Etiket arşivi: poyraz

Eşpedal EGE Turu 6. Gün

11 Ağustos 2017 Cuma

Çandarlı

( Kör arkadaşlar için betimleme yapılmıştır. )

 

Sen sabahlar ve şafaklar kadar güzelsin
sen ülkemin yaz geceleri gibisin
saadetten haber getiren atlı kapını çaldığında
beni unutma
ah! saklı gülüm
sen hem zor hem güzelsin

Nazım Hikmet RAN

 

Öne çıkan görsel, minderlere oturmuş Eşpedal ailesi. Çember olarak muhabbet ediyoruz, arkada, kırmızı, yeşil renklendirilmiş ağaçlar.

Yağmur yağmayacağından çadırın tentesini örtmedim. Tül perdeli çadırda uyudum bu gece. Hamak kurmak için uygun ağaç yok. Sabah erkenden uyanıyorum. Bu gün buradayız o yüzden tembellik hakkımı kullanıyorum sonuna kadar. Güneşin ilk ışıkları ile uyanıp kendimi dışarı attım. Her sabah olduğu gibi kahve keyfimi yapacağım ama kahve bitmiş kutumda. Değirmene kahve koyup çekmeye başladım. Beni kahve çekerken gören Rabia Özdilli yanıma gelerek kahve içmek isteyince hemen değirmeni ona verip “Hadi çek bakalım, öyle beleşe kahve yok”  dedim. Yeteri kadar kahve çekilince çekilen miktarı kutuya boşaltıp tekrar değirmeni çekmesi için Rabia’ya verdim. Cezveye dört kişilik kahve koyup ocağa sürüyorum.

Tentesiz çadırım, yanında turuncu sosis çanta duruyor. Mat yere serili, üzerinde bağdaş kurarak oturuyorum. Önümde kahve cezvesi ocağın üstünde pişerken çuval içinde su şişesi, fincan kutusu, kapağında bir fincan ve çakıl taşı yığınının üstüne oturmuş Rabia değirmeni çekerken.

Artık herkes uyandı, sabah kahvaltısı için Çandarlı da yazlığı olan Baattin Şimşek’in evine geldik. Kahvaltılık malzeme ve ekmek alıp bahçede kurduğumuz masalarda güle oynaya kahvaltımızı yapıyoruz. Kalabalık olduğumuz için iki gruba ayrıldık. Bir grup çardağın alındaki masalara oturdu.

Masalarda kahvaltı yapan Eşpedal katılımcıları. Ev sahibi Baattin çay işinle uğraşıyor. Çayı biten doldurması için ona veriyor. Hakan hazır bizi bir arada bulmuşken bu gün ve yarın yapacaklarımız hakkında nutuk çekmeye başladı.

Daha azınlıkta olan grup bahçedeki tek masaya oturup kahvaltısını yapıyor. Burada Emine, Merve, Baattin, Cem, ben ve Hüseyin oturmuş durumda mutluluğun resmini çekiliyoruz. Ne de olsa “Kahvaltının mutlulukla bir ilişkisi olmalı” demiş şairimiz.

Kahvaltı bittikten sonra bulaşıkları yıkayıp ortalığı temizliyoruz. Bu arada pis su gideri tıkanınca alttaki tuvaletin zemin giderinden sular çıkmaya başladı. Artık kimse suyu kullanmasın dedik ve taşan suları temizledik. İşimiz bitince yanımıza Eşpedal derneğinde olan ama aramızda bisiklet sürmeyen ve yazlığı olan Suat Güler geliyor. Suat’ı tanımıyordum, burada tanışıyorum kendisi ile. Tanışırken dikkatimi çeken giydiği ayakkabılar oldu. Eldivende beş parmak var, bunun çorabını da yapmışlar, onu gördüm ama ayakkabısını ilk defa görüyorum. Beni şaşırtan da bu. Her parmak için bir çıkıntı var. Eldiven gibi ayağına giyiyorsun. On parmak birbirinden ayrılıp bağımsız olmuş. Ayakkabı siyah renkte, sadece parmaklarının üzerinde beyaz şeritler var. Bu ayakkabılarla nasıl koşulur acaba merak içindeyim. Sadece ayakkabı-diven’i çekiyorum Suat’ın ayakları ile.

Suat gelip aramıza katılınca görmeyenler için bisiklet bakımı çalışmasını yapmaya başladık. Sokakta demir mazgallarda mazot ile zincirin yağlarını temizlerken resimlerini çekiyorum. Gören tarif ediyor, görmeyen de parmakları ile dokunarak neyin nerede, nasıl bir şey olduğunu beynine yazıyor. Bisiklet temizliği ve bakımı nasıl yapılır dokunarak öğreniyor. Zincir, aktarıcılar nerede hepsini öğreniyor. Bu eğitim çok iyi oldu görmeyenler için. Ufukları genişledi desem yeridir.

Bu arada şimdiye kadar sürmediğim tandem bisikletini arkada kimse olmadan biniyorum. İlk defa kullanırken biraz zorlandım alışasıya kadar. Daha çok dönüşlerde zorlandım ama uzun olan tandem bisikleti çarçabuk öğreniyorum biraz binince. KUZ gibi olmasa da fazla zor değilmiş sürmek.

Tandem bisikletin arka tekerleği mazgal demirlerinde. İki kişi çömelip bisikletin bakımını yapıyor.

Cem Tabanlı da sözlü olarak bisikleti, parçalarını, vitesleri anlaşılır biçimde ağaçların gölgesinde anlatıyor.

Eğitim bittikten sonra bisikletlere binip Çandarlı kalesine geldik. Kaleyi ve çevresini gezerek hakkındaki gerekli bilgiyi paylaşıyoruz buraya ilk defa gelenlerle. Kale surları dibinde hep birlikte, kimimiz ayakta, kimimiz çimenlere oturarak 22 kişi resim çekiliyoruz.

Aynı pozu daha uzaktan kalenin burçları ile birlikte çekiyorum.

Tam Çandarlı kalesinden ayrılacakken Merve ve Emine pedala ilk basışlarında zinciri koptu. İki kadın o kadar güçlü basmışlar pedala zincir kopunca ayna kolun küçük dişlisine üç kez dolanmış. Ben yanlarında olduğum için hemen durdum, diğerleri gözden kayboldu bile. Emine’yi kenarda bir yere oturttuk. Takımları çıkarıp tornavida ve pense yardımı ile epey bir uğraşı sonucu zinciri dolandığı yerden çıkardım. Ardından zincir söküp takma aparatı ile zinciri birleştirip kullanır duruma getirdikten sonra Baattin’in evine geldik.

Öğle yemeği için bolca makarna pişirip yoğurtla karnınızı doyuruyoruz. Elbette kahve de içiyoruz sonrasında. Kahve sürekli çekiliyor değirmende çünkü sürekli bitiyor kutuda. Şimdiye kadar onlarca yıl kahve değirmeninde kahve çektim ama hiç aklıma gelmedi değirmenin kolunu kaç kere çevireceğiz diye. Saymak ta zor. Bu zinciri kıran biri çıktı karşıma; Hüseyin Alkan. Hüseyin Alkan, meraklı, girişken, araştırmacı. Ayrıca el futbolu, bolgol da oynuyor. Sportif birisi, bisiklete binmekten de hoşlanıyor. Ankara Eşpedal kurucularından. Kahve çekirdeklerini doldurup değirmeni eline verdikten sonra hiç üşenmemiş kolu her turda çevirip saymış. Değirmenin içinde çekirdek kalmayıp kol boşa dönünce bana söylediği; “Urim Baba saydım, kolu tam 1200 kere çevirince kahve bitmiş oldu.” Vay be hiç üşenmedi saydı kaç kere kolu çevirdiğini.” Böylece öğreniyorum değirmenin kapasitesini, kolu kaç kere çevireceğimi. Hüseyin akıllı adam ve zekası süper derecede çalışıyor. Gözleri görmese de diğer şeyleri kolaylıkla yapıyor. Dört duyusu gözlerinin yerini almış.

Çandarlı denize girinti yapmış küçük bir yarımada. Üç tarafı deniz ile çevrili. Tam burunda Çandarlı kalesi yapılmış. Burasını yazlıkçılar doldurmuş durumda. Konumu itibarı ile rüzgar nereden eserse essin her zaman denize girebilirsiniz. Eğer Güneyden Lodos eserse Kuzey tarafındaki deniz sakin olur. Kuzeyden Poyraz eserse, Güneydeki deniz sakin olur. Dalgadan hoşlanmayan burada denize girebilir. Burada yazlıkçıların tekneleri de var, kimisi kıyıya bağlı, kimisi alarga da. Güney tarafındaki denizi iki tekne arasından yanmış olan çamlık tepesini çekiyorum.

Akşama kadar tembellik yapıp biraz şekerleme yapıyorum çadırımda. Herkes kendi havasında, kimi denize giriyor, kimi yürüyüşe çıkmış geziniyor. Ben ise biraz denize girdikten sonra çadırda biraz şekerleme yaptım. En çok sevdiğim anlardan birisi şekerleme yapmak. Akşam yemeği için işletmeden birer porsiyon köfte, meze, bira, rakı söyledik. Fiyatları da uygun. Kamp alanında 6 tane sehpa plastik masaları yan yana koyup uzun bir sofra hazırladı. Büyük yer döşeklerini de altımıza serip oturduk sofraya. Tam da Halil İbrahim sofrası gibi, yok yok, var olanla idare ediyoruz. Aklıma Barış Manço’nun şarkısı geldi;

İnsanoğlu haddin bilir kem söz söylemez iken
Elalemin namusuna yan gözle bakmaz iken
Bir sofra kurulmuş ki Halil İbrahim adına
Ortada bir tencere boş mu dolu mu bilen yok
Buyurun dostlar buyurun Halil İbrahim sofrasına
Daha çatal bıçak kaşık icat edilmemişken
İsmail’e inen koç kurban edilmemişken
Bir kavga başlamış ki nasip kısmet uğruna
Kapağı ver kulbu al kurbanı ne hiç soran yok
Buyurun dostlar buyurun Halil İbrahim sofrasına
Buyurun dostlar
Barış Manço
Halil İbrahim sofrasının hikayesi de şöyle;
“Halil ve İbrahim adında iki kardeş varmış. Büyük olan Halil evli çoluk çocuk sahibiymiş. Küçüğü İbrahim ise bekarmış. Bu iki kardeş tarla eker biçermiş, mahsulü de ortak olarak bölerlermiş. Yine bir hasat sonrasında buğdaylarını bölecekleri zaman İbrahim abisi Halil’e “Sen git çuval getir demiş” Abisi gittikten sonra İbrahim düşünmüş. Ben bekarım, abim evli. Üstelik çocukları da var. Onun bu buğdaya daha çok ihtiyacı var. Kendi payından abisinin çuvallarına bölüştürmüş. Abisi Halil geldikten sonra kardeşine “Sen şu çuvalları içeri taşımaya başla” demiş. İbrahim gittikten sonra Halil düşünmüş. Ben evlendim. Çoluk çocuk sahibi oldum. Benim kardeşim bekar. Şimdi onun evlenip bir yuva kurması gerek. Onun daha çok ihtiyacı var bu buğdaya. Diyerek kendi payından kardeşinin payına buğday dökmeye başlamış. İki kardeş birbirinden habersiz kendi paylarını birbirlerine paylaştırmışlar. Allah onlara öyle bir bereket vermiş ki günlerce o buğdayı taşımışlar ama bitirememişler. Onlar hallerine şükredip birbirlerini düşündükçe Allah onların buğdaylarının bereketini artırmış.”

Yemeği yedik sıra geldi türkülere. Suat bize bir saz bulup getiriyor. Sazın akort ayarını Hakan yaptıktan sonra Deniz Kel alıyor sazı eline, başlıyor çalmaya. Bizler de ona eşlik ediyoruz. Türküler ardı ardına geliyor, sazın teline vurdukça söylenen şarkılar dudaklarımızdan çıkıp denize ulaşıyor. Denize ulaşan ses dalgaları tüm dünyanın deniz kıyılarına ulaşıyor. Sesimizi sadece kulağına deniz salyangozu dayayıp dinleyenler duyabiliyor. Onlar müzikten anlayan kimseler ve deniz her sesi kıyılara ulaştırır. Kaynağı nereden olursa olsun. Deniz salyangozunu alıp kıyıda denizi dinlerseniz belki de siz de Afrika’nın bir kıyısında söylenen şarkıyı duyabilirsiniz, ya da Avusturalya da Aborjinlerin dans müziğini duyabilirsiniz. Belki de Alaska da Eskimoların. Belli mi olur, her yerde müzik var.

Yuvarlak biçimde oturmuş, önümüzde sehpalar. Sazı elinde Deniz çalıyor, bizlerde ona eşlik ediyoruz.

Gecenin karanlığında sadece bizim sesimiz duyuluyor. Çandarlı sus pus bizi dinliyor sanki. Bu resmi öne çıkan görsel olarak seçiyorum.

Bu gecenin başka bir özelliği daha var Emine ve Hüseyin Alkan çiftinin evlilik yıl dönümü. Bu evlilik yıl dönümü anısına Alkan çifti birbirine sarılıp dans ederek kendi yıl dönümlerini kutluyorlar. Bizler de onları tebrik ederek uzun yıllar birlikte mutlu, sağlıklı bir yaşam diliyoruz.

Cep telefonumla biraz titrek çektiğimden bulanık bir görüntü ile dans eden Emine ve Hüseyin’i çekiyorum bir poz.

Gecenin ilerleyen saatlerine kadar oturup türküler söyleyip sohbet ettik. En güzel gecemiz bu gece oldu. Yarın son gün, İzmir’e gidip turu bitireceğiz. Gecenin geç saatinde herkes çadırına girip mutlu bir şekilde yatıyor.

Bu gün sadece Çandarlı’nın içinde bir tur attık, yaklaşık olarak 2.5 – 3 Kilometre civarı yol yapmışız

Aşağıda yaptığımız yolun ve Çandarlı haritası

Powered by Wikiloc

Mysia Yolları 4. Gün

10 Mayıs 2017 Çarşamba

Susurluk – Mustafakemalpaşa – Gölyazı

( Kör arkadaşlar için betimleme yapılmıştır )

 

esrik kayıklar

güneş mi denizi baştan çıkarır

esrik olur kayıklar

hatıralar ağaçtır

hayat geçtikçe büyür

yüreğim kımıldanır

birazdan ne güzel insanım

geçmişimi geleceğimi

hepsini bir bir ararım

Agim Rıfat Yeşeren

 

Öne çıkan görsel, Bisikletim KUZ, gidon çantası arkasında batan Güneş manzarası.

Gece başlayan yağmurun sesi ile uyuduk, ama şiddetli değildi. Usul usul yağan yağmurun damlaları ninni gibi geldi bana. Çınar ağaçlarının sık olması, uzun gövdeleri ve yukarılarda dalları şemsiye gibi üzerimizi örtmesi nedeni ile çadırlara pek yağmur gelmedi. Dünkü yorgunluk, iyi bir uyku ile sabahın erken saatlerinde uyanmama neden oldu. Çadırda uyumanın rahatlığı hiç bir yerde yok. Günün ilk ışıkları ile çadırımın kapısını aralayıp dışarıya bakıyorum. Uzun çınar ağaçlarının gövdeleri, piknik masaları ve bir çadır gözüme ilişiyor.

Giyinip çadırımdan dışarı çıkıyorum. Elimi yüzümü yıkadıktan sonra piknik masalarının birinde doğanın ilginç bir olayını gördüm. Kalın kalaslardan yapılmış masanın yarılmış yerinden ağaç mantarları yağmur suyunu görünce kendine yaşam alanı oluşturmuş. Artık yaşamı bitmiş ağacın işlenip kalas olarak masa yapılsa da başka canlılara yaşam sunuyor. Kalasın yarıklarında üç tane mantar çıkmış, gövdesi beyaz, şapkası kahverengi – siyah karışımı. Masanın üzeri yağmurdan dolayı ıslak.

Sabah kahvaltı hazırlıklarına başladık, semaver suyu ısınasıya kadar ben de etrafı şöyle bir dolaşıyorum. Çınar ağacının köklerine inen gövdesinin bir kolunu testere ile kesip gövdesi ile olan bağı kopartmışlar. Bunu neden yaptıklarını anlamak olanaksız. Ağaçtan ne istiyorsun, illa zarar vereceksin. Aslında bunu kesen hastalıklı insan bindiği dalı kesiyor ama bunu düşünecek kadar akıllı değil.

Bu arada bisikletim KUZ öylece park etmiş halde. Arka lastiğindeki iki lastik sargı yerinde duruyor.

Hava yağmurlu ve bulutlu olmasına rağmen güneş doğduğunu hissettiriyor parlak ışıkları ile. Çınar ağaçlarının arasından kendini gösterdi. Ben de bu anı yakalıyorum.

Çınar ağaçlarının sık gövdeleri yana yatmış durumda. Onlarca, belki yüz taneden fazla çınar ağacı bu kadar sık dikilmesi boylarının uzun olmasını sağlamış. Ağaç güneş ışığına gereksinimi var. Bunu sağlamak için devamlı yukarı büyüdüğünden boyu uzun. Diğer ağaçlar da aynı şekilde büyüyünce dalları yukarıda serpilmeye çalışıyor. Yana uzayan dalı yok hiç bir ağacın.

Kahvaltıyı yapıp hemen toparlanıyorum. Cem Tabanlı da benimle beraber toparlanıp erkenden yola çıktık. Diğerleri sonradan gelecekler. Susurluk’ta bisikletçi bulup arka lastiğimi değiştirmek zorundayım. Cem ile birlikte yağmur altında Susurluk’a vardık. Yaz – bahar yağmuru çabuk geçti ve yağmur durdu. Bisikletçiyi sora sora bulduk yerini. İnternetten baktığımıza göre bisiklet servisi görünüyor ama bisikletçiden çok motor ve araba parça satan bir dükkan. Neyse 28 inç lastik var mı diye sorduk, bir kaç tane var olduğunu söyledi. Uygun olan bir lastiği aldık. Bagajdaki yükleri indirip arka tekerleği çıkardım. Eski lastiği çıkarıp yenisini takmaya çalışırken dükkanın çırağı elinde tornavida ile dış lastiği takmaya çalışınca “Hop dur bakalım ne yapıyorsun? Tornavida ile lastiği mi parçalayacaksın? Levye yok mu?” Diye durdurduk yapacağı işi. Çırak elinde araba lastiklerinde kullanılan koca bir levye getirdi. “Bu ne? ” diye sordum. Koca levye ile lastiği takacak, olacak iş değil. Hemen tamir taklavat çantamdan kendi levyelerimi çıkarıp lastiği normal olarak takıyorum. Sonra hadi şişir bakalım deyip lastiği şişirmeye başladı kompresörle. Lastik basıncı istenilen seviyeye bir türlü çıkmıyor. Lastiğin neden şişmediğini anlıyorum. Kompresör basıncı 35 havaya göre ayarlanmış. Araba lastikleri en fazla 35 hava basılıyor. Benim lastik 60 – 65 hava basıncı istediğinden bırak öyle kalsın dile çırağı uzaklaştırıyorum. Lastiğin ücretini ödeyip tekerleği bisiklete takıp çantaları üzerine yerleştirip yakında benzinciye giderek 65 hava basarak olayı bitiriyorum. Yanda olan kahvede lastikçi çay ısmarlıyor esnaf olarak. Biz de çay teklifini geri çevirmeyip içiyoruz.

Lastik işi bitince yola çıktık. Hedefimiz Gölyazı’ya bu gün varmak. O yüzden hızlıca ana yoldan gideceğiz. Şansımıza İzmir’den çıktığımızdan beri rüzgar sürekli Lodos esti. Rüzgar hep arkadan eserek Susurluk’a kadar geldik. Bu gün ise rüzgar döndü ve hava Poyraz esmeye başladı. Yani tam karşıdan, gideceğimiz yönden esmeye başladı. Balıkesir il sınırından çıkıp Bursa il sınırına girdiğimizi karayolu tabelası bildiriyor. Yol kenarındaki tabelada Bursa il sınırı yazılmış, arkada tarlalar yemyeşil ve gökte üzerimizden geçen bulutlar.

Bu yoldan hep araçla geçtiğimden tabelaları pek göremiyordum doğru dürüst. Bisikletle her tabelayı, her ayrıntıyı görüyorum. İşte bunlardan biri ilgimi çekiyor. Kocaman tabelada yazan Kosova yazısı bana doğduğum yeri hatırlatıyor. Demek buralarda daha önce Kosova’dan göç edenlerin kurduğu bir yerleşim yeri varmış. Memleketimin ismini görmek beni sevindirdi.

Büyük bir tabelada, mavi zeminde beyaz boyalı alanda siyah yazı ile Kosova yazılmış. Altta ise beyaz boya ile Susurluk ve Balıkesir yazılarak sağ taraftaki yolu ok işareti ile gösterilmiş. Tabelanın altındaki tabelada Beyaz zemine siyah harflerle Kosova 2 ve Bostandere 7 kilometre olduğunu sağa ok işareti ile belirtilmiş. Beyaz zeminde yazan yerler köyleri belirtiyor. Mavi zeminde yazılanlar ise il ve ilçeleri belirtiyorlar. Ana yolda sağa giden bir yol, ileride görünen bir köprü üst geçitten hem köylere, hem de geriye dönmeyi sağlıyor.

Yol ana yol olunca kaymak gibi asfaltta, emniyet şeridinde rahat ve hızlı gidiyoruz köy yollarına göre. Bu yolda eğim fazla yok. Bizi zorlayan karşıdan esen Poyraz rüzgarı.

Yol tabelasında Mustafakemalpaşa’ya geldiğimizi belirtiyor. Nüfus : 100000 olarak yazılı. Tam rakam, ilk defa tam rakam yazan tabela gördüm. Mustafakemalpaşa’ya gireceğiz. Yol tabelası gidonumdaki tüylerle beraber resmini çekiyorum.

Cem ile birlikte Mustafakemalpaşa kasabasına giriyoruz. Diğer arkadaşlar geride kaldı biraz. Onları beklerken hadi buranın ünlü Mustafakemalpaşa tatlısı yiyelim deyip tatlıcıya oturduk. Taş yerinde ağırdır hesabı her yerde geçerli olmasına rağmen bu durumu göz önünde bulundurup ne kadar olursa olsun birer porsiyon yiyoruz Kemalpaşa tatlısından. Garson bizi tatlı yerken masada önümüzde tabaklar, elimizde çatal ile resmimizi çekiyor. Dörder tatlı bir porsiyon yapıyor, iki tane yemişiz, daha iki tane daha tabakta var. Tatlının üzerinde beyaz kaymak konulmuş. Masada dar ağızlı küçük beyaz porselen vazoda papatya çiçeği süslemiş olarak duruyor.

Diğer arkadaşlarla buluştuk meydanda. Tatlı yiyin ilk önce diyerek tatlıcıya gönderdik. Cem ile meydanda oturma yerinde bekledik bir süre. Arkadaşlar tatlılarını yedikten sonra yanımıza geldiler. Yakında olan çay ocağından çayları ısmarladık. Turda ortak bütçe yapıyoruz. Herkes eşit miktarda para veriyoruz kasaya. Kasa da tüm alış – verişleri bu paradan yapıyor. Kasamız da Ceyhun. Kasanın suyunu çektiğini belirtince elindeki son paralarla üç tane gevrek alıyor. (Buralarda gevreğe simit diyorlar) Elindeki para anca çaylarla beraber üç gevreğe yetince adam başı yarım gevrek bölüşerek çay ile birlikte yiyoruz. Bu bizim öğle yemeğimiz olacak. Bu durumu belgelemek için garsona cep telefonumu vererek resim çektiriyorum. Altı kişi elinde yarımşar gevrek, önümüzde plastik bir sehpada çay bardakları. Hepimizde kısa pantolon, üzerimizde formalar rengarenk, başımızda da üç turuncu renkli, bir mavi, bir de haki yeşili renkte buff var.

Mustafakemalpaşa kasabasındaki molayı bitirip yola çıkıyoruz. Rüzgar karşıdan esmeye devam ediyor. Yoldan geçen tırlar, kamyonlar ve diğer araçların gürültüleri eşliğinde yol alıyoruz. Bir ara kendimi kaptırıp yolun getirdiği ölçüde bastırdım. Diğer arkadaşlar da rüzgarıma girerek göçmen kuşlar misali tek sıra gitmeye başladık. Yaklaşık 10 kilometre civarı yüksek tempoda, rüzgara karşı ve hafif çıkışı ile Karacabey rampasını bir çırpıda çıktık. Ben de nasıl olduğunu anlamadım ama tempoyu tutturunca gidiverdik öylece. Karacabey rampasını çıkarken harcadığımız enerji bitmek üzere. Mehmetali’nin şekeri var, öyle olunca düşen şekeri nedeni ile bir benzinlikte durup elde ne varsa çıkarıp bereketli ve hala bitmeyen pişilerden yiyerek şekeri yükseltip enerji takviyesi yaptık. Yarım gevrekle pistonlar bir yere kadar gidebiliyor. Rüzgardan korunaklı bir yerde atıştırmanın üzerine birer kahve içerek molayı tamamladık. Bu kez daha düşük tempoda bisiklet sürmeye başladık ve sağımızda Uluabat gölü göründü. Araç ve tır trafiği fazla olunca dibimizden geçen tırların korkunç gürültüleri Cem Tabanlı’yı rahatsız ediyor. Bu tedirginliğini belirtiyor sık sık. Yapacak bir şey yok, böyle gideceğiz mecburen. Yola devam edip bir an önce hedefe  varmalı. Uluabat gölü görününce yaklaştık sayılır Gölyazı’ya. Ağaçların arasından yakında olan Uluabat gölünün bir parçası görünmekte.

Güneşin doğuşunu izledim, batışını da kaçırmamak gerek diyerek durdum yol kenarında. Bu an kaçmaz, küçük bir köyün kenarında, tepenin üzerinde iken bir resim alıyorum. Güneşin batışını izlemek için bisikletim KUZ’u park ettim yol kıyısında. Gidonumda ki çantam, önünde “Bakırçay Temiz Aksın” yazılı kart. Kelebek gidonuna asılı duran kaskım ve dikiz aynası. Güneş kelebek kısmının az üstünde son ışıklarını verirken izliyorum. Solda, arkada matın bir kısmı görünüyor.  Bu resmi öne çıkan görsel olarak seçiyorum.

Güneşi batırdıktan sonra, bir süre daha pedalladık ve hava henüz kararmadan, siyah beyaz ipliğin artık ayırt edilmediği anda Gölyazı yol ayrımına geldik. Yol kıyısında üç tabela bir direğe takılmış. Üstteki tabelada Gölyazı Mahallesi, ortadakinde Gölyazı Kültür Evi, alttakinde ise Göl Yazıevi yazılıp ok işareti ile sağa gidileceğini belirtmiş. Uluabat gölünün bir kısmı görünüyor, kıyısında ışıkları yanmaya başlamış köyler, tarla yeni sürülmüş hemen önümde. Bir iki ağaç ve düz bir arazi göle kadar gidiyor. Göl henüz uzakta.

Az ilerde yol ayrımı başlıyor ana yoldan. Burada da turistlik kahverengi tabelada Gölyazı (Apollonia) 5, alttaki tabelada da Ağlayan Çınar ve resmi yön tabelası olarak konulmuş. Kartal tüyü ile beraber henüz hava kararmadan Gölyazı’ya giden yolu çekiyorum. 5 Kilometre yolumuz kalmış. Karşıdan sürekli esen Poyraz rüzgarına karşı bisiklet sürmek pek kolay değil. Bizi bitirdi adeta ama sonunda ana yolun yoğun tır trafiğinden kurtulmanın sevinci ile köy yoluna girmek enerjimizi topluyoruz. Artık yol sağa döndüğünden rüzgarı arkamıza alacağız. Kısa kalan kilometreler biter rahatlıkla.

Antalya grubu da aynı yerde resim çekiliyor. Mehmetali, Nafiz, Ceyhun ve Vedat. Bisikletleri ile poz vermişler kameraya.

Artık hava karardı ama gökyüzünde dolunay dan yeni çıkmış Ay bulutların arasından kendini gösterip yolumuzu aydınlatıyor. Az biraz yüksekte Uluabat gölünü ve yüzeyine yansıyan Ay ışığını görünce durup gecenin az aydınlığında gidonumdaki farın aydınlattığı ağaçlarla beraber muhteşem manzarayı çekiyorum. Solda Göylazı ışıkları yanmış gecenin karanlığında.

Saat 21:00 gibi Gölyazı’ya vardık. Hava iyice karardı. Bizi davet eden Festival başkanı Ercan Hafız’ı telefon ile arayıp nereye kamp kuracağımızı öğrendik. Kamp yeri Gölyazı girişinde antik kentinde kazı yapan ekibin kazıevi’nin olduğu yerde. Hemen kamp alanına girip çadırları kurarak eşyaları yerleştiriyoruz. Ardından sıcak duş ile yorgunluğumuzu aldık. Bu gün zorlu bir yolculuk epey yordu bizi. Duş kendimize getirdi, misler gibiyiz. akşamın geç saatleri olsa da karnımız iyice acıktı. Hemen akşam yemeğini yapmaya koyuldu aşçı başımız Mehmetali. Kazıevi tesislerinden yararlanıyoruz. Gölyazı da oturan akrabalarım var, Hasan’ı telefon ile arayınca hemen gelerek aramıza katıldı. Arkadaşlarla tanıştırıp çay içerek hoş sohbete başladık. Hasan’a, arkadaşlara çaktırmadan, yarın bizlere ihaleden turna balığı almasını söyledim. Bize yetecek kadar alsa yeter. Gölde yetişen en lezzetli balık olan turna balığının tadı pek nefis. Daha önce geldiğimde bir çok kez yedim. Yarın kendimize dinlenme günü olarak belirledik. Hem dinleneceğiz hem de Gölyazı’yı gezeceğiz. Gecenin geç saatlerine kadar sohbet ederek zaman geçirdik. Artık yorgun bedenlerimizi dinlendirme zamanı geldi. Uyku bunu belirtiyor.  Göl kıyısında uyumanın tadını yaşayacağım.

Bu gün rüzgara karşı yol aldık, yoğun trafik ile epey yol geldik

Bu gün yaptığımız yol yaklaşık 88 Kilometre civarı.

Aşağıda yaptığımız yolun haritası

Powered by Wikiloc

Bir İstanbul Masalı – Avrasya Maratonu 5. 6. Gün

18 Kasım 2016 Cuma

Yalova – Bursa

(Kör arkadaşlarım için resimlerde betimleme yapılmıştır.)

 

Ayışığı renginde kar,
keçe çizmeIerim ağır.
İçimde çaIınan ısIık
beni nereye çağırır?

MemIeket mi, yıIdızIar mı,
gençIiğim mi daha uzak?
KayınIarın arasında
bir pencere, sarı, sıcak.

Ben ordan geçerken biri :
“Amca, dese, gir içeri.”
Girip yerden seIâmIasam
hane içindekiIeri.

Eski takvim hesabıyIe
bu sabah başIadı bahar.
Geri geIdi Memed’ime
yoIIadığım oyuncakIar.

KuruImamış zembereği
küskün duruyor kamyonet,
yüzdüremedi Ieğende
beyaz kotrasını Memet.

Kar tertemiz, kar kabarık,
yürüyorum yumuşacık.
Dün gece on bir buçukta
öImüş Berut, tanışırdık.

Bende boz bir haIısı var
bir de kitabı, imzaIı.
EIden eIe geçer kitap,
daha yüz yıI yaşar haIı.

Yedi tepeIi şehrimde
bıraktım gonca güIümü.
Ne öIümden korkmak ayıp,
ne de düşünmek öIümü.

En acayip gücümüzdür,
kahramanIıktır yaşamak :
ÖIeceğimizi biIip
öIeceğimizi mutIak.

MemIeket mi, daha uzak,
gençIiğim mi, yıIdızIar mı?
BayramoğIu, BayramoğIu,
öIümden öte köy var mı?

GeceIeyin, karIı kayın
ormanında yürüyorum.
KaranIıkta etrafımı
gündüz gibi görüyorum.

Şimdi şurdan saptım mıydı,
şose, tirenyoIu, ova.
Yirmi beş kiIometreden
pırıI pırıIdır Moskova…

 Nazım Hikmet Ran

 

Öne çıkan görsel, bisikletim KUZ bariyer yanında park etmiş. Arkada dağ silsilesi uzayıp gidiyor.

Yeğenimin evinde kahve içerken üç kişi resim çekiliyoruz. Kocası tiyatro eğitmeni, Güldür Güldür Show oyuncularının hocası. Oyuncuları yetiştirmiş. Akrabası olan oyunculardan Aziz Aslan yanımıza gelince o da kahvemin tadına baktı. Urim Baba’nın kahvesinin patentini almak için sattığım havlulardan iki tane aldı, Kendisine desteği için teşekkür ederim

Yeğenimin evinde bir gece kaldım, ertesi gün Kağıthane dolaylarında oturan diğer yeğenime gitmek için yola düştüm. Yanımda sadece sırt çantası ve yeğenimin oğluna hediye olarak vereceğim tahta bisiklet var. Sırt çantamda da kahve takımı ve geceliklerim. Yoğurtçu parkından Kadıköy iskelesine kadar araç kullanmadan yürüyerek gittim. Zaten hangi araçla gideceğimi bilmiyorum. Kadıköy iskelesinden Beşiktaş vapuruna biniyorum. Beşiktaş iskelesinden inip az yürüyerek Kağıthane dolmuşuna bindim. Yeğenimin tarifine göre hareket ediyorum. Dolmuşun son durağında inip oturduğu apartmana gelip eve giriyorum. Yeğenim ve biri kız, biri oğlan, çocuklarla tanışıyorum. Henüz küçükler. Oğlan biraz yabani, yabancılara pek yanaşmıyor ama kız henüz bir yaşında. O farkında değil, sadece gülücükler dağıtıyor. Henüz yürümüyor, örümceği sayesinde evin içinde dört dönüyor. Yeğenimin oğluna hediyesini veriyorum, sevinçle tahta bisiklete biniyor. Yeğenimin evinde bir gece kaldım. Sabahın erken saatlerinde kalkıp kahvemi yaparak kitabımı okuma fırsatı yakalamışken biraz okuyorum. Ev halkı hala uyuyor.

Mutfağın masasının üzerinde kahve ocağım, kahve cezvesi üzerinde pişiyor. Yanında boş fincan ve kitabım. Binalar yüksek olunca manzarayı seyrettiğim yer de yüksek oluyor. Mutfağın penceresinden görünen manzara sadece binalar, apartmanlar ve devasa yükselmiş tek bir gökdelen. Nedense bulunduğum sitenin önü yeşil bir bayır, binalar henüz kaplamamış.

Artık dönüş yoluna geçmeliyim. Yeğenim ve çocukları ile vedalaşıp dolmuşa binerek Beşiktaş’a geldim. Beşiktaş iskelesinin önünde Ozan ile buluşacağım. Ozan’ı beklerken iskele önündeki meydanda anıt heykel ve eski topların resmini çekiyorum. Üç tane top çaprazlamasına art arda kaidelerin üzerine konmuş. Toplar büyük boyutta olmasına karşı sanırım Fatih Sultan Mehmet’in İstanbul’u alırken döktürdüğü toplar değil. Cumhuriyet anıt heykelinin yanlarında iki direkte Türk bayrakları dalgalanıyor.

Ozan geliyor, ilk önce iskelenin üstünde olan yerde birer çay içiyoruz boğaz manzaralı. Çay pek ahım şahım bir şey değil. Sonra yakınlarda olan Beşiktaş çarşısına giderek Ozan’ın istediği çadırı aldık. Hazır Beşiktaş’ın meşhur çarşısına geldik Beşiktaş’ın sembolü Karakartal heykelinin önünde bir hatıra resmi çekilmek gerek. Çarşıda iki Karakartal heykeli var. İlk önce modern heykeltraş örneği olan kartalın önünde resim çekiliyorum tek başıma. Ozan beni çekiyor. Kartal küçük bir meydanda, etrafında dükkanlar sıralanmış. Kartal heykeli kanatlarını iyice geride olarak yapılmış. Sadece kartalın başı ve geriye doğru olan kanatlarının bir kısmı anlaşılıyor. Pençeleri görünürde yok. Heykelin yanında da Kalp şeklinde büyük bir Beşiktaş arması var. Kalpte BJK, Türk bayrağı arması ve 1903 yazısı var. Yukarıdan aşağıya şerit halinde siyah, beyaz olarak boyanmış. Bu heykel yeni yapılmış.

Daha eski olan heykel çarşının başka bir meydanında. Bu heykel kartal görünümünde, kanatlarını açmış durumda, sağ pençesi şampiyonluk kupasının üzerine koymuş. Kartal yüksek bir kaidenin üzerinde. Ozan ile elçek resim çekiliyoruz, arkamızda kanatlarını açmış Karakartal.

Çarşıda bir süre gezip dolanıyoruz Ozan ile. Ozan beni iskeleye getirip uğurluyor. Vapurla Kadıköy’e geçip Sabiha Gökçen hava alanına giden belediye otobüsüne biniyorum. Uzun bir yolculuktan sonra hava alanının giriş kapısında iniyorum. Beni Dilek karşılamaya gelmiş. Ev yakın bir yerlerde o yüzden yürüyerek eve vardık. Akşam hoş beş sohbet ederek dönüş için plan yaptık. İstanbul’un bir köşesindeyiz, otobüs garajı diğer köşelerde ve gitmek bir dert, otobüse bisikleti bindirmek ayrı bir dert. Ne yapalım diye düşünürken aklıma Bursa’ya kadar bisikletle gitsem de oradan rahatça otobüse binsem daha iyi olur. Güzel ve mantıklı bir fikir. Hem daha ucuza gelecek. Çünkü İzmit körfezine yapılan köprü geçiş ücretleri astronomik. O yüzden otobüs ücretleri de ona göre iyice artmış. Akşamdan eşyalarımı çantalarıma yerleştirip hazırlandım. Ertesi sabah erkenden kalkıyorum. Hava sıfırın altına düşmüş geceleyin. Çimenlere bembeyaz kırağı yağmış. Hava soğuk, Pendik iskelesine Oğuz beni bırakıyor. Yalova’ya giden vapura binerek karşıya geçiyorum.

Vapurdan İzmit körfezinin üzerine vuran sabah Güneşinin ışıltılarını çekiyorum güverteden.

Yalova’ya varınca vapurdan inerek yola çıktım bisikletimle. Hava soğuk olmasına karşı açık ve güneşli. Benzin istasyonunun birinde üzerimdeki kalın giyecekleri çıkarıp kısa pantolonumu ve kısa kollu formamı giyiyorum. Üzerim hafif olunca daha rahat bisiklet sürüyorum. Zaten Yalova dan çıkışla beraber 12 Kilometrelik bir tırmanış var. Tırmanışta fazla efor sarf edeceğimden iyice ısınacağım. Kalın elbiseler içinde terlerim, inişte de soğuk rüzgar hasta eder. Ağır tempoda 12 Kilometrelik tırmanışı hiç mola vermeden zirveye çıktım. Zirve 332 metre yükseklikte. Zirveden uzaklar görünüyor, daha da uzakta Uludağ tüm haşmetiyle beyaz gelinliğini üzerine giymiş. Dün gece yağan kırağının nedeni belli oldu. Uludağ’a kar yağmış ve tamamıyla beyaza bürünmüş. Kar sıcak olan yerlere doğru soğuk rüzgarların esmesine neden oluyor. Zirvede soğuk rüzgar birden esmeye başlayınca hemen içime yeleği, üzerime de deri ceketi giyiyorum. Bir süre dinlenip biraz su içiyorum.

Rüzgar isimlerinin nereden geldiğini bilir misiniz? Türkiye’de daha çok Osmanlı döneminde ve Cumhuriyet döneminde denizcilik merkezi İstanbul olması nedeni ile denizcilik terimleri, isimleri, rüzgar isimleri İstanbul merkezli olarak verilmiştir. Türkiye’de denizcilerin kullandığı rüzgar isimleri ; Keşişleme, Kıble, Lodos, Karayel, Yıldız, Poyraz, Gündoğusu ve Günbatısı. https://www.tech-worm.com/kesisleme-kible-lodos-karayel-yildiz-poyraz-gundogusu-gunbatisi-nedir/

Şimdi bulunduğum yerden görünen Uludağ ve esen soğuk rüzgarın adı Keşişleme. İzmir’de esen Keşişleme rüzgarı soğuk esmez. Aksine ılık ve sıcak eser. Çünkü güney doğudan esen bu rüzgar bulunduğum yerde neden soğuk esiyor? Eskiden Uludağ‘ın ismi Keşiş Dağı olarak isimlendirilmiş. İstanbul konum itibarı ile güney doğudan esen bu rüzgara Keşiş dağı tarafından estiği için Keşişleme ismini kullanmış. Dün gece yağan yoğun kar Uludağ’ı tamamen beyaza boyadığı için iyice soğumuş. Uludağ’ın soğuk havası dört bir yanda olan sıcak hava taraflarına rüzgar olarak esmeye başlar. İstanbul’a Keşişleme esen rüzgar İzmir tarafına da aynı zamanda estiği için Poyraz rüzgarı olarak eser. Çünkü Poyraz soğuk eser.  Uludağ’a yağan kar çevresindeki geniş bir coğrafyayı iklim bakımdan bir süre etkiler. Bazen, çoğu zaman hava tahmincilerini yanıltır Keşiş Dağı yani Uludağ. Nedendir bilinmez hava tahmincileri Uludağ’a yağan karın yarattığı soğuk havayı pek dikkate almazlar o yüzden yanılma oranları hep yüksek olmuştur. Yağmur beklersiniz yağmaz, hava açık dersiniz yağmur gelir. Uludağ’ın o anki şartları ne ise çevresinde atmosfer olayları değişebilir. Kısaca özetlersek “Uludağ’ın kafasına göre.”

Yol kenarında bariyerlere yakın bisikletim KUZ ve arkasında sıra dağlar uzanmış. Daha da ilerde Uludağ bembeyaz olarak görünüyor. Bu resmi öne çıkan görsel olarak seçiyorum.

Yolda pek bisiklet üzerindeyken resim çekmedim. Zaten resim çekmek için herhangi bir şey de yok. Bildiğiniz duble karayolu, emniyet şeridinde rahat şekilde gidiyorum. Etrafta dağlar, kışa hazırlanmış ağaçlar yapraklarını dökmüş. Yaz güneşinde sararmış otların yerine yağmurların yağmasıyla çimenler çıkmış ve ortalık yeşile bürünmüş. Tırmanış uzun sürdü ama iniş çabuk oldu. Orhangazi’ye yaklaşınca karnım acıkmaya başladı. Orhangazi de durup öğle yemeği olarak kelle paça yiyorum bol ekmekle. Paça dizler için bulunmaz bir yiyecek. Hem karnımı doyuruyorum hem de dizlerdeki eklemlere jelatin takviyesi yapıyorum. Karnım doyunca tekrar yola çıkıyorum, Gemlik’te durmadan tırmanışa başladım.  Sadece ilgimi çeken bir tabelanın önünde durup resim çekiyorum. Köyün girişinde tabelasını görmemiştim, köyün çıkışında karşıma çıkınca duruyorum. Köyün ismi Kurtul, yani İstanbul ne kadar güzel olsa da aşırı kalabalıktan kurtulduğuma seviniyorum. Hem evime, İzmir’e kavuşacağım. O yüzden bir an önce Bursa’ya varmaya çabalıyorum.

Bu gün doğru dürüst sabah kahvesinden sonra hiç kahve içmediğimin farkına vardım Bursa giriş tabelasında. Yemekten sonra ikinci molamı Bursa şehrinin tabelasının dibinde veriyorum. Kendime şöyle okkalı, bol köpüklü bir kahve pişiriyorum. Kahve fincanından kahvemi keyifle içerken Bursa tabelasını çekiyorum. Bursa’ya varmanın sevinci var içimde. Kendi aracım olan bisikletimle, kendi gücümle buraya kadar geldim. Yanımda uyku tulumu, mat ve çadır olmadığı için İzmir’e kadar bisiklet süremeyeceğime üzülüyorum. Olsun başka sefere sürerek ve kamp yaparak giderim. Sağlık olsun.

Bursa tabelasında yazanlar; Bursa Nüfus : 2100000 Rakım : 155  Resimde sol elimde kahve fincanı.

Bursa’ya vardım ama otogar nerede diye aklımdan geçirirken henüz girişte olmamıza karşı otogara giden tabelayı görünce şaşırdım. Hemen haritayı açıp bakınca otogarın dibinde olduğumu gördüm. Buna çok sevindim, çünkü Bursa trafiği korkunç ve tehlikeli. Sürücüler de çok kaba. Arabaya binince yollar benim deyip kimseye saygı göstermiyorlar. Bunu biliyorum, sevincim o yüzden. Hemen otogarın içine girip Kamil Koç firmasından biletimi aldım. Bisikleti sorunsuzca otobüsün bagajına yerleştirip biniyorum. Otobüs hareket saati 17:00 de. 6 Saatlik bir yolculuk yaparak İzmir’e vardık.

Yolda kitap okuyarak ve İstanbul da yaşadığım günleri, dostları, yeni tanıştığım arkadaşları aklımdan geçiriyorum. Hazine torbama yeni insanlar, dostlar ve hikayeleri doldurdum. Yine de hazine torbam dolmak bilmedi. Bunun yanında hayallerimi gerçekleştirmenin mutluluğu var içimde kıpır kıpır. İçimdeki kıpırtılarla gecenin ilerleyen saatlerinde iyice azalan trafikte bisiklet sürerek Alsancak çimenlere vardım. Hava serin sadece üzerimde ceketim var, kısa pantolon üzerimde.

Alsancak ta vapur iskelesinin önünde İ harfi üzerindeki nokta merkezde kalacak şekilde nazar boncuklu İzmir yazısı önünde bisikletim KUZ ile resmini çekiyorum. Nazar boncuğun ortasındaki İ harfinin noktası lacivert renkli, kalın halkalar şeklinde dışa doğru sarı, beyaz, açık mavi ve en dışta lacivert renkte boyanmış. İzmir yazısı iki tümsek şeklinde kaidenin üzerine harfler lacivert renkte. Arkada yapraklarını dökmüş bir ağacın dalları sokak lambaları aydınlatmış. Daha akada geniş alanlar yeşil çim ekili. Kıyıları çiçek dikilmiş.

Bisiklet yolundan, trafikten uzakta aheste aheste gece serinliğinde eve vardım.

Bu gün yaptığım yol yaklaşık Yalova dan Bursa’ya kadar 61 Kilometre civarı. Toplamda 72 Kilometre.

Aşağıda yaptığım yolun haritası

Powered by Wikiloc