13 Nisan 2015 Pazartesi
3. Gün
(Kör arkadaşlar için betimleme yapılmıştır)
Öyle bir alaşımdır ki seninle deniz
Bir açık deniz
Bakınca hiçbir şey göremediğin
Gözlerini duyduğun yalnız
Sözlerin var, dudak izlerin yok sözlerinde.
Edip Cansever
Öne çıkmış olan görsel, Sandal göl içindeki ağaca bağlı. Karşıda sabah güneşi vurmuş adadaki manastır yapısı.
Henüz güneş doğmadı ama şafak sökmüş, etraf aydınlık içinde. Teknenin pancar motor sesi ile uyanıp çadırımı açıp sesini duyduğum kayığı görmeye çalıştım. Çadırımın içinden dışarısını görebildiğim kadarı ile kayık görünürde yok. Hava mis görünüyor, baharın coşkulu kuş sesleri etrafa yayılıyor. Bir süre kuş seslerini dinliyorum pancar motorunun pat patları ile birlikte. Kumsalda sandalyeler masaya dayalı, karşıda manastır adasındaki yapı.
Bir süre bekledikten sonra adadaki manastırın duvarları arkasından kayık göründü. Balıkçı gün doğmadan önce ağlarını “rast gele” atmış. Şimdi ise güneş doğmadan ağları toplayacak. Bu gün ki rızkını gölden alacak. Bilinmez ne çıkacak bu gün, çünkü ağları “rast gele” atmıştır. Kısmet…
Kamp yaptığımız kumsal, Bafa gölü ve dağlar. Kumsalda kayalık, çadırlarımız kurulu.
Taka
takalar geçiyor allı yeşilli
takalar geçiyor dümenleri lâzlı
takalar geçiyor en nazlı
yelkenlilerden de güzel
güvenli sularda işsiz dönenen
gezi yelkenlerinden çok duyarak denizi
takalar geçiyor enginlere
yamalı göğsünü gere gere
takalar geçiyor yükle yürekle
takalar geçiyor emekle dolu
günlük güneşlik kıyılarından kopmuş
denizlerde Anadolu
kıyılar kadın olmuş
açılır gider erkeği
takalar takalar toprağın
denizde çarpan yüreği
Bülent Ecevit
Sandal göl içindeki ağaca bağlı, karşıda manastır adası ve güneş vurmuş yapısı. Bu resmi öne çıkan görsel olarak seçiyorum.
“Yemek yeme üstüne bir şey diyemem ama kahvaltının mutlulukla bir ilişkisi olmalı” diyen Şair Cemal Süreya’nın ne kadar haklı olduğunu bir kez daha gölün kıyısında anlıyorum. Dört kişi göl kıyısındaki masada oturmuş kahvaltı yaparken. Karşıda manastır manzarası.
Bir İnsan Ömrünü Neye Vermeli
Harcanıp Gidiyor Ömür Dediğin
Yolda Kalan Da Bir Yürüyen De Bir
Harcanıp Gidiyor Ömür Dediğin
Yüreğim Ürperir Kapı Çalınsa
Esleyen Yelimden Hile Sezerler
Künyeler Kazınır Demir Sandıkta
Savrulup Gidiyor Ömür Dediğin
Dışı Eli Yakar İçi De Seni
Sona Eklenmeli Sözün İncesi
Ayrılık Gününü Kör Dereleri
Bölünüp Gidiyor Nehir Dediğin
Bir İnsan Ömrünü Neye Vermeli
Para Mı Onur Mu Taş Dikenli Yol
Ağacın Köküne İnmek Mi Yoksa
Çırpınıp Duruyor Yaprak Dediğin
Ömer Zülfü Livaneli
Kahvaltı anında yine bir taka geçiyor pancar motorunun sesi ile. Adanın ucunda bir poz yakalıyorum. Taka solda.
2. Poz, taka adanın ortasına gelince.
Ve taka adanın sağ ucunda belirince su yüzeyine yansıyan gölgesi ile birlikte.
Heraklia restoran’nın sahibi Hüseyin Tiryaki gelince hareket etmeden önce bir hatıra resmi çekiliyoruz hep birlikte. Hüseyin’e ve Ailesine teşekkür ediyoruz bize yerini açtığı için.
Hüseyin Tiryaki ile vedalaşıp yola çıkıyoruz, öncelikle Heraklia dan ayrılmadan biraz gezelim dedik. Bisikletleri yol kıyısına bahçe duvarına dayayıp tarlaların içinden göl kıyısındaki yıkıntılara yürüyerek gidiyoruz. Yıkıntıların bulunduğu yer şehrin girişi. Manastır ve mezarlık burada bulunuyor. Başlıyoruz gezimize. Antik duvarlar ve çayırlıkta otlayan inekler.
Üç kaya üst üste, alttaki üçgen, ortadaki dikdörtgene yakın, üstteki ise takke gibi . Kayalar yana yatmış.
Göl kıyısındaki yapının duvarına Tamam dayanmış poz veriyor göl manzarasında.
İlerdeki tarihi yapıya doğru yürüyen İrfan, ortalık çimen kaplı.
Üç kemerli duvar, soldaki dar, ortadaki genişçe, sağdaki normal boyutta nişli kemer. Üstünde kale burçları.
Kalenin diğer ucundaki nişli kemerli kale duvarı.
Beşparmak, diğer adı ile Latmos dağının muhteşem yapısı. Etekleri köpük gibi taşlarla kaplı. Ta göle kadar gelmiş.
Köpük taşlardan oluşmuş küçük bir yarımada göle doğru uzanmış.
Kale duvarındaki kapının ardında İrfan ile can Güneş altında durup poz veriyorlar bana. Ben de çekiyorum onları.
Kaya mezarı gölün içinde kalmış, herhalde ünlü bir komutan yada zengin biri olsa gerek. Halktan birisi kayayı oydurup hem de gölün içinde mezar yaptıramaz.
Kimi mezarlar su içinde kalmış.
Zoom yapınca daha iyi görünüyor gölün çırpıntılı sularında mezarlar.
Sabah uzakta kalan adanın karşısında kahvaltı yapıyorduk.
Kayalardaki mezarlar kıyı boyunca serpiştirilmiş.
Yıkılıp yere serilmiş duvarın kalıntıları üzerinde üç dengesiz poz veriyor.
Kale duvarında açılmış bir gedikten Latmos dağının yamaçları.
Geziyi fazla uzatmadan bitirip bisikletlerin yanına gelerek yola çıkıyoruz. Öndeydim, resim çekmek için birer birer geçmelerine izin veriyorum. İlk önce Tamam geçiyor.
Ardından Can kareye girdi.
Sonrasında İrfan da kareye girince üçünü birden çekiyorum.
Beşparmak Dağı (Latmos dağları), Bafa gölünün doğusunda, Batı Menteşe Dağları sisteminde yer alan dağ. Aydın ve Muğla topraklarına yayılan dağın en yüksek yeri 1375 m ile Tekerlekdağ’dır.
Arkeolojik olarak çok önemli olan dağ, Neolitik dönemden Osmanlılara kadar izler taşır. Yakın zamandaki önemli prehistorik keşiflerden olan kaya resimleri M.Ö 6.000-5.000 yıllarına tarihlenmektedir. Tespit edilen 170 resimde av ve hayvanlar yerine, çoğunlukla insan çizilmiştir. İnsanlar tek tek değil, aileyi anımsatacak şekilde çizilmiştir. Bu kaya resimleri resim dili ve konusu açısından dünya kaya resimleri arasında önemli bir yere sahiptir.
Neolitik dönemde yağmur ve hava tanrısının mekanı olan dağ, Yunan mitolojisinde yerini gök tanrısı Zeus’a bırakmıştır. Bizans döneminde yöre yağmur duası merkezi olmuş, manastır yapılmıştır.
Menderes masifine dahil olan alanda metamorfik kayaçlardan granit, gnays, gözlü gnays yaygındır. Gnaysın aşınmaya uğramasıyla ilginç şekiller (insan suretleri, cinler, hayvan ve canavar silüetleri) ortaya çıkmıştır. Arkeolojik ve tarihi özellikleri olan arazi feldspat madeni çıkarımı ile tehdit altındadır.
Alanda Akdeniz iklimi hakimdir ve dar alanlarda görülen Fıstık çamı ile diğer maki türleri yaygındır. Beşparmak dağlarının GB yönünde yer alan Bafa gölü çevresinde endemik Sığla ağaçları yer alır. Dağlar nesli tükenen Anadolu parsının yaşam alanıdır. Çevrede tilki, ayı, çakal, kirpi, yaban domuzu, tavşan, akkuyruklu kartal, kızıl şahin ve atmaca yaşamaktadır.
Dağ üzerinde yer alan Latmos antik kenti M.Ö 300 yıllarında kurulmuş, M.S 4. yüzyılın sonlarında terkedilmiştir.
Kaynak : Vikipedi.
Buradaki kayaların yapısı ilginç ve doğal şartlarda rüzgarın yardımı ile ilginç şekillerde kayalar oyulmuş. Tepedeki kayanın sağ tarafı geriye doğru boynuz gibi çıkıntı yapmış.
Baharla birlikte tüm bitkiler uyanıp çiçek açmış durumda. Elbette arıcılar da bunu fırsat bilip kovanlarını hazırlayıp yeşil alana, çiçekleri bol olan yerlere koyup arıların bal yapmasını beklemeye başlamış.
Yolumuz bu kez değişik olacak. Ana yola gelmeden sola doğru sapıyoruz Beş parmak dağlarına. Rampa bizi yukarılara doğru çıkarıyor. Göl gittikçe aşağıda kalmaya başladı.
Çeşme karşımıza çıkınca suları tazelemekte iyi olur diyerek tüm suları tazeliyoruz. Çeşmenin başında yalak, yalağın yanında havuz. Çeşmeden akan su ilk önce yalağa dökülüyor. Geçen hayvanlar suyu buradan içerek susuzluğunu gideriyor. Yalaktan akan sular da havuzda birikip bahçe sulamasında kullanılmak üzere depolanıyor. Bu kış iyi yağış yağdı, bahçedeki bitkiler şimdilik idare eder. Havalar ısınmaya başlayınca havuzdan sulama yapılacak. Bisikletim KUZ havuzlu çeşmenin yanında park etmiş.
Yolumuz böyle yukarı yukarı gidiyor, bakalım nereye çıkacağız.
İlk tepeyi aşınca karşıdaki yamaçta bir köy göründü. “Gitmesek te görmesek te o köy bizim köyümüzdür” diyerek köye doğru gitmeye başladık.
Yol kıyısında, bahçelerde badem ağaçları dikilmiş. Tam da zamanı çağla bademin. Durup bir kaç tane koparıp yerken ağaçta ilginç bir durumla karşılaştım. Neredeyse kartlaşmaya başlamış badem meyvesinin yanında yeni çiçek açmış kardeşi. İkisi de yan yana, hayret verici bir durum. Başka ağaçlarda meyve ve çiçeğini bir arada gördüm de ilk defa badem ağacında görmekteyim.
KUZ uzaktaki köyün manzarasında bana poz veriyor badem yerken.
Önümüze bazen yokuşlar çıkıyor.
Sabırla ağır ağır çıkıyorum yokuşu. Yokuşun sonuna, tepeye çıkınca yeni bir yokuşun, hem de daha sert olanından çıkınca durup bakıyorum bir süre. Ben daha sert ve uzun olanlarını gördüm ve çıktım. Elbette bunu da çıkarım, ne olacak ki deyip moralimi bozmadan 1. viteste, kendimi yormadan yokuşa sarıyorum.
Ağaçlar beyaz gelinliklerini giyip baharı karşılamış en güzel görünümüyle.
Takıldık bir dengesizin peşine gidiyoruz bakalım bizi nerelerden nereye götürecek. Bir de sorumsuzca bakışları ile beni takip edin dercesine. Arkadaş nedir bu yollar, habire çık çık. Anladık dağcısın, yürüyüşçüsün, koşucusun da düz yol varken Beşparmak dağlarına çıkmak niye? İlla ki yürüdüğü yerleri bisikletle geçecek. Bizi niye süründürüyorsun anlamadık ki! İrfan’ı bisiklet üzerinde giderken çekiyorum.
Can gayet ciddi bir duruşla sesini çıkarmadan dengesizin peşinden gidiyor.
İşte böylece Beşparmak dağlarına doğru tırmanış yapıyoruz Dört sorumsuz.
Bakışları hala sert olan İrfan kendini o kadar kaptırmış ki sanki düz yolda gider gibi önden önden gitmeler bir süre sonra pistonların yorulmasına neden oluyor. Isınan pistonlarını soğutmak için yere uzanmış soğutma çalışmaları yapıyor. Bisikletim KUZ’un ön tekerleği arkasında irfan sırt üstü yere uzanmış.
Orda, uzaktaki köye vardık. İsmi Akçalı olan köy dağın yamacında ama rakımı epey yükseklerde. Köye girmeden Tamam’ın şekeri düşmüş, kendini birden yerde buluyor. Hemen kaldırıyoruz, herhangi bir şey yok şükür. Köydeyiz zaten, evin birinden Tamam’a şekerin yükselmesi için kuru incir veriyorlar. İncir de doğal, ilaçsız ve kuru ortamda kurutulduğu için nefisti.
İşin ilginç tarafı nüfus 450, rakım da 450 olan Akçalı köyü sayıyı eşitledikten sonra tabelayı dikmiş. Anlaşılan sayı uzun süredir hiç değişmeden hep eşit kalmış.
Epey tırmandık ve yorulduk. Yorgunluğu da köyün kahvesinde çay içerek gidermeye çalışıyoruz. Çay her zaman bizi dinlendirip gücümüzü toplamamıza yardım eden içeceklerin başında geliyor. Tamam da incirleri bizimle paylaşıyor, İncirler nefis ve enerji dolu. Çayın yanında da atıştırmalık bisküvi, çerez gibi enerji yiyecekleri ile takviye yapmak gerek. Odun ateşinde demlenen çay da nefis oluyor. Kahveyi işleten de ortalıkta olmayınca bizim dengesiz ocağın başına geçip çayları dolduruyor bardaklara. Ocakta odun ateşinde yedeklikte su kaynıyor.
Küçük, şirin, kendi halinde olan köyde yaşlılardan başka kimse yok ortalarda. Herkes işinde gücünde. Bahar ayı ile birlikte bahçede, tarlada işler başlamış durumda. Hayvanlar otlaklarda taze otları yemekte. İşler çok sizin anlayacağınız. Üç dengesiz kahvenin dışındaki masada oturmuş, hem Güneşleniyorlar hem de çay içiyorlar.
Soğuk geçen kış günlerinden korunmak için taş evler kalın duvarlar örülerek yapılmış. Yazın kavurucu sıcaklarından da koruyor. İçeride klima yakmaya gerek yok, doğal bir serinlik oluşmakta taş evlerde.
Köy yamaçta ve rakımı 450 metre dedik ama yol yukarılara doğru çıkmaya devam ediyor. Eğim de biraz fazla görünüyor. Ağır tonajlı araçlar gibi takviyeli vitese takıp ağır ağır yokuşa sardık.
Bir süre sonra nefes almak için durduğumda köyden yüksekte ama fazla uzaklaşmadığımızı gördüm. Uzun zamandır yoldayız halbuki!
Can Küçükler yokuşu çıkmış az ileride dinlenirken gördüm.
Yanına varınca neden durduğunu anladım, manzara harika ! Bafa gölü çok aşağılarda kalmış, hava da görüşe uygun. Bafa gölünün ardında Söke ovası ve Dilek yarımadası. Samson dağı görkemli yapısıyla beni büyülüyor adeta. Geçtiğimiz yıl oralarda bisikletlerimizle geçiş yapmıştık. Bu gün ise tam tersindeki Beşparmak dağlarındayız. Dağların büyüsünde ilerliyoruz dolambaçlı yollarında. Budanmış duta yaslanıp manzarayı seyrederken Can beni arkamdan çekiyor.
Can da bu büyüye kendini kaptırmış, gerinerek manzarayı içine sindiriyor.
Elbette KUZ da bu manzaranın tadını çıkarıyor. Buralara kadar beni getirdiğine göre bunu hak etti bence. Hem de fazlasıyla.
Beni buralara kadar taşıyan KUZ ile Bafa gölü manzarası ile beraber bir resim çekiliyorum. Bafa gölü bir daha görünmeyecek bize, o yüzden tadını çıkarmaya çalışıyoruz. Hem de biraz dinlenmiş, gücümüzü toparlamış olduk böylece.
Biz manzaranın tadını çıkarırken buraları avucunun içi gibi karış karış bilen, gezen İrfan girmediği yolları keşfetmeye devam ediyor. Ne de olsa dağcı değil mi ?
Manzaraya doyduktan sonra yola devam ediyoruz. İrfan da bir süre daha keşif turuna devam ettikten sonra arkamızdan geliyor.
Bisiklet turunda yolda giderken her şeyi görüyorum ya işte doğanın ilginç tarafını keşfediyorum. Doğa içinde bir döngünü parçası gözümün önünde. Hayvan dışkısı bir çırpıda bok böcekleri tarafından yok edildiğine tanık oluyorum. Yüzlerce bok böceği dışkıdan kapabildiği parçaları top haline getirip yuvarlaya yuvarlaya kendi bölgesine götürüyor. Yumurtalarını top haline getirdiği dışkının içine bırakarak kendi neslini devam ettirecek. Yumurtadan çıkan lavralar yetişesiye kadar besinlerini dışkıdan sağlıyor. Sonrasındaki ise kalan artıklar toprakta gübre olarak bitkilerin köklerinde devam ediyor. Bitkileri hayvanlar yiyor, besin olarak aldıklarından arta kalanlar dışkı olarak tekrar toprağa düşünce döngü tamamlanmış oluyor. Ama bitmeden tekrar süreç devam etmekte.
Çık, çık, çık, dolambaçlı yollar kıvrıla kıvrıla çıkmakta ve bizi yorup sık sık dinlenmemize neden oluyor. Artık yol asfalt değil, toprak yollarda ilerliyoruz. Bağ bahçe bitti, çam ormanları başladı.
Herkes kendi temposunda gittiğinden birbirimizi bazen gözden kaybediyoruz. Ara sıra bağırarak nerede olduğumuzu belirterek ormanın içinde çıkmaktayız yokuşları.
İlginç kaya yapıları yol kıyısında gözüme çarpınca durup incelemeye başladım. Büyük olasılıkla yolu açarken ortaya çıkmış kayalar. Yerin altında kim bilir ne tür kayalar bulunmakta. Kazılmadan da bilinmez. Bilinse doğa katliamcıları ormanı ve çevreyi hiçe sayarak talan eder buraları. Tam bilmiyorum ama Feldspat madenine benziyor gibi. Kayalar maden filizi gibi dik olarak fışkırmış yukarı. Diğer kaya ve toprak yapısından ayrı bir görünümü var.
Yamaçtaki kayalar da erozyon ile kopup aşağı kaymış. Kayalar uzunlamasına, düzgün biçimdeler.
Ben durup resim çekmekten arkada kaldığımdan beni beklerken buluyorum arkadaşları. Yokuş çıkmaktan iyice ısınmış olmaları beni beklerken gölgeye sığınma durumunda kalmışlar. Yoruldukları belli, ben de acıktım doğrusu.
Arkadaşların yanına varınca acıktığımı belirterek hemen yayılıyorum yere. Ocağı, takımları çıkarıp su ısıtmaya başladım. Orda bulunan boş kovan sandığı da rüzgarlık yapıyorum. Tezgah hazır, buyurun sofraya dostlar.
Kendime hazır çorba yapıp birkaç dilim ekme ile karnımı biraz doyurdum. Arkadaşları yemeğe davet ediyorum ama acıkmamışlar benim gibi. Davetimi kabul etmediler.
Beklemekten sıkıldılar ve yola çıkmaya karar verdiler. Ben de karnımı doyurup peşinizden gelirim diyerek yemeğime devam ettim. Artık iyice yayıldım, yemeğin üstüne bir de kahve iyi gitti doğrusu.
Tepeye yaklaştık iyice, yol kıvrımlı olduğu için etraf iyice görünmüyor. Bir an İrfan 50 metre yukarıda üst yolda görünce sert bir yokuştan İrfan’ın yanına bir an önce varayım dedim. Bisikleti elde ittire kaktıra yokuşa sarınca bir süre sonra bende pil bitti. Enerji kalmadı, bisiklet yüklü ve ağır, bir de sert yokuş olunca girdiğime bin pişman oldum. İrfan da bir süre beni izledikten sonra yardıma gelerek yola kadar çıkarttık bisikleti. Yoksa tek başıma çıkarmam epey zaman alacaktı. İnsan bazen yanılıyor, yol kıvrımlı ve uzun olunca şuradan kestirmeden gideyim deyip olmadık yerden çıkmaya çalışınca kan ter içinde kalmamak elde değil. Kestirme yol her zaman işe yaramıyor demek ki!
Zirveye az kaldı, neredeyse varmak üzereyiz. Yokuş bizi epey yordu doğrusu.
Dağ sırasının sırtındayız ve iniş başlamak üzere. Etrafı devasa çam ağaçları kaplamış.
Burada tam sırtta Türkmen mezarı bulunuyor. Tarihte Türkmenler mezar kazılırken çıkan toprakla tepe yapılıp cenaze buraya gömülürmüş. Ege yöresinde en yüksek tepelere, yolun geçtiği en yüksek yere mezarlık kurulmaya başlanmış.
‘Göze Mihmandır’
Mahtumkulu söyler, iller özümde,
Olum yadımdadır, korku gözümde,
Her nece yaşasan yerin yüzünde,
Ademoğlu beş gün duza mihmandır
Mahtumkulu
Sırtta bir süre dinlendikten sonra inişe başladık. İniş te öyle iniş değil. Karşımızda Sakarkaya köyü görünüyor. Karşıda derken aşağıda karşıda.
Beş Parmak dağının, diğer adı ile Latmos dağının ardındayız.
Sakarkaya köyü ile aynı hizaya geldik, ulaşmamız kolay olmayacak. Adı üstünde ” Sakarkaya ” Görünen o ki daha epey ineceğiz ve bir o karada çıkmamız gerek.
Dikkatli ve yavaş iniyoruz, İrfan bir kaç kez ön tekeri kayıp düşüyor. Düşünce sinirleniyor kendi kendine. Aslında keskin sirke küpüne zarar verir ama bunun farkında değil.
Bir yerde iniş öyle sertleşti ki bisikletin üstünde durmak imkansızlaşınca inip yürümeye başladı katılımcılar. Ben inmediğimden bisiklet ile dikkatlice iniyorum dik yokuş aşağı. Haliyle diğerlerine göre çabuk inince bekleyip bir resimlerini çekiyorum. Yol toprak değil sadece kayalar oyulup yapılmış.
Aşağıda dere yatağına bent yapılmış küçük bir gölet.
En sonunda en alt noktaya, dere yatağına indik. Dedim ya yolda toprak yok safi kayalık. Kayalık yol da düz değil, bisiklet sürülecek gibi değil. Bir süre daha bisiklet elde gidiyoruz mecburen.
Yol yol değil, pek te kullanıldığını sanmıyorum. Normal araba ile gidemezsin, arazi arabası gerek.
Artık tekrar çıkış başladı ve sert bir çıkış. Köy de dik bir yamaca kurulmuş. Toprak yok denecek kadar az, olan yerde de ağaç ve otlar kaplamış durumda. Her taraf kaya olunca evler de taşlardan yapılmış. Organik taş ev anlayacağınız. Öyle betonarme bina yapıp dışını plaka taşları ile kaplanmamış. Köylü zengin ve varlıklı olmayınca evlerin duvarlarındaki işçilik pek ahım şahım değil. Sadece bir kaç taş düzün, diğerleri doğal, yuvarlak taşlardan yapılmış duvarlar. Taş işçiliği gelişmemiş ve basit kalmış durumda.
Tırmanış bizi oldukça yordu ve akşam olmak üzere. Kendimize kalacak yer bakmaya başladık köyün içinde. Sorup soruşturmamızda köyün misafirhanesi olduğunu öğrendik. Misafirhane de bakımsız olduğundan kalınacak gibi değil. En iyisi arazide uygun bir yerde kalmak diye karar verip köyde kalmamaya karar verdik. Akşam ve sabah için yiyeceğimiz var nasıl olsa. Sadece su olan bir yer yeter kamp için.
Köyün her tarafından su çıkıyor. Durum bu olunca su aka dursun, evi üzerine yapmışlar. Su o kadar çok ki evin altından çıkıp hemen yolun altına girerek gözden kayboluyor.
Köyü çıkıp az yukarılarda Rehberimiz İrfan’ın engin tecrübeleri sayesinde kayalığın dibinde kamp için uygun bir yer buluyor. Kamp alanına da öyle kolay girilecek gibi değil. Bisiklet elde, kayaların üstünde hoplaya zıplaya geçerek vardık.
Herkes çadırını kurup eşyalarını yerleştirdi. Kamp alanı gayet uydun bir yer.
Dağların ardında olduğumuzdan güneş erken batıyor dağın tepesinde. Ben de durup güneşin erken batışını seyrediyorum bir süre.
Bakmayın güneşin erken batmasına, hava henüz aydınlık. Etrafı inceliyorum, kayalarda küçük oyuklar oluşmuş. Oyuklar oda gibi.
Can çadırı bizden sonra kuruyor, işi birazdan ağır alıyor nedense. Çok mu yoruldu acaba?
Yerdeki ağaç kökleri da ilginç bir yapı oluşturmuş. Sanki böcekler kendilerine minik duvarlar yapmış gibi.
Kamp yaptığımız yerin az ilerisinde eski bir su değirmen var. Şimdi çalışmıyor ama su akmakta. Değirmenin yanında kavak ağacı kendini belli ediyor uzaktan. Her değirmenin yanında mutlaka kavak ağacı dikilir. Adeta değirmenin sembolü, vazgeçilmezidir. Kavak ağacı ve değirmen bütünleşir derenin kenarında.
Değirmenin suyunda el yüz yıkandı, paklandı. Terli olan iç çamaşırları yıkayıp ter kokusundan arınmış durumuna geliyor.
İşte değirmen, arazi kayalık ve dik yamaç olunca pek tarım yapılamadığından az yetişen ürünleri bu küçük değirmende öğütüyorlar. Şimdi değirmen çalışmıyor, atıl durumda. Viraneye dönüşmek üzere. Anlaşılan o ki makinelere yenilmiş. Ama değirmenin suyu çarkları döndürmese de hala akmakta.
Hani sorarlar ya bilmeden “Değirmenin suyu nerden geliyor” diye. Değirmen su olmadan çalışmaz, su da devamlı gelince değirmenden geçip gider. Soruyu soran değirmenin nasıl işlediğini bilmez. Kıskançlıktan kendi yapamadığını yapan kişiyi köşeye sıkıştırmak için sorar sadece. Cevap versen de anlamaz. Değirmene gelen suyun yönü çevrilmiştir bir kere. Bazen su azalır ama bitmez hiç bir zaman.
Değirmen
Çingeneler, yaz gelince kafile halinde köy köy dolaşır, konaklayabilecekleri, çadırlarını kurabilecekleri bir yer ararlar. İşte, Atmaca’nın kafilesi de böyle bir yer ararken uzaklarda bir değirmen görürler. Etrafındaki köylülere bakılırsa işlek bir değirmendir. Değirmene yaklaşır ve çengilerini çalmaya başlarlar. Bunu duyan köylüler kapıya toplanmaya başlar. En son da değirmenci görünür. Çingenelere biraz erzak verip ve güler yüz göstererek onları kabul ettiklerini gösterirler. Çingeneler de derhal çadırlarını kurmaya başlarlar.
Çingeneler, etrafta oldukça ilgi görmektedirler. Ağaç yapraklarından yaptıkları sepetleri kolayca satmakta, çengiciler de ta karşı köylerden düğünlere çağrılmaktadır. Bu çingeneler arasında Atmaca adında bir de civan gibi bir delikanlı vardır ki, sormayın gitsin. Yakışıklı yüzü ve heybetli vücuduyla tüm kızların ilgisini çekmesine rağmen, ne çingene kızları, ne de gezip dolaştıkları yerlerdeki kızlar Atmaca’nın ilgisini çekememektedir. Lakin Atmaca, bir sevdiği olduğundan mıdır, yoksa bir türlü kimseyi sevemediğinden midir bilinmez, klarnetini öyle bir üfler ki, dinleyenler titremelerine ve gözyaşlarına engel olamamaktadır. Her akşam Değirmen’in önünde bir ağaca yaslanıp klarnetini öttüren Atmaca, çingenelerle beraber değirmenci ile kızını da mest etmektedir. O çalarken değirmenci ile sakat kızı bir sedirde oturup, sessizce onu dinlerler.
Değirmencinin kızı, yıllar önce sağ kolunu değirmenin çarklarından birine kaptırmıştır. Bu nedenle çocukluğu dahil senelerce yaşıtlarının gülüp eğlenmelerini uzaktan hasretle izlemiştir. Ve şimdi ise, yavaş yavaş Atmaca ile birbirlerine aşık olmaktadırlar.
Atmaca, bir gün değirmencinin kızı ile konuşmaya karar verir, seni seviyorum der. Fakat aldığı yanıt: ” Benim bir kolum yok, hep acaba benim yerime başka biriyle evlensen daha mı mutlu olurdun diye düşüneceğim. Evet, ben de seni seviyorum fakat kollarını açıp bana doladığında hissedeceğim şeyleri hayal edebiliyor musun?” olur. Atmaca yıkılmıştır. Kötüsü, kız haklıdır da. Atmaca Günden güne sararır, solar. Çengilere katılmaz, klarnetini eline almaz olur.
En sonunda bir akşam, Atmaca klarnet çalacağını söyler ve herkesin çağrılmasını ister. Havanın kötü olduğu, yağmur yağacağı yanıtını alınca ise değirmenin içinde çalacağını söyler.
Kısa bir sürede herkes toplanır, Atmaca da klarnetine üflemeye başlar. Fakat bu kez farklıdır, değirmenin içindeki yoğun gürültüye rağmen klarnetten başka hiçbir şey duyulmamakta, dinleyenlerde ağlayacak hal bırakmamaktadır. Atmaca giderek artan bir hırsla, değirmencinin kızının gözlerinin içine baka baka çalmaya devam eder. Sonunda, klarnetini bir köşeye fırlatarak darmadağın eder ve diğer tarafta hızla dönerek çalışmaya devam eden değirmen çarklarına doğru koşmaya başlar. Çingeneler ne olacağını anlamıştır fakat, onlar bağırıp yetişmeye çalışana kadar olanlar olmuştur işte. Atmaca’nın sağ kolunun yerindeki koca boşluktan oluk oluk kan akmaktadır.
Sebahattin Ali
Değirmenin çarklarına dökülmeden önceki parçalar ; en üstte “Seğdirim Oluğu” , su burada sakince akarak geniş yapıdaki “Su Ambarı” na akarak suyu depolar. Ambarın uzunluğu 4 metre ve üstü olur. Aşağı doğru boru çapı daralarak “Karanlık Oluk” oluşturur. Karanlık Oluğun bittiği yerin ucu 4 ila 6 cm olarak “Boyra” takılır. Su akışına göre az akarsa 4 cm Boyra takılır, çok akarsa 6 cm Boyra takılır. Yaklaşık 10 metrelik yükseklikten akan su Boyra deliğinden basınçlı olarak değirmen taşını döndürmek için kanatlara çarparak hareketi başlatır.
Değirmenci Hakkı: Genelde değirmenci hakkı % 5 ya da 1/20’dir.
Bazen de gelen buğdayı % 6’sıdeğrmenci hakkı olarak alır. Bununla
ilgili olarak: “Hak almak”, “hak vermek”, “hak” ve “hakçı” gibi kelimeler
değirmen kültürü içinde yer alan terimlerdir.
Hak Almak: “Tahıl un hâline getirilmesi için değirmencinin aldığı hak” anlamındadır.
Hak Vermek: “Tahıl un haline getirilmesi için tahıl sahibinin değirmenciye
bedel ödemesi.” anlamındadır.
Hak: “Tahıl un haline getirilmesi için ödenen bedel ödeyen kişi.
Hakçı: Tahılın un hâline getirilmesi için bedel ödeyen kişi.
“Ben saçı değirmende ağartmadım.”
“Değirmenden gelenden poğaça umarlar.”
“Değirmene gelen nöbet bekler.”
“Değirmen iki taşan, muhabbet iki baştan.”
“Değirmenin suyu nereden geliyor?”
“Değirmen taşının altıdan diri çıkar.”
“Hak deyince akan sular durur.”
Kesilmiş kavak ağacına Karatavuk kuşu yuva yapmış, artık değirmenin sahibi ve şarkıcı kuşu olmuş.
Su Değirmeni terk edilince değirmencinin evi de terk edilmiş. Kimse olmayınca ev dağılmaya başlamış.
Değirmende işim bittikten sonra kamp alanına gelip çamaşırları kurumaya bıraktıktan sonra akşam yemeğini hazırlamaya başladık. Soframız ortak, herkes elindeki yiyeceği ortaya döküp sofrayı zenginleştiriyoruz. Karnımızı bir güzel doyurduktan sonra üstüne Türk kahvesi iyi gitti. Güneş saatler önce batmasına karşı ortalık hala aydınlık. Sohbet ederek demlediğimiz çayı afiyetle içimizi ısıtarak içtik. Gelen geçen köylüler merakla bakıp selamımızı alıyorlar. Elçek sopam ile yer soframızı ve dördümüzü çekiyorum.
Dengesiz İrfan karnı doyunca morali yerine geldi. Bir tek eksiği aramızda kimse sigara içmediğinden otlakçılık yapamadı. Belli zamanlarda yanında içen varsa bir cigara ister, keyifle tüttürürdü dumanını savurtarak.
Köylüler atları, eşekleri ve inekleri ile köye dönüşleri bittikten sonra hava birden bire karardı. Demek dağların arasında, vadilerde hava aniden kararıyor. İğne ile ipliği gözümüz ayırt etmeden bir anda ortalık kararınca fazla beklemeden herkes çadırına dinlenmeye çekildi. Bu gün pek yol yapmasak ta epey yorulduk. Gerçi yolumuz yol değildi, takıldık bir dengesizin peşine dağ, dere, tepe demeden peşinden sürüklüyor. Sorumsuz ne olacak.
Bu gün yaptığımız yol en kısa yoldu ; 22 Kilometre. İnsana az geliyor ama gel de bize sor.
Yaptığımız yolun haritası aşağıda