkli bir köpek dili bir karış dışarıda “Ben ne yapıyorum bunların arasında, ne işim var koşturup duruyorum. Dilim damağım kurudu, zor nefes alıyorum, dilim bir karış dışarıda” diyerek içinden geçiriyor sanki. Bir arkadaşımız da köpeğe su vermeye çalışıyor.

Mola yerinde topluca resmimizi çekiyorlar, içlerinde var mıyım yok muyum belli değil. Kendimi göremedim.

Mola bitiminde tekrar yokuşa dinlenmiş olarak çıkmaya başladık. Önümde bisikletçiler. Bir süre daha yokuş çıkmak bizleri susatacağını bilen görevliler tam yerinde su molası için sağda durmuşlar. Asfaltta yine ok işareti bu kez sağa yönü. Okun üstünde su yazısı ve altta bisiklet resmi.

Yokuş bitmek bilmiyor, yolu kontrol ederek en sola geçip yokuşu çıkan bisikletçilerin resmini çekiyorum. Yolun sağı – solu çam ağaçları ile adeta duvar gibi.

20161001_095345_HDR

Resmi çektiğim yerin altında odun yığını görüyorum. Birer metrelik kesilmiş odunların gövdeleri kimi kızıl, kimi gri renkte. İki ağaç türü kesilip karışık olarak yığın yapılmış. Renk dağılımı bir yağlı boya tablosu gibi.

Sonunda yokuş bitti ve zirvedeyiz. Buradan çıralı tarafına ineceğiz. Buralara ilk defa geldiğimden yeni yerleri görmenin heyecanı içerisindeyim. Burada bir süre soluklanıp nefesimin normale dönmesini bekledim.  Sağ tarafı gösteren kahverengi boyalı tabelada ; Çıralı 7 Yanartaş (Chimaera) yazıyor.

Çıktığımız yolun yorgunluğunu pedal çevirmeden dinlenerek aşağı iniyoruz. İnerken keskin dönemeçler var, o yüzden dikkatli inmek gerek. Yola bisiklet resmi ve kocaman harflerle KESKİN VİRAJ yazısı bizleri uyarıyor.

Başka bir dönemeçte ise yine bisiklet resmi, altında İVANA SERT VİRAJ yazısı ile gönderme yapmışlar.

Yol ile beraber aşağıya giden küçük bir derenin yatağında kocaman çınar ağaçları ve gölgesinde dinlenen inekler.

Yol kıyısında restaurant olan bir yerde bisikletçiler durmuş çay içiyorlar. Beni de çaya davet edince durup içiyorum ısmarladıkları çayı. Burada gözleme de yapılıyor, pankart asmışlar. İşletmenin yanında bir çok bisiklet park etmiş durumda.

20161001_103332_HDR

Denizden topladığı süt beyaz renkli deniz salyangoz kabuklarını ipe dizip soldan sağa ve bir ip aşağıya sarkıtılmış dizi olarak.

Çayı yapan buranın yörükleri, semaver de odun ateşinde iki demlikte pişirilen çayın tadı nefis. Semaverin yanında kocaman bir çoban köpeği kafasını bana çevirmiş dişlerini göstererek poz veriyor. Sanki “yalnız yakalarsam gösteririm” edası ile. Semaver iri bir kütüğün üzerinde duruyor. Yanlarında da birer küçük kütük var.

Güneşin ışıltılarını parıldayarak akan çayın yansıması ve suyun berraklığı göz kamaştırıyor. Çam ağaçlarının yaprakları arasında süzülüp gelen ışın demetleri bir perde gibi su yüzeyine doğru gelmiş.

Vadi aşağıya doğru alçalmakta, iki yamacı da çam ağaçları kaplamış. Yol dar bir yerde vadinin dibinde. Bisikletim KUZ yol kıyısında sadece solda turuncu çanta ile duruyor.

20161001_105534_HDR

Çayın yatağı bazı yerlerde genişlemiş, karşıdaki kıyıda olan evlere ulaşmak için dar, tahtalardan yapılmış köprü benzeri bir şey yola bağlanmış. Kuvvetli bir yağmurda köprüyü azgın sular alıp götürür bence.

Bazı yerlerde kayalıklar yerden fışkırmış çayın kenarında. Çay zaten kayalıklara bir şey yapamadığından yanından kendine yol açıp denize doğru akmakta.

Deniz kıyısına indik ve bisikletleri yol kıyılarına park ederek öğlen molası yapmaya başladık. Yemek dağıtılmaya henüz başlanmadı o yüzden ter kokusunu atmak gerek. Su donumu ve havlu’mu alarak denize girip çıkıyorum çar çabuk. Oh dünya varmış, yıkanmak gibisi yok, gözeneklerim açılıyor ve fazla oksijen almaya başladım.

Deniz kıyısında toprak yol, iki kıyısında da bisikletler park etmiş. Solda deniz, sağda yemek yiyeceğimiz yer. Ağaçlar ve karşıda kocaman bir dağ kütlesi.

Yemek dağıtılmaya başladı, sıraya girip yemek almayı bekliyoruz. Yemek dağıtan biri aşçı, diğerleri gönüllü dağıtıcılar ellerinde kepçe, önünde yemek kapları sırayla dağıtıyor kuyruktakilere. Sırada bekleyenler, kimisi denizden çıkmış üzerinde bir şey giymeden kuyrukta. Dağıtılan yer üstü kapalı bir yer.

Yemekten sonra bir kahve gider diyerek kahve takımını çıkarıp kahve pişirdim. Şanslı olanlar yanımda masada olanlar. Kızı ile beraber katılan kadın da yanımda kahvesini afiyetle içiyor. Elimizde fincanlar resim çeken Fatih Özdemir’e poz veriyoruz. Arkamızda dut ağacı, gölgesinde oturmuşuz.

İçtiği kahvenin hatırını ve hakkını ödemek için Fatih Özdemir hafif sola dönük sadece başımı çekiyor yakından. Elimde fincan ağzıma götürürken. Başımda buff, üzerimde festival forması mavi beyaz ağırlıklı renklerden yapılmış.

Yemek dinlencesi bitip harekete geçtik. İleride Olimpos antik kentinde toplanacağız. Bisikletleri park ettiğimiz yer toprak ve bisikletlerin toprakta bıraktığı tekerlek izleri görülmeye değer. Yüzlerce tekerlek izi, her biri ayrı desende.

Yol fazla değil sahilde bitiyor ve çakıl kayalıklara kadar. Bizler de elimizde bisikletler çakıl taşlarında ittirerek ilerlemeye çalışıyoruz. Çakıllı yer bitiminde sarp kayalıklar duvar gibi set oluşturmuş.

Ben kıyıya yakın yerden gidiyorum, kimisi kayalıklara yakın yerden gidiyor. Aralıklı dört bisikletçi elinde bisiklet gitmeye çalışıyor çakıllı zeminde. Kayalıkların üstü sivri direk gibi kaya kütleleri güzel bir siluet oluşturmuş. Kayalıkların üstü çalı ve çam ağaçları sarıp sarmalamış.

Ardıma şöyle bir dönüp bakınca yüzlerce bisikletçi iki konvoy halinde, biri dağa yakın, biri denize. Tahtalı dağının muhteşem zirvesi buradan da görünüyor.

Olimpos antik kentinin deniz tarafındaki giriş yerine geldik. Burada çayın azmağı geniş bir alanda tatlı su birikintisi oluşturmuş. Suyun kıyısında, sağ taraftan elde bisikletlerle yürümeye devam ediyoruz. Gölet geniş bir alanı kaplamış ve karşıda yalçın kayalıklı dağlar.

Su olunca ördekler eksik olmaz. Tam da ördeklerin sevdiği yer. Dört tane ördek suda yüzüyor bize meraklı bakışlar atarak.

Taşlı topraklı patikada bisikletler elde yürüyoruz. Ağaçlar ve çalılar yürüdüğümüz patikayı gölge içinde bırakmış. Güneşte fazla yanmadan gölgede gitmek güzel.

Suyun ortasında antik dönemden kalma duvar kalıntısı heykel gibi duruyor. Bir zamanlar burada köprü iki yakayı birbirine bağlıyormuş ama sadece ortada bir duvar olarak kalmış. Sazlıklar su kenarında uzamış göğe doğru.

Çayın karşı yakasında beş gözü kalmış kemerli bir bina kalıntısı çam ormanının bitiminde. Su birikintilerine güneş ışıkları vurup parıldıyor.

Olimpos antik kentinin denize bakan tarafı dar bir boğaz. Azmakta burada denize kavuşuyor. Azmağın kıyılarında sazlıklar ve çam ağaçlarının su yüzeyine yansıması insanı dinlendiriyor. Bu resmi öne çıkan görsel olarak seçiyorum.

İlk olarak antik kente ulaşan bisikletliler diğerlerinin gelmesini bekliyor çam ağaçlarının gölgesinde.

Ben de bu durumdan faydalanıp antik kentin yıkıntılarını resim çekmeye başladım. İlk olarak büyük bir yapının kalıntılarını çekiyorum. Çepeçevre duvarlarla çevrilmiş, içinde iki kat yüksekliğinde tek duvar kalmış. Duvar yıkılmasın diye çelik demirlerle bağlanmış.

Yüksek duvarlı yapının iç kısmı çeşitli odalar, nişli, kemerli kalıntılar ve geniş bir avlusu. Sanırım burası bir kilise yada manastır yapısına benziyor.

Taş duvar yıkıntıları.

Yıkıntılar içinde sağlam bir kapı başka bir yere çıkıyor. Kapı çerçevesi kalın taş bloklardan yapılmış.

Kimi yapının duvarları sağlam ve düzgün taşlar yontularak yapılmış. Günümüze karar sadece tek bir duvar olarak kalmış. Duvarın ortasında kocaman bir kapı sağlam dikmeleri ve kirişi ile dikkati çekiyor.

Kapının yakınına gelerek alttan resmini çekiyorum. Kirişi işlemeli ince işçilikle süslenmiş. Kolon kıyıları da işlemeli. Duvar taşları düzgün yontulup örülerek muhteşem bir yapının parçası olmuş.

Duvarın arka görünümü sade, işlenmemiş. Ortada kapı var.

Başka bir yıkıntı, arasında iki çam ağacı çıkmış. İki tane birer buçuk metre yüksekliğinde taş blok ve bir metre yüksekliğinde taş duvar örülü. Bu duvarı sanırım ortalığı toparlamak için arkeologlar örmüş olmalı. Az ilerde bisikletliler elde gidiyorlar.

Kemer gözlü bir duvarın yanındayım. Kemer içinde tahta kalaslarla içeriden desteklenmiş yıkılmasın diye. İki tane kemerli kapı var.

Binanın giriş kapısı da tahta destekli kemeri tutuyor. İçeride duvar yıkıntıları.

Güneşin parlak ışık hüzmesi bir demet gibi dal ve yapraklardan süzülerek önümde yere süzülmüş. Taş duvar kıyısında bisikletleri park etmişler. Az ileride bir grup bisikletçi toplanmış. Ben de onların yanına gidiyorum ışık hüzmesi altında.

Edebiyatçı sevgili Gözde Emine bizlere Olimpos antik kenti ile ilgili tarihi bilgi veriyor. Gözde Emine elindeki notları okuyup anlatıyor geçmişi. Yanında da fotoğrafçı Ömer resim çekiyor.

Antalya’nın güney sahillerinde Phaselis’ten sonra ikinci önemli liman kenti Olympos’tur. Şehir adını, 16. km. kuzeyindeki Torosların batı uzantılarından biri olan 2375 m. yüksekliğe sahip Tahtalı Dağından alır. Beydağları-OIympos Milli Parkı sınırları içinde yer alan şehre ulaşım, Antalya – Kumluca karayolundan güneye ayrılan iki sapaktan da mümkün olup, gerek plajı gerekse ormanlık alanları ile Antalya’nın beğenilen günübirlik tatil alanlarından biridir. Kesin kuruluş tarihi bilinmemekle birlikte İ.Ö.167-168 yıllarında basılan Likya Birlik sikkelerinde adı geçen Olympos, Likya Birliği’nde üç oy hakkına sahip 6 şehirden biridir. Birlik’te Likya’nın doğusunu temsil etmiştir. Kentin günümüze ulaşmış kalıntılarının çoğu orman içinde ağaç ve çalılarla örtülü olup, Helenistik, Roma Bizans dönemlerine aittir.
Olympos Limanı tarihte korsan yatağı olarak bilinir. Kilikyalı korsanların başı Zeniketes şehri üs olarak kullanmış, bu sayede “Mitras Kültü” de şehre yerleşmiştir ki bu doğu kökenli yaratıcı Işık Tanrısı kültüdür. Şehirdeki korsan egemenliği İ.Ö. 67’ye dek sürmüş, İ.S. 43’te kesin Roma egemenliği, yeni parlak bir dönemin de başlangıcı olmuştur. Onarılan veya yeniden inşa edilen birçok yapı, demirci Tanrı Hephaistos (Vulcano) adına yapılan kutlamalar, İmparator Hadrianus’un (İ.S. 130) ziyareti, şehir tarihinin Roma dönemine ait renkli sayfalarıdır. Erken Hiristiyanlık döneminde önemini koruyan şehrin Piskoposu Methodius, adından en çok bahsedilen kişidir. Olympos, 4. yy.dan itibaren yeniden korsan hücumlarına uğramışsa da 5. yy.da Efes ve İstanbul konsüllerine katıldığı yazılı kayıtlardan anlaşılmaktadır. Geç Hıristiyanlık döneminde önemini yitirmeye başlayan Olympos, 11. ve 12. yy.da Venedikli ve Cenevizli tüccarların ticari merkezi olmuş, ancak bu aktivite 15. yy.daki Osmanlı deniz üstünlüğüyle son bulmuştur. Olympos’un günümüze kadar ulaşmış kalıntıları genellikle doğudan batıya doğru hızla denize akan bir ırmağın ağzında ve her iki yakasında yer alır. Antik dönemde kenti ikiye bölen nehir yatağı bir kanal içine alınarak her iki yakası da iskele olarak kullanılmış ve köprü ile birbirine bağlanmıştır. Bugün köprünün bir ayağı yerinde durmaktadır. Güney kıyıda, Hellenistik dönemin çokgen örgülü duvarı ile yanındaki Roma ve Bizans onarımlarını işaret eden bölümü görülmektedir. Nehir ağzına yakın bir yerde küçük ve dik akropolde geç dönemlerden kalan yapı kalıntıları yer alır. Irmağın güney kıyısındaki Hellenistik temelli ve Roma onarımlı küçük tiyatro oldukça harap olup, girişin bir yanı iyi korunmuş durumdadır. Şehrin görülebilir diğer önemli yapısı ise ırmak ağzının 150 m. batısında yer alan tapınak kapısıdır. İon düzeninde küçük bir tapınağa ait olduğu mimari parçalardan, Roma imparatoru Marcus Aurellius (İ.S. 172-173) adına yapıldığı da kapı önündeki heykel kaidesinden anlaşılmaktadır.

Kalıntılar arasında en ilginci Antalya Müzesince yürütülen kazılarla gün ışığına çıkarılmış olan “Kaptan Eudomus’un lahdidir”. Nehir ağzının hemen yanında kayalığın oyuğunda yer alan lahit hem duygu dolu şiirsel ithaf yazıtında kaptanın adını vermesi, hem de uzun kenarındaki gemi kabartmasında gemisinin şeklini vermesi açısından da büyük önem göstermektedir.

Olympos’un doğusunda, sahilden 300 m ilerde Caretta’ların yumurta bıraktığı muhteşem kumsalı ve pek çok bitkinin yaşadığı sahil kumulları ile ünlü, Çıralı yerleşimi yer alır. Kentin birkaç kilometre güneybatısındaki Çakaltepe olarak anılan yükseltinin güney yamacından devamlı olarak alev çıkar. Özellikle geceleri çok etkileyici olan bu doğa olayı metan gazının asırlardır aynı noktadan yeryüzüne ulaşmasından başka bir şey değildir. Bu doğa olayı Likya’da yaşayan ve soluğundan ateş püskürdüğüne inanılan Khimaira canavarı ile özdeşleşmiş ve bu sayede Olympos, Bellerophontes efsanesine ev sahipliği yapmıştır. Zamanla demirci Tanrı Hephaistos’un kült merkezi, Roma ve Bizans dönemlerinde de dini merkez olarak kullanılan alanda yer yer orijinal blokları görülebilen kutsal yol ile alevlerin etrafındaki bir takım yapıların temellerini görmek mümkündür, iç duvarları yer yer freskolarla süslü Bizans Kilisesi ise alandaki en anıtsal kalıntı dır.

http://www.antalyamuzesi.gov.tr/tr/olympos-orenyeri

Ağaçların gölgesinde yere oturarak Edebiyatçı sevgili Gözde Emine’nin yukarıda yazılanları anlatırken Ömer de beni bisikletim KUZ ile birlikte çekiyor. Sarı mataram, lacivert nazar boncuğum gidon boğazında bağlı. Sarı – siyah kaskım gidonda asılı olarak duruyor. Kaskım da yapışık düz olarak bakınca 099, ters olarak bakarsan 660 olarak görünen rakam var. Alt demir boruda da ismim yazılı URİM BABA’CAN diye. Ön tekerleğin arkasında ben oturuyorum.

Sanırım kaçak yapılmış bir bina, üç katlı. İçinde kimse yok ve sarmaşıklar binayı sarıp yok etmek üzereler.

Olimpos antik kentine ulaşan çayın yatağı dağlara gidiyor. Bu resim yola çıktıktan sonra yol kavşağından çekiyorum. Çay yatağı çam ormanı ortasından geçiyor. Karşıda dağların tepeleri.

Sert yokuşlar başladı, ana yol yukarılarda bir yerlerde. Kimisi bu sert yokuşlarda bisikleti elinde yürüyerek çıkıyor. Dört kişi bisiklet sürerken bir kişi yürüyor. Yol sağa doğru kıvrılarak çıkıyor çam ormanı içinde.

Oh sonunda yokuş bitti diye seviniyorum, sağa dönen yol bunu gösteriyor.

Sağa dönünce yokuşun devam ettiğini görüyorum ve hayal kırıklığına uğrasam da çam ormanında bisiklet sürmenin getirdiği moralle çıkmaya devam. Belki son yokuştur, belli mi olur.

Üzerimden geçen yüksek gerilim tellerinden anlıyorum ki son yokuşu çıkmak üzereyim. Buradan öyle görünüyor. Karşıda Tahtalı dağı güneşin son ışıklarını tepesine toplamış.

Yolda bir çeşme görüyorum ama çeşmede su yok, o yüzden sularımı tazeleyemedim.  Çeşmenin duvarına grafiticiler pembe, mavi yeşil ve kenarları siyah boya ile şekiller çizmiş anlamını bilmediğim.

Sonunda yokuşun başındayım ve durup dinleniyorum biraz. Burada sıkma meyve suyu dağıtıyorlar buz gibi. Meyve suyu içimi biraz ferahlatıyor. Denize doğru şöyle bir bakıyorum da epey yükseğe çıkmışız. Dağlar tepeler aşağıda kalmış, denizin küçük bir kısmını gösteriyor bana. Güneşin son ışıkları tepelerin üstlerine vurmuş.

Üzerim terli, hemen rüzgarlığımı giyiyorum. İnişimiz uzun sürecek ve soğuk almamak gerek. Tahtalı dağının olduğu yerin hizasına kadar gideceğiz. Bu da epey yol demek. Aşağıya giden yol görünüyor. Bir bisikletçi de kırmızı rüzgarlığını giymiş harekete hazır.

İnişimiz çabuk oldu ve kamp alanına kısa sürede vardık. Hemen su donumu giyip denizde bir süre yüzdükten sonra duşumu alıp temiz olan giysileri giyiyorum. Akşamları biraz serin oluyor o yüzden uzun kollu olanlar üzerimde. Yemek yendikten sonra sahnenin önünde toplanıp gösterileri izleyeceğiz. Sahneye Afrika dan gelen dans grubu akrobasi hareketler yapmaya başladı. Kadın ve erkekler hoplayıp zıplayıp perendelerle birbirlerinin üzerine çıkıyorlar. Sahneye vuran ışıklar pembe elbise giymiş göstericilerin üzerine vurmuş. Elbisedeki pullar da ışıldayıp yansımalar yapıyor.

Aralarına da Başkan Şirin Baba da katılıyor. Onlar kadar hareket yapamasa da şirinliği yeter. Sarı tişörtü pembe giyinmiş göstericiler arasında sırıtıyor. Şirin baba bikinili zenci kadının yanında bizi selamlıyor.

Göstericiler beş kadın, beş erkek. Erkekler altta kadınlar üstte figür yapıyorlar. Ortadaki erkek dik durup omuzlarında bir kadın ellerini açmış yukarıya doğru. Yanlarındakiler bacaklarını açmış iki yana doğru, kadınlar omuzunda. En sondaki kadınlar erkeklerin bacaklarında duruyor. Geniş bir piramit oluşturdular. Arkada da az ışık alan ağaçların kocaman gövdeleri ve dalları siluet olarak fon oluşturmuş.

Gösteri bittikten sonra bu festivali yapan kişileri tek tek sahneye davet ediliyorlar alkışlarla. 20 kusur kişi aynı anda sahneyi dolduruyorlar. Hepsinin üzerinde sarı tişört ve boyunlarında tanıtım kartı asılı. En güzel festivallerden birini yapıyorlar ve içeriği zengin. Günlük rotalar hepsi birbirinde ayrı ve güzel, mesafelerde gidilebilecek uzunlukta. Fazla zorlanmadık, ayrıca deniz keyfini de doyasıya yaptık. Sanki tatile gelmiş gibi ağırladılar. Yemekler doyurucu ve güzel, aç kalmadık yani. Yorulduğumuz yerde enerji takviyesi, su molaları gerektiği yerde verildi. Yollarda yönlendirmeler ve dikkat edin keskin dönemeç uyarılarını hep gülümseyerek yaptılar. Kısacası çok güzel bir organizasyonu başarı ile yapıyorlar. Çoğu yıllardır tanıdığım arkadaşlarım. Beni davet edip misafir olarak ağırladıkları için hepsine ayrı ayrı çok teşekkür ederim. İyi ki varsınız dostlarım. Perşembe Akşamı Bisikletçileri Antalya ve Antalya Bisiklet Festivali.

Yatma zamanı gelip de yatmamak olur mu deyip dinlenmek üzere çadırıma çekiliyorum. Organların dinlenmeye ihtiyacı olmazsa muhabbetler bırakılmaz. Bu gün gördüğüm güzellikleri düşüme taşıyarak uykuya dalıyorum.

Bu gün yaptığımız yol yaklaşık olarak 52 Kilometre civarı.

Aşağıda yaptığımız yolun haritası

Powered by Wikiloc

10. Gökova Bisiklet Turu 5. Gün

21 Mayıs 2016 Cumartesi

Ören – Akyaka

( Kör arkadaşlarım için resimlerde betimleme yapılmıştır )

 

İnsanları sevmek kolay değil, 
bir hürriyet bu; 
çetindir memleketimde.

Ben, ille varım dersen, 
bir gün pusuya düşersen, 
insanları sevmek 
büyük hüner…

Bu dünyada yaşadığın şu kadar yıl, 
gerçek’ten, güzellikten, yiğitlikten, 
payına düşeni alabilmişsen, 
vermişsen, payına düşeni; 
gerçek için, güzellik için, 
gücüne karşı konmaz, 
korkusuz, direnirsin…

Bilirsin, 
bir kere korku düşerse adamın içine, 
bir kere koparsa sevdiklerinden, 
mümkünü yok, 
gitti gider…

Söner gözlerinde güzelim ışık, 
kararır, çirkinleşir yüzü.
Önceleri, utanır belki, 
sonra vız gelir, 
umurunda olmaz dünya.

İnsanları sevmek büyük hüner, 
İnsanlarla beraber! …

Arif Damar

 

Öne çıkan görsel, Üç kemerli su yolu, etraf çam ormanı.

İki gecedir düzgün uyumadığımdan bu gece derin bir uyku ile dinlenip sabahın erken saatlerinde uyandım. Gördüğüm rüyaları bile hatırlamıyorum, o kadar dalmışım demek ki. Ören de uyumanın bedeli termik santralın bacasından çıkan zehirli gazları solumak. Havada görünmese de genzimi yakmasından dolayı anlıyorum. Kalkar kalkmaz ilk iş olarak eşyaları ve çadırı toparlayıp bisikletimin bagajına bağlamak oluyor. Sonrası kendime okkalı bir kahve pişiriyorum. Yanımda şanslı olan üç kişi de kahvemden içiyor. Kahvaltıya başlamadan önce yola çıkmaya hazırım. Kahvaltıda verilen küçük reçel, bal, tereyağı gibi şeyler pek iyi değil. İçinde ne olduğunu okuyamadığımız, bilmediğimiz maddeler var. Doğal olmayan yapma tatlandırıcılar ile yapılan kahvaltılıkları almıyorum bile. Peynir, zeytin, domates gibi yiyecekleri alıp çay ile, daha çok ekmek yiyerek karnımı doyurdum. Kahvaltıyı veren firma kar etmek için ucuza kaçıyor anladığım kadarıyla. Neyse hareket saati gelince yola çıkıyorum. Meşekayası dağının geçit vermeyen kayalıkları yolu dağın etrafından dolaştırarak biraz uzatmış oluyor.

Henüz düzlükteyiz, önüme bir tabela önümüzde ki yerlerin kilometresini yazıyor. Tabelada yazan ; Yerkesik 43 altta ise Muğla 62 Kilometre kaldığını belirtiyor. Tabelanın arkasında zeytinlik bahçesi. Yolun sonunda dağlar görünmekte.

Sağımdaki kayalıklarda oluşmuş mağaralar dikkatimi çekiyor. Durup resimlerini çekiyorum.

Herkes kendi temposunda gidiyor. Arkamdan gelen üç bisikletçi var. Birisi daha önde. Yolun sağı solu çam ağaçları kaplamış.

Çam ormanının dibinde kendine yer açıp zeytin bahçesine dönüştüren birisi küçük tekgöz bir oda yapmış. Bina kapısı, penceresi ve küçük çatısı ile çok sevimli görünüyor. Bahçe yol kıyısında tel çit ile kapatılmış. Sahiplenmek bu olsa gerek.

Keramos antik kentin kemerli surlarını görüyorum kayalığın dibinde çam ağaçları arasında.

Surdan çok su kemeri yapısına benziyor. Çünkü kemerler kayalıklara yapışık şekilde yüksek olarak örülmüş. Kemerli sur duvarları su kemeri olarak kullanılmış olabilir.

Daha ileride düzlük yerde üç gözü kalmış su kemerinin kalıntılarını görüyorum. Dağlarda kente suyu bu kemerler sayesinde getiriyorlar. Bu resmi öne çıkan görsel olarak seçiyorum.

Dağın arkasında yokuş başlıyor, yokuşu çıkan bisikletçiler sanki zorlanıyorlarmış gibi bisiklet sürüyorlar.

Önümde bir grup bisikletçi kenarda durmuş olarak beklerken görüyorum,  acaba bir şey mi oldu?

Yanlarına varınca yokuşta yorulan, tıkanmış olanların dinlendiklerini görünce yoluma devam ediyorum.

Zeytin ağaçları çamların alanını daraltmış. Arada bir kaç çam ağacı kalmış, zamanla onları da yok edeceklerini biliyorum.

Meşekayası dağının etrafını dolaşmak biraz zorlu oluyor. Dağın arkası inişli, çıkışlı tepelerden oluşmuş. Önümde tek bir çam ağacı ve ardı tepeler uzanıp gidiyor.

Önümde iki bisikletçi gidiyor ve hala çıkmaktayız yokuşu.

Sonunda ismini de alan Alatepe köyüne geldik. Yokuş burada bitiyor, rakım 425 metre.

Bir zamanlar deniz kıyısında kumsal olan bu yer zamanla depremlerin etkisiyle 400 metreleri aşmış. Yolun yamacında kumul kayalıkları görüyorum.

Alatepe köyünde mola veriyoruz, burada çay ucuz; 50 kuruş. Bakkaldan atıştırmalık bir şeyler alıp sabah pek içemediğim çayı bolca içiyorum. Karia Yolu tabelası Akbük’e 10 Kilometre kaldığını belirtiyor. Bu arada İzmir deki arkadaşları arayıp Şafak Omaç’ın sağlığı hakkında bilgi alıyorum telefondan. Durumu iyiye gidiyor olması beni sevindirdi. Artık yarın ziyaretine giderim sevgili arkadaşımın.

Köyün iç yolu, kıyılarda evler ve üç tane beton direk. Direğin birinin tepesinde köyün elektrik trafosu var. Sağda ise kendi direği olan Karia Yolu tabelası var. Karia yolu yeşil boyalı, diğer yer sarı renkte.

Geriden gelen bisikletçiler gelmeye devam ediyor.

Molada aldığım çay takviyesi ile yola çıktım. Büyük bir bayrak direğinin yanında dut ağacından dut yiyenleri görünce ben de durup biraz dut yiyorum.

Yol sürekli inişte, neredeyse pedal çevirmeden gidiyorum. Önümde dağlar ve kayalıklar görünüyor.

Akbük kumsalı ve denize çıkıntı yapmış burnu tepeden güzel görünüyor. Ben de durup resim çekerek manzarayı izliyorum. Karşıda Datça yarımadası siyah bir hayalet gibi duruyor.

Akbük te öğle yemeği yiyoruz. Yemeğin ardından köşede bir yer bulup duvarın dibine oturarak kahve yapmaya başladım. Daha önce burada oturan iki kişi de kahvemden yararlanıyor. İlk defa kahvemi içenlerden erkek olanı tanımıyorum. Kadını da tanımıyorum ama sohbet sırasında adının Meliha Tekin olduğunu sonradan öğrendim. Hatırımda kalan bu kadın Kayseri de oturduğunu söyleyince benim Kayseri de askerlik yaptığımı, anılarımın olduğunu söyledim. Kayseri Perşembe akşamı bisikletçileri’ni kuran Türker Ergene’yi tanıdığını söyledi. Demek bir ortak tanıdık arkadaşımız var. Belki o yüzden hatırımda kalmış olabilir. İsmi aklımda kalmamıştı, sonraki festivalerde karşılaşınca ismini ezberleyebildim. Sonradan anlattığına göre kahve hoşuna gitmiş ve bu anı unutamamış.

Meliha ben ve bir kişi yere oturmuş kahveleri içiyoruz.

Ulaşılması araba ile ve sapa yerde olması aynı zamanda sezon da açılmadığından temiz bir deniz görünümünde. Deniz masmavi turkuaz rengi, kıyıya vuran dalgaların beyaz köpükleri çakıl taşlarını sürekli yuvarlıyor bir ileri bir geri. Zamanla çakıl taşları kum tanelerine kadar küçülecek ama bizler bunu göremeyiz. Kum tanelerine dönüşmesi binlerce yıl sürer. Denizin ötesinde kayalıklı koca bir dağ.

Sağ tarafımda da çakıllı deniz ve buruna doğru çam ormanları. İleride bir kaç yelkenli demirlemiş doğal limanda.

Mola bittikten sonra yola çıktık. Bundan sonra hep deniz kıyısından küçük iniş ve çıkışları olan düz bir yolda gideceğiz ta Akyaka’ya kadar. Uzayıp giden yol ve solda dik yamaçlı kayalıklar.

Etraf çam ormanları ile kaplı. Buralarda arıcılık yapan çok. Çam balı üretimi en çok bu bölgede oluyor.

Yol bazen yükseliyor, çam ağaçlarından deniz aşağıda görünmekte.

Pek araçların geçmediği çam ormanının içinde sessiz ve sakin gidiyorum. Bol oksijeni ciğerlerime doldurarak.

Bazı yerlerde yamaçlar öylesine dik ki neredeyse 30 – 40 metre yükseklikte. Kayaların çatlaklarında çam fidanları kendine yer bulmaya çalışıyor.

Buraların bitkileri arasında keçi boynuzu ağaçları da var. Sallanan keçi boynuzları henüz yeşil, olgunlaşmamış. Keçi boynuzlarının hepsi düz olarak sarkmış durumda. Demek ki olgunlaşınca boynuz gibi eğriliyorlar ve kahverengine dönüşüyorlar.

Akyaka’ya geldik sayılır, evler görünmeye başladı. Bunlar Akyaka dışındaki yayılan evler. Ormanın içine yapılmış iki katlı bir ev ve yanında tahtadan yapılmış bir tesis. Zamanla buraları dolacağı kesin.

Yol kıyısında küçük bir su havuzu görüyorum. Havuzda nilüfer bitkisi var. Yaprakları geniş bir tabak gibi su yüzeyinde. Kimi açmış, kimisi de açmakta olan nilüfer çiçekleri havuzun dibinden su yüzeyine çıkmış.

Akyaka’ya vardım bir de ne göreyim Muhlis Dilmaç Bekir Kocamaz’ın arabasına binmiş gidiyor. Bir de bana el sallaması garibime gitti. Demek ki ekildik. Ne yapayım onun bileceği iş, kafama bile takmıyorum. Ben kendi yoluma kendim giderim, kimseye muhtaç değilim.. O kadar katılımcı birbirleriyle vedalaşmadan alelacele gitmeye çalışıyor. Sadece bu turda tanıştığım Sevil Doğrugüven gelip benimle vedalaştı. Bisikleti kamyonete yükleyip minibüs ile Muğla garajının olduğu yere vardık. Minibüs önceden geldiği için bisikletlerin olduğu kamyonet henüz gelmemişti. Kamyoneti beklerken yakında olan tesisin bahçesini dolaşıyorum. Bahçede müşterileri çekmek için uyguladıkları çocuk psikolojisini iyi kullanmışlar. Kafeslerde çeşitli hayvanları koyup çocukların ilgisini çekmişler. Çocuklar da anne -babalarını hayvanların olduğu yere gidelim diye tutturunca buraya gelip hem hayvanları görüyorlar hem de yiyip içiyorlar. Böylece daha çok müşteri gelip kazanıyorlar işletmeciler.

Kafeslerdeki hayvanlardan birisi peruk takmış bir horoz. Tepesindeki tüylerden ibiği görünmüyor.

Omuzların aşağısından başına kadar kırmızı, ortası yeşil. Kuyruğa kadar olan yer mavi. Kuyruktan çıkmış bir tüy gövdesi boyunda. Üçte ikisi kırmızı, üçte biri mavi renkte papağan. Papağan ayakları ile kafesin tellerine tutunmuş arkası bize dönük olarak duruyor. Aşağıda profil demire de diğer papağan konmuş, aynı renklerde bize dönük durumda.

Tamamen beyaz renkli tavus kuşu benzeri bir kuş. Kuyruk tüylerini tamamen yelpaze gibi açmış.

Kafesin içinde hapis hayatı olarak yaşayan sincap durmuş bana bakıyor siyah gözleri ile. Artık insanlara alışmış, benden kaçmıyor. Yuva olarak yaptıkları tahta kutunun üzerinde duruyor sincap.

Sonunda bisikletlerin yüklü olduğu kamyonet geliyor. 16 tane bisiklet yüklü ve eşyalarımız üzerinde.

Kamyoneti beklerken Manisa dan biri ile tanışıyorum. İsmini bir türlü ezberleyemediğim bir arkadaş. Kendi arabası ile tek başına gelmiş, beni de İzmir’e kadar götürebileceğini söyleyince seviniyorum. Otobüs ile gitmektense yoldaşlık yaparım. Bu benim için çok iyi oldu. Bisikletleri ve eşyaları kamyonetten indirdik. Ön ve arka tekerlekleri söküp arabanın arka koltuğunu yatırdıktan sonra iki bisikleti dikkatlice yerleştirdik. Çantaları da yükledikten sonra yola çıktık. Akşam yemeği için bir yerde mola verdik, haliyle hesabı ben ödedim. O kadar arabasına bindik, yemek ısmarlamak iyi olur. Güzel bir yolculuk ettik ama ismini bir türlü ezberleyemediğim Manisalı arkadaştan özür dilerim. Unutkanlık başa bela, ezberim çok kötü. Arkadaş beni Bornova kavşağında bıraktı. Hava kararmıştı, arkadaşa teşekkür edip bisikletimin tekerleklerini takıp bagaj çantalarımı da yerleştirdikten sonra evin yolunu tuttum. Alsancak tarafına kadar trafikte gittikten sonra bisiklet yolundan ağır ağır eve vardım.

Bir tur daha bitti, yeni arkadaşlarla tanıştım, keyifli olduğu anlar olduğu kadar arkadaşım Şafak Omaç’ın geçirdiği kaza beni çok endişelendirmişti. Neyse ki kuvvetli bünye yapısında dolayı iyileşti. Buna çok sevindim, beraber bir çok tur yapmıştık. Çok güzel anılarımız olmuştu, eğer kötü bir şey olsaydı kahrolurdum. Ben yanında olmasam da dostlarım onu hastanede yalnız bırakmadı ve bana sürekli sağlık durumu hakkında bilgi verdiler. Yarın ilk işim onu ziyaret etmek olacak.

Başka turlarda görüşmek dileği ile.

Bu gün yaptığımız yol yaklaşık olarak 72 Kilometre civarı

Aşağıda yaptığım yolun haritası

Bornova – Üçkuyular yol haritası

Powered by Wikiloc

Powered by Wikiloc

10. Gökova Bisiklet Turu 2. Gün

18 Mayıs 2016 Çarşamba

Marmaris – Çubucak – Aktur

( Kör arkadaşlar için betimleme yapılmıştır )

 

Kıraç mı kıraç toprakların üstüne
Güneşler açar yağmur kesilince
Çırılçıplak kayada yetişir incir ağacı
Dağların kuytusunda bir uslu çiçek
Dağıtır mevsimi kendi kendine
Gitme beraberlik içinde

Arif Damar

 

Öne çıkan görsel, Elimde kahve fincanı. Yüksekten Datça yarımadasının başlangıcı. Sol tarafta Ege denizi, sağ tarafta Akdeniz görünüyor.

Otellerde uyumaya devam ediyoruz, iki gecedir otelde kalıyorum. Çadırı kurmadığım için çabucak toplanıp aşağıya inerek bisikletin bagajına eşyalarımı yükledim. Bu gün tüm eşyalarım ve çantam yanımda. Kamyona vermeyeceğim, kendi yükümü kendim taşımaya niyetliyim. Sabahın erken saatleri olduğu için kahvaltıya başlanmamış o yüzden kahvemi pişirip içiyorum. Kahvaltı dağıtılmaya başlayınca sıraya girerek kahvaltımı yapıyorum. Katılımcılar fazla kalabalık olunca kahvaltı için epey kuyrukta zaman geçiyor beklerken. Kahvaltı faslı bitip herkes hazırlanınca yola çıkıyoruz. Marmaris belediyesinin yaptığı bisiklet yolundan bir süre gittik. Bisiklet yolu yol kıyısında bariyerle ayrılmış, dar bir yol. Anca tek bisikletli gidebiliyor. Neyse buna da şükür diyoruz. Daha sonra uzun kumsalı olan sahile çıkıp çam ağaçları gölgesinde, trafikten uzak, deniz ve yeşil ortamda bisiklet sürmeye başladık. Sahil neredeyse 5 Kilometre uzunluğunda. Bu sahili beğendim, yürüme yolu, bisiklet yolu ve fazla işgal edilmemiş kumsal.

Yürüme yolu deniz kıyısında, yer parke taş döşeli. Çam ağaçları kesilmemiş olduğu yerdeki haliyle gelişigüzel duruyor. Bir bisikletçi kadın bisikletini sürüyor bu yolda.

Jeolojik olarak sıkışmış olan Anadolu, kıvrımlı yükseltiler oluşturarak doğal güzellikler meydana getirmiş. Bu kıvrımlar deniz ile birlikte muhteşem bir görünüme kavuşmuş. Yalçın dağların dik yamaçları, koylar, bitki örtüsünün çoğunluğunu oluşturan çam ormanları deniz ile birleşmiş. Tabiat güzelliği bu olsa gerek.

Sahildeki bisiklet yolunda bizim haricimizde bir çok bisikletli gidip geliyor. Yerde bisiklet yolu gidiş geliş olmak üzere sarı şeritle belirtilmiş. Kumsal ve şezlonglar şemsiyelerle birlikte otellerin olmalı.

İki kara parçası ortasında küçük bir ada görünüyor karşımda. Soldaki keçi adası. Küçük adanın adı sanı yok.

Kıyı şeridi bitmek üzere, ana yola çıkmadan önce mola verilmiş. Burada su takviyesi yapılıyor. Ana yola çıkar çıkmaz yokuşlar başladığı için yanıma yeterli sayıda su şişesi alıp çantama yerleştiriyorum.

Ana yola çıktık ve yokuş başladı. Bisikletçiler vites düşürerek yokuşu çıkmaya başladılar. Yolun sağında üçgen uyarı levhasında “Dikkat Ceylan çıkabilir” anlamı taşıyan ceylan resmi var kırmızı çerçeve içinde.

Yokuş çıkmaya alışık olmayanlar sık sık mola verip dinleniyor. Ben de durup bisikletim KUZ ile resimlerini çekiyorum. Bisikletim de tüm çantalarım yüklü durumda.

Arkadan gelenler var daha, yokuşu çıkmaya çabalıyorlar.

Çam ormanı içinde meşe ağaçlarını da görmek olası, işte onlardan birisi. Açık yeşil canlı rengi ile ormana ayrı bir renk tonu oluşturmuş meşe ağacı. Önümde iki bisikletli gidiyor.

Tepeye ulaştık, tam önümde dönemeçte bir Türk bayrağı iple gerilmiş. Aşağıdan gelen rüzgar bayrağı dalgalandırıyor. Dönemecin sağ tarafı dik bir yamaç.

Zirveden aşağıya iniş keyifli ve çabuk oldu. Çay ve dinlenme molasını bir tesiste vermişler, ben de oraya girdim. Sıraya girip çay almaya çalışırken daha önce 1.5 Liraya verdikleri 1 bardak çayı kalabalığı görünce 2 Liraya çıkarınca sinirler tepeme çıktı birden bire. Böyle fırsatçı zihniyete verdim veriştirdim. Bir de turistler niye gelmiyor, tesisler boş kalıyor diye dert yanarlar. Beter olmalarını söyleye söyleye öfke ile oradan ayrıldım. Ben çayı içmem, onlar da benim paramı kazanmasınlar. Nedense bu taraflar insanları yolunacak kaz zannediyorlar ama benden zırnık  bile alamazlar. Ben enayi değilim ama başkaları enayi olup bu paraları veriyorlar maalesef. Eğer içiyorlarsa 1 bardak çayı 2 liraya kazıklanmayı hak ediyorlar bence. Bir süre bisiklet sürüp yol kıyısında şirin bir tostçuda durdum. İlk önce “Çay kaç Lira diye sordum?” Kadın “1 Lira” deyince hemen oturup duble bir çay ısmarladım. Arkasından bir duble çay daha. Afiyetle içtim normal fiyata satılan çayı.

Mavi boyalı tahta çit ile bahçe duvarı çevrilmiş tostçu çiçeklerle bezemiş her yanını. Burada mola vermiş benim gibi bir kaç bisikletçi var.

Çay molası iyi geldi ve biraz sakinledim. Yola çıkıyorum ve etraftaki çam ağaçlarını seyrederek yol alıyorum. Çam ağaçlarının uzun gövdeleri birbirine çok yakın, sık dikilmiş.

Denizin dibinden geçerken durup manzarayı seyrediyorum. Bisikletimi sehpası üzerine park edip Datça yarımadasını oluşturan kara parçasının dağ ve tepelerini seyrediyorum. Deniz de masmavi Akdeniz.

Çubucak tabiat parkına geldik, burada öğlen yemeği yiyeceğiz. Burası çam ağaçları ile kaplı kamp yeri ve deniz kıyısı. İsteyen denize girdi isteyen çam ağaçlarının gölgesinde dinlendi.

Ben tercihimi denize girmede kullandım. Su donumu giyip havlumu alarak tahta iskeleye geldim. Denize dalmadan önce Engin Elmalı arkadaşıma beni atlarken çekmesini söyledim. O da seri çekimle on kusur resim çekmiş ardı sıra. Onlardan üç tanesini paylaşıyorum.

İskelede birisi oturmuş denize bakarken ben de ayaklarım iskeleden ayrılmış havalanıyorum yukarıya doğru.

Sonrasında biraz bükülmüş olarak ileriye uçmaktayım. Denizde iki kişi bana bakıyor ne yapıyorum diye.

Havada fazla kalamadım. Yerçekimi  nedeni ile ilk önce ellerim denize değiyor. Sonrasını bilirsiniz, ıslandım.

Bir süre yüzdüm, sonra denizden çıkarak havlu ile kurulanıp giyinerek öğle yemeği için sıraya girdim. Öğle yemeğini yedik, çam ağaçlarının altında banklarda oturup dinlenirken kahvemi yapıp içtim, yanımda şanslı olan 3 kişi de bundan yararlandı. Bankta otururken çam ağacından bir kozalak pat diye kucağıma düştü. Hayırdır inşallah tam da öğle zamanı, o kadar kişinin arasında bula bula beni mi seçti. Madem beni seçti o zaman bisikletimin süsü olsun diye kamerayı koyduğum tripod demirine lastik ile tutturdum. O günden beridir hep orda durur çam kozalağı, bisikletim KUZ ile dolaşıp durur yollar boyu.

Bisikletim kadrosunda kamera tripod demirinde çam kozalağı.

Hareket verilince yola çıktık, çıkar çıkmaz da hafiften bir rampa başladı. Çam ormanları ve ilginç yapıda kahverengi kayalıklar gözüme çarpıyor.

Yol ilerledikçe kayalar şekilden şekle giriyor.

Yükseldiğimizi denize yukarıdan bakarak anlıyorum, Ege denizi tarafında, Gökova körfezinin girintili çıkıntılı koylarını görüyorum.

Balıkaşıran geçidine doğru çıkıyoruz, bazı yerlerin eğimi sert. Yol yukarıya doğru kıvrıntılı çıkmakta. Ben de 1. vitese takıp ağır ağır çıkacağım. Yüküm de yanımda olmak üzere.

Yollarımızda görmeye alıştığımız manzaralar burada da karşıma çıkıyor. Suyunu içen birisi plastik şişesini ezip iyice küçültmüş, asfalta atmış. Plastik şişe sanki küçülünce görünmeyecekmiş gibi ama görünüyor yine de.

Aynı şekilde yol kenarında çalıların arasına da plastik şişe atılmış. İnsanlar ne zaman doğayı, çevreyi koruyacaklar bilemiyorum.

Hala çıkıyoruz, zirveye ne kadar kaldığını bilmeden. Ama inişi çok güzel, kısa ve çabuk olacak onu biliyorum. Önümde bir kaç kişi pedallıyor.

Ve sonunda zirvedeyim, yolun kıyısında bisikletim KUZ bariyerlere dayalı. Bagajında çantalarım ile beraber. Aşağıda ise sol tarafta Ege denizi, sağ tarafta ise Akdeniz. İki denizi ayıran Datça yarımadasının en yüksek yerindeyim.

Ege ve Akdeniz kıyıları Balıkaşıran’da birbirine öyle yaklaşırmış ki, bir denizden sıçrayan balıklar karayı aşıp, öbür denize atlarmış. Balıkların bir denizden diğerine uçtuğunu söyleyenler de yok değilmiş. Datçalı balıkçıların deyişiyle; bir kıyıdan tutulan balıklar, kısa bir yürüyüşle diğer taraftaki kıyıdan denize bırakıldığında yaşamaya devam edermiş. Yöre halkı tarafından Kayıkaşıran olarak da anılan bölgede, nedense bir kıyının balığı diğerinden daha çok, daha bereketli olurmuş. Balıkçılar da yarımadayı bin bir zahmetle denizden dolaşmak yerine, kıstağın bu en dar yerinde sandallarını sırtlayarak diğer kıyıya taşırlar ve avın sonunda balıkla dolan sandallarını tekrar sırtlayarak geldikleri kıyıya geri dönerlermiş.

Tarihçilerin babası Herodot‘a göre; Pers ordularının istilasını önlemek isteyen Knidoslular, Balıkaşıran’ı kazarak, yarımadayı adaya dönüştürmeye karar verirler. Ancak hiçbir iş göründüğü kadar kolay değildir şüphesiz. Knidoslular kayaları parçalamak için uğraştıkça, savrulan keskin taşlar ellerini parçalar, yüzlerini, gözlerini yaralar. Kazıda çalıştırılan kölelerin boğuştuğu salgın hastalıklara bölgedeki şiddetli depremlerin yarattığı hasarlar da eklenince, Knidoslular derin bir hayal kırıklığına uğrar. Delphoi Tapınağı‘nın kahinlerine danışmaktan başka bir çözüm kalmaz. “Tanrılar eğer isteseydi, burayı zaten ada olarak yaratırdı” diyen kahinlerin sözünü dinleyen Knidos halkı, tanrıların gazabına uğramak yerine, kenti hiç savaşmadan Pers ordusuna teslim eder.

Savaş Tanrısı Ares‘e yüz vermeyen, yaşama ve barışa sevdalı Knidoslular, iki denizin buluştuğu yerde, Güneş Tanrısı Apollon ve “güzel yolculukları” muştulayan Aphrodite Euploia‘ya adadıkları görkemli tapınaklar inşa eder. İnsanlık tarihinin ilk ansiklopedisini yazan Plinius, Heykeltıraş Praxiteles‘in M.Ö.350’li yıllarda iki ayrı Aphrodite heykeli yaptığından söz eder. Praxiteles, biri örtülü diğeri çıplak olan her iki heykeli de satışa sunar. Öncelik hakkına sahip olan Kos halkı, iffetli kompozisyonu tercih edince, alışılmamış çıplaklığıyla ün salacak olan ikinci Aphrodite’i de Knidoslular satın alır. Bir saç bandı ve kolundaki bilezik dışında tamamen çıplak olduğu söylenen, muhteşem Knidos Aphrodite‘i, kentin her tarafından olduğu gibi, hem Akdeniz’den hem de Ege’den görülen, dairesel planlı bir tapınağa yerleştirilir. Paros mermerinin saf beyazlığıyla göz kamaştıran Aphrodite’in çıplak bedeninin güzelliği kulaktan kulağa yayılır ve Knidos, uzun deniz yolculuklarını göze alarak gelen tüccar ve gemicilerin akınına uğrar. Bithynia Kralı Nikomedes, heykeli satın almak ve karşılığında kentin tüm borçlarını silmek üzere, cömert bir teklifte bulunsa da, Knidosluları ikna edemez. Antik Çağ yontu sanatının zirvesini simgelediği düşünülen heykel, bazı kaynaklara göre, Bizans döneminde İstanbul’a götürülür ve burada kaybolur.

Üzerim çıplak, sadece şort pantolonum üzerimde iki kolumu da yana açarak poz verdim. Sağ kolum Ege denizi, sol kolum da Akdeniz’i gösteriyor. Ege’nin meltemi saçımı okşuyor adete.

Uranos‘un ak köpükten olma kızıyım ben: ‘Aphrodite.’

Güzelliği, aşkı ve arzuyu fısıldarım binlerce yıldır ölümlü kulaklara.

Praxiteles bembeyaz mermerden yontarken bedenimi,

ısıtıverdim buz gibi taşı eşsiz kıvrımlarımla.

Knidoslular yarımadanın en güzel terasına yerleştirdiler sessiz suretimi.

Akdeniz‘in ılık rüzgarı, Ege‘nin serin meltemine karıştı bacaklarımın arasında.

Mermerden olmasaydı eğer,

göğsümün ta içine çekmek isterdim

badem kokulu bu nefis esintiyi

ve eğer kaybolmasaydım,

anlatırdım taştan sessizliğimle.

http://www.kitaptansanattan.com/kose-yazilari/balikasiran-ozlem-kalkan-erenus-yazdi/

Elimde kahve fincanı, içinde kahve ve Balıkaşıran tepesinden iki denize doğru elimle tutup resmini çekiyorum. (Burada kahve içilmez mi?) Bu resmi öne çıkan görsel olarak seçiyorum.

Balıkaşıran geçidinden tam ayrılacağım sırada, cep telefonum çalmaya başladı. Arayan İzmir’den arkadaşım Şafak Omaç. Herhalde nerede olduğumu merak etmiştir diye telefonu açıyorum. Karşımda Şafak olduğunu düşünerek “Alo” diyorum. Telefondaki ses kadın sesi ve tanımadığım bir ses, titrek bir ses ile kendini tanıttıktan sonra Şafak Omaç’ın acil serviste yattığını, düşüp kafasını çarptıktan sonra acile getirdiklerini ve benim gelmemi istediğini söyleyince ilk önce şok oldum. İlk şoku atlattıktan sonra ne oldu, nasıl oldu, durumu nasıl diye sordum. Yoğun bakımda olduğunu ve gelmemi isteyince uzaklarda olduğumu söyleyerek şimdilik yardımcı olamayacağımı ama araştırıp dönerim diyerek konuşmamı bitirdim. Durup düşündüm ne yapabilirim diye. Hemen İzmir’e dönmenin olanağı yok ama arkadaşları arayıp bir haber almalarını sağlayabilirim. İlk önce Şerif Kılavuz’u aradım, durumu anlatıp hastaneye gidip bilgi almasını söyledim. Doktor arkadaşım Serhat aklıma geldi, onu aradım ama ulaşamadım ilk önce. Keyfim iyice kaçtı. Arkadaşımın durumu hakkında endişeliyim. Şimdilik beklemekten başka yapacak bir şey yok. Bakalım haber gelsin ona göre davranırım. Aklıma kötü şeyler getirmemeye çalışıyorum ama kafamda bin bir düşünce. Hayırlı haber alma umuduyla yola çıkmaya hazırlanıyorum. Aklıma öğle yemeğinden sonra kucağıma düşen çam kozalağı geldi. Demek ki aynı anlarda Şafak ta düşmüş. Bu bir haberdi sanki. Bundan 3 yıl önce Şafak ta aramızda olmak üzere bir grup olarak Gökova Bisiklet Turunda beraber bu yollarda pedal basmıştık birlikte.

Üç yıl önce Şafak ile beraber Gökova turunda çekildiğimiz resim. Karnımızdan yukarısı görünen, benim üzerim çıplak, kafamda kırmızı bandana. Bandanaya taktığım kaz tüyü beyaz. Şafak ta ise beyaz bir atlet ve başında siyah bir buff. İkimizin de saçları uzun. Şafak benden biraz uzun boylu, kolunu omuzuma atmış. Güneş gözlüklerini de takmışız artistler gibi.

Hayırlı haber gelmesi dileği ile yola çıkmaya hazırlanıyorum. Bisikletim KUZ Balıkaşıran Geçidi tabelası yanında duruyor. Tabelada buranın yüksekliğini 350 metre olarak belirtmiş.

Yolda Şerif Kılavuz beni arıyor cep telefonunla. Şafak acil serviste yoğun bakımda yattığını, komada, durumunun kritik olduğunu söyledi. Bu arada Doktor Serhat’a ulaştım. Evi hastaneye yakın, Şafak’ın durumunu anlattım gidip hastaneye kontrol etmesini söyledim. O da hemen gideceğini bildirdi. Hiç olmazsa bir doktor olarak bana sağlıklı bilgi verebilir.

Akşam olmadan kamp yapacağımız koya geldik. Solda yüksek bir tepe yarımadanın ucunda. Kara ile dar bir toprak parçası ile bağlantısı var. Deniz masmavi sakin görünüyor. Daha ileride Datça tepeleri. Resmi çektiğim yer çam ağaçları arası.

Aktur tatil sitesinde çadırları kurup yerleşiyorum. Henüz kamyon gelmediği için diğerleri çadır kuramadı. Kafama göre en güzel yerde, priz panosuna yakın ve tuvalet yanımda. Denize girip duşumu aldıktan sonra terli olan eşyalarımı yıkayıp çamaşır ipine asıyorum kuruması için. Çadırımı elektrik panosuna yakın yere kurdum. 10 metrelik uzatma kabloyu da çadırın içine kadar çektim telefon şarjı için. Kamyon geldikten sonra herkes çadırını kurdu.

Bisikletim KUZ, çadırım ve arkamda bir çok çadır kurulmuş durumda rengarenk. Elektrik panosu yanında da çeşme ve yeşil bir hortum kangal şeklinde. Çamaşır ipinde çamaşırlar asılmış kurumada.

Akşam yemeğinden sonra kurulan sahneye masalar sıralandı. Misafir olarak oturduk. Muhlis Dilmaç megafonu alarak sunuculuk yapmaya başladı. Ben de kahve takımlarımı kurarak kahve yapmaya başladım isteyene. Yanımda yazar – çizer Aydan Çelik oturuyor. Kahve pişirdim cezvede. Haliyle ilk önce kendime diğer üç fincanı da yanımdakilere verdim.

Fincanlar içildikten sonra yıkanıp önüme gelince tekrar pişirmeye başladım. Köpüren kahveyi cezveden fincanlara boşaltırken resmimi Bekir Kocamaz çekiyor. Fincanlardan birini ona veriyorum resmi çektiği için.

Söyleşide sunuculuğunu Muhlis Dilmaç’ın yaptığı panel başladı. Misafir olarak katılan bisiklet emektarları sahneye çıkıyor. Aydan Çelik, Bekir Kocamaz ve Gürcan Yılmaz anılarını anlatıyor. Konu bisiklet, Gökova Bisiklet Turu, anılar, anılar. Aslında benim de misafir olarak çıkıp bir şeyler anlatacaktım ama moralim o kadar bozuk ki çıkmak istemedim sahneye. Muhlis Dilmaç çağırdı ama çıkamayacağımı bildirdim. O da durumu bildiğinden ısrar etmedi.

Sahnede Gürcan Yılmaz Elinde megafon Türkiye de ilk olarak Muğla Bisiklet Derneğinin bisiklet turlarına başladığını. Bu yıl 10. bisiklet turu olarak gerçekleştirdiğimizi. İlk olarak başlayan Gökova Bisiklet Turu Türkiye’ye yayılarak bir çok şehirde turlar, festivaller yapıldığını. Muğla’nın bu konuda öncülük ettiğini anlatıyor bizlere. Yanında da Muhlis Dilmaç kelebek papyon takmış frak giymiş olarak duruyor. Gerçi frak değil tişörte baskı yapılmış. Mavi yeleği de ceketin içinde unutmamışlar.

Söyleşi boyunca sürekli kahve yaptım içmek isteyenlere. Söyleşi bitince dinleyicilerin iyice azaldığını gördüm. Birer ikişer ortalıktan kaybolmuşlar. Ben de kahve takımlarımı toplayıp çadıra çekildim. Bu arada sosyal medyada Şafak Omaç hakkında sağlık durumu için yazdığım yazı için bir çok arkadaşım beni aradı. Ben de durumu bildirdim bilebildiğim kadarı ile. Bazı arkadaşlar da hastaneye gidip kontrol etmişler. Beni arayıp durum hakkında bilgi veriyorlar. Doktor Serhat ta arayıp Şafak Omaç’ın yanında olduğunu, şimdilik ameliyata gerek olmadığını, ilaç ile tedaviye başladığını bildirdi. Bu gecenin kritik olduğunu, her an her şey olabileceğini söyledi. Sabaha kadar bekleyeceklerini söyledi. Bilinci kapalı olduğunu, kalmak isteyince takılı olan serum ve diğer aletleri sökmek isteyince yatağa bağlamışlar mecburen. Kuvvetli olduğundan zapt etmeleri güç, bu yüzden böyle bir uygulamaya gitmiş. Sonra hareket yapmaması gerek, hassas bir durumda olduğunu söyledi. Durum çok kritik, yarın bir şey olursa Bodrum dan otobüse binip İzmir’e gitmeli. Bildiğim tüm duaları edip sevgili arkadaşımın sağlığına kavuşmasını, bu geceyi atlatmasını diledim Tanrıdan. Uyumanın olanağı yok, sürekli düşünüp dua ediyorum. Bu sabaha kadar devam etti. Fiziği güçlü olan arkadaşımın bunu atlatacağına inancımı yitirmedim hiç bir zaman.

Bu gün yaptığımız yol toplam 51 Kilometre civarı.

Aşağıda yaptığımız yolun haritası

Powered by Wikiloc

Antalya Manavgat – Mersin Bisiklet Festivali 8. Gün

8 Ekim 2015 Perşembe

8. Gün

Mersin Bisiklet Festivali 1. Gün

Erdemli Bisiklet Turu

(Kör arkadaşlar için betimleme yapılmıştır)

 

Üşüten bir acıydı belki her ayrılık

Her yolculuk yangınların başladığı yereydi

Ama vakti olmadı hesabını tutmaya

Aşkların, ayrılıkların ve acıların

Ahmet Telli

 

Öne çıkan görsel, Mersin, Cumhuriyet meydanı, festivale katılan tüm bisikletçiler toplanmış. Meydanın başında Atatürk heykeli ve Türk bayrağı.

Güzel bir uykunun rahatlığı ile güneş doğmadan kalkıyorum. Daha pek uyanan yok, elimi yüzümü yıkayıp kahve takımımı yanıma alarak sahile, deniz kıyısına gidiyorum.

Uyanır uyanmaz çadırımın fermuarını açıp dışarının resmini çekiyorum. Çam ağaçları ve çadırlar görünüyor.

Güneş bu gün kendini geç gösteriyor bana. Uçsuz bucaksız Akdeniz’in doğusunu bulutlar kaplamış. Kahvemi içtikten bir süre sonra Güneş bulutları aşınca parlak ışıkları denize vuruyor. Benim gibi güneşin doğuşunu izleyen başka biri daha var Pelikan kuşu. Denizde sakince güneşin doğuşunu izliyor. Güneş kendini gösterince güneş patikasında kalıyor pelikan kuşu.

Deniz kıyısındayım, uçsuz bucaksız deniz. Bir pelikan ileride yüzüyor sakince. Ufukta bulutlar kaplamış gökyüzünün bir kısmını. Güneş bulutların ucunda kendini gösteriyor.

Kahvaltı yapıldıktan sonra Devrim ile karşılaşıyorum. Gece gelmiş geç saatlerde. Mersin bisiklet festivali hatırası çekiliyoruz birlikte.

Siyah bez örtü üzerine Mersin Bisiklet Derneği, III. Uluslararası Mersin bisiklet festivali hatırası yazılmış. Bez afişin yanında altı basamaklı destekli üçgen bir tahta merdiven açık durumda.

Bu gün Perşembe, Mersin Perşembe akşamı bisiklet turu yapacağız o yüzden serbest zamanımız var. Devrim’in arkadaşı varmış yakınlarda, onun işlettiği dükkana gidiyoruz araba ile. Biz sohbet ederken dolabın içinden bir afacan çıkıyor birden bire ortaya. Bizi korkutmak için dolabın içine girmiş sevimli korkunç kerata.

Dolabın kapakları açılmış, içinde gülen erkek çocuk bize bakıyor.

Kamp alanına dönüp bisikletlere binerek ilk turumuzu Erdemli kasabasına doğru yapacağız.

Kamp alanında bisikletliler toplanmış hareket zamanını bekliyor. Branda gölgelikler, ardında okaliptüs ağaçları. Denizin bir parçası görünüyor.

Kasabanın meydanında toplaşıp topluca resim çekiliyoruz. Cumhuriyet meydanının başında Atatürk heykeli ve Türk bayrağı var. Bu resmi öne çıkan görsel olarak seçiyorum.

Sonrasında kasaba sokaklarını şöyle bir turalıyoruz bütün bisikletçiler ile birlikte. Erdemli ilk defa bu kadar çok bisikletçiyi bir arada görüyor. Tekrar meydana geldik ve Devrim tren sürücüsünü ayartarak bizi davet ediyor. Böyle güzel makinist bulunca fırsatı kaçırmadık. Hemen trene binerek sevdiklerimize kavuştur bakalım dedik.

Kara tren gelmez mola
Düdüğünü çalmaz mola
Gurbet ele yar yolladım
Mektubumu almaz mola

Allı gelin al olaydı
Selvilere dal olaydı
Gelen giden yolculardan
Nazlı yar beni soraydı

Anonim Elazığ yöresi 
Tren lokomotifi, makinist bölümünde Devrim ve bir kişi daha  var. Bizler de üç vagona binip küçük pencerelerinden başımızı çıkarmış durumdayız. Lokomotif siyah renk ağırlıklı, bazı yerleri kırmızı renge boyanmış. İlk vagon kırmızı, ikinci vagon mavi, üçüncü vagon yeşil renge boyanmış.

Hepimiz çocuklar gibi şendik.

Çocukken sorardık birbirimize;

” – Tren de bakayım?

– Tren

– Öpsün seni Zeki Müren”

Yeşil vagonda Nafiz Sağdur ve ismini bilmediğim kadın pencereden dışarı bakıyor.

Güzel makinistimiz bizi nerelere götürüyor acaba. Çocuklar çiçektir onları koparmayın.

Kırmızı vagonda Alman Memo Troter, Çilem  ve ben bizi çeken Devrim’e gülümsüyoruz.

Sevda treni bizi çocukluğumuza götürdü birden bire. Çocukların en sevdiği tren ve trene binmek. Her ne kadar tren küçük olsa da sanki biz küçülmüş gibiyiz. Sığıveriyoruz vagonlara. Vagonlar katar katar neşemize neşe katar.

Tren gelir hoş gelir
Ley ley limi limi ley
Odaları boş gelir
Mini mini güzel gel bize

O yardan mektup geldi
Ley ley limi limi ley
Sevindirdi bizleri
Mini mini güzel gel bize.

İbrahim Tatlıses

Diğer yönde Trenin makinisti bizim neşeli resmimizi çekiyor.

Zamanımız olduğundan çimenlere oturup kahve pişirmeye başladım. Eee kahve söz konusu olunca ortam değişiyor. Etrafım doluyor bir anda. Haliyle şanslı olan üç kişi içebiliyor. Cezvem dört kişilik, fincanlarım da dört tane. Neyse ikinci kez pişirip bir dört kişiye daha kahve ikram ediyorum.

Yeşil çimen kaplı küçük bir alanda 5 kişi oturmuşuz, kahve ocağım, üzerinde cezve, fincanlar ve müritlerim.

Tur bitiminde dönüş yoluna girdik. Ana yoldan Kumkuyu’ya ilerlerken güneş dağların ardında batmak üzere. Durup izlemek gerek binalar ve bulutların arasından.

Gökyüzü parçalı bulutlu, güneş batmış ışıkları alttan bulutları kızıla boyamış.

Kamp alanına gelmeden tesislerde durup mola verdik. Tesisin bahçesinde koca bir küp var. Ayrıca bisiklet dostu olduğu belli tahta panellere konulan bisiklet maketlerinden.

Tahta bir çit 30 cm boyunda sıralanmış. Çitin iç kısmı toprak doldurulup çim döşenmiş. İki kulplu koca bir küp İki duvarda bisiklet resmi. Dipte bir gül fidanı pembe açmış. Ben bir elimi küpün kulpuna dayamış poz veriyorum.

Kamp alanına dönüp akşam yemeğini yedikten sonra kamp yerinde orman masasında oturup sohbet ediyoruz. Kahveler her zaman olduğu gibi benden. Pişirip etrafımdakilere sunuyorum. Kahve olayı giderek olgunlaşıyor kafamda. Bu gün pek yorucu olmasa da uyku kapı arkasına geldi çattı. Fazla geçe kalmadan herkes çadırına çekilip yatıyor.

Bu gün yaptığımız toplam yol 27 Kilometre civarı.

Yaptığımız turun haritası aşağıda

Powered by Wikiloc

Antalya Manavgat – Mersin Bisiklet Festivali 2. Gün

2 Ekim 2015 Cuma

2. Gün

Manavgat – Oymapınar Barajı – Manavgat

(Kör arkadaşlar için betimleme yapılmıştır)

 

bir başka bakışında da gökyüzleri vardır, düz

kuş sürüleri vardır, eğri

bir sana bir ayak bileklerine bakanların dünyası da vardır ki

ister kıyıları çekine çekine döven sulara benzet

ister ağır ağır yanan yaprak kümelerine

anlıyor musun

anlıyorsun elbette

ne yaparsan yap yürürlüktedir yetinmezlik.

Edip Cansever

 

Öne çıkan görsel, durgun akan çayın etrafı ağaçlarla kaplı. Üç gözlü kemer ağaçlarla beraber.

Nefis bir uykunun ardından erkenden, daha güneş doğmadan önce uyanıyorum. Elimi yüzümü yıkadıktan sonra kahve takımımı hazırlayıp Manavgat çayının kenarına konuşlanıyorum. Cezveyi ocağa sürüp güneşin görsel olarak ağır devinimi ile doğuşunu izlemeye başladım. Harika bir güne güneşin ilk ışıkları ile başlamak bulunmaz bir fırsat benim için. Sadece anı yaşıyorum kahvemi yudumlarken güneşe bakarak. Güneş gözlerimi yakmıyor, çıplak gözle rahatça bakabiliyorum. Manavgat çayı da Akdeniz’e Aşk ile karışmaya az kalmış, hasreti bitiyor uzun yolculuğun son noktasında.

Güneş dağların ardından ilk ışıklarını göstermiş, sakin akan Manavgat çayına yansıyor. Ufukta dağların üzerinde bir parça bulut serpiştirilmiş. Önümde tel çit Manavgat çayını kare kare gösteriyor.

Çitin ardından Güneşin doğuşunu pürüzsüz resmini çekiyorum.

Uzaklarda Toros dağları tüm azametiyle muhteşem görünüyor kendi gölgesiyle.

Kahvemi içtikten sonra güneş iyice yükseldi. Kahve takımlarımı toplayıp bisikletimin çantasında yerini alıyor. Kamp alanında gece ve sabah gelenlerle epey kalabalık oluyor. Kalabalık olunca da kahvaltı kuyruğu da uzayıp gitmiş. Ben de sıraya girip beklemeye başladım. Ünlü fotoğrafçı Mustafa Gültekin habire durmadan resim çekip duruyor. Ben de çaktırmadan onun çekerken resmini çekiyorum

Uzunca bir süre kuyrukta bekledim, az kaldı sayılır. Bu arada beni gören selam verip selam alıyor. Tanıyan çok olunca selam devamlı geliyor sağdan soldan. Çoğunu tanımıyorum bile ama onlar beni tanıyor ve benim tanımamamı hoş görüyorlar. Sohbetimiz daha sıcak oluyor böylece. Sıram gelince kahvaltımı alıp boş masalardan birine oturup afiyetle yiyorum.

Kahvaltı bittikten sonra kamp alanı çıkışında toplanıp başlangıç verilince yola çıkıyoruz. Bir süre Manavgat sokaklarında gittikten sonra sonunda şehirden çıkıyoruz. Artık doğanın içinde köy yollarında Manavgat barajı ve Oymapınar barajına doğru pedal basacağız.

Manavgat çayının üzerinden köprüden geçenlerin resmini çektim. Kıyılarda köprünün korkuluk demirleri, çayın kıyısında söğüt ağaçları ve ardında çam ağaçlarının yeşil rengi.

Gizli kalmış çayın eski mi eski taş köprüsü. Yeni köprü yapılınca eskinin hükmü kalmamış ama asaletiyle görüntüsü yetiyor bana. Taş köprünün yansıması durgun akan Manavgat çayının suyuna aksettirmiş. Kıyılarda söğüt, kavak ağaçları ve sazlıklar bulunmakta. Bu resmi öne çıkan görsel olarak çekiyorum

Hala gelenler oluyor ve köprünün üzerinde resim çekiyorum.

Çay durgun görünüyor, sanki akmıyormuş gibi. Suyun üzerindeki yansımalar kıpırtısız.

Köprü üzerinde resim çekmeye devam ediyorum beş bisikletçiyi.

Kavşaktan sola Manavgat barajına doğru yöneliyoruz. Yöneldiğimiz yerde tabelalar yönleri belirtmiş. En üstte büyük kahverengi boyalı Erymna Antik Kenti ve Düğmeli evleri. Antik kenti anladım ama Düğmeli evlerini aynı yere yazmaları biraz garip. Antik kentlerin tabelaları her yerde kahverengi zemine yazılır. Böylece ne olduğunu herkes anlar. Belki de Düğmeli evler antik bir değer taşıyordur. Altta beyaz zemine siyah yazı ile Dikmen mahallesi, Sevinç mahallesi yazılarak ok ile yönleri belirtilmiş. Onun da altında mavi zemine beyaz yazıyla Yayla Alan, Ürünlü, Kahverengi zemin boyalı Altınbeşik mağarası, Ormana ve İbradı yönünü gösterir ok işareti tabela.

Köy yolları hep sakin ve ormanın içinden geçtiğinden gayet rahat gidiyorum. Tabelalardan sonra gideceğimiz yönün resmini çekiyorum iki bisikletçi ile.

Uzaktan bir kemer kalıntısı görüyorum, yoldan uzakta olduğundan ne olduğunu anlayamadım. Belki antik bir kent kalıntısı olabilir. Ya da su kemeri. Erymna Antik Kenti olasılığı yüksek. Kalıntılar taşlık, biraz yüksekçe eğimli bir tepede. Çalılar ve çam ağaçları arasında.

Manavgat çayı sakince akıp gidiyor. Ses çıkarmadan usul usul. Sanki çok uzun yoldan gelmiş te denize kavuşmadan dinginliğe erişerek yorgunluğunu çıkarırcasına. Bisikletim KUZ park etmiş.

Manavgat çayının tersine, yukarıya doğru akan bisikletçiler de aynı devinim içinde sanki. Sessiz ve sakin.

Resmini çektiğim iki bisikletçiden kırmızı kıyafet giymiş, önde olan resim çekerken kolunu kaldırarak selam veriyor bana.

İlginç kaya yapıları ilgimi çekmiş durumda. Kayalar plakalar halinde katmalara bölünmüş. Bitkiler de yavaş yavaş kayalıkları kaplamak üzere.

Yolda boyanmış işaretler bize nereye gideceğimizi göstermiş. Kaybolmanın olanağı yok. Beyaz tekerlekli kadrosu kırmızı renkte sprey boya ile boyanmış asfalt üzerine. Ok işareti sağa gideceğimizi belirtiyor.

Çam ormanın içinde gölgelerin gücü ile gidiyoruz.

Manavgat çayının üzerinden bir daha karşı tarafa geçiyoruz. Geçerken durup bir kaç resim çekmeden olmaz. Paslanmış köprü korkuluğu, ardında Manavgat çayı Çam ağaçları arasında. Bisikleti KUZ da bana poz vermiş.

Manavgat çayının aşağıya akan kısmı köprü üzerinden çekilmiş resmi. Buradan çayın hafif akıntısının izlerini görmekteyim.

İlk önce Manavgat barajın olduğu yere geldik. Çam ağaçlarının arasından ara sıra kendini gösteriyor.

Biraz çıkmak gerekse yapacak bir şey yok çıkıyoruz 1. vitese takarak. Önüm yokuş, iki bisikletçinin ardındayım.

Yol kıvrımlarından yolun sonu görünmüyor. Çam ağaçları ormanın ana ağacını oluşturmakta.

Çeşme olur da suyu içilmez mi? elbette içilir. Yolda her çeşmeden su içmezsen yolculuk yapmamış olursun. Hiç bir şey görmemişsin demektir. Çeşme çamların gölgesinde kalsa da ışık hüzmeleri yine kendine yol buluyor. Bunu görmek bile yola değer kattığına inanıyorum. Çeşmenin yapısı tuğla gibi dikdörtgen kahverengi fayanslar ile döşenmiş yatay olarak. Yanları ise üç sıra dikine döşenmiş ayrı bir görünüm oluşturmuş. Fayans araları beyaz derz çekilerek dikdörtgenleri meydana çıkarmış. Bisikletim KUZ ve çeşme.

Yokuşun sonuna vardık sayılır, son yokuş diyoruz ya bisikletçiler arasında işte burası da öyle. Son yokuş.

Sonrasında iniş başlıyor, kendimizi salıyoruz yokuş aşağı. İki bisikletçinin resmini çekiyorum. Birisinin kadrosunda çocuk var. Baba oğul bisiklete binmiş.

Yeryüzü yapısı gereği buralarda da kat kat kaya tabakalarını görüyorum. Böyle katlı kayalıkların arasından yağmur sularının sızması olanaksız gibi. Yolun sağ tarafı 2 metre yüksekliğinde kaya katmanları gölgede kalmış. Sol tarafta çam ağaçlarına güneş ışınları ile aydınlık içinde.

Hava sıcak olunca gölgede dinlenmeler başlıyor. Yamacın gölgesi altında bisikletçiler durmuş, dinleniyorlar.

Baraj göletinin kıyısında inişli çıkışlı çam ormanı içinde yol almaktayız.

Baraj göletini besleyen çaylardan biri, gerçi çay akmıyor ama yağmur yağdığı zaman bolca aktığı belli yatağından. 50 metre ötesi gölet suyunun başladığı yer.

Yemek zamanı yaklaşıyor, bir de işaretini de görünce iyice acıktığımı hissediyorum. Asfaltın üzerine beyaz sprey boya ile iki gözü ve ağzı olan yuvarlak yüz. Altında yemek yazısı.

Yemek yenecek yer yolun aşağısında. İnerken ilginç bir incir ağacı dikkatimi çekti. Ağaçta incir var ama hiç yaprağı yok. Buna bir anlam veremedim doğrusu. Diğer incir ağaçlarında yaprak var normal olarak. Bu ağaç kelaynak gibi kalmış.

Grubun sonlarında olduğum için geç gelince yemeğin sonlarına yetişebildim. Öyle olduğu halde kalabalık olunca hala kuyruk vardı ve bir süre kuyrukta beklemem gerekti. Çoğunluğu yemeğini yemiş, bitirmiş sohbet ediyordu.

Gölet manzarasında yemeğimi yiyorum, ağaç gölgeleri altında.

Masalcımız Esmavi ile yemek sonrası sohbetimiz iyi oluyor. Antalya dan Devrim’i çağırmaya karar verdik. Gerçi sonradan katılımcı kabul etmiyorlar ama katılması için Esma komiteyi ikna edecek.

Yemek arasından sonra tekrar yola çıkıyoruz, bir tarafımız gölet.

Diğer tarafımız ise yalçın kayalıklarla kaplı dağlar.

Yolumuzun üstünde küçük yerleşim birimleri, bağ bahçe evleri var. Köy olacak kadar toplu değiller. Elektrik direkleri evlere enerji getirmiş.

Gölet bitti, Manavgat çayı buralardaki eğimden dolayı akıntısı kuvvetli.

Akıntı kuvvetli olduğu iyice belli buradan. Rengi de yeşilimtırak, maviye kaçar bir tonda.

Mola yerindeyiz, burada su ve meyve takviyesi alıyoruz. Asfalta mola yazısı beyaz, kıyıları ince kırmızı renkte. O harfi de beyaz, sadece alt kısmı kırmızı yarım olarak boyanmış tıpkı sakal gibi. İçinde de güleç iki göz ve ağız. Altta ise bisiklet çizilmiş. Beyaz tekerlekli kırmızı gövdeli bisiklet. Gidon, sele ve pedal sarı renkte.

Oymapınar barajının gövdesinin olduğu yerdeyiz. Yol oraya doğru gidiyor.

Çay gürül gürül akıyor yeşilimtırak, buz gibi.

Vadi burada daralıyor ve baraj gövdesi en dar yerde yapılmış. Doğal kayalıklar set halinde. Yer seçimi güzel yapılmış. Bendin sağında su seviyesinde bir tünel ağzı kayalıklara oyulmuş durumda. Sol tarafta ise eğer su seviyesi bendi aşarsa boşa aksın diye betondan dikine iki kanal yapılmış. Yol yukarı doğru sağdan gidiyor.

İşte böyle sular beni cezbediyor, kendine çekiyor adeta. Ama zamanımız yok girip yıkanmaya. Gövdenin yukarısına çıkmam gerek buraya kadar gelmişken.

Gövdenin yukarısına çıkmak biraz sert olmuş ama yılmak yok. Çıktıkça güzellikler artmaya başlıyor. Manzara muhteşem.

Yukarı azimle çıkan bir bisikletçinin resmini çekiyorum.

Yol virajlı, tatlı bir eğim olmasa da arada sert çıkışlar var. Dönüşler U şeklinde.

Yamaçlar öylesine dik ki yol gölgede kalmış. Devamında yamaç güneş ile aydınlık yeşil çam ağaçları tepeye kadar.

Yavaş pedallarla çıkıyoruz yukarıya doğru.

Ve yukarıdayım sonunda, yaşasın düzlüğe geldim.

Eh pistonlar ısındı, yatak sarmadan soğutma çalışmaları başladı. Soğuk su kaslarıma iyi geliyor, sanki masaj yapmışlar gibi. Kırmızı tuğla ile yapılmış borudan devamlı akan bir çeşme. Önünde 40 cm küçük bir havuz. Dizlerime kadar su içindeyim. Üzerimde elbise yok sadece şortum var. Öylece poz verdim kamera karşısında.

Buraya bir tünel yapmışlar, gölet tarafına gidiyor. Tünelin önünde Bisikletim KUZ, güneş tünelin ağzını aydınlatmış. İçerisi karanlık ve tünelin ağzı masmavi göletin suyu aydınlık içinde.

Baraj gövdesinin en yukarısına çıkıyorum, burada pek tahmin edemediğim hayvanları görüyorum birden bire. Develer! buraya nasıl çıkarmışlar zavallı hayvanları. Para kazanmak için açgözlü insanların yapamayacağı şey yoktur. Bu kadarı da olmaz dedirttiler bana. Deve sakin bekliyor müşterilerini hiç bir şeyin farkında olmadan.

Baraj göleti buradan harika görünüyor. Derin ve geniş bir havzası var. Karşıda daha yüksek dağlar görünüyor.

Yalçın tepeler daha da yüksekte.

Baraj gövdesi büyük su kütlesini tutacak şekilde içe doğru kavisli  beton duvar ile yapılmış. Karşıda elektrik santralına su alınan bölüm yer alıyor. Elektrik santralinin kurulu gücü : 540 MWe, yılda yaklaşık olarak 1207 GWh elektrik üretmekte.

Sivri yükselen yalçın kayalıklar, kayalarda çam ağaçları tek tük, baraj gövdesinin içe dönük beton bloğu muazzam. Gövdenin yanında yukarıdan aşağı taşkın kanalı yapılmış.

Aşağısı geldiğimiz yer 25 metre denizden yüksekliği. Bulunduğum yer ise 190 metre. Azıcık kuş bakışı ile Manavgat çayının aktığı vadiyi izliyorum.

Benim gibi resim çekmek için çıkanlar habire resim çekmekten kendini alamıyorlar. Eee manzara güzel olunca çekmeye doyamıyor insan.

Baraj bendinin diğer tarafı da kayalık tepeye doğru gidiyor. Burası çıktığım yer. Develer sakince oturmuş geviş getiriyorlar.

Beni de çekenler oluyor. Arkamda baraj göleti ve dağlar.

Gölet manzarası her yerden değişik olunca bana da resmetmek düşüyor. Burası tünelin diğer yanı, yol buradan devam ediyor.

Tünelin ucunda ışık göründü, ışığa doğru gitmeli. Tünelin içi karalık yine, sol tarafta kayalara birisi kırmızı sprey boya ile UNUTAM diye yazmış. Yazıyı yazarken ya boyası bitmiş yada görevliler tarafından yakalanmış yazıyı tamamlayamadan. Yazıyı yazan sevdiğine UNUTAMAM SENİ diye belirtmek istemiş herhalde.

Tünelin ortasında karanlık içindeyim ama tünelin ucu aydınlık.

Baraj gövdesinden aşağı iniyorum. Aynı yoldan dönmüyoruz, köprüden geçip diğer yoldan Manavgat’a ineceğiz.

İniş çabuk oluyor düzlüğe. Köyün birinde çay molası verdik. Üstü kapalı bir mekanda plastik masa sandalyelerde oturup çay, soda, ayran içerek dinleniyoruz.

Burada ayrıca köylüler bazlama da açıyor. Acıkanlar birer bazlama ısmarlayıp yiyor. İki kadın, önündeki kare sofrada oklava ile hamur açıyor. Kadınlardan birisi ocakta odun ateşinde sacı üzerinde bazlama pişiriyor.  Dördüncü kadın da servis ediyor pişen bazlamaları. Yörük köylü kadınları işletmeyi çekip çeviriyor bazlama pişirerek. Köylü kadıların üzerinde penye uzun kollu tişört, altlarında çiçekli donlar, başlarında da türban değil baş örtüsü.

Lybre yada Seleukeia Antik kente giden bir tabela görüyoruz ama yolumuzun ters yönünde olduğundan gitmeye niyetimiz yok.

Manavgat belediyesi henüz bisikletçilere alışkın olmadığı için mazgallar tehlike yaratıyor bizler için. Gerçi Türkiye genelinde mazgalların çoğu bunun gibi yada buna benzer şekilde. Yollar daha çok otomobiller için yapıldığından henüz bisikletçiler için yol ve mazgallar yapılmıyor. Daha çok anlatmamız gerek belediyeye bisikletlilerin de trafikte olduğunu. Mazgalda ön tekerlek girecek kadar aralık var.

Yolda güneş batmaya başladı, durup izliyorum batasıya kadar. Kamp alanına yaklaştık sayılır. Güneş ile sabah kahvesinde buluşacağım. Güneş tam ufuk çizgisinde değdiği anda resim çekiyorum.

Kısa sürede kamp alanına geliyorum. Sevimli işaretler kamp alanına gelişimizi daha neşeli yapıyor. Yuvarlak sevimli yüz işaretinde bu kez kulaklar ilave edilmiş.

Kamp alanına geliyoruz ve hemen çeşmedeki hortum ile duşumu alıyorum. Sıcak su var ama sıra beklemektense soğuk çeşme suyu daha iyi geliyor. Hem sıra beklemek te yok. Sonrasında terli olan çamaşırları durulayıp kuruması için asıyorum ipe. Yemekten sonra sahilde ateş yanıyor. Ateş severler ateşin başında toplaşıyoruz. Esma bu arada Devrim’in kamp alanına davet ettirmeye çalışıyor festival yönetimine. Bakalım yarın ne olacak. Kamp ateşi kızıl alevler yalım yalım ortalığı aydınlatıyor.

Neşeli şarkılar, oyunlar oynanıyor. Laz horonlarını Karadeniz den gelen arkadaşlar oynuyor. Ben sadece izlemekle yetiniyorum, izlerken de nasıl oynadıklarını bilahsa ayak hareketlerini öğrenmeye çalışıyorum. Elbet bir gün Karadeniz horonlarını öğrenip oynayacağım. Önde ateş alevli, içinde odunlar, ardında horon tepen Karadenizli gençler.

Halil şenel beni koltuğa oturtarak değişik bir oyun oynadılar. Halil ne yaparsa diğerleri aynısını yapıyorlar. Eh benim elimi de öptüler sırayla. Güzel bir oyun ve neşeli, güle oynaya oynandı. Ateşin başında olanlar eğlendi, çoğu kişi katılmadığından eğlenemedi. Ne yapalım eğlenmek istemeyenin kendi tercihi. Bence böyle festivallerde hep birlikte eğlenmeli. O ayrı, bunlar ayrı yerde gruplaşmaları insanların birbirini tanımama, birlikte zaman geçirmeme sonucu oluşan durum. Biraz da bencillik sonucu olsa gerek. Festivallerin bir amacı da insanların kaynaşması olmalı. Ateş son demlerinde yanarken birer ikişer sayımız azaldı. Fazla geç olmadan ben de gidip yatıyorum.

Bu gün yaptığımız yol toplam 72 kilometre civarı.

Yaptığımız yolun haritası aşağıda

Powered by Wikiloc