Etiket arşivi: kaunos

İki Sade Bir Ortaca Festivali 3. Gün

22 Ekim 2017 Pazar

Dalyan – İztuzu Tekne Turu

(Kör arkadaşlar için betimleme yapılmıştır)

 

“Gözlerine bakarken,

güneşli bir toprak kokusu vuruyor başıma.

bir buğday tarlasında, ekinlerin içinde,

kayboluyorum…

Yeşil pırıltılarla uçsuz bucaksız bir uçurum,

Durup dinlenmeden değişen ebedi madde gibi gözlerin:

 

sırrını her gün bir parça veren.

fakat hiç bir zaman;

büsbütün teslim olmayacak olan…”

Nazım Hikmet RAN

 

Öne çıkmış olan görsel, İztuzu kumsalında denize girinti yapmış ortası delik kayalık.

Sabah erkenden kalkıp dün su pınarında, kaynağından aldığım su ile kahvemi içiyorum. Yanımda şanslı olanlar da kahvesini içiyor. Kahvenin tadı bir başka oluyor kaynaktan alıp pişirdiğim su ile. Sürekli kahve pişiriyorum ve sürekli kahve değirmeni ile kahve çekiyoruz. Kahveyi de sevgili Doktorumuz Mete çekiyor. Kahveyi çekerken de ayakta dolaşırken bu işi yapıyor. Bir ara Doktor Mete’ye baktım ve sordum; “Ne yapıyorsun?” diye. O da farkında değil cevap verdi; “Kahve çekiyorum ya.” “Peki eline bak bakalım nereye çekiyorsun” dedim. Mete kahvenin öğütülen alt kısmını yere düşürmüş, diğer yarısı elinde toprağa kahve ekiyor. Neyse ki dik düşmüş hazneden fazla kahve yere dökülmemiş. Bu duruma hep beraber kahkahaları bastık. Güne böylece başlamış oluk neşe ve kahkaha ile. Bu gün kahvaltıyı kamp alanında yapıyoruz. Bisiklet sürmeyeceğiz, tekne turu var. Yanımıza su donları ve havluları alıp teknelerin kalktığı yere doğru yürümeye başladık. Eşpedal üyeleri tren misali birbirlerine tutunarak yürüyor kayıklara doğru.

Güneşin ilk ışıkları kayalık Kaunos dağının tepesine vuruyor. Dağ kanalın karşı kıyısında.

Belli sayıda teknelere biniyoruz. Eşpedal üyeleri bir tekneye biniyor sadece. Bir arada olmalıyız ve birbirimizi tanıyoruz, birlikte hareket ediyoruz. Tekneye biner binmez gözüme tavla ilişti. Hemen alıp yere oturdum ve Hakan Sevin’i oyuna davet ettim. Kaçacak yeri yok ki, haliyle karşıma oturdu. Başladık oynamaya, zarlar atıldı, pullar oynadı yerinden. Kapılar alındı, pullar kırıldı. Kıyasıya, çekişmeli bir oyun oynanıyor. Şanslı olan kazanacak. Hakan Sevin ile tavlayı yerde oynarken bizi Seferi Keskin çekiyor. Bizi bir tek Baattin izliyor, o da meraklı tavlaya. Teknenin yanlarında oturma yerinde Eşpedal üyeleri oturuyor.

Durum benim için vahim, çok açık oynadığımdan Hakan beni sürekli kırıyor. İnsan hiç arkadaşını kırar mı? Vicdansız Hakan’da acıma yok ki! Kırdı geçirdi sürekli. Üç pulum onun sahasında ve pullarımın çoğu da dışarıda. Hakan da kendi pullarını üst üste dört ve yanında dokuz pulu dizmiş minare boyu. Bu büyük bir beceri ve ustalık isteyen bir durum. Açık vermeden, kaçak oynayıp bir de şanslı olarak istediği zarı gelince mars oluyorum haliyle.  Ama biraz şans olsaydı çok fena dağıtmıştım Hakan’ı ama zarlar ondan yanaydı. Böylece yenildim ve tavlayı koltuğumun altına almak zorunda kaldım. Kader, ne yaparsın, elbet bunun rövanşı olacak.

Teknede Eşpedaldan  olmayan bir kaç kişi daha var. Onlar da tekneyi süren kaptan gibi sessizler. Kaptan pek yüksek olmayan köşkünde sürekli etrafına bakıyor ve gideceği rotadan çıkmamaya çalışıyor. Dalyan kanalından sonra geniş bir alana çıktık. Burası sazlıklardan kocaman adacıklardan oluşmuş. Sadece kanaldan gelen sular denize doğru kendine genişçe bir akış kanalı oluşturmuş. Tekneler de bu geniş kanallardan gidiyor.

Tekne bir sağa, bir sola devamlı dönerek sazlık alandan çıkıyor ve İztuzu kumsalına gelmeden geniş bir alana çıktık.

Geniş alanda kumsalın olduğu yerdeki iskeleye gidiyoruz. Önümüzdeki tekneyi çekiyorum bir poz. Teknenin arkasında Türk bayrağı dalgalanıyor.

Tekne iskeleye yanaştı, bizler indik karaya. İztuzu geniş ve uzun bir kumsal. Sağ tarafımı çekiyorum Solda deniz, kayalıklı bir ada, daha uzaklarda yüksek bir dağ görünüyor. Kumsalda bezden çardaklar yapılmış.

Burası da sol taraf. Kumsal burada daha uzun ve dağlar epey uzakta. İlk gün bu dağların ardına gitmiştik.

Rüzgar pek esmiyor, deniz sakin. Sadece dip dalgaları kumsalı yalıyor köpürerek.

Dijital zom yaparak adayı yakınlaştırıyorum. Tepesinde bir deniz feneri yapılmış. Tepenin alt solunda kayalıkta kocaman bir delik var. Bu resmi öne çıkan görsel olarak seçtim.

Hepimiz su donlarımızı giyip denize girmeye hazırlanıyoruz. Kumlar çok güzel ve incecik, en ufak taş bile yok.

İztuzu kumsalı deniz kaplumbağalarının (Caretta Caretta) yumurtlama alanı. Her yıl Mayıs aylarında deniz kaplumbağaları buraya gelip çiftleşiyorlar. Sonrasında kumu kazıyıp yumurtalarını bırakarak gidiyorlar. Burada çevrecilerin bireysel çabaları ile yumurta bırakılan yerler işaretlenip bir direk dikiyorlar başlarına. İnsanların buralara yaklaşmasına izin vermiyorlar. Yumurtadan çıkan binlerce yavru gece boyu büyük bir mücadele ile denize ulaşmaya çalışıyorlar. Başaranlar soylarını devam ettirmek için tekrar buralara gelip yumurtalarını bırakacaklar. Geçmiş yıllarda buraya otel yapmayı planlamışlar ve çevrecilerin büyük protestoları sayesinde geri adım atılarak bu doğal güzelliği kurtarmışlar. Aslında bizler buraya gelmekle büyük hata yapıyoruz. Dalyan kanalından itibaren sazlık alan ve bu kumsala insanların girmesi önlenmelidir. Her şeyi ile doğal olarak bırakılmalı. Kimse denize girmemeli, denizden gelen tekneleri de yanaştırmamalı. Turizm ayağına giderek kirlenecek doğal üreme yerleri. Sazlıklarda kuşlar, kumsalda deniz kaplumbağaları insan yüzü görmemeli.

Denizin tadını çıkarıyoruz birlikte. Herkes suyun içinde yüzüyor.

Deniz sefamızı bitirip karaya çıkıyoruz carettalar gibi. Ben, Hakan ve Mete.

Sadece bir farkımız var; yumurta bırakmak için değil. Koluma görme engelli Özgür’ü alıp teknelerin olduğu iskeleye giderken Sevgi bizi çekiyor bir poz.

Teknelere binip geri dönüşe geçtik. Sazlıkların arasından dolanarak giden önümdeki iki tekneyi çekiyorum. Karşıda yüksek bir dağ tüm heybetiyle görünüyor.

Tekne fazla süratli gitmeden suları yara yara gidiyor. Teknenin burnu suları yararken karıştırıp duruyor girdap örneği.

Arkamızdan gelenler de var, tekne konvoyu oluşturduk. İki tekne sazlıkların arasından bizi takip ediyor.

Teknelerde can simitleri asılmış, rengi de turuncu. Can simidinin orta deliğinden arkadan gelen teknenin bir kısmı görüntüye giriyor.

Teknenin yanlarında oturma yerlerinde oturuyoruz. Ben, Suat, Baattin ve Doktor Mete yan yanayız.

Karşımızda da çoğu görme engelli arkadaşlar oturmakta. Pınar, Berktuğ ve Gündüz.

Böyle tembel tembel otururken aklıma birlikte türkü söyleyelim fikri  geldi. Karşılıklı koro halinde atışmalı olsun. Buna en uygun türkü de “Bilmem şu feleğin bende nesi var” Her satırını bir taraf söyleyecek, tekrarını karşı taraf söyleyecek. Hakan Sevin ile beraber cep telefonumda kayıtlı şarkı sözlerini açıp söylemeye başladık avazımız çıktığı kadar. Sağ olsun sevgili Sevgi de bizi cep telefonu ile videoya kayıt etmiş.

Teknede koro halinde “Bilmem Şu Feleğin Bende Nesi Var” türküsünü karşılıklı iki grup koro halinde söylediğimiz video aşağıda. İyi seyirler

Bu da youtube deki video

Biz türküyü söyledikçe diğer tekneler bize gıpta ile bakıyorlardı. Teknenin ismi ilginç; “Negündü” Teknedekiler bize el sallıyor.

Doktorumuz Mete Güney’in elinden çekilen elçek resim. Mete teknenin içindekiler, kaptanı ve bizi takip eden diğer tekneleri çekiyor.

Dalyan kanalına geldik ve teknenin kaptanı kıyıya yaklaşırken sadece onu çekiyorum çaktırmadan. Kaptan bana bakmıyor yapacağı manevrayı yaparak tekneyi iskeleye yanaştırmakla meşgul.

Karaya çıkıp çadırların olduğu yere geldik. Öğle yemeği yendi ve bu günkü programa göre Sultanbeyli kaplıcalarına gidilecek. Gitmek isteyenler bisikletine bindiler ve kamptan ayrılırken festivalin pankartlarını gördüm. Bunları belgelemek gerek diyerek ilkinin resmini çekiyorum. Pankartta bisiklete binen bisikletçilerin resminin yanında “Hürpedal Ortaca bisiklet festivali 11 – 14 Mayıs 2017” yazılmış yeşil zemin üzerine.

Başka bir pankartta “3. Hürpedal Ortaca bisiklet Festivali’ne hoş geldiniz” yazısı yazılmış Pankart beyaz renkte.

Başka bir pankartta “Dalyan Hürpedal camping. Soran olursa kamp yapıyor dersiniz” yazısı var. Pankart siyah renkte. Pankartın solunda pembe çiçeklerle süslenmiş iki bisiklet var. Biri tamamen mavi, diğeri beyaz renge boyanmış.

Başka bir bisiklet girişte tel çite asılmış. Rengi beyaz, pembe çiçeklerle süslenmiş. Küçük bir tabelada “#DalyanHürpedalCamping” yazılmış. Beni ve Eşpedal grubunu davet eden sevgili Sevgi Kırak ile bizleri davet ettiği için teşekkür edip vedalaştık.

Eşpedal grubu da festivali sonlandırdı. Çadırları söküp eşyaları toparladık. Bu gün bisikletim KUZ sakin durdu hiç hareket etmeden. Ben ve Mete bisikletlerin tekerleklerini söküp arabanın arka koltuğu yatırılmış şekilde yan olarak yükledik. Arabalara binip Köyceğiz’e geldik. Vedalaşıp ayrılmadan önce birer dondurma yiyelim dedik. Köyceğiz de nefis dondurma yapan dondurmacıdan meyveli dondurmaları külaha dizdirdik. Renkli çiçeklerle süslenmiş küçük havuzla birlikte resmini çekiyor Mete dondurma külahı ile. Külahta; krem, beyaz ,sarı ve mor renkte meyveli dondurma var üst üste. Sardunya çiçekleri kırmızı ve pembe açmış. Yeşil yapraklar arasından maviye boyalı havuz ağzına kadar su dolu. Ortasından su akıyor havuzun içinde kendiliğinden. Bu su artezyen suyu, Köyceğiz de her yerden sular fışkırıyor kendiliğinden.

Havuzun başında Baattin elinde dondurma külahı ile poz veriyor Mete’ye.

Dondurmaları yalayıp bitirdik. Havuzdaki artezyen suyundan da birer bardak su içerek tadına vardık dondurmaların. Yakında olan Köyceğiz gölünün kıyısına gelip bir hatıra resmi çektik kordonda göl manzaralı. Soldan sağa; Berktuğ, Pınar, Hakan, Ben, Özgür, Mete, Baattin ve Suat. Gündüz önde, yere çömelmiş durumda.

Eşpedaldaki arkadaşlarla vedalaşıyoruz. En son olarak Hakan Sevin ile vedalaştık. Bizleri ağırladığı için teşekkürlerimizin en yükseğini bildirdik Mete ile. Arabamıza binip yola koyulduk. Yaklaşık 4 saatlik bir yolculuktan sonra İzmir’e vardık. Mete sağ olsun eve kadar bıraktı beni.

Böylece güzel bir festivalin sonuna geldik. Yeni dostlar edindim, yeni hikayeleri hazine torbalarıma doldurdum. Bazen ilham perileri geldi, kaybolmadan tutup dolmak bilmeyen hazine çantama özenle yerleştirdim ki ilerde gerektiğinde kullanayım diye.

Bu gün tekne ile yaptığımız yol yaklaşık 16.82 Deniz Mili civarı.

Aşağıda tekne ile yaptığımız yolun haritası

Powered by Wikiloc

 

 

 

 

 

 

İki Garip Bir Akdeniz Köyceğiz Maceraları

7 – 8 – 9 – 10 Ekim 2017

Cumartesi – Pazar – Pazartesi – Salı ve Çarşamba

Köyceğiz maceraları 1. Gün

(Kör arkadaşlarım için betimleme yapılmıştır)

 

Nasıl iş bu
Her yanına çiçek yağmış
Erik ağacının
Işık içinde yüzüyor
Neresinden baksan
Gözlerin kamaşır

Oysa ben akşam olmuşum
Yapraklarım dökülüyor
Usul usul
Adım sonbahar

Atilla İlhan

 

Öne çıkmış görsel. Ben su kenarında, yeşillikler içinde kahve yaparken. Çay yeşillik içinde akan çay. Cezve ocağın üstünde.

Hakan için bir aparat hazırlamıştım. Bu aparat göbekten vitesli bisikletin dişlisini sökmek için. Sabah kahvaltıdan sonra ilk işim hazırlayıp 10 gündür çantamda taşıdığım aparatı nerede kullanacağımı görmek oldu. Bisikletin arka tekerini söktük, yakından bir resmini çekiyorum dişli ile birlikte. 16 tane dişi var. Bizim Hakan yokuşlarda biraz rahat etmek için dişliyi sökecek ama aparatı yok. O yüzden ben uygun bir aparat hazırladım. Göbek geniş ve kırmızı parlak bir renkle boyanmış. Dişliyi tutan somun dört tane oyuğu var. Aparatı deniyorum ama göbek deliği ölçüye uymuyor ve dar. O yüzden dişlere yerleştiremiyorum. Yani sığmıyor, deliğin genişletilmesi gerek.

Neyse göbek sökme aparat işini sonraya bıraktık. Hakan sürekli internetten bir şeyler alıyor, kargocular öylesine alışmış ki evi ezbere biliyorlar artık. İki ayrı kargo şirketi iki ayrı paket getiriyor aynı anda. Hakan kargo paketinin birini eline almış. İki kargocu da birbirlerine elini atarak poz veriyorlar. Sokakta biri minibüs, biri binek arabası var kargoculara ait. Cem de sağda kargo paketini inceliyor.

Gelen paketleri aldıktan sonra bu günün planını yapıveriyoruz bir çırpıda. Köyceğiz gölünün etrafını dolaşacağız. Bir de Sultaniye kaplıcasına gireceğiz. Fazla zaman kaybetmemek için Merve’nin arabası ile gideceğiz. Yanımıza gerekli eşyaları alıp yola çıktık. Köyceğiz gölünün sağ tarafından gidiyoruz. Göl büyük bir alanı kaplıyor. Sultaniye kaplıcaları Köyceğiz’in tam karşı kıyısında. Arabayla olunca kısa sürede Sultaniye kaplıcasına vardık. Bu tesisleri belediye işletiyor. Giriş ücretini veriyoruz, adam başı 4 Lira. Girişte kayalarda bir yarıktan su çıkıyor, yarıktaki suyun şifalı olduğunu belirtiyorlar. Su temiz ve berrak, suyun içinde hafif yeşilimsi yosunlar var.

Sultaniye kaplıcaları

Köyceğiz Gölü’nün güney batısında Ölemez Dağı’nın eteklerinde yer alan Sultaniye Kaplıcaları’nın tarihi günümüzden binlerce yıl öncesine dayanır.
M.Ö. 100 yıllarında Kaunoslular tarafından kullanıldığı bilinmektedir. Bizans döneminde ise genişletilerek konaklama tesisleri yapılmıştır.
Günümüzde Bizans döneminde yapılan tesisler Köyceğiz Gölü’nün suları altında kalmıştır. Roma döneminde kapsamlı bir hastane haline getirilmiştir. Kaynaklara göre, hastanenin girişine “Tanrılar adına buraya ölüm giremez” diye yazılmıştır. Ölemez Dağı da adını buradan almıştır.
Sultaniye kaplıcaları,  Romatizma, böbrek ve idrar yolları rahatsızlıkları, metabolizma bozuklukları, ruhsal yorgunluk, cilt ve kadın hastalıkları gibi birçok hastalığa direk tedavi olarak şifa gösterilir. Sultaniye Kaplıcaları’nın suyu kalsiyum klorür, kalsiyum sülfat, kalsiyum sülfür, bromür, radon ve radyoaktif maddeler içermektedir. Su sıcaklığı 39 derece olan Sultaniye Kaplıcaları Türkiye’nin en yüksek radyoaktiviteye sahip kaplıcasıdır (98.3). Radon değeri açısından da dünyada Endonezya’daki kaplıcadan sonra ikinci sırada yer almaktadır. Radyoaktivite yüksekliği nedeniyle rehabilite edici özelliği vardır. Burada güzellik çamuru vardır. Vücuda sürülmesiyle teni yumuşatıp, kırışıkları giderdiği söylenmektedir. Sultaniye Kaplıcası, Köyceğiz Belediyesi tarafından işletilmekte tesis bünyesinde ahşap konaklama ve insanların günlük faydalanabileceği restoranı mevcuttur.

http://www.koycegiz.gov.tr/sultaniye-kaplicalari

Arabayı park ettikten sonra havlu ve su donlarımızı yanımıza alarak soyunma kabinlerine doğru yürümeye başladık. Solda göl, kıyıya bağlı bir tekne. Sağda tesisin çardakları ve kapalı havuzun yeşil örtüsü brandadan. Üçgen demir parçalarının birleştiği yerlerde küçük yuvarlak camlar var.

Soyunma kabininde su donları giyip çamur havuzuna giriyoruz ben, Cem ve Hakan. Merve girmiyor, o yüzden cep telefonumu Merve’ye verip bizi çekmesini söylüyorum. Çamur havuzu vıcık vıcık çamurlu ve havuza bir borudan az miktarda sıcak termal su giriyor. Havuza girince çamura bulandık ilk önce. Bulaşmayan yerlerimizi elle çamuru sıvazlıyoruz. Cem kendini, Hakan da benim sırtımı çamurla sıvıyor.

Üçümüz de Merve’ye poz veriyoruz çamurlu olarak.

Havuzun çoğu yeri sulu, az bir yerinde daha katı bir çamur yığını var. Burada çamur görmüş camışlar gibi yatıyoruz Hakan ile birlikte.

Havuzdan çıkmaya çalışıyoruz. Ben çıkıyorum dışarı ama Hakan zorlanıyor çamurdan çıkarken. Çıkmasına yardım etmek için elimi uzatıyorum ama Hakan kendi çabası ile çıkmayı tercih ediyor.

Haliyle yoğun olan çamura batıp havuzun içine düşüyor Hakan.

Hakan’ı çıkarmak için ben de havuza atlıyorum. Çamurda yürümek, hareket etmek zor gerçekten.

Neyse Hakan’ı elinden tutup dışarı çıkarmaya çalışıyorum çekerek.

Hakan biraz ağır olunca havuzdan çıkarmak zor, tekrar çamura batıyoruz.

Çamura battık resmen, yuvarlanıyoruz adeta.

Sonunda ite kaka, çekerek çıkıyoruz havuzdan.

Cem de bizi takip edip çıkıyor. Ben karşıdaki duvara oturdum güneşlenmek için.

Üçümüz de çamurlu olarak duvarda oturup güneş altında kurutmaya bıraktık kendimizi. Üçümüz de Merve’ye pozlar veriyoruz elimizi çenemize dayayıp.

Kimi pozda elimizi kolumuzu uzatıyoruz yana doğru.

Hakan ortada, Cem solda, ben sağda el ele tutuşarak poz veriyoruz çamurdan heykeller gibi.

Çamur bir süre sonra üzerimizde kuruyor. Bu vücudumuza iyi gelecek. Üzerimizdeki çamurlardan arınmak için ilk önce göle atladık. Biraz yüzerek çamurları üzerimizden atıyoruz. Sonra tazyikli duş altında tüm çamurları temizledikten sonra açıktaki sıcak havuza girip bir süre duruyoruz. Havuz keyfini de bitirdik. Üzerimi kurulayıp elbiseleri giyiyorum. Göl manzaralı poz veriyorum, omuzuma havlumu atıp koluma dolamış şekilde. Eski Yunanlı soylular gibi. Burada pide yapılıyor ve karnımız da acıktı. Hemen pideleri ısmarlayıp karnımızı doyuruyoruz.

Oradan geçen birine bizi çekmesi için rica ediyorum. Dördümüz göl arkada kalacak şekilde poz vererek çekildik resmimizi. Hava kapalı, gökte bulutlar var. Cem, Hakan Ben ve Merve.

Sultaniye kaplıcalarından ayrılıp Köyceğiz gölünün denize ulaştığı kanala geldik. Doğal sit alanı ve koruma altında olduğu için kanala köprü yapılmamış. Karşıya geçmek için iki arabalık bota biniyoruz araba ile. Kanalın genişliği yaklaşık 100 metre civarı. Bot kısa sürede karşıya geçecek. Botun içinde dördümüz elçek kamera ile çekiyorum tam kanalın ortasında. Ben, Merve, Hakan ve Cem.

Daha önce, 2013 yılında bir kez karşıya küçük bir sandalla bisikletimi yükleyip geçmiştim. Bu kez tersine, araba ile geçiyorum. Dalyan içindeyiz, burası deniz kaplumbağaların yani Latincesi caretta carettaların yumurtlama yeri. Ama denizin kumsalı olan yer biraz daha uzak. Ortaca belediyesi turizm tanıtım amaçlı deniz kaplumbağasını  dev heykelini iki kaidenin üstünde yumurtlarken yapmış. Yumurtalar aşağı düşmüş ve kimi kaplumbağa  yumurtadan çıkmış halde yapılmış. Kaplumbağa etrafı kalın urgan ile çerçevelenmiş. Heykel kanala yakın, kanalın karşısında Kaunos antik kentine ait kral mezarları kayalıkların yüksek kesiminde görünüyor.

Kaplumbağa yumurtaları ve yumurtadan çıkmış deniz kaplumbağalarının bronzdan heykelleri yerde.

Kanalda irili ufaklı bir sürü tekne var. Kimi karaya bağlı, kimisi hareket halinde.

Karnımızı pide ile doyurmuştuk ama üstüne kahve içmedik. O yüzden hemen kanalın kıyısında tezgahı bir bankın üzerinde açıyorum. Bizi Hakan çekiyor bir poz. Merve, ben, önümde çantam ve Cem. Bizi de meraklı gözlerle izleyen beyaz bir köpek oturmuş bakıyor. Belki de yiyecek bekliyor bizden ama kahveden başka bir şey yok ki. Hakan biraz sanatsal çekmiş bizi. Solda pembe güller, köpek önde, biz bankta oturmuş halde çekmiş.

Kahveyi pişirip içiyoruz afiyetle. Merve bu kez çekiyor Hakan ile. Cem arkada ayakta. ve Kral mezarları karşı yamaçta.

Akşam olmadan eve gelip dinleniyoruz biraz. Sonrası yemek hazırlıkları. Cem bize güzel yemekler yapıyor, ne de olsa mutfak işinden anlıyor. Hava karardıktan sonra Hakan bize dondurma ısmarlıyor. Harika dondurmayı yiyoruz yalaya yalaya. Dondurmayı yerken sahile, göl kıyısındaki kordonda yürüyüş yapıyoruz sonbaharın ılık havasında. Kordonda restoranlar, kafeler var. Birisinin ismi ilgimi çekti; UANA yazıyordu. İlgimi neden çekti? Çünkü Kosova’da yeğenimin ismi Uana. Aslında restoranın ismi Tuana, T harfi düşmüş sanırım.

Yürümek epey yordu, eve dönüyoruz ve kahve zamanı diyerek mutfakta kahve içiyoruz dördümüz.

Gecenin ilerleyen saatine kadar sohbet ediyoruz. Uyku kapının ardına gelince herkes kendi yatağına yatıyor. Merve üst katta tek başına. Bizler alt katta. Ben Cem ile bir odada. Hakan salonda çekyatta yatıyor.

Köyceğiz maceraları 2. Gün

Sabaha kadar güzelce uyuyorum, Güneş doğmadan uyanıp balkondaki masada yerimi alıyorum. Diğerleri henüz kalkmadı. Kitabımı ve kahve takımımı alıp balkondaki masada kahvemi pişiriyorum ilk önce. Sonra arkadaşlar uyanasıya kadar biraz kitap okudum.

Bu gün hava kapalı ve yağmurlu, ne yapalım derken kahve etkinliği yapalım dedik. Hakan hemen etkinliği açtı facebokta. Kahve etkinliği Köyceğiz parkında bir çardağın altında yapacağız. Çardağın altında tezgahı kurdum ve gelecek olanları beklemeye başladık. Masanın üzerinde cezveler, kamp tüpü, şekerlik, kahve kutusu ve ben. Bisikletim KUZ arkada. Turuncu çanta da yanımda. Urim Baba’nın Kahvesi tabelamı da masanın kenarına kondurdum. Hava yağmurlu, usul usul yağıyor. Parkta yağmur kokusu var.

Kahve etkinliğini duyan iki kişi geliyor. Birisi Murat Sevig, onu Gökova bisiklet festivalinden tanıyorum. Turu düzenleyenlerden birisidir kendisi. İkincisi Ceyhun Kantoğlu. Kahve içerek muhabbet ediyoruz. Maksat muhabbet değil mi? Ben solda elçek yapıyorum telefonumla. Sağda Murat, karşıda Cem, Merve, Ceyhun ve Hakan var. Masanın üstünde kahve takımları duruyor.

Gün yağmurlu olunca daha çok dinlenerek geçiyor. Kahve etkinliği fazla sürmedi, pek gelen de olmayınca eve dönüyoruz. Az biraz şekerleme yapıyorum. Yemek filan derken yatıyoruz.

Köyceğiz maceraları 3. Gün

Dün bir şey yapmadık, akşama kadar dinlendik sayılır. Sabah erkenden uykum açılınca kalkıyorum. Balkonda her zamanki gibi kahvemi pişirip kitabımı okuyorum. Kitap ta kalın olunca oku oku bitmiyor. Aslında pek te okumaya fırsatım olmuyor şu günlerde. Köyceğiz’de biraz okuma fırsatım oldu. Ben de değerlendiriyorum zamanı. Okumalı insan. Masanın üzerinde kahve fincanı köpüklü, kitabım ve ot bürümüş Hakan’ın bahçesi.

Hakanın ot bürümüş bahçesi epey büyük bir alan. Ev bahçenin çerisinde iki katlı olsa da küçük kalıyor.

Bu gün hava çok güzel, açık ve Güneşli. Ne yapalım? Hadi Akyaka’ya doğru bisikletlerle gidip gelelim. Hakan rotayı belirledi, ilk önce ana yolda gideceğiz bir süre. Köyceğiz sınırlarından çıkıp Toparlar köyüne giriş yapıyoruz tabelalara göre.

Bu bölgede yaban hayvanları yaşıyor. Bunlardan birisi de yaban keçileri. Tabelada uyarı işareti ile birlikte yaban keçisi geçiş alanı yazmışlar.

Gökova yolunda bir yokuş var, yokuşu çıkıp iniyoruz. Yokuşu iner inmez ana yoldan ayrılıp köy yollarına saptık. Sapar sapmaz ilk köyde çay molası verdik. Ne de olsa yokuş biraz yordu. Kahvede ağaçların gölgesinde masanın etrafında çay içerken elçek ile bir resim çekiyorum. Ben, Hakan, Merve ve Cem. Masada çaylar.

Köy yolları sakin ve doğa ile iç içe yolculuk yapmanın keyfini çıkaracağız. Gökova’ya giderken yolumuzun üzerindeki köyleri ve kalan kilometreleri gösterir tabela var. Tabelalarda yazan; Portakallık 3 km, Elmalı 5 km, Yeşilova 9, Gökova 15 km.

Köy yolu dar olmasına rağmen pek araba yok. Serbest bir şekilde yol alıyoruz. Önümde Hakan ile Cem gidiyor.

İşte gördüğünüz gibi yol bomboş, kıyılarda bahçeler, meyve ağaçları ve incir ağaçları var. Köylülerin hayvanları için saman balyaları kıyıda istiflenmiş. Üzeri naylonla örtülmüş durumda

Yolda sadece biz varız, Merve önde, Hakan ve Cem arkadan geliyorlar.

Ben de yoldayım bu arada, beni Hakan çekiyor.

Köyün birinde artık kullanılmayan klasik motorlardan birini görüyorum. Kırmızı renkte, boyaları dökülmüş, neredeyse tozdan görünmeyecek kadar kaplanmış durumda sundurmanın altında öylece duruyor. Motorun arkasında traktör park etmiş, koca tekerlekleri görünüyor sadece.

Yolda giderken ilginç bir hayvana rastladık; Bukalemun. Tam da yolun ortasında, asfaltın üzerinde karşıya geçmeye çalışıyor.

Bukalemunu daha yakından çekiyorum, deri rengi kırçıllı olarak yeşil renk ağırlıklı. Siyak, beyaz renk tonları da harita gibi dağılmış durumda. Bukalemunların en önemli özelliği renk değiştirebilmesi. Bulunduğu yerin rengini kolayca alabilirler. Ayrıca iki gözü birbirinden bağımsız ayrı yönlere bakabilir. Pençeleri yandan kıskaç gibidir ve dallara kolayca tutunabilme özelliğine sahiptirler. Çok yavaş hareket ederler. Türkiye’de Ege ve Akdeniz kıyılarında yaşarlar ve ender görünürler.

Öyle yavaş hareket ediyorlar ki karşı tarafa geçmesini sabırla bekledik. Hatta yoldan geçen bir arabayı durdurup yandan geçip hayvanı koruduk. Neyse güç bela karşıya geçti. Bizler de merakla hareketlerine, yürüyüşüne bakıyoruz. Benden başka bu hayvanı ne gören, ne de ismini bilen var. Yani böyle bir hayvanın Türkiye’de olduğunu bile bilmiyorlar. Kimisi ejder dedi, Afrika’da tropikal iklimde yaşadığını sanıyorlardı. Neyse ki ben çocukluğumda mahallemizdeki dağda çok görmüştüm bukalemunları. Hayvanı tanıtıyorum bu arada. Bukalemun yavaş hareketlerle bisikletlerin yanına geldi. Hakan’ın bisikletinin ön tekerine geldi. Sanırım tırmanacak bir dal gibi görüyor iki ayrı gözle nasıl algılıyorsa.

Ön iki ayağınla jant demirinle yandan pençeleri ile sıkıca tutundu. Arka ayakları asfaltta.

Pençesi ile jant demirine nasıl tutunduğunu görebilirsiniz.

Bukalemunun bir özelliği de yürümesi. Çok yavaş hareketlerle yürüyor ve her adımını attığında ileri geri bir süre sallanıyor tüm gövdesi ile. Bu çok ilginç ve canlı izliyoruz yavaş adımlarını ve salınımlarını. Tellere, maşaya tutunarak neredeyse üste çıkacak gibi

Neyse fazla oyalanmadan hayvanı yere indirip çalılara doğru gitmesini sağladık. Toprak rengi ve sararmış otların arasında rengi ortama uyduğu için pek belirgin görülmüyor. Fark etmek gerçekten çok zor. Çok dikkatli bakınca görünüyor.

Bukalemunu doğada bırakıp yola devam ediyoruz. Daha ileride bir tane daha gördüm ama üzerinden araba geçtiği için asfalta yapışmıştı. Bukalemunlar insanların elinden kurtulamıyor kolay kolay. Yolda araba ile eziyorlar yada yakalayıp satıyor kimisi. Fiyatı da pahalı. Evde besliyorlar evcil hayvanlar gibi. Cem, Merve önümde, daha ileride Hakan bisiklet sürüyor. Etraf çam ağaçları ile örtülü durumda.

Burada da sarnıçlar var ve bir tane görüyorum. Kubbesi sararmış otlarla bürünmüş durumda. Önünde elektrik beton direği var.

Gökova köyünde öğle yemeği yiyoruz bir lokantada. Ben kuru fasulye, pilav, cacık yiyorum. Karnımız doyduktan sonra yola çıkıyoruz. Karşımıza Sakar yokuşunun dik ve kayalık yamaçları çıktı. Burada taş ocağı var, dağı yavaş yavaş yiyorlar.

İşte hayalimdeki ev, tam da tarlanın ortasında, bahçe duvarı yok. Tek katlı, kerpiç evin tek bacası, çatısı kiremitli. Yanında küçük bir depo yada atölyesi. Bakımsız olsa da sürekli yaşanılsa ev şahane olur. Evin köşesi tam doğuya doğru bakıyor. Yani dört duvar da güneşi görecek şekilde. Orman ve dağ az ileride başlıyor. Ne yakın ne uzak. Tarlanın ortasında kalın gövdeli bir dut ağacı var ama dutun dalları kesilmiş, bu yıl yeni dallar kısa olarak çıkmış.

Akyaka yoluna girdik. Burada kayalara oyulmuş mezar kalıntısı var. Bisikletler ve mezarın girişi, yanında iki sütun. Mezarın üç tarafı ve çatısı ana kayadan yontularak ayrılmış durumda.

Mezarın giriş kapısı kaya oyulup işlenmiş. Mezar dikine boydan çatlamış ve bir tane ince boru ile desteklenmiş. Ne kadar tutacaksa.

Yakınlarda bir kaya mezarı daha var. Giriş yeri dikdörtgen oyulmuş, kenarlarında süs yok. Basit bir kaya mezarı.

Başka bir kaya mezarı işlenmiş giriş yeri. Yanında bir nar ağacı yetişmiş mezarın.

Kaya mezarları ile ilgili bilgilerin yazıldığı plaka mezarların yanında direklere asılmış durumda.

Burada kocaman bir su sarnıcı bulunmakta. Duvarları ve kubbesi taşlarla örülmüş.

Dünyanın en kısa nehirlerinden birisinin kaynağındayız. Yaklaşık 4 kilometre uzunluğunda olan bu nehrin adını nedense isim bulamamışlar gibi “Kadın Azmağı” adını vermişler. Daha düzgün bir isimle anılabilirdi. Her yerde azmak var, burası “Kadın nehri” denebilirdi mesela. Su kaynağı ve akan su miktarına bakarak bir nehir gibi bana göre. Neyse Su buradan çıkıyor, koca dağın dibinde. Çıkar çıkmaz da can vermiş doğaya ve etrafı yeşil, içi başka bir yeşil, bitkilerin cümbüşünü izlemek insana dinginlik veriyor.

Nehir başladığı gibi gitmiyor, yer yer göremediğimiz kaynaklarla giderek çoğalıyor. Bir nehre dönüşüyor adeta.

İşte kaynaklardan birisi, su sodalı içilecek gibi değil ama buz gibi. Ayaklarını içine sokunca fazla duramıyorsun.

Bu güzellikte kahve içilmez mi. Zaten kahve güzel yerde içilir, içilmeli. İnsana huzur veren yerlerden birisinde bağdaş kurmuş yerde oturuyorum. Önümde cezvede kahve pişiyor. Geniş bir alana yayılmış nehrin su yüzeyine yansıyan ışıklar yeşil renkle oynaşıyor. Bu resmi öne çıkan görsel olarak seçiyorum.

Burada nehir olur da su kuşları olmaz mı, ördekler de yüzer neşeyle.

Kahveler pişti, dört kişiyiz, şanslı olan 3 kişi Merve, Cem ve Hakan da nasipleniyor. Kahve fincanımda köpüklü kahve elimde nehirle birlikte çekiyorum bir poz. Kahvemi huzurla içiyorum içime doğayı sindire sindire.

Yoldan değil de nehrin o muhteşem güzelliği ile birlikte akıyoruz sanki denize doğru toprak üstünde, nehrin kıyısında. Hakan bisikleti ile nehrin kıyısında.

Nehir giderek çoğalıyor ve derinleşiyor. Sazlıklar kıyılarını kaplamış. Derinliği, berraklığı ve tarif edilemez turkuaz tonda yeşil ve mavi rengiyle büyülüyor beni.

Akyaka’ya geldik ve denize, Gökova körfezinin dibindeyiz. Burada su donlarımızı giyip denize girmeye çalışıyoruz ama deniz çok sığ. Git git anca dizlerimize geliyor. Ayrıca su bulanık dibi görünmüyor. Yani yüzmek için elverişli değil. Hakan ve ben poz veriyoruz Merve’ye denizin içinde kollarımızı açarak. Karşıda Datça yarımadasının başlangıç dağları.

Denizde yüzemediğimize göre Azmak nehrinin deniz ile buluştuğu yere gidip orada giriyoruz buz gibi suya. Karşı kıyıda küçük tekneler bağlı. Ben ve Hakan kıyıda, suyun içindeyiz.

Kıyıdan koşarak azmak nehrine atlıyoruz balıklama. İlk önce beni çekiyor Merve. Tam zıplamışken suyun üstünde yakalıyor.

Sonra suda zıplayıp havalanıyorum bir kuş gibi ileri doğru atılıyorum.

Ve su yüzeyinde uçuyorum adeta.

Benim yaptığım gibi Hakan da zıplamaya çalışıyor.

O da su yüzeyinde ileri doğru uçuyor ve süzülerek havada bir süre gidiyor. sanki Süpermen.

Nehrin ağzı üç dört adımda derinleşip boyu geçiyor. Yüzüyorum Hakanla birlikte. Nehrin akıntısı kuvvetli, adamı alıp gidiyor denize doğru. Sürekli kulaç atıp tersine yüzmek gerek.

Kollarımızı birbirimize atıp poz veriyoruz Hakanla birlikte. Bel hizasında suyun içindeyiz. Karşıda iki katlı bir bina, çatısında Güneş panelleri var su ısıtmak için. Kenarda tekneler bağlı.

Buz gibi suda bir süre atlayıp dalıyoruz nehre. Yüzüyoruz ve vücudumuz diri bir şekilde çıkıp kurulanıyoruz havlularla. Akan su sodalı olduğu için saçlarım ipek gibi yumuşak oluyor. Buraya uyarı levhası konulmuş. “Dikkat! Burada ani derinleşme ve akıntı sebebiyle yüzmek tehlikeli ve yasaktır.” yazıyor. Bizdeki değişmez durum “Yasakçı zihniyet” her yerde olduğu gibi burada da devam ediyor. Yasak yazılacağı yerde sakıncalı dense ve yüzme bilmeyenler girmese de yüzme bilenler girebilse ne güzel olur ama illa ki “Yasak” olacak. Tabelanın iki yanında Hakan ile omuzlarımızda havlularla poz veriyoruz “Yasaklara” inat. Tabela direğine Merve’nin yeşil bisikleti dayalı.

Yasaklara uymayan başkaları daha var, ördekler ve kazlar. Onların umurunda değil yasaklar. İstedikleri biçimde yüzüyorlar. Çünkü okuma yazmaları yok. Ayrıca insanlar gibi yüzme bilmeme gibi durumları yok.  Yüzebildikleri için boğulma tehlikeleri de yok. Nehrin kıyısı tamamen sazlarla kaplı.

Üzerimizi kuruladıktan sonra giyinip yola çıkıyoruz. Gökova köyünün olduğu yerden geçip eski Marmaris yoluna girdik. Burası yeni yol yapılınca araç trafiğine kapatılmış.  Yolun kıyısındaki okaliptüs ağaçları yaklaşık 100 yıl önce dikilmiş. 1938 Yılında sıtma hastalığından kurtulmak için bataklık ağacı olan okaliptüs ağaçları dikilmiş düzlükte, ovanın olduğu yerdeki yol kıyısına. Ağaçlar 20 metreyi aşmış durumda ve yolu tamamen örtmüş. Okaliptüslü yol yaklaşık 4 kilometre kadar. Bu ağaçlar hem bataklığı kurutmuş hem de sıtma hastalığını durdurmuş. Yol trafiğe kapatılınca zemin kilitli beton taş ile kaplanmış.

Okaliptüslü yolda dördümüzü alacak şekilde elçek resmi çekiyorum.

Dönüş yolunda akşam olmak üzere, Güneş ufka yaklaştı ve gölgeler uzadı asfalta. Kendi gölgemi çekiyorum bisikleti sürerken. Ana yoldan Köyceğiz’e gidiyoruz.

Eve varıyoruz, duş yemek derken Merve’yi yolcu ediyoruz ilk önce. Bu gün günlerden Pazartesi’ydi, okulda görevi yoktu ama yarın okula gitmesi gerek. Merve’nin bisikletini yüklerken yanlışlıkla elini sıkıştırdık farkında olmadan. Neyse ki fazla önemli değildi ve acıya dayanıklı çıktı Merve. Merve’yi uğurladıktan sonra Köyceğiz’in sonbahar akşamlarını kaçırmamak için göl kıyısına şöyle bir dolaştık dondurmaları yiyerek. Gerçekten tadı nefis dondurma yapan bir yer. Dondurmanın tadı ağzımda yatıyorum.

Bu gün yaptığımız yol toplam 84 Kilometre civarı

Yaptığımız yolun haritası aşağıda.

Powered by Wikiloc

Köyceğiz Maceraları 4. Gün

Sabah her gün olduğu gibi erkenden kalkıp güne hazırlandım. Bu günkü rotamızı belirledik; Yuvarlakçay!  Ama ilk önce Hakan’ın bisikleti için getirdiğim aparatın deliğini genişletip uydurmamız gerek. Aparatı kasabanın demircisine götürdük. Orada matkap vardı, aparatın deliğini uygun ölçüde deleceğiz. Demirci matkap tezgahına aparatı delmeye çalıştı ama demiri sertleştirdiğimiz için matkap ucu kıymık bile almadı. Yani delinmiyor aparat.  Demirci dükkanı tek katlı eski bir yapı. Tabelasında Güven Demirhanesi yazıyor. Tahta kapısı ve yanında iki pencere gibi açıklık var. Burada demircinin ocakta ısıtıp hazırladığı tahra kesici aletleri asılmış. Tahra ucu kıvrık, iç tarafı keskinleştirilmiş odun, çalı, dal parçalarını kesmeye yarayan alet. Matkap tezgahında demirci ustası çalışıyor. Cem, Hakan ve ben izliyoruz ustanın yaptığı çalışmayı. Solda çarşının elbise satan dükkanı ve ipe asılmış entariler rengarenk. Bisikletim KUZ önde park halinde.

Burada halledemeyiz kararına varınca sanayi sitesine gittik. Burada torna tezgahına bağladık ama o da olmadı, delinmiyor. Aklıma bu aparatı yapan Bacanağım geldi. Bacanağı arayıp ne yapabiliriz diye fikir aldım telefon ile. Bacanağım bana değerli bilgisini söylüyor; Aparatı ısıtıp suyunu alın, sonra delin. Deldikten sonra tekrar ısıtıp suyunu verin. Hemen değirmenciye dönüp demirci ustasına aparatı ısıtması için veriyoruz. O da ocağı yakıp kömürleri ısıtıyor ilk önce. Demircinin kullandığı yakıt bildiğimiz odun kömürü. Benim bildiğim kok kömürü kullanıldığı. Odun kömürü kullananı ilk defa görüyorum. Demek ki ustanın bir bildiği var. Ocağın üstü açık yeni yanmaya başlayan odun ve kömür dumanlar saçarak tutuşmaya başladı. Ocağın başında demirci ustası. Ocak masa boyutunda yerden yukarıda yapılmış. Yanında demir maşaları, bir tarafı kırık kocaman örs. Dükkanın duvarları taş örülü. Duvar diplerinde uzun – kısa kazma – kürek sapları, demir çubuklar dizili.

Amcamın karoser atölyesi vardı. 1970’li yıllar, o zamanlar çocuktum.

Çocukluğum.

Çocukluk yıllarım aklıma geldi. Amcamın karoser atölyesine giderdim sık sık. Orada makineler, aletler, ağaç ve demir işleri vardı. Kamyonlara kasa üretiliyordu. Orada bir de sıcak demir ocağı vardı. Burada demirler ısıtılıp çekiçle şekiller verilerek kasa için demirler yapılıyordu. Yaz aylarında, okullar tatile girince çırak olarak çalıştım. Kalasları, tahtalar planya ve kalınlıkta işlenirken yardım ediyordum çırak olarak. Yongalar savrulurken ağaç kokusu, çam kokusu gelirdi burnuma. En çok sevdiğim çalışma yerlerinden birisi de demir ocağında çalışmak. Tabi bu her zaman olmazdı ama demir ocağı yanınca hemen amcamın yanına, ocağın başında bitiveriyordum. Ocak yerden 70 santim kadar yüksekte kuruluydu. Sıcağa dayanıklı ateş tuğlaları ile örülmüş ocakta kok kömürü yanardı. Daha iyi yanması için ıslatırdık kok kömürünü. Bir de daha çabuk yanması için hava üfleyen motorlu fan vardı. Daha eskilerde koca körüklerle hava üflenirmiş ocaktaki kömürlere. Ben o günleri görmedim ama demir ocağında çıraklık yaptım o yüzden şanslıyım.

Kömür yanmaya başladığında kısa sürede fan yardımı ile kömür kor haline geliyordu. Ateşin içine demir parçasını yerleştiriyordu amcam. Yüksek derece kok kömüründe ısınan demir tavlanıp kıpkırmızı, hatta sarı renge dönüyordu. Sanırım haddecilikten bildiğim kadarı ile 1200 derece kadar sıcaklığa ulaşıyordu demir. Tam da tavlanmaya hazır. Amcam demir maşa ile parçayı alıp örsün üzerine koyduktan sonra ağır çekiçle döğmeye başlıyordu kızgın demiri. Çekiçle şekil verip sık sık  çevirip döğüyordu. Ben de onu izlemekten zevk alıyordum. Ben de yardımcısı olarak elimde balyozla bekliyordum. Eğer inceltmek yada yassılaştırmak gerekse ben balyozla döğmesine yardım ediyordum. Çalışa çalışa öğreniyordum demirciliği. Amcan örsün üzerine boşa tek çekiç darbesi vuracaksa parçayı çevirecek ve ben vurmayacağım sonraki darbeyi. Bazen de iki kez boşa vurunca ben balyozla vurmayı kesiyordum. Parça soğuyunca rengi soluyordu. Soğuyan parçayı tekrar ocağa sürüp ısıtıyor ve ısınan parça kızgın olunca örsün üzerinde tekrar dövülmeye başlanıyordu. Be çekiç darbeleri ritimli olup dinlemesi bile zevk veriyordu bana. Sanki müzik yapıyorduk. Kalın, ağır demir örsten çekiç darbelerinin tınısı, sıcak demire vurulan darbe daha tok sesler çıkarıyordu, zamanla soğuyan demir parçası kızgınlığı geçince tınısı da serleşiyordu. Bir de buna balyozla eşlik edince sanki orkestrada müzik enstrümanları henüz bestelenmemiş demirci senfonisini çalıyordu.

Aşağıda yanan kömürün alevi yükselmiş ocakta. Demir maşalar ve bir tarafı kırık örs. Nasıl becermişler, nasıl kırılmış bilemiyorum. Örs çok eski olmalı.

İlk önce ocakta tavlıyoruz aparatı, suyu kaçıyor ve yumuşuyor demir. Parçanın kendi kendine soğumasını bekliyoruz bir süre. Parça soğuyunca matkap tezgahında deldik sorunsuz olarak. Delme işi başarılı olunca aparatı tekrar tavlıyoruz ocakta. Tavlanınca bu kez yağın içine atıyoruz suyunu alması için. Kızgın parça yağın içine girince bir kısım yağ yanıp dükkanı sarıyor yanık yağ kokusu. Ocakta bu işlemi yapan demirci görülüyor.

Aparatı alıp eve gidiyoruz. Denedik ama açamadık, çok sıkışmış ve fazla zarar vermeden bırakıyorum olduğu gibi. Hakan orijinal aparatı ısmarlamış internetten, halledecek kendisi. Bu gün Yuvarlak çaya gideceğiz. Zaman geçirmeden hazırlıkları yapıp gerekli malzemeleri çantaya yükledik. Yola çıkarak kısa sürede doğanın içinde tırmanmaya başladık. Tırmanma başlayınca manzarada harika olmaya başladı. Köyceğiz gölü tüm güzelliği ile kendini dağların korumasında gösteriyor mavilikler içinde.

Bisikletim KUZ yol kıyısında, hafriyatı yapılmış kayalık alan düzeltilmiş yerde park ederek yukarı doğru tırmanan Cem ve Hakan yolda bisiklet sürüyor.

Çam ormanı içinde genç ve yaşlanmış ağaçları bir arada görmek ne güzel.

Dağlar yalçın kayalıklardan dik bir halde yükselmiş ağaçların arasında.

Çıktık, çıktık, sonunda toprak yol ayrımına geldik. Ben haliyle buraları bilmiyorum ve ilk defa geldim. Hakan yolu biliyor ve nereye gideceğimizi bilmeden peşinden gidiyoruz. Haliyle neresi olursa olsun Hakan bizi güzel bir yere götüreceğine eminim. Ona güvenim sonsuz. Toprak yola saptık. Hakan beni toprak yola yeni girmişken çekiyor.

İkinci çekiminde çok yakınım kameraya. Bisikletim KUZ, kelebek gidonunda asılı kaskım. (Yokuş çıkarken çok düşük hızda hareket ettiğimden kaskı çıkarıyorum kafamdan) turuncu çantalarım bagajda takılı.

Toprak yola girdiğimizde zirveye çıkmış olduk. Ormanın içinden giden toprak yolda inişe başladık.

İnişte frenlere asılıyoruz, çünkü dönemeçli yoldayız ve çok dik. Cem önde, ben arkada, Hakan da bizi çekiyor.

Hakan bizi yuvarlak çayın yukarı kısmına, harika bir yere indirdi. Burada bizden başka kimse yok. Bisikletleri çınar ağaçlarına yaslayıp üzerimizdeki formaları çıkarıyoruz. Hakan çoktan çıkarmış bile, üstü çıplak. Cem sadece fermuarını açmış göbeği görünüyor. Üçümüzü de ön kamera ile elçek yapıyorum.

Burada bir çok göze var. Su damarı buradan yeryüzüne çıkıp yuvarlak çaya karışıyor.

Kaynak dedikleri bu olsa gerek, çünkü su kaynıyor gibi hava kabarcıkları çıkarıyor kumların içinde.

Başka bir yerde, kayanın dibinde gözeden su çıkıyor. Tam cennetlik yer, her taraftan sular fışkırıyor adeta.

Yuvarlak çay kaynağındayız, gürül gürül akıyor, saf, berrak ve tertemiz.

Buraya birileri çayın içine taşlar koyarak belli bir derinlik elde etmiş. Küçük bir bent gibi konulmuş taşlardan aşan çay köpürerek akıyor kendi yatağında.

Yuvarlak çayda çektiğim videoların görüntüsünü aşağıdaki videoda görebilirsiniz. Videoyu Cem çekiyor benim cep telefonumla.

Bu video da youtube de

Buz gibi akan suya bırakıyorum kendimi. İlk başta biraz üşüme geliyor ama sonra alışıyorsun.

Tamamen suyun içine sırt üstü yatıyorum. Temiz, saf, berrak suda arınıyorum adeta. Çayın ortasında kocaman bir kaya var, iki yanından çay akıp gidiyor.

Cem de giriyor çayın içine, onu da ben çekiyorum bir poz.

Su çok soğuk olduğu için fazla kalmadan dışarı, güneşin altına çıkıyorum. Kurulanırken Hakan da odunları yakıyor tavukları pişirmek için. Odunlar tutuşmuş, alevler çoğalıyor.

Muhteşem bir manzarayı izliyorum, çay çağlıyor kademe kademe. Kıyılarda otlar, çalılar ve çınar ağaçları. İzlemeye doyum olmuyor bu cennet köşesini.

Ateş köz haline gelince tavukları pişirip yemeye başladık. Cem et yemediği için ona göre sebze ve ot ağırlıklı salata ile karnını doyuruyor. Kendisi bir vejetaryen. Ateşin başında yarı çıplak Cem ve Hakan. üzerlerine Güneşin hüzmeleri vuruyor.

Yemeğimizi yedik, karnımız doydu. Atalarımız ne demiş; “Yemekten sonra ya kırk adım atçan yada uzanıp yatçan” Ben ikincisine uyuyorum. Hamağımı çınarların gövdesine bağlayıp geriyorum. Gölgede biraz şekerleme yapmak çok iyi geliyor. Vücudum gençleşmiş, temiz oksijen hücrelerimi yenilemiş halde nefesimi kontrollü alıp vererek hülyalara dalıyorum.

Hayallerimden birini gerçekleştirmenin gölgesinde çınar yapraklarını henüz sonbahar geldiği halde yeşil görüyorum hala. Çınar yaprakları insan eline benzer; beş parmaklı. Yapraklar ele benzeyince hafif rüzgar estiğinde sağa – sola salınmaya başlıyor. Tıpkı el sallar gibi.  Binlerce yaprak bana el sallıyor durmadan. Ayrıca gölge yapıyor dalların ucunda.

Ben şekerleme faslını bitirince Cem yerimi alıyor. Sadece benim hamağım var. O yüzden nöbetleşe hamağa uzanıyoruz.

Bu kez Hakan uzanıyor hamağa, kadehini bizim şerefimize kaldırıyor yattığı yerden.

Şekerleme olayını bitirip toparlanıyoruz, ateşi de söndürdük. Bu arada bir çoban keçi sürüsü ile yanımıza geldi. Selamlaştık, tanıştık. Düz bir betonun üzerinde kahve takımlarımı çıkarıp kahve pişirmeye başladım. Biz üç kişiydik, şanslı olan çoban dördüncü olarak kahvemin tadına bakacak. Şansa ayağı ile geldi. Betonun üzerinde Cem, ben ve çoban. Çobanın kafasında şapkası var. Sopası da önünde duruyor. Çay kayalara çarpan köpüklerle akıyor aşağı doğru. Üzerinde oturduğumuz beton su kaynağı ve buradan borularla alınıyor.

Kahveler pişti ve cezveden fincanlara boşaltırken Hakan beni çekiyor. Hava serinlediği için üzerime poları giymiştim.

Kahveleri içip sohbet ediyoruz çoban ile. Sonra vedalaşıyoruz çobanla ve yola çıkıyoruz. İndiğimiz toprak yol çok dik olduğundan kendimi zorlamadım. Yürüyerek sert olan yeri çıkıyorum. Hakan da beni çekiyor.

Çaydan epey yukardayız ve karşıma bu kırmızı, sarı karışımı yengeç çıkıyor. Beni fark eden yengeç kendini savunmak için gardını alıyor. Harika bir an, benle kapışmaya hazır bir yengeç kafa tutuyor. Haliyle kapışmaya niyetim yok. Hareketleri sevimli.

Asfalt olan yere çıkınca iniş başlıyor ve akşam Güneşinin parlak ışıkları hüzmesi altındayım.

Bulutsuz bir gökyüzünde Güneş dağların üzerinde, altında Köyceğiz gölü, dağlar net görünüyor. Önümde uzayıp giden sürülmemiş bir tarla var. Bir süre durup bu manzarayı izliyorum.

Hakan da bu anı kaçırmıyor ve yanımda Güneşi izliyor manzara eşliğinde.

Kısa sürede Köyceğiz’e geldik, evde üzerimizi değişip akşam yemeğinden sonra gün batımında Köyceğiz gölünün kıyısında dolaşmaya çıktık. Kordonda yürüyoruz sakin göllü izleyerek. Güneş biraz önce dağların ardında kaybolmuş, kızıllığı kalmış sadece gökyüzünde.

Gece olasıya kadar dolaşıyoruz kordonda, sonra eve dönüp günü değerlendiriyoruz. Epey zaman oldu evden ayrılalı, o yüzden yarın otobüs ile dönmeye karar verdik Cem ile. Biletleri hemen alıyoruz internetten ve içim rahat olarak yatıyorum.

Bu gün yaptığım yol yaklaşık olarak 27 Kilometre civarı

Aşağıda yaptığımız yolun haritası

Powered by Wikiloc

 

Köyceğiz Maceraları 5. Gün Eve dönüş

Erkenden kalkıp balkonda yerimi alıyorum kahve takımımla. Kendime şöyle güzel bir kahve pişiriyorum. Kahvemi içerken Güneşin doğuşunu izliyorum sabahın seherinde. Elimde kahve fincanı, bahçede otlar, ağaçlar ve Güneşin ilk ışıkları belirmiş. Sağda beton taş döşeli sokak. En fazla 2.5 katlı evler. O yüzden balkondan bakarken Güneşe ufkum açık gökyüzünde.

Herkes uyanınca kahvaltıyı yapıyoruz ve zaman geçirmeden dağınık olan eşyaları yükledik bisikletlere, otogara doğru pedalladık. Henüz hareket saati gelmediğinden bisikletlerin ön tekerleklerini söküp bagaj çantalarını indirdik. Otobüse bindirmeye hazırız.

Otobüs gelince sorunsuzca bagaja Cem ile el birliği ile yerleştirip koltuklarımıza oturduk. Kamil Koç firması bisikletlilere sorun çıkarmadan bir ilden başka bir ile taşıyor. Firmaya teşekkürlerimi bildiririm. Hareket saatimiz 13:00. Yaklaşık 4.5 saatlik rahat bir yolculuktan sonra İzmir garajına indik. Bisikletleri indirip ön tekerlekleri taktık. Bagaj çantalarını da yükledikten sonra dümdüz bir yoldan Alsancak çimlere geldik. Burada mola veriyoruz çimenlerde, kahve içeceğiz. Bizi burada Uluğ Cem Balkanlı karşılıyor. Cem ile ikimizi bisikletlerimiz yüklü halde bir poz çekiyor cep telefonumla.

Kahve faslından sonra bisiklet yolundan aheste aheste Güneş batmadan Göztepe iskelesine vardık. Güneş tüm kızıllığını bulutlara vererek batmaya hazırlanıyor. İskelede yolcu vapuru harekete hazır bekliyor. Bisiklet yolu maviye boyalı, kıyısında çit çalıları dikilmiş.

Eve vardım, ev yerinde duruyor ama zaman saatim durmuş, çalışmıyor. Demek ki solucanda zaman yolculuğu yaparken değişik rotalar yapmamızın nedeni buymuş. Saat çalışmayınca gonk sesi evrene yayılmadığı için rotalar saptı. İstenmeyen yollara girip çıktık, yoldan çıktık ama güzeldi yaşadıklarımız. Neyse ki fazla sapıtıp evrende kaybolmadan eve geldik. Hemen saati kurup zamanı ayarlanıyorum. Saati ayarlarken yarımlarda bir kere ve saatlerde ederi kadar gonk vurdu. Tokmağın vuruşu evrene ses dalgaları yayılmaya başlayınca uzay – zaman normale döndü. Yoksa evren kaosa sürüklenebilirdi maazallah. Eski, kurmalı duvar saatim, ahşaptan yapılmış. Camlı kapağı açık. Büyük kadranında saat 11:30 u gösteriyor. Uzun sarkacının ucunda disk ağırlık var. Üstünde süs piyonları ve çıkıntıları var. Sol tarafına nazar topu asılı kuşağınla. Saatin kapağı açık durumda.

Hayallerimdeki turlardan birini daha bitirdim. 13 Günlük bir turda güzel anları doya doya, gezerek, dostlarla bir festival ve Antalya’dan Köyceğiz’e kadar yeni dostlar edinerek hazine torbama yerleştirip yeni hikayeler oluştu. İşte o hikayeyi dilimin döndüğü kadarıyla sizlere yazdım. Biraz geç oldu ama zaman meselesi. Uzay – Zamanda solucanın ne yapacağı belli değil. Bazen hızlı geçiyor zaman, bazen de yavaş. Yani zaman göreceli. Bunu ben demiyorum, ünlü fizikçi Albert Einstein demiş.

Otogar – Üçkuyular arası yol 17 Kilometre civarı

Aşağıda haritası

Powered by Wikiloc

Gökova Bisiklet Turu 11. gün

26 Haziran 2013 Çarşamba

Köyceğiz gölü etrafı – Dalyan – Toparlar şelalesi

(Kör arkadaşlar için betimleme yapılmıştır)

Üç Dengesizin Bisiklet Maceraları.

Öne çıkmış olan görsel Dalyan kanalında katıkta Yıldız ve İrfan karşı kıyıya kayık ile giderken. Yamaçta Kaunos kral mezarları.

260620132826

Aborjin Duası

“her şey yeterli olsun! seni ayakta tutmaya yetecek kadar güzelliklerle dolu bir yaşam sürmeni diliyorum. aydınlık bir bakış açısına sahip olmana yetecek kadar güneş diliyorum. güneşi daha çok sevmene yetecek kadar yağmur diliyorum. ruhunu canlı tutmaya yetecek kadar mutluluk diliyorum. yaşamdaki en küçük zevklerin daha büyükmüş gibi algılanmasına yetecek kadar acı diliyorum. isteklerini tatmin etmeye yetecek kadar kazanç diliyorum. sahip olduğun her şeyi takdir etmene yetecek kadar kayıp diliyorum. son “elveda”yı atlatmana yetecek kadar “merhaba” diliyorum.”

Göl kıyısında uyanmanın huzuruyla kalkıp gölün serin sularına bırakıyorum kendimi. Su beni kendime getiriyor, duşumu aldıktan sonra toplanıyoruz. Sabah kahvaltısını yaptıktan sonra Tarkan bisiklete gidip Yıldızın kilometresini taktırıyoruz. Ardından yola çıkıyoruz. Bir süre Muğla  –  Fethiye karayolunda ilerledikten sonra tabelaların gösterdiği Dalyan – İztuzu yoluna saptık.

260620132819

Ortalık yeşil, hava sıcak, tarlaların bahçelerin arasında İrfan erik ağacından erik topluyor. Ben de kahve içecek uygun ağaç altı ararken yolun sağında sığla ağaçlarının dibinde piknik alanı gibi yer, kanalında su akıp giden harika bir yeri fark ediyorum. Hemen durup arkadaşlara sesleniyor ve kanalın aktığı yere iniyorum. Burası müthiş bir yermiş, koca sığla ağaçlarının altında su kanalda gürül gürül akıyor ve su buz gibi. Ben de pistonlarla beraber tüm motoru suyun içinde soğutma çalışmasını yapıyorum. İrfan da bana göz kulak oluyor herhangi bir şey olmasın diye. Kanala sırt üstü yatmış, İrfan yanımda oturuyor üzeri çıplak. Kenarda kahve takımları sığla ağaçları gölgesinde.

1053506_10151670761049443_1058483370_o

Kahve takımını çıkarıp kahve keyfini böyle bir yerde yapmamız bir tesadüf. Elçek ile cep telefonumla üçümüzü çekiyorum kahve içerken. Her taraf sığla ağaçları, bir orman gibi. Ayaklarımız kanalın içinde, kanalın kıyısında oturuyoruz.

260620132822

Bulunduğumuz yere kanaldan su başka yerden geliyor fakat aynı yerde sığla ağacının dibinden de su kaynıyor. Berrak ve soğuk sularda kanalın içine yatıyorum, su vücuduma masaj yapıyor. Hazır suyu bulmuşken çamaşırlarımızı da yıkıyoruz bu ara. Böyle bir yerde kamp atılabilir, aklımızın bir kenarına kaydediyoruz Tepearası denen yeri. Cennet gibi bir yerden ayrılmak zor olsa da yolcu yolunda gerek deyip yola devam ediyoruz.

Dalyana giriyoruz, kalabalık bir yer. Dalyan boğazı denen nehir kıyısında karşıya geçecek bir araç aramaya başladık. Dalyan da karşıya kayıkla geçebiliyorsun, köprü denen bir geçiş yok ve yapılmamış, arabayla gelirseniz geri dönmeniz gerek. Önümde tekne, sundurmasının üzerinde Türk bayrağı, Dalyan kanalı geniş, bir gezinti teknesi sola  doğru gidiyor dalga yaparak. Karşıdaki kayalık tepede Kaunos kaya mezarları var.

260620132825

Karşı kıyıda Kaunos antik  kaya mezarlarını görüyoruz. Kıyıda gölgelik bir yerde oturup soda içerek karşıya nasıl ve neyle geçeceğimizi soruyoruz. Karşıya sandalla geçilebiliyormuş, adam başı 4 TL  iyi para ! Sandalların yerini bulup sıraya giriyoruz. İlk önce İrfan ve yıldız bir sandala biniyorlar bisikletleriyle ardından ben bisikletim ağır ve büyük olduğu için ayrı sandala biniyorum.

Kaunos kaya mezarları yamaçta, İrfan ve Yıldız kayıkta gidiyor karşı tarafa. Karşıda tekneler kıyıda bağlı.

260620132826

Ben de başka bir kayığa biniyorum dikkatli biçimde. Benden önce bir kişi daha kayığa bindi. Elçek ile telefonum ile kendimi ve bisikletim KUZ ile birlikte resim çekiyorum.

260620132828

Benimle beraber bir Alman da sandala biniyor, kürekleri çeken eleman da üniversitede okuyor sözde tatile gelmiş ama sandalda iyi kazanç var deyip kürek mahkumu olmuş. Karşıya çabucak geçip karaya çıkmama İrfan yardım ediyor çünkü sandal suda olduğu için dengeyi sağlamada zorluk çekiyorum ve bisiklet ağır. Kürekçi ve Alman’ı çekiyorum bir poz.

260620132829

Karaya çıkınca rahat bir nefes alıp yola devam. Burası Kaunos antik kenti, gezintiyi düşünmediğimiz ve yolumuz uzun olduğu için durmayıp sadece uzaktan resim çekerek yola devam ediyoruz. Kaunos antik kenti tel örgü çit ile kapatılmış. Tel örgülerin arkasında mağara ağzı görünüyor.

260620132832

Antik kentin yüksek duvarları yer yer oyulmuş.

260620132833

Kaunos antik kenti kayalık bir tepeye kurulmuş. Antik kente giden yola girmedik, uzaktan resmini çekiyorum.

260620132834

Biraz geniş vadide yeşillikler içinde bir köy görünüyor.

260620132835

Yolumuzun üstündeki Çandır köyünden geçerken burada kültür evi yazan tabelayı görünce hadi bir bakalım deyip uğruyoruz.

260620132862

Kültür evinin girişindeyim, çardak gibi derme çatma çatısı olan, tahta çitler ve İngilizce “Turkis cultural house” ve “Open” yazısı bizi karşılıyor. Burası Çandır kültür evi.

260620132864

Evin içine girince sandalda benimle karşıya geçen Alman elinde Avustralya yerlileri Aborjinlerin ilkel üflemeli Didjeridu çalgısını çalarken buluyoruz.

260620132837

Alman bayağı öğrenmiş çalmasını. Avustralya da dolaşırken Didjeridu çalgısını çalmasını öğrenip bu çalgıdan bir tane alıp buraya getirmiş ve kültür evine bağışlamış. Ben de çalmasını deniyorum ama çalması kolay değil.

260620132854

Daha önce yıllarca eşiyle birlikte gelip kültür evinin sahibiyle dost olmuşlar. Yakın zamanda Almanın eşi vefat etmiş ve her yıl buralara gelip kültür evini ziyaret ediyor.

260620132838

Kültür evini dolaşmaya başladım, ilk olarak şark odasını çekiyorum. Duvarlarda kilimler, yerde halı, kıyılarda oturma minderleri ve dayanma yastıkları.

260620132839

Kültür evinin sahibi çevre köylerden topladığı, kullanılmayan eski eşyalar, alet edevatı toplamış bahçesinde yaptığı kapalı alanda sergiliyor. Duvarda Avrupa, Afrika ve Asya’yı gösterir harita asılı. Çeşitli desenlerde dokunmuş halılar duvarda. Yerde bakır eşyalar, masa, testiler konulmuş.

260620132840

Yün eğirmek için çıkrık aleti tahtadan.

260620132841

Çiçek desenli basma entariler.

260620132842

Cam eşyalar, gaz lambaları ve fenerler. Eskiden çekilmiş kadın fotoğrafları.

260620132843

Benimle birlikte gezen Yıldız ve İrfan odanın birinde resimlerini çekiyorum.

260620132846

Nişanlık, gelinlik elbiseler.

260620132848

Dikiş makinası, kutusu yanında. Arkada büyük bir sandık.

260620132849

Atatürk portresi, asker kıyafetli, çerçevelenmiş. Kitaplar üst üste duruyor.

260620132850

El işi yapılmış elbiseler.

260620132851

Keçeden yapılmış yelek.

260620132852

Arkada kıyafetler asılı, büyükçe koyun çanı ve nazarlık önde.

260620132853

Alman, İrfan, kültür evi sahibi Mehmet Varol ve Yıldız’ı birlikte resim çekiyorum.

260620132855

Kültür evi sahibi Mehmet Varol yere oturup bize bu kadar eski ve değerli eşyaları nasıl topladığını anlatıyor. Uzun yıllardır köyleri dolaşarak toplamaya başlamış. Bu tutkuya dönüşmüş ve Aşkla yapıyor görevini. Önünde sofra, üstünde bakır kaplar.

260620132856

Ben de Mehmet Varol’un yanına, yer sofrasına oturuyorum, üzerim çıplak. Bizi İrfan çekiyor.

260620132857

Alman ve irfan yanımıza katılınca Yıldız çekiyor bu kez.

260620132858

Bu arada karnımız acıktığından birer gözleme ısmarlayıp bal, yoğurt ve çayla karnımızı doyuruyoruz.

260620132867

Gözlemeyi yedikten sonra bir ağırlık çöküyor ve İrfan biraz şekerleme yapıyor çaktırmadan. Şark odasına yatmış İrfan uyuyor.

260620132860

İrfan bir süre şekerleme yaptıktan sonra şark odasının ortasına oturup resmimi İrfan çekiyor. Üzerim çıplak, başımda buff, beyaz tüy adım  “Dengesiz Beyaz Tüy”

260620132866

Bu kadar ikramdan sonra Mehmet abi en son olarak Altın Çilek ikram ediyor. İlk başta alışmadığım meyve yenince tadının güzel olduğunu anlıyorsun. Sarı renkli meyve ceviz büyüklüğünde, üzerinde beyaz zar var, meyveyi koruyor. Zar çabuk soyuluyor. İki metal tabakta altın çilekler.

260620132865

Palazlanmaya başlamış civcivler masanın etrafında sürekli dolaşıyorlar.

260620132868

Yediğimiz gözlemelerin ücretini ödeyip yola devam ediyoruz. Bir süre engebeli yolda inip çıkarak güzel manzara eşliğinde ilerliyoruz. Köyceğiz gölü ile deniz arasında bağlantıyı sağlayan nehrin menderes kıvrımları uzaktan bize harika görüntüler sunuyor.

260620132869

Dalyan kanalı ve bitiminde İztuzu kumsalı yüksekten manzarayı oluşturuyor. Karşıda dağ silsilesi.

260620132871

Köyceğiz gölü göründü, gölün suları denize ulaşmak için dar bir kanala giriyor. Kanalın başlangıç yerini çamların arasından izliyorum.

260620132873

Yol dağların eteklerinden, az yüksekte gidiyor, o yüzden sürekli yukarıdan manzara izliyorum. Aşağıda portakal bahçeleri ve çiftlik evleri.

260620132874

Geldiğimiz taraftaki Kaunos antik kentinin bulunduğu kayalık tepe ve dalyan kanalı mavi olarak akıyor.

260620132875

İrfan resim çekerken ben de onu arkasından Ölemez dağı ve göl manzaralı olarak çekiyorum. Karşı kıyıda Sultaniye kaplıcaları.

260620132878

Bu gece kamp atacağımız yer Toparlar şelalesi, bu yüzden Köyceğiz’e uğramadan geçiyoruz. Bakkaldan akşam yemeği için alışveriş yapıp D400 karayolundan ilerleyip şelale sapağına varıyoruz. Toprak yoldan ilerleyip yolun bittiği yere gelince şelaleye çıkalım mı çıkmayalı mı diye tartışmaya başlıyoruz. Şelale 500 metre yukarıda ve yol yok, sadece patikadan gidilebiliyor. Böyle güzel yeri kaçırmayacağımızdan patikadan çıkmaya karar veriyoruz. Bisikletleri elimizde çaydan karşıya iki yerde taşıp patikaya ulaşıyoruz. Sonra itekleye itekleye kan ter içinde şelalenin bulunduğu yere varıyoruz. Geldiğimize değdi yani, böyle bir yerde kalacağımız için şanslıyız. Tırmanırken o kadar enerji harcamışım ki alev alev yanıyorum, motor ve pistonlar yatak saracak. Bisikletimi bırakıp kendimi soğuk şelalenin havuzuna bırakıyorum. 5 Metreden geniş bir gölete dökülen şelaleye ağaca bağlanmış ip ile salınarak kendimi soğuk sulara bırakıyorum.

1040741_10151684526169861_528957080_o-300x225

Bir süre yüzdükten sonra vücudum normale dönüyor, şelaleden dökülen yere varmak için çaba sarf etmek gerekiyor, acayip akıntı yaratıyor. Sonra dökülen suyun altında durman imkansız dibi derin boyu geçiyor. Yan tarafta kayalara tutunup vücudun bir yanını suyun altına girebiliyor. 5 metreden dökülen suyun basıncı çok güzel masaj yapıyor. Sudan çıkıp çadırımı kuruyorum. Akşam yemeğini hazırlayıp yiyoruz bir güzel, kurt gibi acıkmışım yani. Patates de kaynatıyoruz ama karnımız iyice doyduğundan ertesi güne bırakıyoruz. Ardından çayımızı demleyip çiğdem çıtlatarak ormanın içinde sohbetimizi yapıyoruz. İrfan buraya daha önce gelmiş ama bizim geldiğimiz yoldan değil yukarıdan dağdan gelmiş, adam dağcı. Yarınki rotamızı da kararlaştırıyoruz. Uykumuz gelince herkes kendi çadırına çekilerek tatlı bir uykuya varıyor.

Bu gün yaptığımız yol yaklaşık olarak 76 Kilometre civarı.

Aşağıda yaptığımız yolun haritası

Powered by Wikiloc

Gökova Bisiklet Turu 10. Gün

25 Haziran 2013 Salı

Akyaka – Köyceğiz

Üç Dengesizin Bisiklet Maceraları.

(Kör arkadaşlar için betimleme yapılmıştır)

 

Herkesin , gidebileceği bir yeri olmalı

Çünkü öyle bir an olur ki , insanın mutlaka bir yere

Gitmesi gerekir

Tyodor Dostoyevski

Öne çıkmış olan görsel, iki yanda dev okaliptus ağaçlarının gölgesinde giden bisikletçiler.

190620132685-300x225

Sabah erken kalkıyoruz yeğenim 08:00 de  minibüsüne binmesi gerek Denizli’ye gidecek. Kahvaltıyı hazırlayıp yiyoruz bir güzel. Yeğeni gönderip ardından el sallıyoruz. Bulaşıkları yıkayıp ardından birer sabah kahvesi. Yıldızın ön lastiği dün geceden inikti, söküp yamadıktan sonra eşyalarımızı toplayıp bisikletlere yüklüyoruz ve köpeklerle vedalaşmayı da  ihmal etmiyoruz. Koko ve Sonya çok sevimliler, hep oyun oynamak istiyorlar. Yolcu yolunda deyip evden çıkıyoruz. Ana caddeye inince Yıldızı’n bisikletinin bu sefer arka lastiği patlıyor. Sabah sabah hayırdır deyip lastiği onarmaya başlıyoruz. Yapacak bir şey yok, bisikletçinin kaderi. Benim arka tekerlek sakat onun için sevgili arkadaşım Serkan Taşdelen’i arıyorum. Kendisi Muğla’da yaşıyor, yakın zamanda bisikletçi dükkanı açmıştı. Serkan’dan dış lastik temin edebilir miyiz diye soruyorum,  şu an bisiklet turunda Tokat dolaylarında pedal bastığını, yardımcı olamayacağını bildiriyor. Ben de sağlık olsun diyorum.

Serkan Taşdelen tüm Türkiye’yi hemen hemen il ve ilçelerini bisikleti ile dolaşmış ve dolaştığı yerleri resimli roman gibi anlatarak bisikletçilerle paylaşan çok değerli bir insan. www.pedalla.com Sitesinde maceralarını okuyabilirsiniz. Aynı zamanda benim hocamda sayılır, bana bisikletle gezgin virüsünü bulaştıran Serkan’dır. Kendisi  Türkiye de ilk defa katlanır bisikletleri buluşturup festival yapan birisidir. Ayrıca Kaunos bisiklet buluşması adlı bisiklet turunu da yapıyor. Eylülde 2. sini düzenleyecek bu yıl. Umarım katılabilirim.

Serkan Taşdelen cep telefonu ile bisiklet sürerken elçek resim çekiyor. Kendi yüzü ve arkasında ben bisiklet sürerken.

DSCN74681-300x168

Yıldızın lastiğini onarıp Akyaka’dan ayrılıyoruz. Gökova’da eski yolda Okaliptus ağaçlarının gölgesinde ilerliyoruz, keşke bütün yollar böyle olsa. Bu yol  Marmaris yolu. Yolun iki yanında dev okaliptus ağaçları var, üç bisikletli yolda gidiyor.

190620132685-300x225

Köyceğiz yoluna doğru dönüyoruz. Yol düz ve ovalık, yer yer yol yapım çalışmaları var. Tabelada Köyceğiz – Antalya düz olarak gittiğini belirtmiş. Sola doğru Ula -Kale yolunu gösteriyor. Bizim gittiğimiz yol D – 400 ana karayolu. 400 Metre sonra yolun daralacağını işaret eden tabela konulmuş. Yol kıyısında İrfan gidiyor.

250620132811

Arka lastik sorun çıkarmadan gidiyor şimdilik problem çıkarmayacak anlaşılan. Kızılyaka köyünü gösterir tabela önünde durup nefesleniyorum. Yol yeni asfalt ile kaplanmış.

250620132810

Yolumuz bu gün az, 35 km civarı, fazla sıcağa kalmadan Köyceğiz’e vardık. Köyceğiz tabelasında yazdığı kadarı ile Nüfus: 8900. Köyceğiz deresinin üzerindeki köprüde resim çekiyorum. Dere akmıyor şimdilik, her halde yağmur yağdığı zamanda akıyor.

250620132812

Köyceğiz’e hep gelmeyi düşünürdüm, hep sanal ortamda resimlerde gördüğüm yeri şimdi gözlerimle bakıyorum. Resimlerde gördüğüm gibi gerçekten güzel bir ilçe, binaları bahçeli evleri gayet düzenli ve bakımlı. Yüksek bina pek görünmüyor, adı gibi köy olarak kalmış evleri. Ana yoldan şehir merkezine doğru girince ilk meydanda Tarkan bisiklet hemen önümüze geliyor, kimseye sormadan. Tarkan’la hoş geldin beş gittin muhabbetinden sonra derdimizi anlatıp lastiğimizi değiştirmesini söyleyip çayları içiyoruz. Lastik derken bakıyoruz ki jantı firen papuçları iyice aşındırmış, yanaklarda derin izler var her an yolda bırakabilir.  Göbeğe bakıyoruz o da gidici, zaten telin biri Bozburun’a giderken kopmuştu, eee hadi onu da değiştirelim. Allahtan kaset dişliyi yeni değiştirmiştim, neredeyse arka tekerlek komple değişti. Fren papuçlarını da değiştiriyoruz. Tarkan’da hadi şuna iki ayak sehpa takalım diyor, ben de olur mu deyince olur olur diyerek takıyor.  Benim bisikletime olacağını bilseydim daha önce taktırırdım. Tarkan arka dış lastiği zırhlı olarak takıyor. Ön lastiği yeni değiştirmiştim gelirken Milas’ta. Yedek olarak bir iç lastik ve yama takımı alıyorum oh gel keyfim yani. Jant komple değiştiği için akort ayarı biraz uzun sürüyor ve biz de acıkıyoruz. Yan tarafta ev yemeği yapıyorlar. Biz de melemen ısmarlıyoruz fakat Yıldız acı biber koyma deyince kadıncağız menemeni bibersiz pişiriyor mecburen öyle yemek zorunda kalıyoruz. Yemeği yedikten sonra Yıldız da coşuyor gidonu kelebek gidonla değiştiriyor, tam tur bisikletçisi oldu, bir de dış lastiklerini de değiştirince orada akşamı ediyoruz. İrfan sadece dikiz aynası taktırıyor. Bu arada ben de merkeze gidip bankada işlerimi halledip geliyorum. Köyceğiz’li bisikletçiler Tarkan bisiklette buluşuyorlar, burada bisikletçilerle tanışıp çay içiyoruz.

Dükkan önünde Tarkan ile dördümüz resim çekiliyoruz.

260620132818-300x225

Nasıl olsa burada akşamı yaptık yakın bir yerlerde kamp atarız diye Tarkan’a ve Köyceğizli arkadaşlara danışıyoruz. Onlarda bize Yuvarlak çaya gidin orası güzel diyor. Akşam yemeği için marketten alışveriş yapıyoruz. Yıldızın kilometresi çalışmıyor bu yüzden kilometreyi Tarkan’a tamir etmesi için bırakıp Yuvarlak çaya doğru yola koyuluyoruz.

Hafif rampa çıkarak  gidiyoruz. Bir müddet gittikten sonra hafif iniş ve çıkış olan bir yerde İrfan toprakta lastiği kayıp düşüyor ve hemen ayağa kalkıyor bayağı çevikmiş. Biraz yara bere var ufak tefek, hemen ilk yardım çantalarını çıkarıp gerekli müdahaleyi yapıyoruz.  Aracın biri hastaneye götüreyim diyor! ( insanlık ölmemiş ), bizde olur deyip İrfan’ı bisikletine beraber arabaya yükleyip Köyceğiz’e yolluyoruz. Yıldızla ben Köyceğiz’e dönüyoruz. Hastaneye gelince bakıyoruz İrfan dışarıda, gerekli müdahaleyi yapıp filmini bile çekmişler. Neyse kırık çıkık  ve önemli bir şey olmadığını öğrenince rahatlıyoruz. İrfanı getiren araç para istemiş İrfan da 1o lira vermiş. ( İnsanlık ölmüş )

Hastane bahçesinde oturup konuşuyoruz ne yapalım diye. İrfana turu burada bitirip otobüsle İzmir’e dönelim diyoruz. İrfan da hayır kendimi iyi hissediyorum tura devam edelim diyor, ne olacak Dengesiz! ne de olsa. Köyceğiz’den arkadaşım Asuman Şen’i arayıp kalacak bir yer soruyoruz o da bize göl kıyısında kamp alanı var belediyeye ait orada kalabilirsiniz diyor. Hava da karardı bu arada. Belediye kamp alanını buluyoruz, içeride kamp görevlisi bizden ücret isteyince orada kalmak istemediğimizden dışarıya çıkıp göl kıyısında çeşmeye yakın bir yerde oturup ilk önce yemeğimizi pişirip karnımızı doyuruyoruz. Çay keyfimizi de yaptıktan sonra kafeteryada çalışan arkadaşa plajda kalabilir miyiz diye soruyoruz, o da kalabilirsiniz deyince hemen uygun bir yere çadırlarımızı kurup yerleşiyoruz. Daha sonra kafeteryadan biralarımızı alıp kumsalda oturup Dolunayın göle güzelliğini yansıtmasını seyrederek Köyceğiz göl gecesinin keyfini çıkarıyoruz.

Gece karanlık, Dolunay tüm güzelliğini göl yüzeyine yansıtıyor. Solda Köyceğiz sahilindeki lambaların sarı ışıkları göle yansıyor.

250620132813

Göl yüzeyine vuran Dolunayın ışığı hafif dalgalı su yüzeyinde kıvrımlı patika oluşturmuş.

250620132814

Göl kıyısında akşam keyfimizi sonuna kadar yaşıyoruz, hava sakin, göl sakin. biz de bu sakinliğe ayak uydurup dinliyoruz sakinliği. İrfan yaraları açıkta olarak çadırına girip yatıyor. Biz de yatıyoruz çadırlarımıza girip.

Bu gün yaptığımız yol yaklaşık olarak 56 Kilometre civarı.

Bu günkü yol haritamız

Powered by Wikiloc